Idy Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Idy. Here they are! All 100 of them:

There is freedom of speech, but I cannot guarantee freedom after speech.
Idi Amin
All dictators, irrespective of epoch or country, have one common trait: they know everything, are experts on everything. The thoughts of Qadaffi and Ceauşescu, Idi Amin and Alfredo Stroessner—there is no end to the profundities and wisdom. Stalin was expert on history, economics, poetry, and linguistics. As it turned out, he was also expert on architecture.
Ryszard Kapuściński (Imperium)
Gonila me moja preostala seljačka upornost i nemilosrdno jasna misao o potrebi da se branim. Moram. Idi naprijed, poslije umri!
Meša Selimović (Death and the Dervish)
Vakt-i, istibdatta söz söylemek memnu idi; Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı! Devr-i hürriyetdeyiz şimdi, değişti kaide. Söyletirler evvela, sonra si***ler ananı!
Şair Eşref
Ti si osoba do te mere navikla da da trpi da misliš da je to normalno. Otkud to u tebi? -Ne znam. Idi pitaj psihologe.
Marko Šelić (Rubikova stolica (Malterego, #1))
You cannot run faster than a bullet
Idi Amin
یه شعله شکسته، یه شمع رو به بادم خسته از این زمونه، فریاد گریه دارم شده فضای خونه، سیه چو روزگارم از همه دل بریدن، دل به کسی ندادم عاشق شدم به چشمات، دادم دلُ به رؤیا رفتی و پا گذاشتی به سادگی حرفام با یاد تو همیشه عمرم تموم نمی شه تموم زندگیمُ به چشمای تو دادم عمری به پات نشستم،دل به کسی ندادم منتظرم که روزی تو باشی در کنارم
علی‌اکبر سعيدی‌سيرجانی
Bu manasız ve yabancı hayatta bir tek şeye hakikaten sarılmış, hakikaten inanır gibi olmuştu. Bu da karısı idi. Muazzez'in varlığı Yusuf için büyük, boşlukları dolduracak mahiyette bir şey değildi, fakat onun yokluğu müthişti. Onun bu kadar sebepsiz yere, bu kadar insafsızca Yusuf'un hayatından koparılması çıldırtacak kadar acı idi. Hayatında asıl aradığı şeyin Muazzez olmadığını biliyordu, fakat Muazzez olmadan bunu aramaya muktedir olamayacağını sanıyordu.
Sabahattin Ali (Kuyucaklı Yusuf)
Bırak doktor şu psikanalizi... Allah belasını versin! Biz şimdi rakı içiyoruz.' Doktor Ramiz derhal psikanalizi bırakıyor ve hemen onun yerini istakozu alıyor. Doğrusunu isterseniz, on senedir, onunla beraber olduğumuz zamanlarda benim de yapmak istediğim hep bu idi. Fakat beni davet ettiği meyhanelerde, masanın üstünde psikanalizden başka ağza konacak doğru dürüst bir şey bulunmazdı.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
The only legitimate antidote for self-doubt and the shameful weakness it breeds is joyful self-acceptance.
Idi Amin
Mama je rekla idi, prehladit ćeš se, a on je rekao ne; mislim da je tada bio spreman ostati na snijegu zauvijek, samo da mu ona još koji put kaže to idi, prehladit ćeš se.
Miljenko Jergović (Mama Leone plus)
As a Nobel Peace laureate, I, like most people, agonize over the use of force. But when it comes to rescuing an innocent people from tyranny or genocide, I've never questioned the justification for resorting to force. That's why I supported Vietnam's 1978 invasion of Cambodia, which ended Pol Pot's regime, and Tanzania's invasion of Uganda in 1979, to oust Idi Amin. In both cases, those countries acted without U.N. or international approval—and in both cases they were right to do so.
José Ramos-Horta (A Matter of Principle: Humanitarian Arguments for War in Iraq)
So, a word to all you Femin-Idi-Amins: Stop “liberating” moms by trying to make them join the workforce. They’re already doing the job that God put them here to do: Everything.
Stephen Colbert
Fakat ne çıkardı? Hangi meseleyi hallederdi? Sadece talihin hediye ettiği bu üç günü, bir başka mesele ile daha zehirlemekten başka hiçbir işe yaramazdı. En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
En iyisi düşünmemekti, kaçmaktı. Kendi içime kaçmak, fakat bir içim var mıydı? Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.
Sait Faik Abasıyanık (Son Kuşlar)
SO NOW IT’S 1979. Year of the Goat. The Earth Goat. Here are some things you might remember. Margaret Thatcher had just been elected prime minister. Idi Amin had fled Uganda. Jimmy Carter would soon be facing the Iran hostage crisis. In the meantime, he was the first and last president ever to be attacked by a swamp rabbit. That man could not catch a break.
Karen Joy Fowler (We Are All Completely Beside Ourselves)
If we knew the meaning to everything that is happening to us, then there would be no meaning.
Idi Amin
Türk’te töre böyle idi; kızı isteyen kağan soylu bey de olsa kız, istediğine eş olurdu.
Ufuk Cengiz (Kırık Ok: Türk Kağanlığı 1)
Belki sıkıntımın en büyük tarafı ,sana hiçbir şey belli etmemek kaygısı idi.Sakın,sakın!...Senin yüzünden bir şey yaptığımı iddia edecek değilim...Ne yaptımsa kendi hesabıma,kendi rezilliğimle yaptım.Zaten işin tefsir edilecek tarafı yok.Hiçbir şey beni mazur gösteremez.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru koca gövdesini yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Devetüyü Yüksekkaldırım'dan, açık mavi Tophane'den yana yürüyordu. "Tanrım, hangisi?" Köşede bir an durdu. Sonra devetüyünün arkasından gitti. Her şey o bir anlık duruşta olup bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B. idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti. Ama o Güler'le gitti.
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Sjećam se: polazio sam "na škole". Mati je grcala ispraćajući me: - Pripazi, sinko, grad je dušmanin. Ne idi sredinom đade, satraće te štagod, ama nemoj ni plaho uz kraj - da te, boj se, ne udari nešta s krova, nego hajde 'nako, 'nako... Dalje nije znala. Ili nije mogla?...
Zija Dizdarević (Prosanjane jeseni)
2 Haziran 1915 / Carsamba Bolayir-Cumali ... Arkadaslar bilmem nereden bir gazete bulmustu. Mal bulmus magribi gibi etrafina toplandik. Okuduk. Bu Pazar'a ait gazete idi. Zavalli memleket ne kadar acizdi. Istanbul'un 6-7 saat mesafesindeki bir sehre gunluk gazete gonderemiyorduk. Kendi denizlerimize bile hakim degildik.
İbrahim Naci (Allahaısmarladık: Çanakkale Savaşında Bir Şehidin Günlüğü)
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Počni od početka' , reče Kralj važno, i idi sve dok ne stigneš do kraja; onda stani.
Lewis Carroll (Alice's Adventures in Wonderland)
Ne dozvoli da te iko odvrati od tvojih snova! Ne dopusti da ih iko razori! Uzdaj se u Milostivog i uvijek idi dalje!
Abdurrahman Kuduzović
a monstrous, despotic, iron-fisted Frenchman who ruled his kitchen like President for Life Idi Amin, it was Chef Bernard.
Anthony Bourdain (Kitchen Confidential: Adventures in the Culinary Underbelly)
İçlerinde en serti ve en ciddisi hastabakıcı Olimpiada Vladislavovna idi, çünkü onun için hastaları dolaşmak bir Diyakos'un (*) dinsel töreni gibi bir şeydi.
Aleksandr Solzhenitsyn (Cancer Ward)
You know history better than I do, you've been teaching all your life. Without real opposition you get dictators down the line. Idi, Amin, Mugabe. No democracy without opposition.
Nadine Gordimer (No Time Like the Present)
Yabancı dil öğrenmek günah sayıldığı için dış politika hiyanetleri Osmanlı topluluğundan ayrılmak istiyen ve Fenerli denen Rumların elinde idi.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile yazmıyan iki kişi görmüşümdür: Atatürk ve İnönü! İnanışlarına öylesine bağlı idi.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
I kada se pred tobom otvore mnogi putevi a ti ne budeš znala kojim da kreneš, nemoj poći bilo kojim, nego sedi i sačekaj. Diši duboko ver­ujući u sebe, onako kako si disala onog dana kada si došla na svet; ne doz­voli da ti nešto odvuče pažnju; čekaj, i dalje čekaj. Budi mirna, ćuti i os­luškuj svoje srce. Kad budeš čula njegov glas, ustani i idi kuda te ono vodi.
