“
Ben sadece fazlasıyla ciddiye almıştım, küçükken babamın bana birini üzdüğümde söylediği o sözü."kendini karşındakinin yerine koy." Ve ilk başlarda bunu o kadar çok yapmıştım ki, bir gün dönüş yolunu yanı "kendimi" bulamadım..
”
”
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
“
I think you may have seen hard work sometime in the past,” Yerin called back, “but you never came close enough to shake its hand.
”
”
Will Wight (Soulsmith (Cradle, #2))
“
Bir yerleri olması kötüydü. sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.
”
”
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
“
Starting to get hungry out here,” Yerin said, as they marched on their patrol route through the Night Wheel Valley. “Not me,” Lindon replied. He pulled the object from his soulspace and popped it into his mouth. “I have a bean.
”
”
Will Wight (Underlord (Cradle, #6))
“
Toprağı deşmek yerine, bir iğneye tutunarak suya dalıp balık avlamayı seçen solucan... İşte o benim.
”
”
Murat Menteş (Ruhi Mücerret)
“
Romanlarımla evlenip, çocuk yerine de kısa hikayeler edineceğim.
”
”
Jack Kerouac
“
Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz.
”
”
Dücane Cündioğlu (Sanat ve Felsefe)
“
Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum...
”
”
Ingeborg Bachmann (Malina)
“
Evde de karnımız doymuyor değildi ama büyükannem, pişirdiği ucuz et yemeklerinin daha ilk lokmasını ağzımıza götürürken, "Umarım beğenirsiniz, şunun yarım kilosuna tam kırk bir sent verdim," deme alışkanlığına sahipti, ben de o zaman bir pazar günü rostosu yerine madeni paraları yiyormuşum duygusuna kapılırdım.
”
”
Sylvia Plath (The Bell Jar)
“
Kendinize ait parçalar vardır, sayısız parçalar, bunları bir kez feda ederseniz bir daha asla yerine koyamazsınız.
”
”
Lisa Gardner (Live to Tell (Detective D.D. Warren, #4))
“
What has she got cooking?” Yerin asked. She wouldn't put it past the old woman to boil up a pot full of spiders. “Apologies, I'm not sure. Crab, I think?” Crabs. The spiders of the sea.
”
”
Will Wight (Underlord (Cradle, #6))
“
Bu dünya böyledir" diyordu. "Sular hendeğine dolar. İnsanlar doğar ölür, gün doğar batar. Ağaçlar büyür çürür. Sular akar, bulut ağar. Ağayı öldürürsün, ağa gelir yerine. Bir daha öldürürsün, bir daha gelir.
”
”
Yaşar Kemal (They Burn the Thistles (İnce Memed, #2))
“
Cevriye onu, tanımadığı için sevemediği anasının, hayali kalbinde ölmemiş olan babasının, dünyaya gelmemiş olan geldiyse de kendisinin tanımadığı kardeşlerinin, hiçbir zaman bir genç kız olmadığı için karşısına çıkmamış bulunan nişanlısının, kendisine hiç de kısmet olamayacak kocasının yerine sevmişti. Onu hepsi için ve hepsi kadar sevmişti.
”
”
Suat Derviş (Fosforlu Cevriye)
“
Kendimi herkesin akıllısı ve duygulusu yerine koymak istemiyorum. İç ve gül...
”
”
Sabahattin Ali
“
Yerin’s eyebrows lifted. “If I had to pick between you and a rusty spoon, I’d have to think about it first.
”
”
Will Wight (Bloodline (Cradle, #9))
“
İlişkilerimizin çoğu karşımızdakinin yerine düşündüğümüz için bitti.
Bazen kendi yerimize bile düşünemezken.
Bence sen ayrılmak istiyorsun...
Sen beni sevmiyorsun...
Sen beni anlamıyorsun...
Sen kesin olmaz dersin...
Sen zaten hep kendini düşündün...
”
”
Ahmet Batman
“
bazen karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor.
kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belkide insanın terk edemediği bir oda.
ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak, ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.
işte bu yüzden, üzücü yanlış anlamalar ortaya çıkıyor...
”
”
Franz Kafka (Lettres à Milena)
“
Hani, çok önceleri, "Sadakat nedir?" diye sormuştun bana; ben de şöyle bir şey söylemiştim:-
'Sadakat', kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeriş hep onun için korumasıdır;
'sadakatsizlik' de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır;
'ihanet' ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması-
"Olur mu ki bu-" demiştin sen de: " başka bir kişiyi sokamaz ki o yere, o kişi; onun için açmışken o yeri- başka bir kişi giremez ki oraya...?
”
”
Oruç Aruoba (ile)
“
Düz bir yolda yürüyor olsaydın, tüm ilerleme isteğine rağmen hala gerisin geriye gitseydin, o zaman bu çaresiz bir durum olurdu; ama sen dik, senin de aşağıdan gördüğün gibi dik bir yamacı tırmandığına göre, adımlarının geriye doğru kayması, bulunduğun yerin durumundan ileri gelebilir, o zaman da umutsuzluğa kapılmana gerek yoktur.
”
”
Franz Kafka
“
Beklemek ileriye doğru acele etmek,zamanı ve içinde bu anı bir armağan yerine bir engel gibi görmek,değerlerini yadsıyıp yok ederek zihninde üzerlerinden atlayıp geçmek demektir.Beklemek sıkıcıdır denir,oysa,büyük bir oranda zamanı kullanmadan ve deneyimlerinden geçmeden tüketmek eğlencelidir de.Hiçbir şey yapmadan bekleyen bir kişi,hiçbir yararı olmadan bir sürü şeyi sindirim sistemine yığan bir obura benzer diyebiliriz.Daha da ileriye giderek hazmedilmemiş gıdaların bir insanı daha güçlü yapmadığı gibi geçen zamanın insanı yaşlandırmadığını söyleyebiliriz.Zaten ari ve tam bekleme diye bir şey yoktur.
”
”
Thomas Mann (The Magic Mountain)
“
İnsan bir kafesten kurtulsa bile, çıktığında kendini bulduğu yeni yerin aslında daha büyük bir kafes olması olası mıydı acaba?
”
”
Haruki Murakami (1Q84 Book 1 (1Q84, #1))
“
Yolcunun kararlılığı değil miydi varılacak yerin değeri?
”
”
Azra Kohen (AEDEN: Bir Dünya Hikayesi)
“
Bence savaşlarda düşman öldüren askerler yerine, harika öğretmenlere madalya verilse, dünya daha güzel bir yer olurdu.
”
”
Matthew Quick (Forgive Me, Leonard Peacock)
“
Alışkanlık getirir eski yerine hiçbir şey duymamış düşünmemiş anlamamış olmanın rahatlığını. (s. 165)
”
”
Nâzım Hikmet (Human Landscapes from My Country: An Epic Novel in Verse)
“
Dualar da şikayet dilekçesi gibidir. Ya yerine ulaşmaz, ya da ulaşsa bile red cevabıyla geri çevrilir.
”
”
Aleksandr Solzhenitsyn (One Day in the Life of Ivan Denisovich)
“
Abiniz servetiniz, koruma altına almak yerine; size yaşınıza uygun bir beyin nakli yaptırmış olsaydı muhtemelen tüm dünya huzur içinde uyurduk!
”
”
Selvi Atıcı (Sen)
“
Eğer insanlar sürekli geçmişi hatırlamak yerine şu günlerin tadını çıkarsalardı bu kadar acı çekmezlerdi.
”
”
Johann Wolfgang von Goethe
“
Kalbinde aşk'ı, yüreğinde sevgi'yi saklamaya yer bulamayanlar, hayatı yaşamak yerine hep seyretmek zorunda kalırlar. Deniz Sarıtop
”
”
Deniz Sarıtop
“
İnsan bir bukalemundur; doğasının yasası gereği, bulunduğu yerin rengini alır. Çevresindeki etkiler onun tercihlerini, kaçındığı şeyleri, politikasını, beğenilerini, ahlakını, dinini yaratır.
”
”
Mark Twain (What is Man?)
“
Abiniz servetinizi koruma altına almak yerine; size yaşınıza uygun bir beyin nakli yaptırmış olsaydı muhtemelen tüm dünya huzur içinde uyurduk!" Sözleri üzerine adamın dudakları seyirdi ama Süheyla durmadı. "En azından ben aptalı oynuyorum. Siz, içinizdeki aptalla sonsuza kadar yaşamaya mahkumsunuz!
”
”
Selvi Atıcı (Sen)
“
Bir gün bir şeyi istersin, ertesi gün tutkuyla, ölesiye ona bağlanırsın, daha ertesi gün onu istediğinden utanırsın, arzun yerine geldiği için hayata lanet edersin. İşte insan hayatta kendi isteğinin peşinden serbestçe giderse böyle olur. Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk hülyalarına kapılmamalıyız, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte...
”
”
Ivan Aleksandrovič Gončarov (Oblomov)
“
Bir husus vardır ki, bunu hatırdan çıkarmamak ve göz önünde tutmak gerekir. Çoğunluk hiçbir zaman bir kişinin yerine geçerli olamaz. Çoğunluk, ahmakları olduğu kadar alçakları da temsil eder. Saman dolu yüz kafa nasıl ki, hiçbir zaman bir akıllı kişiye eşit olamazsa, yüz korkak adamdan da hiçbir vakit kahramanca bir karar beklenemez.
”
”
Adolf Hitler (Mein Kampf)
“
Ah, insanlar niçin her şeyi anlamıyorlar? Beş dakika on dakika yarım saat kendilerini unutsalar, kendilerini karşılarındakinin yerine koysalar, tam onun gibi-fakat hiç eksiksiz ve tam- onun gibi duysalar, her şey ne kadar yerli yerinde olacak. Hayır! İlla ki zıddiyetler, öfkeler, yanlış anlaşılmalar, inatlar, şüpheler, hakim olmak arzuları…
”
”
Peyami Safa (Fatih Harbiye)
“
saat özel yapımdı. özel bir saat yaptırmak inanılmaz ölçüde pahalı olsa da Crowley'nin parası vardı. bu saat dünyadaki yirmi başkentin, ayrıca Bir Başka Yer'in başkentinin saatini gösteriyordu ve orada saat hep aynıydı: Çok Geç.
