“
Belki altmış, belki yetmiş yıl önce Tozak’ta doğmuş; altmış yetmiş yıldır kah yeni doğan taylar gibi koşarak, kah üç örgülü saçlarını döşüne döküp Cennet kuyusundan, körelmeden önce Ümmet kuyusundan su çekerek, doldurduğu tulukları sırtına vurup şu yassılıp duran evlerden önce birinin, sonra ötekinin kapısına taşıyarak; bir yıl Tozak kırında, bir yıl Avşar yolunda dört büklüm orak biçerek; yırtık yamayarak, sökük dikerek; düğün olmuşsa halay çekerek; sel gelmişse çırpınıp ağlayarak; uzun askerlik yıllarını, savaşları, seferberlikleri bu «yıkılası damlar» ın altında uykusu gelmeyen bir serçe kuşu gibi bekleyerek, kocasının kendisi mi, künyesi mi gelecek hiç bilmeyerek; kendisi geldiği yıldan beri hep onun yanı sıra yürüyerek; doğurduklarını büyüten, büyüttüklerini uçurup komşu evlere, komşu köylere konduran; bir gün bile işten kalmadan, bir gün bile «beş takka» fazla uyumadan, bir gün bile «beş takka hulya» kurmadan, bir gün bile güneşten arkaya kalmadan, köyden dışarı bir kerecik olsun adımını atmadan, bazı erkeklerin, Yüzbir'de duran «otopos»lara, «minipos» lara binerk gittikleri kasabaya bir sefer bile gitmeden; hep aynı aşları pişirip aynı ekmekleri ederek; azarlanınca susan, sevilince utanan, küsülünce «barışmam, barışmam !» diye yükünü yücelere yığmadan; şu dağ yelleri gibi kah esen, kah tozan, günü gününe uymayan Kır Abbas'ın yanı sıra, böyle sabırla, böyle sessizlikle, geride kalmadan yürüyüp gelmişti... Gene yürüyordu...
”
”