Susanna Tamaro
Rat je najgori ljudski posao, Ivane. Uvek zlo ratuje. Ponekad taj strašni posao pokreće pravda. Neko ga radi da bi živeo. Mi Srbi radimo za život. Idi s voljom da živiš. I s verom pošao, sine.
Dobrica Ćosić (Vreme smrti, knjiga II)
Bugünkü kuşaklar daha çok hayatla değil de hayat üzerine görüşleriyle meşguldü. Bu anlaşılmaz saçma bir şeydi ama böyle idi. Onun için de hayat değerini kaybediyor... kelimelerle harcanıp gidiyordu.
Ivo Andrić
So, once again, back to the question - just what IS power? Is it perhaps no more than a deadly mutation of ambition, one that may or may not translate into social activity? Any fool, any moron, any psychopath can aspire to the seizure and exercise of power, and of course the more psychopathic, the more efficient: Hitler, Pol Pot, Idi Amin, Sergeant Doe and the latest in the line of the unconscionably driven, our own lately departed General Sanni Abacha - all have proved that power, as long as you are sufficiently ruthless, amoral and manipulative, is within the grasp of even the mentally deficient.
Wole Soyinka (Climate of Fear: The Quest for Dignity in a Dehumanized World (Reith Lectures))
Allahovi nimeti se koriste i razvijaju, ne pretvaraju se u truhle pacove koje kolekcionarimo i međusobno razumjenjujemo sa štipavicama na nosu. Ne sviđa ti se neki poklonjeni nimet. Poljubi, pažljivo ostavi i idi dalje čineći dobro.
Edin Tule
The Thousand Year Reich did not last two decades; the Soviet Union lasted three quarters of a century; Idi Amin ruled for eight years; the Confederacy didn't make it to kindergarten; Argentina's Dirty War lasted six years; Pinochet dominated Chile for sixteen years; nothing lasts forever, even the worst things. Hitler killed himself; Stalin and Franco lasted too long but ultimately dropped dead and last year Franco's body was exhumed from its grand prison-labor-built monument and dumped in a municipal cemetery; Pol Pot died in prison; Mugabe had to step down; Putin is not immortal. Every day under these monstrosities was too long, and part of the horror of life under a corrupt and brutal regime is that it seems never-ending, but nothing lasts forever. And believing that something can end is often instrumental to working toward ending it; how the people in Eastern Europe dared to hope that their efforts might succeed I cannot imagine.
Rebecca Solnit
...Ən vacibi o idi ki, dəyərli bir əşyamızı itirəndə və axtarıb-axtarıb tapa bilməyəndə qəlbimiz tamamilə qırılmırdı. Böyüyüb ölkədə sərbəst səyahət edə biləndə Norfolka getmək imkanımızın olacağı fikri ilə özümüzə təsəlli verə bilirdik.
Kazuo Ishiguro (Never Let Me Go)
Ben sözlerden değil, bakışlardan tırsardım. Bakışların arkalarını sezer, sezgilerim doğrulanana kadar mecburen bekler, beklerken kafayı yerdim. Konuşunca mesele yoktu. Ayrıca bu devirde herkes en azından iki tane idi. Daha kalabalık olanları da görmüştüm.
İlhami Algör (Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku)
...Leon'un gözünde Emma artık tam bir erişilmez nokta idi. Öyle erdemli, öyle ulaşılmazdı ki... Artık bütün ümitlerini yitirmiş haldeydi. Fakat gariptir ki vazgeçişin etkisiyle Emma biraz daha yükseliyor, en yüce makamlara çıkıyordu Leon'un gönlünde. Artık genç kadın gözle görülür her güzellikten arınıyor, bir meleği andırıyordu. En temiz duygulardan biriydi bu. Yaşayışımızda yeri olmayan, sırf ender oldukları için beslenen, yitirilmelerinin verdiği üzüntü, elde etmenin verdiği zevkten daha güçlü olan duygulardı...
Gustave Flaubert
O sinema da yerinde yok. O sinema aynalar içinde idi. Yağmurlu havalarda kumaş kumaş, insan insan kokardı. Birinci mevkiin çocuklarının arasına karıştığımız zaman içim sevda ile dolardı. Her yüz güzeldi. Her çocuk babacandı. Her el nasırlı, küçük, kirli ve sıcaktı.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Vrijeme prolazi tako brzo", pojasnio je, "a tvoji strahovi uvijek će biti dobra izlika da ne učiniš ono što želiš. Ne sumnjaj u sebe, ne dopusti da te strah sputava, nemoj biti lijena i nemoj temeljiti vlastite odluke na drugima i njihovoj sreći. Idi za onime za čime žudiš, u redu?
Penelope Douglas (Birthday Girl)
Kaže se, raja se odmetnula, raja je neposlušna i nevaljala. Jeste. Ali treba znati da raja ne diše svojom dušom, nego sluša dah gospodara. To vi dobro znate. Uvijek se gospoda prvo iskvare, a raja samo prihvati. A kad se jednom raja otme i pohasi, idi slobodno pa traži drugu, jer od te nema više ništa.
Ivo Andrić
Məncə, onu həmişə gizlətdiyimə görə mənim üçün belə əhəmiyyətli idi. Bəlkə Heylşemdə hamının belə kiçik sirləri var idi, hamımızın qorxuları və arzuları ilə baş-başa qala biləcəyi heçdən yaradılmış kiçik özəl guşələri olmalı idi. Ancaq belə şeylər hiss etməyi səhv hesab edərdik, sanki bununla özümüzü daha çox məyus edə bilərdik.
Kazuo Ishiguro (Never Let Me Go)
Hani halkanın ucunda/ kavuşacaktım sana/ hani bir iken ayrı düşmüştük/ ve çok iken bir olacaktık sonunda/ çoktan razı idim oysa/ razı idim gecenin matemine/karanlığı fırsat bilene/ve korkaklığıma/ve karabasanlarıma/ oyun oynar gibi yaşar giderdim/ kuş avlardım/ kuşları deli gibi kıskanırdım ya/ bırakmadın/ bırakmadın ki kendimden kaçayım/ koyvermedin/ koyvermedin ki sürsün bu devran Döndü halka/ döndü olanca hızıyla/ toprak ki siyah bir halka idi/ ve geceye saklanırdı bazen/ tuttu su ile karıştı/ su ki san bir halka idi/ rengiyle dalaşırdı bazen/ tuttu toprağı kucakladı/ eğildim suya baktım/ suda kendimi gördüm/ kendimi sen sandım/ sarılmak için atıldım/ köprüye hıncım yalan imiş/ onu yıkarken suya karışan/ ben oldum. Balçıktan çıktım ben/ balçıktan yoğurdum kendimi/ içerdeki dışa taştı/ dıştaki içe çekildi/ görünen görünmeyene sataştı/ görünmeyen görünene diş biledi/ siyah halka/ san halka ile yer değiştirdi/ çekildim bir köşeye/ sessiz sedasız/ baktım olan bitene/ seni gördüm kaderimde/ ebrunun halkalarını saydım/ tastamam dört etti/ halkalardaki kıvrımları hesapladım/ tastamam senin ismin etti/ isminin yanına beni de kazı dedim/ boyalar isyan etti Bir de baktım ki/ ben ben değilim artık/ suretim başka bir suret/ ismim bir başkasının ismi/ gönlüm ne yöne akar/ ben ne yöne/ verdiğin emaneti yitirdim yollarda/ hata ettim/ kusur ettim/ affola... İsimler ki büyülüdür/ sade büyülü mü/ isimler hem de büyücüdür/ sanmam ki çıkmış olsun hatırından/ ismini "fasl-ı hazan" koyalım/ söndüğü yerde aradığını bulasın/ lâkin fasl-ı hazan demek/ fasl-ı hü¬zün demek/ söndüğü yerde/ sana kavuşmam gerek/ onun söndüğü yerde/ benim tutuşmam gerek...
Elif Shafak (Pinhan)
Kendisi tek bir şeyi değil, her şeyi söylemek istiyordu. Anın baskısı, telaşı insana her zaman hedefini şaşırtıyordu. Sözcükler telaş ve heyecanla yanlara kaçıyor, istenilen hedefe ulaşamıyordu. İnsan, bedenin bu heyecanlarını, sözcüklerle nasıl anlatabilirdi? Aradaki boşluğu nasıl anlatabilirdi? Duyumsayan insanın zihni değil, bedeni idi.