”
”
Terry Pratchett
“
Tanrı'ya karşı olduğumu sanma, dedi. Tanrı'ya inancım tamdır. Yalnız cennet ve cehenneme inanmıyorum işte. İnsanları aptal yerine koyup onları öbür dünyada cennete, ya da cehenneme gideceklerini söylemek bence saçmalığın en büyüğü.
”
”
Aleksandr Solzhenitsyn (One Day in the Life of Ivan Denisovich)
“
Ben... Benim bütün sırrım huzursuzluğumu fazla çalışarak bastırmaktır. Bunu da çok şeyle uğraşarak başarıyorum. Bir şeylerle meşgul olmam gerekiyor. Yalnızca meşgul olduğum zaman bu huzursuzluk hali geçiyor. O zaman korkmama gerek kalmıyor. Çünkü yalnızlık korkusu zehirden beterdir. Bunun yerine çalışmak daha iyidir. Arkamda huzursuzluğun beni beklediğini hissettiğimde beni yakalayamaması için koşarım; tüm meslektaşlarımın hayranlık duyduğu çalışkanlığımın ardındaki son sır işte budur.
”
”
Stefan Zweig (Clarissa)
“
Sarah'nın gülmek yerine, "Komik," ya da gülümsemek yerine, "İlginç," ya da "Aptal zırva geri zekâlının tekisin," demek yerine, "Şey, sanırım bu ondan biraz daha karmaşık," diyen kadınlardan olmasından korktum. Öyle insanların yanında ne yapacağımı hiç bilemezdim, özellikle de siz konuştuktan sonra gizemli bir şekilde "Anlıyorum," diyenlerin. Genellikle sadece susardım.
”
”
Lorrie Moore (A Gate at the Stairs)
“
Şimdiye dek anlamış olmalısınız: Başka bir gezegenden geliyorum ben. Ama size asla 'Beni liderinize götürün' demeyeceğim. Sizin gelenek göreneklerinize bu denli yabancı olan ben bile bu hataya düşmem. Bizim de aramızda öyle varlıklar var; çarklardan, kağıt parçalarından, parlak metal diskçiklerden, rengarenk kumaş parçalarından yapılmalar. Daha fazlasıyla yüzyüze gelmeye niyetim yok.
Onun yerine diyeceğim şu: 'Beni ağaçlarınıza götürün. Kahvaltılarınıza götürün beni, gün batımlarınıza, kötü rüyalarınıza, ayakkabılarınıza, isimlerinize götürün. Parmaklarınıza götürün beni, ölümlerinize götürün.'
Bunlar görmeye değer
”
”
Margaret Atwood (In Other Worlds: SF and the Human Imagination)
“
Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biiyordu.
”
”
Murat Uyurkulak (Har)
“
Keyifli olduğu bir gece mürekkep hokkası yeni bitirdiği mektubun üzerine devrilmiş, mektubu yırtıp atmak yerine altına bir dipnot eklemişti: "Aşkımın kanıtı olarak sana gözyaşlarımı yolluyorum." Bazı zamanlar ağlamaktan usanç getirerek kendi çılgınlığını alaya alıyordu.
”
”
Gabriel García Márquez (Chronicle of a Death Foretold)
“
Öbürü, Maltepe içen birinin, alelade bir sigara tiryakisi olmadığını, onun yerine başka bir sigara koyamayacağını bilmediğinden, "O kadar paran pulun var,"dedi. "Neden hala Maltepe içiyorsun?" Kayda değer bir kişiliği olmayan adamların kaygıları birbirine ne çok benzer.
”
”
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
“
Son vapur. Güvertenin ön tarafındayız. Yakınımızda kimseler yok. Başlarımız birbirine dayalı. Rüzgar onun saçlarını benimkilerine, teninin kokusunu denizinkine karıştırıyor. Gözlerim kapalı. İki eli de avuçlarımda. Sıkıyorum. Başını hafifçe çekiyor ve yan bakışlarıyla gözlerimi arayarak gülümsüyor. Yüzünde, müşterek bir rüya anının dalgınlık izleri yerine,ağır düşüncelerden gelen bir dehşet intibaı var.
”
”
Peyami Safa (Yalnızız)
“
Chaol onun öfkesinne kıkırdayarak cevap verdi ve kılıcıyla , ayağa kalkmasına izin verdiği Celaena'ya silahların olduğu rafı gösterdi. "Başka bir silah seç. İlginç bir şey olsun. Beni terletecek bir şey, lütfen."
Celaena ince kılıcını yerden alıp "Diri diri derini yüzüp göz kürelerini ayağımın altında ezdiğimde epey terleyeceksin." diye mırıldandı
"işye aradığımız ruh bu."
İnce kılıcı basbayağı fırlatarak yerine bıraktıktan sonra hiç tereddüt etmeden av bıçaklarını eline aldı.
Eski dostlarım benim.
Celaena'nın yüzüne muzır bir gülümseme yayıldı.
”
”
Sarah J. Maas (Throne of Glass (Throne of Glass, #1))
“
...
Herhangi bir duyguyu öldürmenin yolu, onda ısrarcı olmaktır; üzerinde fazlaca durup o duyguyu abartmaktır. İnsanlığı sevmek konusunda ısrarcı olun, adım kadar eminim ki sonunda herkesten nefret etmeye başlarsınız...Çünkü hiç kimse " her zaman" sevilebilir değildir. Herkesin sevilebilir olduğu konusunda ısrarcı olursanız, bu onların üzerinde baskı yaratır ve daha az sevilebilir hale gelirler. Eğer sevilmeye değer olmadıkları halde kendinizi onları sevmeye zorlarsanız veya onları seviyormuş gibi yaparsanız, her şeyi bozarsınız ve sonunda nefret duygusunun içine düşersiniz. Herhangi bir duyguyu zorlamanın sonucu, o duygunun ölmesi ve tam tersi bir duygunun onun yerine geçmesidir...
Bu iyi bir şey değil. Duygularınızı zorladığınız her an kendinize zarar veriyorsunuz ve istediğiniz şey üzerinde tam tersi bir etki yaratıyorsunuz...Yapılacak tek şey, sahip olduğunuz gerçek hislerin farkında olmak ve onları değiştirmeye çalışmamaktır. Bu diğer insanı özgür bırakmanın tek yoludur...
”
”
D.H. Lawrence (Pornografi ve Müstehcenlik)
“
Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız.
”
”
Fyodor Dostoevsky (Yeraltından Notlar)
“
Özür dilemek... Şu hayatta en iyi yapabildiğim şey ne yazık ki bu. Burda bahsettiğim "özür dilemek" apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu "özür dilemek" aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.
”
”
Umut Sarıkaya (Benim de Söyleyeceklerim Var!)
“
Neyse ki, beynin işleyişi hakkında epeyce bilgim var, dolayısıyla bir tıkanıklığın beni fazla endişelendirmesine izin vermiyorum. Paniklemek ve ümitsizliğe düşmek (veya daha da kötüsü, gelmeyeceğini bildiğim bazı yanıtları zorlamak) yerine, zihnimdeki yükü bir süre atmam ve problemi kendi suyunda pişmeye bırakmam gerek.
”
”
Daniel Keyes (Algernon'a Çiçekler)
“
Çıkar evliliği yerine aşk evliliği yapmak onlara ne kaybettirirdi? Kadınların özgürlüğüne doğru küçücük bir pencerenin açılmasına rağmen, ki onun da açılmasıyla kapanması bir oldu (Devrim aşkın ve özel hayatın azılı düşmanıydı), eşitlik hayallerine henüz çok uzaktık. Tabii hazza da... Bunun bedelini ödeyen gene aşk oldu.
”
”
Dominique Simonnet (La Plus Belle Histoire de l'amour)
“
Bir emir bu sessiz kişileri bizim düşmanımız yaptı. Bir emir onları dostumuz yapabilirdi. Hiçbirimizi tanımayan birkaç kişi, herhangi bir masanın çevresinde toplanıp bir yazıyı imzaladılar. Başka zaman olsa bütün dünyanın hakaretini ve cezasını üstüne çekecek olan bu yazı, bizler için yıllarca en yüksek amaç yerine geçecek.
”
”
Erich Maria Remarque (All Quiet on the Western Front)
“
Terleyen bir el hissindedir yalnızlık, yanan bir boğaz, taşlaşmış bir ten.. Plastik bir bardaktan birşeyler içmeye benzer duygusu. Bazen yapış yapış bazen kupkuru olur, insana kendini kendi teninde eğreti hissettirir.
Fazlaca özenilmiş makyaj ya da toptan bir kendini bırakmışlık görünümündedir yalnızlık. Boş gözlerle bakar dünyaya. Kimi zaman oyuna alınmayı bekleyen bir çocuk, kimi zaman dansa kaldırılmayı bekleyen bir genç kız, kimi zaman masada sevdiği kadının gelmesini bekleyen bir adam haline bürünür. Beklenenler gelmez ki yalnızlık olsun. Onun yerine neyi, kimi beklediğini unutturan bir sonsuz an gelir, gitmez olur. O gitmeyen anın ta kendisidir yalnızlık.
”
”
Karin Karakaşlı (Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim?)
“
-Neredesin şimdi? diye sakin bir sesle sordu bana.
Neredeydim?
Almaç elimde, başımı kaldırıp telefon kulübesinin çevresine baktım. Neredeydim? Nerede bulunduğumu hiç mi hiç bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu bu konuda. Neresiydi burası acaba? Sadece yürüyen sayısız gölge görüyordum. Hiç var olmamış bir yerin ortasında, Midori'yi çağırıyordum.
”
”
Haruki Murakami (Norwegian Wood)
“
Sizi tutan bir şey var -bir korku, bir zaaf-, öfkenizi ifade etmenizi engelliyor. Bunun yerine yufka yürekliliğinizden gurur duyuyorsunuz. Mecburen yaptığınız şeyleri erdeme dönüştürmeye çalışıyorsunuz. Duygularınızı derinlere gömüyor ve sonra da hınç hissetmediğiniz için kendinizi azizlere benzetiyorsunuz. Anlayışla yaklaşan doktor rolünü unutuyorsunuz; siz o rolün kendisi oluyorsunuz, kendinizi öfkelenemeyecek kadar iyi birisi gibi görünüyorsunuz. Josef, küçük bir intikam iyi bir şeydir. Bastırılmış hınç insanı hasta eder!