Virginia Woolf (To the Lighthouse)
All cultures seem to find a slightly alien local population to carry the Hermes projection. For the Vietnamese it is the Chinese, and for the Chinese it is the Japanese. For the Hindu it is the Moslem; for the North Pacific tribes it was the Chinook; in Latin America and in the American South it is the Yankee. In Uganda it is the East Indians and Pakistanis. In French Quebec it is the English. In Spain the Catalans are "the Jews of Spain". On Crete it is the Turks, and in Turkey it is the Armenians. Lawrence Durrell says that when he lived in Crete he was friends with the Greeks, but that when he wanted to buy some land they sent him to a Turk, saying that a Turk was what you needed for a trade, though of course he couldn't be trusted. This figure who is good with money but a little tricky is always treated as a foreigner even if his family has been around for centuries. Often he actually is a foreigner, of course. He is invited in when the nation needs trade and he is driven out - or murdered - when nationalism begins to flourish: the Chinese out of Vietnam in 1978, the Japanese out of China in 1949, the Jankees out of South America and Iran, the East Indians out of Uganda under Idi Amin, and the Armenians out of Turkey in 1915-16. The outsider is always used as a catalyst to arouse nationalism, and when times are hard he will always be its victim as well.
Lewis Hyde (The Gift)
Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların tırnaklarını boyamasını bile istemezdi. Son derece kıskançtı. Denebilir ki harem eğiliminde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medenî Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak lâzım gelince: ''Bize göre değil ha çocuklar...'' dedi.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Bu öğretmen Linz Realschule'sindeki doktor Leopold Poetsch idi ve bu meziyetleri şahsında toplamıştı. Sert görünüşlğ, fakat içi iyilikle dolu saygıdeğer bir ihtiyardı. Gz kamaştırıcı görünüşü bizi etkiliyor ve peşinden sürüklüyordu. Ders verirken bize içinde bulunduğumuz zamanı unutturan ve bütün sınıfı sihirli bir şekilde geçmişin derinliklerine götürüp, orada yüzyıllarca sislerin altında kalmış birtakım tarihsel olaylara canlı bir gerçeklik kazandıran, bu saçları kırlaşmaya başlamış adamı, bugün bile büyük bir heyecan ile gözlerimin önüne getiririm. Biz öğrenciler, zihinlerimiz açılmış sinirlerimiz gerilmiş, gözlerimizden yaşlar gelecek kadar heyecanlı bir biçimde bu adamın dersini dinlerdik.
Adolf Hitler (Mein Kampf)
Öyleyse ne idi bu? Ne demek oluyordu? Birtakım şeyler böyle birden ellerini uzatıp insanı yakalayabilirler miydi? O kılıç kesebilir miydi? O yumruk inebilir miydi? insanın güven içinde olacağı hiçbir yer yok muydu? Dünyanın gidişini yürekten bilmenin olanağı yok muydu? Yaşam böyle, beklenmeyen bilinmez bir şey miydi ? insan kendini bir kulenin tepesinden boşluğa atımıveriyordu ?
Virginia Woolf (Deniz Feneri)
Bir zamanlar bütün dünyaya hükmedip cümle mülke 'benim' diyenler bu adamlar mıydı, şu taşlara başlarını koyup yatanlar, bir vakit köşkleri, sarayları beğenmeyenler miydi? Bir vakitler beylik yapan, kendisine kapıcı tutanlar acaba bunlardan hangisiydi? Hani o şirin sözlüler, nerde o güneş yüzlüler; sorsam, araştırsam bulur muydum? Kabristan; bir ibretlik yer idi; ne kapı vardı giresi, ne yemek vardı yiyesi, ne ışık vardır göresi!..
İskender Pala (Od)
Kısa bir süre sonra bakteri savunma sisteminin en az iki kritik bileşen içerdiği anlaşıldı. Bunlardan birincisi ''arayıcı'' idi - virüsün DNA'sıyla örtüşerek tanıyan bakteri RNA'sı. Bu tanıma ilkesi de hayret vericiydi: ''Arayıcı'' RNA, virüs DNA'sının ayna görüntüsüydü - yin ve yang gibi. Böylece istilacı virüsün DNA'sını fark edebiliyordu. Düşmanın resmini sürekli cebinde taşır gibi veya bakteri örneğinde, düşmanın resminin negatifini genomunda taşır gibi.
Siddhartha Mukherjee (The Gene: An Intimate History)
Here’s the thing about birthdays. Your dad didn’t pull out. You didn’t do shit. You didn’t earn anything. I’ll tell you who else has or had birthday celebrations each year: Charles Manson, Jim Jones, Osama bin Laden, Pol Pot, Jeremy Piven, and Ted Bundy. All the people you hate in life, all the pedophiles, all the murderers, all the IRS auditors have birthdays. I don’t think we should celebrate Idi Amin’s birthday and I don’t think we should celebrate yours either.
Adam Carolla (President Me: The America That's in My Head)
Cehennemliklerin suçu seks ve içki idi. Cennetliklerin mükafatı da seks ve içki.. Gelecektekiler bizim saflığımıza gülüyorlar.. Sen anlıyor musun? Ben anlamıyorum! Huri ve fahişenin farkı nedir? Biri Allah' ın çalışanı, diğeri kulunun.. İnananlarına rüşvet olarak Huri veren Allah ve Genelev olan Cennet! Hangisi günahsız? Çaresizlikten karnını böyle doyuran fahişe mi? Yoksa vücudunun hazzı, kulların iyi işlerinin mükafatı olan Huri mi? Sen biliyor musun? Ben bilmiyorum!
Sadık Hidayet
İnsanoğlu böyleydi, kendisine emniyet edilmesinden hoşlanırdı. Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcısı vasıflarında içten doyuran duygu idi. Kısa ve ıstıraplı ömrüne, budalalığına ve hodbinliğine rağmen bu sakat ve eksik doğmuş tanrı, bu emniyeti kendisi için tek ibadet bilirdi. Buna rağmen onu yalancı çıkarmaktan da hoşlanırdı. Çünkü değişmesini, kendini ayrı ayrı vaziyetlerde idrak etmesini de severdi. Çünkü hodbindi, çünkü içindeki konuşma tek taraflı değildi.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Huzur)
Aslında, teorileri, olan teorileri bir bir çürütmeyle ilgiliydi. Descartes yanlıştı, Kant yetersiz ve Hegel bir burjuvaydı. Geleneksel filozofların hiçbiri 20.yüzyılda yaşamak için yeterli değildi. İç dünyasıyla yoğun ilgilenişi, psikolojik haritasını anlamasına yol açtı ve Freud onu büyülemişti. Fakat sonunda Freud'un da yeterli olmadığını fark etti : Psikanaliz, zihnin özerkliğini reddediyordu. Entelektüel devlerin bir bir dökülmesiyle geriye kalan ''bireyin özgürlüğü'' idi.
Paul Strathern (Sartre in 90 Minutes (Philosophers in 90 Minutes Series))
Idi Amin wore reflective sunglasses so that his victims could only see their terrified expressions reflected back at them). Amin and the Mafia are associated with death, and their dark glasses or “shades” suggest the inhabitants of Hades. Used in the singular, a “shade” is a visor for shielding the eyes from strong light and, hence, a forerunner of “shades,” a colloquial term for sunglasses. But a shade is also a scientific apparatus or shutter for intercepting light passing through the camera that enabled the photographer to take the pictures
Richard Restak (Mozart's Brain and the Fighter Pilot: Unleashing Your Brain's Potential)
Eski hukukumuzun kaynağı Arap İslam Hukuku idi. Dinî bakış açısı bu hukukun ölçüsü idi. Dinî görüş sadece medenî hukukta değil, anayasalarda bile hükmünü yürütüyordu. Yeni hukukumuzun esin kaynağı, bir taraftan Türkçülük, diğer taraftan Batıcılıktır. İnkılabın yoğun çalışma döneminde, milletin çıkarlarını derin şekilde hissetmekten kaynaklanan görüşlere göre, yeni hukukumuzun millî, felsefi, toplumsal esasları mevcuttur. Hukukumuzun bu bilimsel esaslarını tespit ve aydınlatmak için, ülke tamamen yeni ruhla canlanmış bir bilimsel kuruma muhtaç idi.
Mustafa Kemal Atatürk (ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ XII)
nesimî ve mansur'la tenim dağıldı benim; kendi yasımı tuttum, ölüydüm, aşk şehidi... bir aynaya düşer de kırılırken bedenim, söylenen söylenmeyenle mühürlendi idi... düşüş düşleri oldum- ve 'kendinle seviş!...' dediler... Söz'ü gördüm... zaten nicedir üstünde kar ve inkârla belenmiş meneviş sırları var! âh, bu z e h e b î gecede, at üstünden 'eğer'i, atla kayıtsız koşulsuz dörtnala o serseri aynaya... bu h u r u f î hecede ol!... çıplak, mücerred ve hırkasız, çulsuz... ordayım işte, gelgelelim hiç bilmedim yerimi âh, elimle yüzerim elbet kendi derimi...
Hilmi Yavuz
Distinctively gentle he was, and trustworthy, and of special courtesy. His great physical strength was never used in combat, men remembered, except when needed for the defence of the weak. In the last hours, when his mind went roving over the past, he said to someone who stoody by: 'I thank god that in all my life I never struck a man in anger...Ishould have killed my antagonist and then his blood, at this awful moment, would have lain heavily on my soul....Idie at peace with all mankind.' (Referring to Augustine Washington, husband of Mary Ball and father of George Washington.)
Nancy Byrd Turner (The Mother of Washington)
Ako ti je dobro, ne uznosi se, ne oholi, jer pad dolazi iznenada, ako ti je loše ne uništavaj se, ne ništi se u zlu, jer i sreća dođe iznenada. Nikada ne idi u krajnost, jer moraš biti spreman za uspone i padove, niti gledaj druge s visoka, niti saginji glavu pred svima, jer ti si samo dio čovječanstva, nit nešto iznad, nit nešto ispod, i što god da te snašlo prihvati to kao čovjek, ponesi se kao čovjek, budi čovjek. Čovjek je satkan od emocija, da plače, smije se, raduje, ljubi, a ne da bude iznad svih i ponižava dok ga drži trenutno prolazno dobro ili da se samouništava u trenutno prolazno lošoj situaciji.
Meša Selimović
Sanki arasından bir şey onu çağırmış gibi, birden dönüp tuvalinin başına geldi. İşte resmi karşısında idi. Evet, tüm o yeşilleri o mavileri, o yana bu yana uzanan, birbirlerini kesen çizgileri, bütün demek istediği ile karşısında idi. Kimbilir belki tavan arasına asacaklar, belki de yırtıp atacaklar diye düşündü. Yeniden fırçasını alarak, kendi kendine, ama ne zararı var? dedi. Basamaklara baktı; bomboştu; tuvaline baktı; busbulanıktı. Ani bir devinimle, her şeyi tüm açıklığı ile görüvermiş gibi, oraya tam ortaya bir çizgi çekti. İşte olmuştu; tamamlanmıştı. Yorgun fırçasını bırakarak, evet, diye düşündü, gördüm sonunda.
Virginia Woolf (To the Lighthouse)
İşte hep kendini sonunda, istesin istemesin, böyle denizin yavaş yavaş kemirdiği bir toprak parçası üzerinde bulur ve orada bırakılmış bir deniz kuşu gibi tek başına dururdu; bu onun yazgısı, ona özgü bir şeydi; işte onun asıl gücü, asıl üstünlüğü buradaydı; tüm fazlalıkları birden silkip atmak, özleşmek, küçülmek, bedence bile daha hafiflemek, daha yalın görünmek ve yine de kafa gücünden hiçbir şey yitirmemek; kendi küçük toprağı üzerinde durup, insanların içinde bulunduğu bilisizliğin, aymazlığın karanlığına meydan okumak, bizim bir şeyden haberimiz yok ama deniz, üzerinde durduğumuz kara parçasını alttan alta durmadan kemirmektedir, diye düşünmek - işte bu onun yazgısı, onun yeteneği idi.
Virginia Woolf (Deniz Feneri)
Do you know Aggrey Awori?’ Mushana said, ‘He’s an old man.’ Awori was my age, regarded as a miracle of longevity in an AIDS stricken country; a Harvard graduate, Class of ’63, a track star. Thirty years ago, a rising bureaucrat, friend and confidant of the pugnacious prime minister, Milton Obote, a pompous gap-toothed northerner who had placed his trust in a goofy general named Idi Amin. Awori, powerful then, had been something of a scourge and a nationalist, but he was from a tribe that straddled the Kenyan border, where even the politics overlapped: Awori’s brother was a minister in the Kenyan government. ‘Awori is running for president.’ ‘Does he have a chance?’ Mushana shrugged. ‘Museveni will get another term.
Paul Theroux (Dark Star Safari: Overland from Cairo to Cape Town)
Ono što sam od života naučio je, Da bez obzira na to koliko je neko dobar čovek, ponekad te mogu povrediti i zbog toga moramo da praštamo. Potrebne su godine da bi se izgradilo poverenje a samo par sekundi da bi se uništilo.. Ne moramo da menjamo prijatelje ako shvatimo da se prijatelji menjaju.. Okolnosti i sredina imaju uticaja na naše živote, ali smo mi ti koji su odgovorni za sebe.. Da moraš da kontrolišeš svoje postupke da oni ne bi kontrolisali tebe... Da strpljenje zahteva dosta vežbe..da postoje ljudi koji nas vole, ali jednostavno neznaju kako da to pokažu.. Ponekad osoba za koju misliš da će te povrediti i naterati te u propast .. Je u stvari jedna od retkih koja će ti pomoći da ustaneš.. Nikad ne bi trebalo reći detetu da su snovi lažni, bila bi za njega tragedija da to zna.. Nije uvek dovoljno da ti neko oprosti, u većini slučajeva moraš prvo oprostiti sam sebi.. Da u koliko god komada ti je slomljeno srce, svet to neće prestati da ispravlja.. Da ima Boga hteo bi da srećemo sve pogrešne ljude pre nego one prave.. Da onda kada konačno sretnemo one prave budemo zahvalni na tom poklonu.. Kada se vrata sreće zatvore, druga vrata se otvore.. ali često gledamo tako dugo u ta zatvorena vrata..da ne vidimo šta se to otvorilo za nas.. Najbolji prijatelj je onaj sa kojim možeš sedeti na tremu i šetati.. Bez da izgovoriš i reč i kada odeš osećaj je kao da je to najbolja konverzacija koju si ikada vodio. Tačno je to da ne znamo šta imamo pre nego što to nađemo, ali je isto tako tačno, da ne znamo šta nam je nedostajalo pre nego što se vrati.. Ne posmatrajte izgled, može da vas zavara, ne sledite bogatstvo čak iako može da iščezne, Nađi nekoga ko te zasmejava, zato što je samo osmeh potreban da se ulepša dan, nađi ono što ti uveseljava srce.. Postoje trenutci u životu kada ti neko tako mnogo nedostaje.. da poželiš da ih možeš uzeti iz svojih snova i stvarno ih zagrliti.. Sanjaj što poželiš, idi gde god poželiš da ideš.. zato što imaš samo jedan život.. i jednu šansu da radiš stvari koje želiš da radiš.. Najsrećniji ljudi najčešće nemaju najbolje od svega, oni samo naprave najbolje od svega što im se nađe na putu. Najbolja budućnost je ona koja se gradi na zaboravljenoj prošlosti.. Ne može ti dobro ići u životu dok ne pustiš svoje prošle neuspehe i tuge. Svi smo mi savršeno nesavršeni.
Paulo Coelho
Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanın delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
William Faulkner (The Sound and the Fury)
Biyoloji tarafından destekelnen kuramsal kabuller temelinde, organik hayatı cansız duruma geri döndürme görevi verilen bir ‘ölüm güdüsü’ varsayımı ileri sürmüştük, öte yandan Eros; hayatı, parçacıklara bölünmüş canlı maddeyi karmaşıklaştırmak ve durmaksızın bir araya getirmek, bu arada, tabii ki onu korumak hedefine yönelir. Her iki güdü de yaşamın ortaya çıkmasıyla bozulmuş bir durumun yeniden oluşturulmasına çalışırken, kelimenin en dar anlamıyla tutucu davranırlar. O halde yaşamın ortaya çıkışı, yaşamayı sürdürmenin ve aynı zamanda ölüme yönelen çabanın sebebi olmaktaydı; yaşamın kendisi de bu iki çaba arasındaki mücadele ve uzlaşma idi. Böylece yaşamın kökenine ilişkin soru kozmolojik bir soru olarak kalırken, hayatın hedefi ve amacı sorunu ikili bir şekilde yanıtlanmış oluyor.” Sigmund Freud, ‘Ben ve O’, sayfa 72
Sigmund Freud (Ben ve O)
Lest you think that this pattern has occurred only in connection with Jewish moneylenders and the Knights Templar, let me remind you of Idi Amin’s expulsion of the East Indians from Uganda in 1972, the East Indians were highly represented in the banking business and of the treatment of the ethnic Chinese in Vietnam in the 1970s, including their expulsion. Whenever you have an out-group to whom an in-group owes a lot of money, “Kill the Creditors” remains an available though morally repugnant way of cancelling your debts. Note: you need not resort to murder as such. If you make people run away very fast, they’ll leave all their stuff behind, and then you can grab it. And burn the debt records: that goes without saying. You’ll notice I got through this part without mentioning the Nazis. The point being that I didn’t have to. For they have not been alone.