”
”
Irvin D. Yalom (When Nietzsche Wept)
“
Kişileri roman okumağı sevenlerle roman okumağı sevmiyenler diye ikiye ayırabiliriz. Roman okumağı sevmiyenlerden bir hayır gelmez demiyorum, büyük işlere asıl onların giriştiğini söyleseler ona da inanırım. Ama ben hoşlanmam onlardan. Kendilerinden çıkamaz, başlarından geçmemiş şeyleri geçmiş sayamaz, kendilerini başka kimsenin yerine koyamazlar. Bir tek yaşayışları vardır, ömürlerine bin bir kişinin yaşayışını sıkıştıramazlar. Her şeyi anlamağa çalışırlar. Her şeyi anlarlar da kişioğlunun karşısında bir anlayışsızlıkları vardır.
”
”
Nurullah Ataç (Karalama Defteri - Ararken)
“
Neden sorunlarımızı ve seçeneklerimizi belirleyip konumumuzu açıklığa kavuşturmak yerine, kronik kavgacı ve şikayetçi kişiler oluyoruz? Hayır, kadınlar kurban edilmiş, altta kalmış konumlarından mazoşist bir zevk almıyorlar. Tam tersine; tahterevalli evliliğinin alt ucunda oturan kadın, pes etme ve özveride bulunma düzeyiyle doğru orantılı bir öfke biriktiriyor içinde.
”
”
Harriet Lerner
“
Böyle olağanüstü, dahice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan kıvrak zekalı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı; bu insanın yeni bir oyuna başlarken piyon yerine atı yeğlemesi olay yaratır ve bir satranç kitabının ufacık bir köşesinde adının geçmesiyle ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlar; bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!
Sayfa :23
”
”
Stefan Zweig (Satranç)
“
Bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle bakamam. Bana gülecek, hatta böyle bir durumda sarayla kümes arasında fark olmadığını söyleyeceksiniz. Evet, hayatta tek gayemiz ıslanmamak olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.
”
”
Fyodor Dostoevsky (Notes from Underground)
“
Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.
İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer.Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer).Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerini
de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar
dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar.
Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini
görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için
avlanmaları tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya
girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir
hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu
için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir.
(Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler).Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak
avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten
vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir).
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten
sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da
tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir.
Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok
zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden
kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce,acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler.(Bir
keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da,tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerdedeonarahat vermemiştir
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
Milletin ruhu ile bağları kopartılan bugünkü okul, millete insan yetiştirmek için değil, fabrikaya usta yetiştirmek için çalışıyor. Ruhsuz, idealsiz, inançsız bir öğretim gençliğe karakter yerine hüner verecek ve insanı elbette aşağı canlıların hizasına indirecektir. İnsanlığın gidişinde bu eşsiz gerileyiş, inkılap adı ile adlandırılsa bile nesilleri bir cehennem hayatına doğru götürmektedir.
”
”
Nurettin Topçu (Türkiye'nin Maarif Dâvası)
“
Zamanında Karadeniz dağlarına yaptığım kısa seyahatte, ölen birinin ardından "Uçtu" dediklerine şahit olmuştum. Sarp yamaçlarda çay toplarken uçurumdan düşen bir kadının ardından söylemişlerdi. Rahmetlinin düşüşüyle değil, uçuşuyla ilgilenmeleri çok hoşuma gitmişti. Başka bir yerde de, gidenlerin ardından "Öldü" demek yerine "Yaşadı" dediklerini duymuştum. Bak düşün, nasıl da farklılar değil mi?
”
”
Aylin Balboa (Bu Hikâye Senden Uzun Osman)
“
Sevgili Bilge, sen yanımda olmadığın zaman seni düşünmek gerçekdışı bir olgu. (Nasıl oluyor iyi mi?) Ben gecekondudaki varlıklarla (soyut bir kavram olsun diye ‘varlıklar’ dedim) birlikte yaşamak istiyorum. Ben, birlikte yaşadığım varlıkları, ayrıca birer ‘kavram’ olarak düşünmek istemiyorum. Gönlümün rüzgarına kapılıp gidiyorum. Bunun dışında, bulanık hayaller var kafamda. Bu hayalleri bazen Hüsamettin Albay ya da Nurhayat Hanımla karıştırdığım oluyor; fakat, istediğim gibi düşünüyorum bu insanları. Sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda: Bir varlıkkavram olarak çıkıyorsun karşıma. Yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun. Bilge’yi, senin gibi hissetmemi istiyorsun. Nasıl olur? Yani albayı da, kendimi onun yerine koyarak mı düşüneceğim? İşte bu nedenle, kurmak istediğim dünya, senin yüzünden yıkılıyor; bütün oyunlar anlamını kaybediyor.
...
Belki sana bu satırları yazmamalıydım. Belki de dönel bir yüzeyin, ekseni etrafındaki hareketi sırasında çeşitli ışık kaynaklarından beslenmesi olayında görüldüğü gibi, benim bir an süren ışıltımın yansımalarını artık ilginç bulmuyorsun; görüntümün gerçekliğine inanmıyorsun. Fakat seni seviyorum. (Bu sözü bir yere sıkıştırmaya mecburdum.) Düşünmek ve yansımak anlamlarını birlikte ifade eden ‘reflection’ kelimesini kullanmak isterdim burada. Fakat aslında, seni görmediğim zamanlarda yansımalarımın gerçekliğine ben de inanmıyorum. Belki benden artık nefret ediyorsun; belki de unuttun beni. Düşünce ve eylemlerin her an sonsuz değişik görünümlere bürünebileceğini bilen bir insan olarak, senden kararlı bir düşünceye benzeyen yansımaları nasıl bekleyebilirim?
”
”
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
“
(...)bana bak saydam etek!bana bak güzel bacaklar!kiminle konuştuğunun farkında mısın?beni hemen anlamalısın,çünkü ben kitap değilim,çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz,yaşarken anlaşılmaya mecburum,ben Van Gogh resmi değilim,öldükten sonra beni müzeye koyamazsınız,beni tanımalısınız ki benden bahsedin,çocuklarınıza beni örnek gösterin,herkes zengin olmak yerine Hikmet olmak istesin,ah bir Hikmetim olsaydı desin(...)
”
”
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
“
Sarp,” dedi küçük bir mırıltı eşliğinde ve adamın kendisini belinden tutup çektiğini, yüzünü ise saçlarının arasına gömerek kokusunu duyumsamaya çalıştığını anladı. Küçük hıçkırığı önünü alamadığı şiddetli hıçkırıklara dönüşürken, kollarını onun boynuna sımsıkı dolamayı sürdürüp, “Çok korktum,” diye fısıldadı. “O kadar korktum ki… Sana bir şey oldu sandım.”
“Şşşt,” diyerek onu susturan adam, merdivenlerin başında genç kızı hafifçe kendinden uzaklaştırdı. Elini kızın yüzüne uzatırken, bakışlarında Ela’nın elle tutabileceği kadar yoğun duygular saklıydı. Onun gözlerinden akan yaşları başparmağıyla kuruladı. Ancak yerine gelen yeni yaşları görmesiyle dudakları şefkatle kızın dudaklarına uzanarak küçük bir öpücük bıraktı. “İyiyim ben,” dedi artık kalbine sığdıramadığı aşkının sesine taşmasına izin verirken. “Sen, az önce sarıldın ya bana… Kendi isteğinle bana koştun ya… Ben çok iyiyim, güzelim.
”
”
Burcu Büyükyıldız (Bir Günah Gibi (Aşkın Renkleri, #2))
“
Belli bir yaşı geçince yaşam dediğin, sahip olduğun şeyleri sürekli kaybettiğin bir süreçten öteye geçmez. Yaşamın için önemli olan şeyler, bir tarağın dişlerinin birer birer kırılıp gitmesi gibi insanın elinden kayıp düşüverir. Bunların yerine eline geçense değersiz, tuhaf şeyler olur. Vücudun yetenekleri, arzular, hayaller, idealler, kendine güven, anlam, hatta aşık olduğun insanlar, peş peşe yok olup gider. Veda ederek ayrılanlar, hatta bir gün hiçbir şey söylemeden ortadan yok olanlar olur ve bir kez yitirince bunları bir daha asla tekrar elde edemezsin. Yerine koyacak bir şeyler de bulamazsın. Bazen vücudunu lime lime doğranıyormuş gibi hissedersin. Bu, çok acı veren bir şeydir.
”
”
Haruki Murakami (1Q84 (1Q84, #1-3))
“
İnsan denilen yaratığın zihninde yer etmiş olan; kendi renginin, inancının ve siyasetinin en doğrusu, en iyisi olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış diğer tüm insanların kendisinden daha talihsiz konumlara sahip olduğuna inanmasını sağlayan o yaygın dar görüşlülük, Ruth’da da vardı. Eski çağlarda kadın olarak yaratılmadıkları için Yahudilerin Tanrı’larına şükretmesini sağlayan, modern dönemdeyse başka tanrıların yerine yeni bir tanrı koymak için misyonerleri dünyanın en ücra köşelerine gönderen şey, işte bu dar görüşlülüktü. Ruth’un hayatın farklı bir köşesinden gelmiş bu adama biçim verip, kendi köşesinde yaşayan adamlara benzetme arzusu da yine aynı dar görüşlülükten kaynaklanıyordu.
”
”
Jack London (Martin Eden)
“
Bekleyin' demişti. 'Burada bekleyin. Onlar size gelecek.'
'Kimler?' diye sormuştu Filipinli.
'Hayatının anlamını bulmuş olanlar. Hayatlarını adayacakları şeyleri bulmuş olanlar gelecek. Siz de kalplerini söküp, yerine, o şeyleri koyacaksınız. Sonra da kalpleri fırlatıp atacaksınız!'
'Ama...' demişti kızılderili. Kalpleri olmadan nasıl hayatta kalırlar?'
'Göreceksiniz!' demişti bina.
'Peki ya kimse gelmezse?' diye sormuştu Filipinli.
'Kim kalbinden vazgeçecek kadar kendini birşeye adayabilir ki?'
'Onu da göreceksiniz!' demişti bina.
'Ya hayatlarının anlamını bulamayanlar?' diye söze girmişti kızılderili. 'Onlar ne olacak?'
'Onlar da, göğüslerinde birer et parçasıyla, canlı canlı çürüyecekler. Ve buna da yaşamak demeye devam edecekler!'