Margaret Atwood (Payback: Debt and the Shadow Side of Wealth)
Zavallı Zevrak! İşte senin hâtırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl hükmedebilirdim ki, yeni mâşukanın bütün tesliyetleri, bütün okşayışları neticesiz kalacak; sen haftalarca o sevda fâciasının, o hıyanetin matemleriyle yüreğinin yaralarını zehirliye zehirliye, her dakika bir parça daha ölerek, bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan aldatan saâdetlerinden kaçarak, eriyeceksin, biteceksin?.. Evet, Zevrâk teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hattâ kafesin ters tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmağa çalışan Ebrû'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek, hep o köşesinde ıslanmış bir kuş mazlumiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son nefesiyle gagasını açtı; bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!... bile çıkmadan öldü. Biçâre sevda kurbanı!.. O zaman bana bu fâcia, bir güvercin, bir Zevrak olmak için ne büyük bir arzû vermiş idi! Ben de öyle mes'ud bir sevdadan sonra onun hicranıyle erimek ölmek isterdim; ben de bir birinciden sonra saâdet aramamak düşünürdüm; fakat anlaşılan bu mes'elede Zevrak'tan ziyade Ebrû'nun felsefesinde isabet var!.
Halid Ziya Uşaklıgil
There is surely no reason for Western civilization to have guilt trips laid on it by champions of cultures based on despotism, superstition, tribalism, and fanaticism. In this regard the Afrocentrists are especially absurd. The West needs no lectures on the superior virtue of those "sun people" who sustained slavery until Western imperialism abolished it (and sustain it to this day in Mauritania and the Sudan), who keep women in subjection, marry several at once, and mutilate their genitals, who carry out racial persecutions not only against Indians and other Asians but against fellow Africans from the wrong tribes, who show themselves either incapable of operating a democracy or ideologically hostile to the democratic idea, and who in their tyrannies and massacres, their Idi Amins and Boukassas, have stamped with utmost brutality on human rights. Keith B. Richburg, a black newspaperman who served for three years as the Washington Post's bureau chief in Africa, saw bloated bodies floating down a river in Tanzania from the insanity that was Rwanda and thought: "There but for the grace of God go I . . . Thank God my nameless ancestor, brought across the ocean in chains and leg irons, made it out alive . . . Thank God I am an American".
Arthur M. Schlesinger Jr. (The Disuniting of America: Reflections on a Multicultural Society)
Belli ki birisi piramitleri akılda bulundurmamızı istemiş çünkü piramit sembolü düzenli olarak ellediğimiz ya da gözlemlediğimiz şeylerde dikkat çekici bir biçimde yer alıyor. Herhangi bir gün içinde piyasada iki milyardan fazla bir dolarlık banknot dolaşır. Yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri'nde içilen sigaraların yarısı Camel idi, yani yılda aşağı yukarı otuz milyar. Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf. Birisi dolaların ve sigaraların geniş çapta dolaşımda olacağını biliyordu ve piramitlerin de onlarla birlikte gezmesini sağlamıştı. Orijinal yapılardan mesafe ve zaman nedeniyle ayrı düşen bir kültüre piramitlerin, eğer almasını öğrenirsen bize verecek değerli bir şeye sahip oldukları hatırlatılacaktı. .... Gerçek hükümetler gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı. .... Yirminci yüzyılın son çeyreğinin anonim barbarları gibi- .... Hakikat tınısı seslerin en güzelidir; gerçi kimi kadınlar yatakta kesinlikle onunla boy ölçüşecek gürültüler çıkarır. .... Berberiler şuna inanırdı: Mezarda bellek bulunmadığına göre defin yığınından alınan toprak insanın üzüntülerini, bilhassa mutsuz aşkın yol açtığı kalp kırıklığını unutmasına yardımcı olabilirdi. .... Esasen kitle güdülerini düzenlemek, yönlendirmek ve tatmin etmek üzere tasarlanmış bu toplumda insanın birey olarak sahip olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Din? Sanat? Doğa? Hayır, kilise, dini standart bir halk gösterisine dönüştürmüştür, müze de aynısını sanat için yapmıştır. Grand Canyon ile Niagara Şelaleleri'ne o kadar çok bakılmıştır ki, bu yerler bitkin düşmüş çok fazla sayıda aptal göz tarafından emilerek içleri boşaltılmıştır. İnsanın birey olarak sahp olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Geceyarısı kağır tabaka soğuk tavuk kemiğine ne dersiniz, emriniz doğrultusunda uzayan ya da kısalan alev rengi ruja ne dersiniz, hiç tanımadığınız bir "kuş" tarafından terk edilmiş suni köpükten bir kuş yuvasına ne dersiniz, sağanak yağmurda arabayla evinize giderken birbirini boş yere izleyen bir çift sileceğe ne dersiniz, sinemada koltuğun altından ayakkabınıza değen bir şeye ne dersiniz, körelmiş kurşunkalemlere, şirin çatallara, tombul küçük radyolara, kutular dolusu kravata ve küvet başında duran banyo köpüklerine ne dersiniz? Evet otistik görüş ile deneysel dünya arasındaki bağı kuran, bu şeylerdir, bu uçurtma ipleridir, zeytinyağı şişeleridir ve meyveli şeker ezmeleriyle dolu Sevgililer Günü kalpleridir. Bu şeyleri hakiki gizemli ışıklarında göstermektir Ay'ın amacı. .... İnsan vücudundan büyük nesneler aleni olma niteliği taşır. Ay, bir şey ne kadar aleni olabilirse o kadar alenidir. Fakat Ay, mahremiyet duygusu uyandırmakta nadiren başarısızlığa uğrar. .... Aramak, akılsız, nevrotik, deliye dönmüş bir halde ya da korkakça yapıldığında bir saklanma biçimi olabilir. .... -Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun? -Sanmam. Domates kelimesinin kökenini düşünüyordum. .... Haliyle çok yağmur yağıyordu. Meşhur Seattle yağmuru. Aşk, kalıcı olacaksa ayaklarının ıslanmasına hazırlıklı olmalıydı. .... Mutlu bir çocukluğa sahip olmak için asla geç değil.
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
İki hikâye işittim. Masal olmadığı için anlatayım: Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y. K. bahriye çatanası içinde Büyükada'ya giderken sordu: -Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik? Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlıyarak bekledi. İşte cevap: -Aylık vermek için! Ve ilâve etti: -Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik. Kırtasiye ve maaş imparatorluğun tarihi işte böyle biter. Bu fıkranın belki büyük bir değeri olmayacaktı, eğer sonraları şu hikâyeyi işitmeseydim: Sakarya'ya yaklaşıyoruz. Bir millet olarak kalmak için harbetmek ve muzaffer olmak lâzımdır. Tam o zaman da maliye durmuştur. İlim, ihtisas ve tecrübe, Mustafa Kemal'e hükmünü söylüyor: -Hazinede para kalmamıştır, bulmak ihtimali de yoktur. İlim, ihtisas, tecrübe... Büyük kelimeler, büyük ve korkunç! Verdiği karar da şu: Türk milleti istiklâlini ödeyemez! Aylık vermek için harbi bırakmak lâzımdı. Mustafa Kemal'in kararı bu değildi. Vatan ve istiklâli idi. Ve en iyi kanunu arayıp buldu: "Milletin nesi var, nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için verecektir." Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsini böyle ödedik. Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için! Mustafa Kemal, Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için! İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
A i Burazer je umro. Kad kažem da je i on umro prosto me dođe sramota, pa i po tome vidim da je smrt bestidna. On grijeha nije imao, a hoće li gore odgovarati zato što je rakiju pio, to ne znam. Bogu, doduše, u početku nije ni na kraj pameti bilo da brani pit, ali kad je nakon šestotina godina uvidio da ljudi kvare rakiju, a rakija ljude, onda je moro. A da Burazer grijeha nije imao sudim po tome što je poštovao »nimet«. A evo kako. Pošao on jedared sa svojim pajdašima na akšamluk. Za one koji ne znaju šta je to akšamluk, a izgleda da to više niko ne zna, moram reći da je to: k a d s u n c e z a đ e k r a j k a k v e v o ­ d e u šu t n j i p i j e n j e r a k i j e u z m e z u. Može se koja i prozboriti, ali samo da bi se šutnja održala.. Svi su, određenu sumu dali »u paj«, ali Burazer nije imao sitnih, pa je ponudio đinar-dva više, što njegovi jarani odlučno odbiše. »Idi«, vele, »vrati se u čaršiju, razmijeni, pa donesi.« A bili su već preko mosta. Burazer se vrati, usitni i jedva ih stigne. To mu je već bilo načelo ćejf. Kupe rakiju, svakom polovka i jedno tridesetoro jaja. »Kako ćemo jaja?«—pitaju. »Sve u čimbur!« — odgovaraju. »Zašto sve u čimbur?«, pita Burazer, »zar nije bolje nešto skuhati?«...»Jok«, odgovaraju, »sve u čimbur.« Uzmu tepsiju, zapale vatru, ubiju tridesetoro jaja, pa onda odu još granja da sakupe, a Burazera ostave da pazi na čimbur. Krivo Burazeru što je moro u čaršiju da sitni novce, a ni oko jaja ga nisu poslušali, pa skine gaće i posere se po sred onog čimbura...»Izašlo«, tvrdio je poslije, »zdravo govno, mogli su ga okružiti, pa ono oko njega baciti, a ostalo pojesti...«Kada su se jarani pomolili i vidjeli šta je bilo s čimburom svima je ono granje poispadalo iz ruku. Uzeli su tepsiju i bacili je u potok. Burazeru su odmah odijelili njegovu polovku i taj dan sa njim nisu pili. — Da si ti kakav čovjek — govorili su — ne bi u nimet nuždu vršio! A Burazer je tvrdio: — Jaje nije nimet, jer je iz kokošije guzice izašlo...