Son soruyu Filipinli sormuştu: 'Neden şimdi?' Kimbilir bugün kadar kaç kişi hayatını birşeylere adadı? Neden şimdi çıktın ortaya?'
Son kez konuşmuştu bina: 'Çünkü DERDA adında bir çocuk doğdu!
”
”
Hakan Günday (Az)
“
Sahiplenme için özellikle dokunmayı kullanırız. Bir düğün salonuna girerken, sevgilimize, eşimize sarılır veya dokunuruz. Bu dokunuşu “Bu benim ona göre!” anlamında kullanırız. Genelde hanımlar bu mesajı etrafa vermede bizden daha kibar oldukları için, bizim yaptığımız gibi kollarıyla bir boğma harekâtına girmek yerine, üzerinizden olmayan kepekleri silkelerler ya da ceketinizden hayali saçlar toplarlar. Zaten sıkı olan kravatınızı dilinizi dışarı çıkaracak şekilde sıkarlar. Bu, diğer dişilere “Bu adam benim, bulana kadar canım çıktı, kimse yanaşmasın” mesajını verir. Siz saf saf “Dün kafa üstü düştüm, dönüp bakmadı. Şimdi kravatımı düzeltiyor, değerimi anladı. Rabbime şükürler olsun!” diye düşünürken, o etrafa gerekli mesajı vermektedir.
”
”
Ahmet Şerif İzgören (Dikkat Vücudunuz Konuşuyor)
“
Belki de çizdiğim koyun çiçeği yemiştir...
Bazen kendi kendime: “Kesinlikle yememiştir! Küçük prens çiçeği her gece camdan korunağıyla kapatmış, koyunu da dikkatle izlemiştir” diyorum. Böyle düşününce mutlu oluyorum. Ve bütün yıldızlar bana gülüyorlar. Ama sonra: “Herkes zaman zaman dalgın olabilir. Ya küçük prens bir gece camdan korunağı çiçeğin üstüne geçirmeyi unutursa ve koyun da sessizce yerinden çıkarsa...” diye düşünüyorum. O zaman benim küçük zillerim kahkaha yerine gözyaşlarına boğuluyorlar.
”
”
Antoine de Saint-Exupéry (The Little Prince)
“
the Treasure Hall… “Dragon fever,” Yerin said from the front of the cloud. Lindon jerked up, startled out of his daydreams. “Dragon?” She laughed into the wind as they skipped off of a outcropping, floating down to land above the ground again. “That’s what master would say. Sacred arts are expensive, and it takes a pile of pills and treasures to advance. It’s when you get lost in gold for it’s own sake, that’s the dragon fever.” Lindon’s face heated. She’d seen through him without even looking at him.
”
”
Will Wight (Unsouled (Cradle, #1))
“
Bir de benim gibi zavallı hayalperestin hayatına bak! Öldüresiye monoton, gölgelerin, hayallerin, uydurma düşüncelerin tutsağı bir hayat. Kalbi çekilmez işkencelerle dolduran, hep kara bulutlarla kaplı, güneş yüzü görmemiş bir hayat! Oysa bu zavallı Petersburglunun da herkes gibi güneşe ihtiyacı var; güneşsiz görülmüş rüyaların bile değeri yok! İşin en acısı, en sonunda hayal alemi de o çok güvendiğimiz, sonsuz sandığımız alem- yavaş yavaş yorulmaya, eski canlılığını kaybetmeye başlıyor. Bütün rüyalarımızı üstüne kurduğumuz düşünceler eskimeye başlayıp, yerine yenilerini de koyamayınca, hayal alemi de yıkılıp yerle bir oluyor ve geride kala kala çalı çırpı ve toz kalıyor fakat yaşayabileceğiniz tek hayat hayal alemiyse, sizi bekleyen başka bir hayat yoksa, ne yapacaksınız?
”
”
Fyodor Dostoevsky (White Nights)
“
Tanışıklığımızın bu akşamında, bütün bir yaşamı bu güzel ve içtenlikli gözlerin bakışı altında gecirmenin insana mutluluk bağışlayan güzel bir şey sayılacağını, o zaman insanın kötü bir eyleme kalkışamayacağını, kötü bir şey düşünemeyeceğini içimden geçirdim. Ve yine o akşamdan sonra birlik ve bütünlüğe, alabildiğine ince bir ahenge yönelik özlemimi dindirebileceğim bir yerin bulunduğunu, bakışlarına ve sesine varlığımdaki her nabız vuruşunun, her nefesin tüm saflık ve içtenliğiyle yanıt vereceği birinin yeryüzünde yaşadığını biliyordum artık.
”
”
Hermann Hesse (Gertrude)
“
Modern dünyanın adaletsizliklerine en büyük korumayı sağlayan, bu adaletsizliklerin doğru olduğunu değil, kaçınılmaz olduğunu ileri süren görüştür; "Her zaman zenginler ve fakirler olacaktır," ya da "Her zaman üste çıkacak birileri olacaktır." Eski Roma'da insanların şöyle dediklerine eminim: "Kalabalıkları birbirlerini öldüren gladyatörleri seyretmekten alıkoyamazsınız; ne yapalım, insan doğası böyle. Demek istediğim, birbirini kılıçla doğramak yerine, birbirine gol atmaya çalışan insanları seyrederek eğlenecek bir toplum asla olmayacak! Böyle bir şeye siz inanabilir misiniz?
”
”
Mark Steel (Vive la Revolution: A Stand-up History of the French Revolution)
“
Çalar saatin çalıyor, kesinlikle kımıldamıyorsun, yatağında kalıyor, gözlerini yeniden yumuyorsun. Komşu odalarda başka çalar saatler çalmaya başlıyor. Su seslerini, kapanan kapıları, merdivenlerdeki hızlı ayak seslerini işitiyorsun. Saint Honoré sokağı araba gürültüleri, lastik gıcırtıları, vites değiştirmeler, kesik kesik korna sesleriyle dolmaya başlıyor. Pancurlar çarpıyor, satıcılar kepenklerini kaldırıyorlar.
Kımıldamıyorsun. Kımıldamayacaksın. Bir başkası, bir benzerin, senin hayaletimsi, işine düşkün bir eşin artık yapmadığın hareketleri senin yerine, bir bir yapıyor belki: Kalkıyor, yıkanıyor, traş oluyor, giyiniyor, çıkıyor. Onun merdivenlerde sekmesine, sokakta koşmasına, otobüse tam kalkarken yetişmesine, söylenen saatte nefes nefese, neşeyle salonun kapısına varmasına ses çıkarmıyorsun. Genel Sosyoloji Yüksek Öğrenim Sertifikası. Birinci yazılı sınav
”
”
Georges Perec
“
Eşref Bey kavramlarla düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dinî-ahlaki bir terminolojinin esareti altında düşünüyordu. Oysa Batı’nın kavramları vardı çünkü yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları... Kavramlar bir bakıma özgürlüktü. “Düşünsene Salih!” diyordu Reşit Bey, “Ne çok kadın ve erkek yaşadığıyla yetiniyor. Karı koca olmakla yetiniyor. Oysa kafalarında bir aşk kavramı olsaydı, yaşadıklarıyla yetinmez, kurulu düzenlerini yerle bir etmek pahasına aşkın peşinden giderlerdi. Kavramlar hayatı en üst imkânlarına genişletmenin araçlarıdır.
”
”
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
“
Annem ellerini ne vakit reddetti hiçbirimiz anımsamıyoruz.
...
Minderin yüzü lime lime olmuş, kuruluktan tozlaşmış gül yaprakları misk gibi kokutmuştu odayı, gene de işte oğlum bile ninesinin ellerinin yerine kanatlar bitmekte olduğunu fark etmemişti.
...
Kızım güzel gözlerini belerte belerte, "Anne yapılır mı bu, şımarttığınız yetmiyor, şimdi de canavarlaştırıyorsunuz şunu, büyüyünce ne olacak bu oğlan, bir de aydın kadın olacaksın!.." diye sık sık azarlıyordu beni, ama o da ninesinin başkalaştığını, ellerinin giderek ufaldığını, ellerinin yerine kanatlar bitmekte olduğunu görememişti.
”
”
Leylâ Erbil (Karanlığın Günü)
“
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
”
”
Edip Cansever (Sonrası Kalır I – Bütün Şiirleri)
“
Halbuki komünist değildi Selim.
Düşünmemişti komünizmin ne olduğunu bile.
O sadece on sekiz yaşındaydı
ve yirmi beş kuruş yerine elli kuruş istiyordu
ve on dört saat yerine on saat.
Polis bu kanaatta değildi fakat.
Yatırdılar Selim'i yere.
Selim kalktığı zaman
basamıyordu döşemelere.
Yatırdılar Selim'i yere,
Selim kalktığı zaman
göremiyordu önünü artık.
Yatırdılar Selim'i yere,
Selim kalktı ve yığıldı.
Selim'in koltuklarına girip
karanlık bir odaya götürdüler.
Ve duvarda bir çiviye bağladılar saçlarından,
o suretle ki
döşemeye ancak ayak parmaklarının ucu dokunuyordu.
Bir tramvay geçti sokaktan gıcırtılarla.
Yakın bir yerde yatsı ezanı okunuyordu.
Çözdüler Selim'i çividen,
yatırdılar Selim'i yere.
Ve Selim kalktığı zaman
bir pencere gördü uzaktan
çok uzaktan ama
perdesiz karanlık bir pencere.
Atıldı ona doğru.
Camlar kırıldı şangırdayarak.
İlk önce kayboldu bir insan başı
sonra kayboldu iki ayak.
”
”
Nâzım Hikmet (Human Landscapes from My Country: An Epic Novel in Verse)
“
Niçin? Niçin, gerçek aşklarda geride kalan, kendini öldürüp de peşinden gitmiyordu o sevilenin? Yalnızca, yaşayanın öleni gömmesi gerektiği için mi? Bir ölümden sonra yerine getirilmesi gereken belli birtakım törenler olduğu için mi? Geride kalan, bir sahnede bir süre görünüp her an sonsuz bir zamana doğru uzuyormuş ve bir sürü göz kendisini seyrediyormuş gibi olduğu için mi? Yerine getirmesi gereken bir işlevi olduğu için mi? Ya da kim bilir, arada beklemesi gerekiyordu -yani gitmiş olan gerçekten ölmüş olmuyordu da büyümeye devam ediyordu, yaşayanın ruhunda ikinci bir yaşam niçin yaratılıyordu? Niçin?