Nedžad Ibrišimović
Sviđalo mi se ljubiti se s toliko odjeće na sebi. Dok smo se ljubili, naše mu je disanje zamaglilo naočale. Pokušao ih je skinuti, a ja sam mu ih gurnula na vrh nosa pa smo se zajedno smijali. Kad mi je počeo ljubiti vrat, kroz glavu mi je prošla misao kako je njegov jezik bio u mojim ustima. Rekla sam samoj sebi da trebam biti u ovome trenutku, da si dopustim osjetiti njegovu toplinu na koži, ali njegov je jezik bio na mome vratu, mokar i živ i prepun mikroba, a njegova se ruka šuljala ispod moje jakne, dok su njegovi hladni prsti klizili po mojoj goloj koži. U redu je, i ti si u redu... samo ga poljubi. Moraš nešto provjeriti. Sve je u redu, samo budi jebeno normalna. Provjeri ostaju li mikrobi u tebi. Milijarda ljudi se ljubi i ne umire. Samo provjeri hoće li te mikrobi trajno nastaniti. Daj molim te, prekini s tim. Možda ima kampilo-bakter, možda je asimptomatičan nositelj E. coli i onda ćeš trebati antibiotike i dobit ćeš C. diff i bum, mrtva si za četiri dana. Molim te, jebeno prestani, samo ga poljubi. SAMO PROVJERI DA BUDEŠ SIGURNA. Odmaknula sam se. „Jesi li dobro?" Kimnula sam. ,,Samo... samo mi treba malo zraka." Uspravila sam se, okrenula, izvukla mobitel i upisala pretraživanje ,,ostaju li bakterije ljudi s kojima se ljubiš u tvome tijelu". Na brzinu sam preletjela par rezultata pseudozna-nosti, prije nego sam pronašla stvarnu studiju na tu temu. U prosjeku se, po poljupcu, izmijeni nekih osamdeset milijuna mikroba, a ,,pri pregledu nakon šest mjeseci ljudski mikrobiom čini se umjereno, ali dosljedno promijenjenim". Njegove će bakterije zauvijek ostati u meni, njih osamdeset milijuna; razmnožavat će se i rasti u meni, i pridružiti se mojim bakterijama i stvoriti bog zna što. Osjetila sam njegovu ruku na svom ramenu. Okrenula sam se i trznula. Nisam mogla doći do daha. Pred očima mi se mutilo. Dobro si, Davis nije prvi dečko kojeg si poljubila. Osamdeset milijuna organizama u meni zauvijek. Smiri se. Trajno mijenjaju mikrobiom. Ovo nije racionalno. Moraš nešto učiniti. Molim te! Postoji rješenje. Molim te! Idi u kupaonicu. ,,Što se zbiva?" „Uh, ništa“, odgovorila sam. „Samo, hm, moram do kupaonice." Izvukla sam mobitel kako bih ponovo pročitala studiju, ali sam se oduprla porivu, ugasila ga i gurnula nazad u džep. Ali ne, morala sam provjeriti mijenjaju li ga blago ili umjereno. Ponovo sam izvukla mobitel i pogledala studiju. Blago. Dobro je. Blago je bolje nego umjereno. Ali dosljedno. Sranje.
John Green (Turtles All the Way Down)
Offf, offf!” diye inlediğimi fark ettim ve tekrar okumaya verdim kendimi. Almanya’da da yüksek enflasyon tasarrufları eritip yok etmişti ve duruma kızan huzursuz ve umutsuz kitleler yeni kurulan bir partinin kızgın milliyetçi söylemlerinin peşinden gitmeye başlamışlardı. Partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi idi. Kısaltması Nazi’ydi. Savaş ve enflasyonun hayal kırıklığına uğrattığı insanlar, parti lideri Adolf Hitler tarafından ustaca kullanılıyordu. Sonradan birçok yazarın üzerinde birleştiği konu, Hitler’in ve partisinin yaratacağı tehlikeleri pek az kişinin sezebilmiş olduğuydu. Onun 1933 yılında iktidara gelişinden sonra bile, bu “hareket”in gerçek anlamı konusunda bir aymazlık söz konusuydu. Adam seçimle, yani demokratik yoldan iktidara gelmiş, bir zamanlar kendisine “Böhmer Çavuşu” diyen devlet başkanı Hindenburg’dan şansölyelik görevini almıştı. Hitler’in diktatörlüğe yöneldiği devirlerde bile başka ülkeler “Bizde böyle şey olmaz!” klişesinin rahatlığına sığınıyorlardı. Adolf Hitler’in, kabinesini kurduktan sonra çıkardığı ilk yasalardan biri “Devlet Memuriyetinin Meslek Olarak İfasına Yeniden Dönüş Kanunu” olmuştu. Bu karışık isimli yasanın amacı, devlet kurumlarından Yahudileri temizlemek, sadece Ari olanları bırakmak, hatta devleti partinin sadık kadrolarına emanet etmekti. Bizim profesörlerin kaderini de bu yasa çizmişti işte. Çünkü bu yasadan sonra Yahudi profesörler, yargıçlar, noterler ve her türlü devlet işinde çalışanlar bir anda kapının önüne konuvermişlerdi. Burada aklıma takılan ve Maximilian’a sormak istediğim bir konu vardı. Mademki Maximilian Yahudi değil safkan bir Almandı, o zaman niye o da Almanya’dan ayrılma yolunu seçmişti? Bu sorunun cevabını ertesi güne erteleyerek, okumaya devam ettim. Ülkedeki güvensizlik havası birçok kararsız kişiyi Nazi partisine, yani gücü elinde tutanlara yönlendiriyordu. Eski rejimden hayal kırıklıkları ve intikam duyguları olanlar da bu yeni harekete katılıyordu. “Kuyrukçu” denilen birçok kesim oluşmuştu. Eskiden başka fikirleri savunan ve toplumda saygın bir yer edinmiş insanlar bile, arkadaşlarının hayret dolu bakışları arasında yakalarına Nazi rozeti takıyorlardı. Bizim korkunç bir diktatör olarak tanıdığımız Adolf Hitler, her şeyi kitabına yani demokratik sisteme uygun olarak yapıyor, kişisel imparatorluğunu adım adım kuruyordu. Halkın çoğunluğu, sanayiciler ve kurumlar, arkasındaydı ve onun niyetlerinden hiç kuşku duymadan olanca güçleriyle destekliyorlardı. Bugün okuyunca insan, koskoca bir ülkenin bu kadar uyuşmasına, gerçeklere gözünü kapatmasına inanamıyor ama Hitler parlamentoyu da devre dışı bırakmanın yolunu bulmuştu. Daha iktidardaki ikinci ayını bile doldurmadan, 24 Mart 1933’te parlamentonun denetim yetkisini ortadan kaldıran ve hükümete sınırsız bir özgürlük alanı getiren “Yetki Kanunu”nu, bizzat parlamentoya onaylatmıştı. Bundan sonra onu denetleyecek hiçbir güç kalmamıştı ortalıkta. Her zaman olduğu gibi, cehenneme giden yollar iyiniyet taşlarıyla döşenmişti. Ama benim de bu arada uykum gelmişti. Tıpkı şimdi, uçakta bu hikâyeye devam ederken olduğu gibi. Okyanusun ortalarında olmalıyız. Gözlerim kapanıyor. Yarım saat daha uyumamın kimseye zararı olmaz nasıl olsa. Koltuğumu iyice arkaya yatırıyorum. Gözlerimi kapayınca iki zaman üst üste biniyor. Sanki içeriden Kerem’in bilgisayar klavyesinde hareket eden parmaklarının sesi geliyor. Uykuya dalarken son düşüncem, yarın profesörün sırrını öğreneceğim oluyor.