”
”
Carson McCullers (The Heart Is a Lonely Hunter)
“
Öğrenim gördüğümüz yerdeki çevre bize düşmansa, bize dostça bakan çevrede olduğundan daha iyi çalışırız, öğrenim gören kişi ona dost olan çevre yerine, düşman olan çevreyi seçerse daha iyi eder, çünkü ona dost olan çevre eğitimine vereceği dikkatin büyük bir bölümünü alıp götürür, düşman çevre ise ona yüzde yüz bir eğitim sağlar, çünkü o bu eğitime yoğunlaşmak zorundadır, umutsuzluğa kapılmamak için, böyle bakıldığında Salzburg büyük bir olasılıkla tüm öteki güzel denilen kentler içinde eğitim için mutlaka önerilir, ama yalnızca güçlü bir kişiliği olana, zayıf biri orada kısa sürede kuşkusuz yitip gider.
”
”
Sezer Duru (De onderspitdelver)
“
Woody Allan bir keresinde şöyle demişti: ‘Ölümsüzlüğe sanatımla ulaşmak istemiyorum, ölümsüzlüğe ölmeyerek ulaşmak istiyorum!’ Bu gerçekten akıllıca bir istek! Varoluşun yanında herhangi bir şeyin önemsizliğini kavramış olan her kimse o kişi gerçekten akıllı bir adamdır! Hayatın yerine geçecek hiçbir şey yoktur!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Ey gecemde rüyam, günümde hayalim!Senden utanıyorum...Yüzüm karadır...
Amma ne yapayım ki ben bir inciyim..Alan da başkasıdır; satan da..Felek beni mezada salınca, kim benim irademe hak tanır?..Ben neler çekmekteyim sensiz, sevinçli olduğumu düşünme...Öyle dertlere giriftarım ki, senin için ağlayamıyorum bile...
O kadar ki,
ağlamak için önce bahane bulmam gerek...Bu halimle beni mutlu bilme, mezarda bil...Bela, kolumu kanadımı kırdı;derdimin ne olduğunu bilmez hale geldim...
Peki ama sen nerdesin?Teselli yerine acı sözlerinle derdimi arttırmak reva mı?Yiğit olan sensin; irade sahibi sen..Araması gereken sen, alması gereken de..
O halde nerdesin?
”
”
İskender Pala (Leyla ile Mecnun)
“
Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer eli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğamızın koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şeyin, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle yanlış anlaşılma olup olmadığını merak ediyorum... Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.
”
”
Ursula K. Le Guin (The Dispossessed: An Ambiguous Utopia)
“
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum…
Ölüyorum…
”
”
Jorge Luis Borges
“
Tüm sevgisini bana veren birinden nasıl nefret ederim?'' diye düşündü Veronika; kafası karışmıştı, duygularına gem vurmaya çalıştı. Ama geç kalmıştı, nefret taşmıştı bir kez, kendi özel cehenneminin kapıları sonuna dek açılmıştı. Kendisine sunulan sevgiden nefret ediyordu, çünkü hiç karşılık beklemeyen bir sevgiydi bu, saçma, gerçek dışı, doğa yasalarına aykırıydı.
Hiç karşılık beklemeyen bu sevgi onu suçluluk duygularına boğmayı başarmış, kendi hayallerini çöpe atmak pahasına bir başkasının beklentilerini yerine getirmek isteği yaratmıştı. Dünyada var olan yozlukları, güçlükleri yıllar yılı ondan saklamaya çalışmıştı bu sevgi; bu aşırı esirgemenin, günün birinde hayatın bu gerçekleriyle kaçınılmaz olarak karşılaştığında onu savunmasız bırakacağı göz ardı edilmişti.
”
”
Paulo Coelho
“
Hayat bizi zorladığında aslında gelişime çağırıyordur. Tekamülümüz için fırsat veriyordur. Evrende hata yoktur Sonje. Vermemiz gereken tepkileri erdemli bir şekilde verebilecek kadar gelişip gelişmediğimizin ölçümünü yapar her kriz. Hata olarak algıladığımız şey,algımızdaki zayıflıktır,büyük resmi görememekten, kendi küçüklüğümüzden kaynaklanır tüm endişe ve korkularımız. Deneyime hakkını vermeyenlerin karmaşasıdır. Aeden'deki tüm kültürler için geçerli olan her efsaneyi düşün Sonje, deneyimi analiz eden biri için hata sadece fırsattır, bir hatayı düzeltebilecek güçte olmanın fırsatı. Kızmak, kurban gibi hissedip pes etmek ya da karşısındakini suçlamak yerine sakince analiz etmek zorundasın. Bir şeyi neden istediğini, neden istemediğini ve ne istediğini, yani seçimlerini analiz edebildiğin kadar varoluşu anlayacaksın.
”
”
Azra Kohen (AEDEN: Bir Dünya Hikayesi)
“
Kitaplar hayat mücadelesine atılmış olanlara veya büyük ideal sahiplerinin geniş ufuklarına, yani ufuklar katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye değildir. Okumanın ve bilgi edindikten sonra mütalaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görüşe sahip olmaktır. Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine yerleştirilmelidir. Böylece kitap okuyanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana getirilmelidir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir işe yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.
”
”
Adolf Hitler (Mein Kampf)
“
[This is a good plan,] Dross whispered. [Now we’ll be able to train against a model of him. Our uprising will be swift.] Eithan loosened his shoulders. He hopped in place, rolling his neck. “Well then, who am I to deny the request of my two adorable subordinates?” The door slid upward, and Eithan tilted his head as though listening to something. Then he slipped his scissors back into his pocket. “I won’t be needing those. Lindon, since we’re not keeping secrets any longer, you should pay close attention.” The door slid up enough so that Lindon could see the arena floor was covered in white sand, unlike the dark domain that had sealed off Lindon and Yerin. “This,” Eithan said, “is the Path of the Hollow King.” The Ninecloud Soul’s voice boomed out across the stadium. “Sacred artists, I present Eithan Arelius, chosen of Akura Malice!
”
”
Will Wight (Wintersteel (Cradle, #8))
“
He does deserve it,” Malice said. The shadow-arms reached up and swallowed the golden speck whole; Yerin could sense nothing of him anymore, and she couldn’t be sure if Malice had erased the dragon or transported him somewhere else for capture. “I respect your position,” the Monarch went on. “The rule of humanity is civilization, and civilizations are based on laws. We should not lower ourselves to our base instincts, or we are no better than they.” Malice gave a cold smile. “And while I agree up to a point, there is something to be said for…proportional response.” Yerin surveyed the ravaged valley. “Looks to me like you’ve got your response.” “It is yet far from proportional.” But Malice warmed once again as she faced Yerin. “But they can wait. They are bare of defense before me…thanks to you.” She took Yerin’s hand in both of hers. “How can I bless your life, Yerin?
”
”
Will Wight (Bloodline (Cradle, #9))
“
O kitaplar yazılmıştı..
..O kitaplar yazılmıştı! O zaman beni aç bırakan, evini yasak eden ve düzenli bir işe girmiyorum diye lanetleyen siz, şimdi karnımı doyuruyorsunuz. Halbuki eserlerimin hepsi o zaman yazıldı. Şimdi sizin aklınızda, benimse ağzımda evirip çevirdiğim, ama hiçbirimizin asla dile getirmediği bu düşünceler yerine ne söylesem saygıyla dikkat kesiliyorsunuz. Ağzımı açıp gözümü yumsam, suratınıza karşı topunuz çürümüşsünüz; içiniz yolsuzlukla, hırsızlıkla, rüşvetle dolu diye konuşsam öfkeden kudurmak yerine kem kem edip isabet buyurdunuz dersiniz. Neden? Çünkü ünlüyüm, çok param var. Martin Eden olduğum, iyi biri olduğum ve salak sayılmayacak biri olduğum için değil. Size desem ki gökteki ay bir kalıp peynirdir, hemen bu fikrin müridi olursunuz, olmasanız da reddetmezsiniz, çünkü benim dağlar kadar dolarım var. Hem de hepsini uzun zaman önce kazandım, çünkü eserlerimi yazmıştım; tam da ne zaman, size diyeyim, ayağınızın altındaki toz gibi üzerime tükürdüğünüz zaman.
”
”
Jack London (Martin Eden)
“
Kafaları verilerle dolu, ayakta duran ilerlemeci maymunlarla birlikte yürümeyeceğim. Koşularının yöneldiği uçurum apaçık önlerinde durmaktadır, eğer, kısır ve anlamsız yoluna usanmadan başka isimlerle devam etmek yerine, Tanrı’ya şükür, ilerleme bir gün sona erecekse. Tozlu düz yolunuzda yürümeyeceğim ve yaratıcı sanatıyla hiçbir ilgisi olmayan siz küçük yaratıcıların o değişmez dünyasına sırtımı döneceğim. Ne Demir Taç önünde eğileceğim henüz ne de kıracağım küçük altın asamı...
│ Tolkien - Mythopoeia Şiiri
”
”
J.R.R. Tolkien
“
Aklının korunması için Tanrı’ya ilk yalvaran insanın dileği yerine getirildi. O günden bu yana insanın aklı, Tanrı tarafından korundu. Belki bir kasada, belki de cennette. Çünkü aklın, insanın bedeninden kaçabileceği beş delik ve akıl yoksunu bedende delilik vardı. Akıl, insandan korundu. İnsan beş duyulu bir hayvan oldu. Bedeni ölümlü, aklı korunan, beş duyulu bir hayvan. Tanrı’nın insan olarak doğacağı güne kadar böyle sürecek. Aklı, insanla öldüğü gün öpüşecek. Hayattakilerse son ana kadar koklayacak, duyacak, görecek, tadacak, dokunacak ama asla düşünemeyecek. Çünkü aklı alınmış insana bırakılmış olan beyin, sahibine sadece hayal veren bir organdır. Var olanın üzerine kurulan hayaller. Oysa akıl, yoktan düşünce yaratır. Yoktan var etmek bir düşünce, yoktan var ettiğini düşünmek bir hayaldir. İnsan düşünmez, düşündüğünü hayal eder. Akıl sadece Tanrı, beyinse bir çocuk tarafından korunabilir. İnsanı koruyansa ölümdür. Bir hayal organıyla yaşadığı sürece kendine zarar verecek olan insanı sonsuz acıdan kurtaran ölüm, doğumdan üstündür.