Anonymous
İnsanlar on bir ay boyunca kenti seviyorlar, kente toz kondurmuyorlardı; gökdelenler, otomatik sigara satıcıları, panoramik perdeli sinemalar sürekli bir çekicilik kaynağı sayılıyordu. Bu duyguyu kesinlikle paylaşmayan tek kişi ise Marcovaldo idi.
Italo Calvino (Marcovaldo)
Eskiden unlu maddeler pahalı idi. Şimdi de pirinç ve fasulye onları gölgede bıraktı.Yeni zenginler gibi asillerin tarafına geçtiler. Demek siz de, fasulye ve pirinç, bizi terkettiniz?
Carolina Maria de Jesus (Çöplük)
iç tavanları da altın yaldızlı idi;
Anonymous
QAFQAZ MÜSƏLMAN MÜƏLLİMLƏRİNİN 1-Cİ QURULTAYI Bəzi kitab və sənədlərdə Azərbaycan müsəlman müəllimlərinin qurultayı adlandırılır. 1906-cı ilin may ayında «Nicat» maarif cəmiyyətinin qiraətxanasındakı yığıncaqda müəllimlərin avqust ayında qurultayının çağırılması qərara alınır və aşağıdakı tərkibdən ibarət komissiya təşkil edilir: H. B. Zərdabi (Məlikov), F. Ağayev, N. Nərimanov, Ə. Cəfərzadə, A. Əfəndiyev, H. Mahmudbəyov, H. M. Hacıbababəyov, M. Y. Əfəndiyev, Ciddi hazırlığa başlanır. H. B. Zərdabi «Kaspi», N. Nərimanov «Həyat», F. Ağayev «İrşad» qəzetlərinə məktub yazır, qurultayın məqsəd və təkliflərini aydınlaşdırırlar. Təsis komissiyasının sədri N. Nərimanov var qüvvəsilə çalışır, qurultayın açılmasına az qalmış dərs, təlim və müəllimlər barədə bir neçə məqalə yazır, onun açılış günü isə «Bu gün» adlı məqaləsini dərc etdirir. 1906-cı ildə, avqust ayının 15-də, səhər saat 10-da şəhər məktəbinin salonunda qurultay işə başlayır. Təsis komissiyasının sədri N. Nərimanov qısa giriş sözü ilə qurultayı açır. H. B. Zərdabi sədr, N. Nərimanov onun müavini, Fərhad Ağayev isə katib seçilir. Qurultay Azərbaycanda xalq maarifinin bir sıra, mühüm məsələlərini: ibtidai və orta rus-tatar məktəblərində ana dilinin icbari bir fənn kimi təlimi, yeni dərs proqramının tərtibi, vahid dərs metodunun hazırlanması, kənd müəllimlərinin həyat şəraitinin yaxşılaşdırılması, Qori müəllimlər 104 seminariyasının (Azərbaycan şöbəsinin) Azərbaycanın şəhərlərindən birinə köçürülməsi və qadın təhsilinin inkişafı məsələsini müzakirə edir. Qocaman müəllim Səmədbəy Acalov qurultayda baş verən ixtilafı belə izah edirdi: Bakıda məktəblər üzrə Livitski adlı bir inspektor vardı. Qatı irticaçı idi, hərəkət və rəftarında ayrı-seçkiliyə, yol verirdi. O, məktəblərdə bir gəlmə olsun belə azərbaycanca danışmağı qadağan edirdi: «Məbadə dərs zamanı bir gəlmə də olsa tatarca (Azərbaycanca) danışasız. Kim bu əmri pozsa müəllimlikdən qovulacaq». Müəllimlər dəhşətə gəlib nə edəcəklərini bilmirdilər. Onlar deyirdilər ki, «rus dilində ifadə etdiyimiz sözləri balaca uşaqlara nə sayaq başa salaq. «sabaka» sözünü it kimi hürüb «hamham», «pişik» sözünü «miyo... miyo»... edib əyan edək?! Tutaq ki, heyvanları, nəbatatın bəzilərini şəkillərlə izah etdik... Bəs başqa minlərlə cisimləri başa salmaq üçün hansı üsuldan, hansı vəsaitdən istifadə edək, nə tədbir görək!?» - Qurultay nümayəndələri qərara aldılar ki, belə yaramazlığa qarşı Livitskidən Qafqaz canişininə şikayət etsinlər və ana dilini sərbəst dərs kimi keçmək barədə sərəncam verilsin. Teleqramı tərtib etmək qurultayın sədrinə tapşırıldı, H. B. Zərdabi tapşırığı yerinə yetirdi, teleqram mətnini nümayəndələrin nəzərinə çatdırmaq üçük oxudu, sonuncu cümlə belə qurtarırdı: «Qurultay ədalətli sərəncam vermənizi xahiş edir». Nəriman Nərimanov bu cümləyə etiraz etdi: «Qurultay tələb edir! Xahiş yox». Zərdabi həlim bir tərzdə izah elədi ki, «tələb» sözü canişinlikdə oturmuş çinovniklərin qəzəbinə səbəb olar, teleqramı cırıb atarlar, sərdara heç verməzlər, deyərlər siz nəsiz, kimsiz ki, tələbiniz də nə ola. Burada evimizin içində bir Livitskilə bacarmırıq, bizi saya salmır. Teleqramı sərdara versələr, hiddətlənər, təhsil işlərimizə əngəl törədər, Livitskiyə əhsən deyər, hələ üstəlik səlahiyyətini bir az da artırar. Xahiş daha müvafiqdir, nəzakətlidir... Münaqişə başlandı. Hər kəs dediyinin üstündə dururdu. Nümayəndələr iki dəstəyə bölündü; təklifləri səsə qoydular. Nərimanovun «qurulta
Anonymous
Qocaman yazıçı Əbülqasım Hüseynzadə nəql edir ki, o zaman hökumət məktəblərində şagird qəbulu məhdud idi. Buna görə də «Cəmiyyəti- xeyriyyə» oğlanlar üçün birinci dəfə «Səadət» məktəbini açdı. İrandan Mirzə Ələkbər xan adında bir şəxs müdir dəvət edildi. O, Fransada Sorbon universitetini bitirmişdi. Fransız, fars, ərəb və türk dillərini mükəmməl bilirdi. Müasir elm və mədəniyyətdən xəbərdar idi. İki-üç ildən sonra «Səadət» məktəbini başqa yerə köçməyə vadar etdilər. 100 Yeni binada alt-üst mərtəbələrdə iyirmiyə qədər otaq vardı. İldə səkkiz yüz manat kirayə verirdilər. Buraya savadlı müəllimləri dəvət etmişdilər: Əlibəy Hüseynzadə, qarabağlı Fərhad Ağazadə, Terequlov qardaşları, Əli və Hənifə, Hacıbəyov qardaşları, Üzeyir və Ceyhun, qubalı Musa Rza Əsgərli, Mikayıl Müşfiqin atası Mirzə Qədir İsmayılzadə. Bəhrambəy Axundov isə məktəbin həkimi idi. Nəğmə dərslərini Üzeyir Hacıbəyov aparırdı. Cəhalət nəticəsində xalqın əsrdən geri qaldığını ifadə edən şərqilər, qəmgin musiqi təranələri ətrafa yayılırdı: Millətin halı nə yaman olmuş, Hamının qəlbi qəmilə dolmuş, Bir belə cəhalət olmaz, olmaz... Bir belə cəfalət olmaz, olmaz... Yoldan ötənlər ayaq saxlayıb nəğmələri dinləyirdilər. «Səadət»in şagirdləri birinci sinifdən kitel geyərdilər. Düymələri sarı, hər qolda bir düymə, bir də mavi zolaq, papağın ortasında nişan, üstündə isə məktəbin adı yazılardı. «Səadət»dən sonra Çəmbərə kəndində «Səfa» məktəbi üçün bina tikdilər. Burada kiçik yaşlı uşaqlar səs-səsə verib sabirin məktəb şərqisini oxuyurdular: Məktəb, məktəb, nə dilguşəsən. Cənnət, cənnət desəm cəzasan. Şadam, şadam təfəründən Əlan, əlan gözəl binasan.