”
”
Hakan Günday
“
Burada hangi sıklıkla, çaresizlikten ne sorular sorulduğunu düşünebiliyorsundur: “Ne için, ah, neden bu savaş, neden insanlar barış içinde yaşayamazlar, neden her yerin tahrip edilmesi gerekiyor?”
Bu yerinde bir soru ama şimdiye kadar kimse işe yarar bir yanıt bulamadı. Evet neden İngiltere’de hep daha büyük uçaklar, daha ağır bombalar ve aynı zamanda yeniden inşa etmek için standart evler yapılıyor? Neden her gün savaş için milyonlar harcanıyor da, sağlığa, sanata ve yoksullara bir sent bile yok? Neden dünyanın başka yerinde bolluktan yiyecekler çürürken insanlar açlık çekiyor? Neden insanlar bu kadar deli? Savaşın sadece büyük adamlar, hükümetler ve kapitalistler tarafından yapıldığını sanmıyorum. Hayır, küçük adamlar da savaş yanlısı, yoksa bütün halklar çoktan ayaklanırdı! İnsanların içinde yıkma dürtüsü var, öldürme, katletme ve öfkeli olmak var, şayet tek bir istisna kalmayana dek tüm insanlar bir metamorfoz geçirmezlerse savaş devam eder. İnşa edilmiş, bakılmış ve büyütülmüş her şey kesilecek, yok edilip sonra yine başa dönülecek.
”
”
Anne Frank (The Diary of a Young Girl)
“
Zekice bir kitap yazmışsın, Bon-Bon,” diye devam etti Majesteleri, dostumuzun omzuna, o verilen emri tam anlamıyla yerine getirdikten sonra bardağını bırakırken hafifçe, bilgiç bir tavırla vurarak. “Kesinlikle zekice bir kitap. Tam benim sevdiğim türden bir eser. Ancak özdeğe ilişkin tasarımın geliştirilebilir ve fikirlerinin pek çoğu bana Aristoteles’i anımsatıyor. O filozof en yakın tanıdıklarımdan biriydi. Onu hem korkunç huysuzluğundan, hem de pot kırmak gibi eğlenceli bir yönünden dolayı severdim. Bütün o yazdıkları arasında tek bir somut gerçek var ki, onun ipucunu da kendisinin absürdlüğünü sevdiğim için ben verdim. Pierre Bon-Bon, hangi yüce ahlâki gerçekten bahsettiğimi biliyorsun sanırım, değil mi?”
“Bildiğimi söyleyemem –”
“Evet! – Aristoteles’e insanların hapşırırken gereksiz fikirleri burunlarından dışarı attığını söyleyen bendim.”
“Bu –hık!– gerçekten de doğru,” dedi metafizikçi, kendisine bir bardak daha Mousseux koyarken ve ziyaretçisinin parmaklarına enfiye kutusunu sunarken.
“Platon’a da,” diye devam etti Majesteleri, enfiye kutusunu ve içerdiği iltifatı alçakgönüllülükle geri çevirerek, “Platon’a da bir zamanlar arkadaşça hisler beslemiştim. Platon’la tanıştın mı Bon-Bon? – Ah! Hayır, binlerce kez özür dilerim. Benimle bir gün Atina’da, Parthenon’da karşılaştı ve bana bir fikirden bunaldığını söyledi. Ona ο νους εδτιv αυλος‘yu* yazmasını önerdim. Bunu yapacağını söyleyip eve gitti, ben de piramitlere çıktım. Ama vicdanım beni bir arkadaşa bile olsa birine gerçeği söylediğim için kınadı ve apar topar Atina’ya geri dönüp ‘αυλος’yu yazarken filozofun sandalyesinin arkasında durdum. Kağıda parmağımla dokunarak ters çevirdim. Böylece cümle şimdi ‘ο νους εδτιv αυγος’** olarak okunuyor ve gördüğün gibi, metafiziğinin temel doktrini.”
“Hiç Roma’da bulundunuz mu?” diye sordu restaurateur, ikinci Mousseux şişesini bitirdikten sonra dolaptan büyük bir şişe Chambertin alırken.
“Sadece bir kez, sevgili Bon-Bon, sadece bir kez. Bir ara” –dedi Şeytan, sanki bir kitaptan okurcasına– “bir ara beş yıllık bir anarşi dönemi olmuştu ve o sırada bütün memurlarından yoksun kalan cumhuriyetin halkın seçtiklerinden başka yargıcı yoktu. Bunlar da yasal idari yetkiye sahip değildi – o zaman, Mösyö Bon-Bon – yalnızca o zaman Roma’daydım ve bu yüzden onun felsefesine ilişkin dünyevi bir tanıdığım yok.”
“Epicurus hakkında ne –hık!– ne düşünüyorsunuz?”
“Kimin hakkında?” dedi şeytan şaşkınlıkla, “Epicurus’ta kusur bulmak istiyor olamazsın! Epicurus hakkında ne düşünüyormuşum! Beni mi kastediyorsunuz bayım? – Epicurus benim. Diogenes Laertes tarafından adı anılan üç yüz bilimsel incelemenin herbirini yazan filozof benim.”
* Ruh bir flüttür.
** Ruh parlak bir ışıktır.
”
”
Edgar Allan Poe (Bon-Bon)
“
O zaman anılarımızdan vaz mı geçmeliyiz?" diye söze girdi Genç Prens, çiçeğin ve arkadaşının anısı onun için çok değerli olduğundan böyle bir soru sormuş olmalıydı.
"Hayır, tüm iyi anılarını ve mutluluk veren tecrübelerini, kendini yalnız hissettiğin, zorluk çektiğin anlarda sana teselli verebilmeleri için her zaman yanında taşıyabilirsin. Kaçınman gereken, sana güvence sunan geçmişe takılı kalmaktır; aksi takdirde oraya mahkûm kalabilir ve yaşadığın anın sana sunacağı tecrübeleri reddedebilirsin. Geçmiş güven verir; çünkü artık bitmiş, ölmüştür. Bazıları hayatın acı ve mutluluk dolu sınırsız olasılığını içeren öngörülemezliği yerine, ölümün güven veren sessizliğini tercih eder."
Daha sonra ekledim:
Anıların şimdiki anın mutluluğuna zarar verebilecekleri başka bir durum da geçmişte hissettiklerinin aynısını hissetmeye çabalamandır. Boş yere verilen bir uğraştır bu. Bir nehirden akan suyun asla aynı olmaması gibi, hayattaki durumlar da hiçbir zaman birbirinin tıpatıp aynısı olmaz. Gel gör ki geçmişteki tecrübelerin aynısını yaşamak için kendilerini onlara mahkûm etmiş o kadar fazla insan var ki... Zihinlerini hapsettikleri eski hayatları sebebiyle, belki de daha mutlu olacakları yeni hayatı yaşamak ve keyif almaktan alıkoyarlar kendilerini. Bir kez orada yemek bulduğu için, biraz daha ileride yeni bir şeyler aramak yerine, sürekli aynı yere dönerek sonunda açlıktan ölen bir hayvana benzer bu insanlar.
”
”
A.G. Roemmers (El regreso del joven príncipe)
“
Terrence Moran, "yapısı gereği imajı ve parçayı güçlendirmeye yatkın olan medyayla tarihsel bir perspektif edinemeyiz" derken tam hedefi vurmaktadır. Moran'a göre kalıcılık ve bir bağlam olmayınca "elde bulunan bilgi parçaları mantıklı ve tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirilemez." Hatırlamayı reddetmediğimiz gibi, hatırlamayı tamamen yararsız buluyor da değiliz. Onun yerine, hatırlamaya uygun varlıklar olmaktan çıkarılıyoruz. Çünkü, hatırlamak nostaljiden daha fazla bir şeyse eğer, kesinlikle bir bağlamsal temel; olguların onun için düzenlenip modellerin ondan çıkarılabileceği bir şey gerektirir. İmaj politikası ve anlık haberler ise böyle bir bağlam sunmaz. Bir ayna yalnızca bugün giydiklerinizi yansıtır. Dün giydikleriniz konusunda sessizdir.
Bu varsayımların bir anlamı varsa, o zaman Orwell bu noktada, en azından Batı demokrasileri açısından bir kez daha yanılmıştır. Orwell tarihin yıkılışını önceden görmüştü, ama bunu devletin yapacağına, Hakikat Bakanlığı türünde bir kurumun sistemli bir biçimde işe yaramayan olguları yasaklayıp geçmişin kayıtlarını sileceğine inanıyordu. Ancak Huxley'in daha doğru öngörüsüyle, hiçbir şeyin kaba yolla uygulanmasına ihtiyaç duyulmayacaktır. Halka bir imaj, ivedilik ve terapi politikası sunmayı amaç edinmiş, görünüşte hayırlı gibi gelen teknolojiler, tarihi aynı derecede başarılı biçimde, belki daha kalıcı olarak ve hiçbir itirazla karşılaşmadan yok edebilirler.
”
”
Neil Postman (Televizyon Öldüren Eğlence: Gösteri Çağında Kamusal Söylem)
“
İNCİ
Yüzlerce sene evvel çok güzel bir kız varmış.
Ayağına kapanıp bütün gençler yalvarmış
Bu eşi bulunmayan güzeli almak için.
Erimişler aşk denen alevden için için,
Güneşin sızağıyla eriyen karlar gibi;
Hepsinin bu sevdadan hicran olmuş nasibi...
Böyle yaşıyorlarken dünyalarına küskün,
Güzel kız davet etmiş aşıklarını bir gün.
Demiş:"Elbet veremem gönlümü hepinize,
Fakat bir müsabaka açıyorum ben size:
En güzel, en kıymetli inciyi bana her kim
Getirirse onunla artık evleneceğim..."
Aşıklar mallarını feda edip satmışlar,
Dört taraftan en büyük inciyi aratmışlar.
Yüzlerce sene evvel bir saz şairi varmış;
Bu gencin de gönlünü o kızın aşkı sarmış.
Aklını alıvermiş gök ela renkli gözler;
Her dakika biricik sevgilisini özler,
Her dakika ağlarmış, sızlarmış, ah edermiş;
Aşkından perişanmış, mahzunmuş, derbedermiş...
Duymuş müsabakayı bu aşık da nihayet,
"İnci nedir?" diyerek o anda etmiş hayret.
Çünkü o ana kadar inciyi bilmiyormuş.
"İnci nasıl şey?" diye bir ihtiyara sormuş:
"Ben onu hiç görmedim gezdim de diyar diyar."
Demiş ki zavallıya gülümseyip ihtiyar:
"Güzel bir taştır inci, kadınların süsüdür;
Durduğu yer onların açık, beyaz göğsüdür.
Denizden çıktığından, pahalıdır gayetle..."
Bu sözleri duyunca aşık bakar hayretle,
Der ki:"Ben deniz nedir, onu da bilmiyorum."
İhtiyar denizi de anlatır: "Dinle yavrum,
Bu öyle bir sudur ki ufuğa kadar açık,
Bazan dalgalar vardır kıyısında ufacık;
Bazan fırtına çıkar, hava olunca lodos,
Deniz birden kudurup kayalara vurur tos.
Sen karada gezmişsin, belli, bu yaşa kadar.
Bu dağların ardında çok uzak bir deniz var.
Pek merak ediyorsan yürü, memleketler aş."
Saz şairi, bu sözler bitince, yavaş yavaş
Denizi bulmak için seyahate koyulur;
Uzun yollar üstünde harap olur, yorulur.
Nihayet gök toprağa ışığını dökerken
Bir sahile yaklaşır, henüz şafak sökerken....
Aradan bir yıl geçip nihayet mühlet bitmiş,
Aşıklar akın akın kızın yanına gitmiş.
Hepsi de dizilmişler önüne birer birer;
Ellerinin üstünde donuk, beyaz inciler.
Güzel kız seyre dalmış,oturarak yerine;
İpek elbisesinin uzun eteklerine
Bütün delikanlılar koymuş hediyesini!
Gözlerini açarak herkes kesmiş sesini:
"Acaba hangisini kabul edecek ?"diye...
Dışardan bir gürültü duyulmuş o saniye:
"Bırakın, muradıma ben bugün ereceğim,
Bırakın sevgilime inciler vereceğim..."
"O da getirsin" diye güzel kız vermiş izin,
Şair içeri girmiş, tereddüt etmeksizin.
Anlatmış kalbindeki sızlayan bir yarayı,
Anlatmış uzun uzun bütün bu mecarayı.
"Ben bir şair aşıkım, elimde bir kırık saz,
Yapyalnız yaşıyorum, derdim çok, sevincim az.
O güzel gözlerine bir pınar gibi gönlüm
Yıllarca aka aka tükendi tahammülüm.
Fakat seni unutmak gelmiyordu elimden.
Ve bir gün işittim ki inci istemişsin sen.
Ama bu ana kadar görmemiştim ben onu,
Öğrendim bu incinin denizde olduğunu.
Deniz nerde diyerek arıyordum bu sefer;
Aşkının kuvvetiyle aştım dağlar, tepeler.
Nice ülkeler gezdim, nice dağlar dolaştım,
Bir sabah sonu gelmez bir denize ulaştım:
Güneş içinden doğup içinde batıyordu;
Sular arzın üstüne yaslanmış yatıyordu.
Rüzgar yavaş esiyor,engin sessiz, durgundu;
Vücudum aylar süren yolculuktan yorgundu.
Aşkınla geliyordu kalbime kuvvet yine;
İndim büyük denizin o büyük sahiline
İncileri topladım ,uğraşıp didinerek!"
Aşıkın sözlerini dinlerken kadın, erkek;
Şair omuzundaki bir torbayı uzatmış,
Yere, bağını çözüp, incileri boşaltmış.
Fakat o anda herkes kahkahalarla gülmüş:
Çünkü inci yerine çakıl taşı dökülmüş.
Güzel kız genç aşıka demiş: "Bunu iyi bil:
Bu, parayla alınan incilere mukabil,
Senin çakıl taşların çok değerlidir elbet;
Şair! Yaşayacağım seninle ilelebet...
”
”
Nâzım Hikmet (Şiirler 8 – İlk Şiirler)
“
Beni en çok meraka düşüren, yarın bizi bekleyen önemli olay. Yarın sabah saat yedide garip bir tabiat olayı ile karşılaşacağız. Yeryüzümüz Ay'a bindirecek... Ünlü İngiliz kimyacısı Wellington da kaydetmişti bunu. İtiraf ederim, Ay'ın narin, dayanıksız yapısını düşündükçe sonucu fena hâlde merak ediyorum. Ay genel olarak Hamburg'da yapılır, hem yapılışı da çok kötüdür... İngiltere'nin bu konuyla neden ilgilenmediğine şaşarım. Zaten Ay'ı yapan, Ay hakkında en ufak bilgisi olmayan, aptal, üstelik topal bir fıçıcıdır. Üstündeki ziftli halata zeytinyağı sürdükleri için, yeryüzünün her yanı bu kadar pis kokuyor... Öte yandan bu derece nazik, ince yapılı Ay, insanların orada barınması için elverişli değildir, sadece burunları yerleşebilir Ay'a... Zaten bu yüzden Ay'da bulunan burunlarımızı göremeyiz. Şimdi Ay'ın yeryüzümüz gibi ağır bir nesne altında kalmasıyla burunlarımızın nasıl pestil haline geleceğini düşündüm ve kuşkulandım doğrusu. Çorabımı, kunduralarımı giyerek doğru toplantı salonuna gittim. Polis kuvvetlerine yeryüzünün Ay'ın üstüne oturmasını önlemeleri için emir verecektim. Toplantı salonunda gene kafaları tıraşlı bir sürü soylu kişiyle karşılaştım.
-Baylar! dedim. Ay tehlikededir. Yeryüzüne bindirecek... Kurtaralım Ay'ı!
Bunu söyler söylemez zeki, anlayışlı İspanya soyluları emrimi yerine getirmek için hep birden öne atıldılar. Bazıları Ay'ı korumak maksadıyla duvara tırmanmaya başladılar. Ama tam o sırada salona başvekil girdi; herkes kaçıştı... Kral olduğum için orada tek başıma kaldım. Acayip başvekil sırtıma sopa indire indire beni odama soktu. İspanya'nın milli gelenekleri pek şiddetli doğrusu!
”
”
Nikolai Gogol (Diary of a Madman and Other Stories)
“
-Yürüyebileceğimden emin değilim.
-Öyleyse seni taşırım.
-Aşk bu mu?
-Aşk nedir, bilmiyorum artık. Bir hafta önce pek çok fikrim vardı. Aşk nedir, nasıl kalıcı kılınır. Şimdi aşığım ve en ufak bir fikrim yok. Şimdi aşığım ve bu konuda bir aptaldan farkım yok.
....
Dolunayın gerçekleştiği güne, Ay’ın ne büyüdüğü ne de küçüldüğü güne, Babilliler “yürek dinlencesi” anlamına gelen Sabat adını vermişlerdi. Bu günde Ay tanrıçasının, Babil’de bilinen adıyla Ay’daki kadın İştar’ın adet gördüğüne inanılırdı; çünkü neredeyse her eski ve ilkel toplumda olduğu gibi Babil’de de çok eski zamanlardan beri bir kadının aybaşı kanaması geçirirken çalışması, yemek pişirmesi ya da yolculuk etmesi tabu sayılırdı. Bildiğimiz Sebt gününün kökeni olan Sabat’ta erkekler de kadınlar gibi dinlenmek zorundaydı; çünkü Ay adet görürken tabu herkes için geçerliydi. Başlangıçta (ve doğal olarak) ayda bir kez gözlemlenen Sebt, daha sonra Hristiyanlar tarafından Yaratılış mitleriyle birleştirilip işe yarar bir şekilde haftalık hale getirildi. Böylelikle günümüzde sert adaleli, sert kasketli, sert zihinli erkekler, adet görmeye ilişkin arketip psikolojik bir tepki sayesinde pazar günleri işe gitmekten kurtulmuşlardır.
....
Lüzumlu ve lüzumsuz delilikler vardır. İkinci gruba girenler Güneş karakteri taşır birinci gruba girenlerse Ay ile bağlantılıdır.
Lüzumsuz delilikler, hırs, saldırganık ve ergenlik öncesine özgü endişeden oluşan gevrek bir karışımdır, çok uzun zaman önce atılmış olması gereken bir çöp yığınıdır. Lüzumlu delilikler, kişinin, akranları ne kadar kaçık bulsa da erdemli ve doğru olduklarını içgüdüleriyle sezdiği dürtülerdir.
Lüzumsuz delilikler insanın başını kendisiyle belaya sokar. Lüzumlu delilikler insanın başını başkalarıyla belaya sokar. İnsanın başının başkalarıyla belaya girmesi her zaman daha iyidir. Hatta lüzumlu olabilir.
Şiir, şiirin iyi yazılmışı, Ay özelliklerini taşır ve lüzumlu deliliklerle ilgilidir. Gazetecilik Güneş özellikleri taşır (Güneş adında pek çok gazete varken hiçbirinr Ay adı verilmemiştir) ve lüzumsuzluklara adanmıştır.
....
Saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz belki..
....
"Dünyanın öbür ucuna dek onun peşinden gideceğim." diye hıçkıra hıçkıra ağladı.
Evet şekerim ama dünyanın bir ucu yok. Kolomb bunu saptamıştı.
....
(Mutluluk gözyaşları sahne sağından çıkar. Şaşkınlık gözyaşları sahne solundan girer, yer ışıklarına doğru ilerler.)
....
Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Geride bıraktığımız yirmi yüzyıl. Peki ya sonra?
Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Federal kodeste yirmi ay. Genç bir kızın boğazından aşağı yuvarlanan yirmi kadeh tekila. Hazreti İsa'nın son kez kıç üstü oturuşundan bu yana yirmi yüzyıl geçmiş ve onca zaman sonra bizler tutkunun çekip gittiğinde nereye gittiğini hala bilmiyoruz.
....
Ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar.
....
Bernard'ın dolunay ışığının dört buçuk metre yükseklikteki kırk vatlık bir ampule eşit olduğunu söylediğini hatırladı.
....
"Bak hayatım, sevgilin nam salmış biri. Orospu çocuğunun her şeyden bomba yapabileceği söyleniyor."
....
Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyeydi.
....
Bir nefes sigaraya, bir lokma yemeğe, bir fincan kahveye, bir parça göte ya da temposu hızlı bir öyküye ihtiyaç duyduğu halde nasibine hepi topu felsefe düşen her zeki kişinin yapacağı gibi dik dik bakıyorlardı ona.
....
İnsan kendi kurallarını da bozamadıktan sonra kimin kurallarını bozabilirdi?
”
”
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
“
Eğer ortak bir hikayenin içinde isek” dedim, başka kimse olmadığı için kendime, “o nasıl şahsi kalabiliyor ya da bende eksik olan nedir? Yani nedir, mesele nedir?”
-
Ayrıca ben yorulmayı sevmez, gerekliliğine inanmaz, inanan ve yorulanlar ile karşılaştığımda bunu belli etmez, fakat bir yandan da onlarda eksik ya da fazla olanın ne olduğunu düşünürdüm.
-
Sorularda iyi cevaplarda tutuktum. Bu tutukluk uzun kirpikli kuş çizimlerine yarıyor, kuş her defasında biraz daha renk ve ayrıntı kazanıyordu. Bir gün “kışşt” desem uçacağı fikri geldi. Fikir, kafayı yemekte olduğum hissiyle kol kola geldi. Sarardım.
“Takılma,” dedi bir ses, “yürü, yürümek durmaktan iyidir.”
-
Bir gün kapı zili çalmış da açmıştım, güzeller güzeli, çilli muzır bir velet kapıda belirmiş, “Buyurun, kimi aradınız?” diye sormuştum, o da “Beni annem gönderdi.” demiş, ben de çocuğun yanlış zili çalmış olabileceğini düşünmek yerine, tanıdığım kadınlardan hangisinin çocuğa benzediğini…
-
“Kendi Başına Davranabilen Kahraman Hali: Denendi. Fakat henüz başarılamadı.”
-
Her pencerenin ardında bir televizyonun ışığı deli danalar gibi dönüp duracak, her sabah giden insanlar, her akşam dönecekti. Onlar gidip geldikçe “Nedir, mesele nedir? şeklinde bir soru kafamı karıştıracaktı. Garip rüyalar görecek, ay ile konuşacaktım. “Hayat hakkında fikrim yok” diyecektim kendi kendime.
-
Söz ettiği şeylerin birbirleri ile bağlantısı yoktu. Bir fikirde durma nedeni, sanki başka bir fikre geçmek içinmiş gibi, sonsuza kadar konuşacakmış hissini veren bir ritm ile akar, akmayıp uçuşurdu.
-
Memleketimin ovaları, kırları, ana vatan, baba ozağı gibi kelimeler kullanarak yaklaşık yarım saat süren tek cümleyle direnebilirdim. Clodin, “Karar ver artık,” diyebilirdi, “ana kucağı mı benimki mi?”
-
Soruyu alıp deniz kıyısına gidemezdim. Şimdi ve burda cevap vermek gerekirdi.
-
“Güzel konuştun.” dedi., “bunun dansı nasıl olur?”
“Yerim dar.”
-
“Gidelim mi, kalalım mı?”
“Kalıp ne yapacağız?” dedi, “bari zıplayalım da hareket olsun.”
-
Stella giderken gerçeğini de beraber götürüyor olabilir. Bu sadece bir gemi adıdır ve söylenen şey, kaptan ile belki, hatta piyanist ile büyük ihtimalle, fakat gemi ile biraz zor olabilir.
-
Bizim için gidiyor olan ise, gittiği yer için geliyor olabilir. Bu durumda gittiği yere gidip orada bekleyebiliriz.
-
Mesele buydu, bu böyleydi. Derinden hissettim. His gitti, rahat ettim.
-
Nereden baksam birkaç saatim vardı. Nereden baksam acaba?
-
Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi.
-
Ondan söz edildiğinde, asla doymayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup gecelerioyalanmak içişn eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalardı söylerdim. “Vallahi” derdim “ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden.”
-
Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi.
-
Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastaığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim.
-
Kapı kilidinde anahtar önder, altıma yapardım? Kızlar yurttaşlık bilgisi kitabını açar, ben kafiye uğruna camdan kaçardım?
-
“Ben gidiyorum” dedim birdenbire.
“Nereye?” dediler
“Bilmem” dedim “içimden geliyor.”
-
Tezgah sesleri gidince, var olduğu mekanın duygusu da gidecek, ‘han’ın ve dokumacının varlığından kuşkuya düşecektim.
-
“Aslında ben size taş kuşu sormak istiyordum fakat hikaye kendi başına akıyor ki başka soru sordum.”
-
“Bu kadar kayıptan sonra geriye kalan nedir ve hakikaten nedir, mesele nedir?”
-
Pencereden bakan, içine kapalı biri olmuş, içinde dolanıp durmuş, kendine dolaşılacak bir iç yapmış, tırtıl olmuş kendine koza yapmış, vazgeçmiş kelebeklikten orada kalmış…
”
”
İlhami Algör (Albayım Beni Nezahat ile Evlendir)
“
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey bir halkı dizlerinin üstünde görmekten gönenen sahte eşitlik! Ey korkuyu sevgi sanan aşağılık duygusu. Siyah ve beyaz dışında renk tanımayan alacakaranlık. İki yanında iki süngüyle şımarık cesaret. Konuşmak yerine bağıran özgürlük.
Ey gülerken ısıran iyilik, aşağılayan özveri, cezasız suç. Ey dağları düzlükle ölçmeye kalkan sığlık. Çokluğuna güvenen yanlışlık. Bir suçu, daha büyük bir suçla hafifleten tükeniş. Kendinden korkan öfke. Kan ter uykulara yastık olan taş. Ey başkasının bahçesindeki gergedan. Bir halkın türküsünü odalarda boğacağını sanan sağırlık.
Ey dağları evlerin üstüne yıkan cinnet. Ey narcissus. Kan ve gözyaşı. Yalnız gövdesiyle var olan sevgisizlik. Kendi ışığıyla yanan pervane. En yüce değeri zulüm olan ahlak! Ordularıyla soluk alan haksızlık. Bir halkın onuruna yağan kar.
Size, BARIŞ deniliyor. Artık ölülerimizin ışıksız gözlerinden değil, güneşle yunmuş pencerelerden bakmak istiyoruz dünyaya. Ciğerlerimiz soldu dağlardan kopalı. Evimiz gökyüzüydü sizden önce. Bahçelerimizi yeniden kurmak istiyoruz. Göçersek biz istediğimiz için göçelim. Öleceğimiz yeri biz seçelim.
Siz nasıl kendinizle göneniyorsanız, deniliyor, biz de kendimizle gönenelim. Bu rüzgar bizim türkülerimizi de taşısın. Sokaklarımızdan çekin soğuk gölgelerinizi. Avlularımızda asker görmekten bıktık artık. Bulutların sesini unutturdu uçaklarınız. Çocuklarımızın evlerdeki boşluğu mezar taşlarından büyük. Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi.
Ölerek değil, yaşayarak çoğalmak istiyoruz. Yoksulluğumuzu özlettiniz bize. Ömrümüz üzerine bizden başka herkes konuşuyor. Sizin kentlerinizin varoşları olmak istemiyoruz. Hapishanelerinizde bizim çocuklarımız var, ama onlar sizin boynunuzda asılı gerçekte.
Hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. Eşitlik özgür ilişki ister. Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz. Biz de kendimizi sevelim, kimliğimize sahip çıkalım, deniliyor. Bizi değil, kendinizi yıkıyorsunuz. Görmüyor musunuz, her gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz.
Size, BARIŞ deniliyor. Bizim de kahramanlarımız var. Biz de geleceğe onurla bakmak istiyoruz. Örselersiniz, ama gülü karanfile benzetemezsiniz. Bir halk, deniliyor, ancak başka bir halkla zenginlik ve güzellik kazanır. Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir.
Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ’ımızdan geçiyor, tutsaklığınızı görmüyor musunuz?
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey kardeşliğin süreğen kışı. Bir halkın onuruna yağan kar. Ey bahçemizdeki gergedan. Ey narcissus. Aşağılayan özveri…
Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir. İyi olmaktan bu kadar korkmayın. Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya. Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz. BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır. Çıkarın kulaklarınızdan körlüğün tıkaçlarını…
”
”
Şükrü Erbaş
“
Marcel ise şöyle öldü:
Bir gün bütün berduşların Paris'in kent manzarasından silinmelerine karar verilmişti. Sosyal yardım örgütü, aynı zamanda kentin doğru dürüst bir görünümde olmasıyla da ilgilenen ve düşünülebilecek en resmi nitelikteki sosyal yardım örgütünün ilgilileri, polisle birlikte Rue Monge'a geldiler, tek istedikleri, yaşlı adamları yaşama geri döndürmek, dolayısıyla da yaşama hazır olsunlar diye önce yıkayıp paklamaktı. Marcel yerinden kalkıp onlarla birlikte gitti, çok sakin bir adamdı, birkaç kadeh şarap sonra bile hâlâ bilge ve uysal kalabilen bir insandı. Gelmelerini o gün büyük bir olasılıkla hiç umursamamıştı, belki de caddedeki iyi yerine, metronun sıcak havasının mazgallardan dışarı çıktığı yere geri dönebileceğini düşünüyordu. Ama kamunun esenliği için yapılmış olan, içinde çok sayıda duşun bulunduğu yıkanma salonunda sıra Marcel'e de geldi, onu duşun altına soktular ve duş hiç kuşkusuz ne fazla sıcak, ne de fazla soğuktu, ama Marcel yıllardan beri ilk kez çıplaktı ve ilk kez suyun altına girmişti. Daha kimse durumu kavrayıp yardımına koşamadan düştü ve hemen oracıkta öldü. Ne demek istediğimi anlıyor musun! Malina, biraz ne yapacağını şaşırmış gibi bakıyor, oysa ne yapacağını asla şaşırmaz. Bu öyküyü anlatmayabilirdim. Ama duşu bir defa daha hissediyorum, Marcel'in üstündeki neleri yıkamaya hakları yoktu, bunu biliyorum. Eğer bir insan kendi mutluluğun buharları arasında yaşıyorsa, eğer bir insanın "Allah sizden razı olsun"un dışında söyleyecek pek sözü yoksa, o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı, o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı, birini olmayan bir yaşam için arındırmaya kalkışmamalı...
”
”
Ingeborg Bachmann (Malina)