Anonymous
LƏNKƏRANDA AÇILAN BİR GÜLLƏNİN BAKIDAKI ƏKS-SƏDALARI Keçmişdə zabitlər (əsasən cavanlar) tapançanın topunda bir güllə saxlayıb lüləni gicgahlarına tuşlayaraq topu fırladıb çaxmağı basmaqla bəxtlərini yoxlayırdılar. Lənkərandakı «Dikaya diviziya»nın qoşun hissəsində Hacı Zeynalabdin Tağıyevin xidmət edən zabit oğlu Məhəmməd də bu yolla bəxtini yoxlayanda tapança açılmış, onu öldürmüşdür. Alay yoldaşlarından bir dəstə zabit cənazəni Bakıya gətirirlər, dəfndən sonra zabitlər geriyə qayıdarkən İmamverdi körpüsündə bir dəstə Qızıl qvardiyaçı matros onları tərk-silah edir. Bu hadisədən «Dikaya diviziya»nın şəhərdəki başçıları bərk narazı qalırlar. 1918-ci ilin əvvəlində Bakıda bir neçə silahlı dəstə vardı: 1) Kommunistlər «Qızıl qvardiya» təşkil etmişdi, 3.500-ə qədər qvardiyaçı silah daşıyırdı. 2) Erməni milli daşnak qvardiyasının dörd min beş yüz piyada və atlı soldatı vardı. 3) Rus-slavyan tayfalarının silahlı dəstələri. 4) Menşevik və eser dəstələri, hərbi donanma matroslarının bir qismi bu dəstəyə daxil idi. Müsavatçılar isə könüllüləri yığıb Lənkəranda «Dikaya diviziya» yaratmışdılar.
Anonymous
Opera teatrı üçün tikilən binanın tarixi çox maraqlıdır. 1910-cu ildə Bakıya məşhur bir xanəndə qadın gəlir, səsinin ahəngi, özünün gözəlliyi, qəşəngliyi ilə Bakı milyonçularının diqqətini cəlb edir, başlarını gicəllədir. Milyonçu Mailov qardaşlarından böyüyü bu xanıma bərk vurulur, ona əlindən gələn «hörməti» edir. Brilyant üzüklər, sırğalar, zərli-zibalı parçalar, libaslar, boyunbağılar, bilərziklər, qolbaqlar bağışlayır. Mailov qardaşları balıq-kürü taciri idilər. Kür qırağında vətəgə icarəyə götürmüşdülər. Balıq-kürü hazırlayan sexləri vardı. Professor S. M. Apresov deyirdi ki, müğənni xanıma vurulan Mailov yekəpər, cüssəli bir kişi idi. Xanəndə xanım gah Birja (Üzeyir Hacıbəyov) küçəsində, gah da ağac və taxtadan tikilmiş «Sirk» binasında, gah da «Qış» klubunda konsert verirdi. Böyük də müvəffəqiyyət qazanırdı. Qastrol başa çatanda xanəndə xanımın şərəfinə «Kazino»da təntənəli vida ziyafəti düzəldirlər. Söhbət zamanı xanımdan soruşurlar ki, «bizim şəhərə bir də nə vaxt gələcəksiniz?» Xanım başını bulayıb cavab verir ki, «yəqin ki, heç haçan. Çünki mən sirk və kazino salonlarında oxumağa adət etməmişəm. Sizin bu gözəl, zəngin Bakıda, səxavətli cəngavərlər yaşayan dövlətli şəhərdə münasib bir opera binası yoxdur ki, müğənni istedadını, məharətini nümayiş etdirə bilsin» Mailov xəbər alır: «Xanım, indi hara gedirsiz, nə qədər müddətə?» Müğənni xanım Yaponiyaya qastrola getdiyini və bir ildən sonra qayıdacağını bildirir. Mailov deyir ki, bir ildən sonra bizim şəhərə gəlin, münasib bina hazır olacaq və onu siz açacaqsınız. Razılaşırlar. 115 Mailov opera binasını layihələşdirməyi arxitektor Bayeva tapşırır və deyir ki, bu, Tiflisdəki opera binasına oxşamaqla yanaşı ondan daha gözəl, daha üstün olmalıdır. Hacı Zeynalabdin Tağıyev həmin əhvalatı eşidir və Mailova rast gələndə, söhbət əsnasında teatr binasının tikilməsini xəbər alır. Mailov cavab verir ki, memar Bayev Tiflisdəki opera teatrının çertyojları ilə tanış olub qayıdıb, indi gecə-gündüz bizim layihə üzərində işləyir. Hacı Zeynalabdin deyir ki, ağlım kəsmir, o boyda binanı bir ilə tikib başa çatdırmaq olsun! Mən özüm bənna, sonra da podratçı olmuşam, çox da ev tikmişəm. Hər şeyi bilirəm. Çətin işdi. Mailov gülümsəyib deyir: «Hacı, gəl mərcləşək. Əgər bina bir ilə hazır olmasa, mən onu başa çatdırıb verərəm sənə, olar səninki, xərci məndən. Yox, əgər başa çatdırsam, çəkdiyim xərci sən ödəyərsən, bina qalar mənə». Razılaşırlar. Mailov binanı bir il əvəzinə səkkiz aya tamamlatdırır. Səs bayıra yayılmasın, içəridə qalsın deyə tavana başdan-başa ikiqat qalın məxmər, onun üstündən də keçə döşəyiblər... Mailov xanəndə xanıma teleqram vurur; o da Bakıya gəlir və operanın açılışında iştirak edir və birinci mahnını oxuyur. Şəhərin varlı adamları, musiqi və teatr ustaları açılışda iştirak edirlər. Xanəndə xanım ariyanı qurtaranda başına pul yağır. Səhnə başdan-başa gül-çiçək içində idi. Mailov xanıma çiçəklər və güllər şəklində pullardan - beş yüz manatlıq, yüz manatlıq, əlli manatlıq və iyirmi beş manatlıqdan düzəldilmiş böyük bir çələng göndərir. Bu barədə şəhərdə uzun-uzadı söhbət gedir.
Anonymous
Bir nəfər tanımadığım kişi Əlidən mənə məktub gətirdi. Məzmunu belə idi; 1) Firqə özəklərinin yerini dəyişsinlər. 2) Telefon aparatlarının necə və kimdən alındığını deməyin. 3) Mənə pul çatdırın. Qasım İsmayılovun vasitəsilə. 4) Əliheydər Qarayevə deyin ki, Yusifova inanmasın. O, satqındır; özünü tülkülüyə vurur ki, guya bolşeviklərə kömək edir. 5) Yusifova deyin ki, məndən əl götürsün. 6) Özüm polismeysterlikdə qaradovoyların otağındayam. 7) Ceyran, sən və Bibixanım dalımca gəlməyin! Qoy yoldaşlar mənim üçün əlləşsinlər. Vərəqəni aparıb verdim Əliheydər Qarayevə, Qulu Hüseynov, Musaxanov və başqa yoldaşlar da o kağızı oxudular. Başladılar Əlini axtarmağa. Qarayev parlamanda kəskin, gurultulu çıxış etdi, yoldaşlarımızı həm açıq, həm də gizli yollarla aradan çıxartdıqlarına görə hökuməti günahlandırdı. Musəvi və Haşım Əliyevin öldürülməsindən heç altı ay ötməmiş, indi də Əli Bayramovu oğurlayırsız. Müsavatçılar da iddia etdilər ki, bu provakasiyaçı bolşeviklər hökumət böhranını sürətləndirmək üçün özləri quraşdırıb, çox güman ki, Əli Bayramovu gizlədib, hökumətə şər atırlar. Əli Bayramov günahkardır, üsyançıdır. Hökuməti devirmək istəyib. Taxsırı olan adam cəzalanmalıdır. Əliheydər Qarayev ikinci dəfə daha kəskin çıxış etdi. «Biz Qırmızı Ordu ilə ciddi danışığa girməliyik. Bu hökumət isə bunu bacarmayacaqdır. Sovet Rusiyası ilə danışığa girmək lazımdır».
Anonymous
Mərdəkanda salınan ilk bağlardan biri Muxtarovunku idi. Buraya minlərlə kubmetr münbit qara torpaq daşıyıb tökmüşdülər. Bağ 1890-cı ildə salınmışdı. Münbit torpağı barjlarla gətirib dəniz sahilinə tökmüşdülər və oradan da arabalar və dəvə karvanı ilə bağa daşımışdılar. Bağdakı ağacları, çiçəklik və güllükləri, hovuzları və fəvvarələri gecə-gündüz su ilə təmin etmək üçün beş yerdə sal daş təbəqəsini 40 metr dərinlikdə qazıb xüsusi anbarlar düzəltmişdilər. Bu anbarların hər birisinin eni beş, uzunluğu on metr idi. Buraya güclü su nasosları qoymuşdular, Nasoslar çirklənib xarab olmasın deyə süzgəclər qoyulmuşdu. Yay aylarının cəhənnəm istisində, boğanaqdan yaxa qurtarıb asudə dincəlmək xatirinə qırx metr dərinliyi olan balaca meydançaya pilləkənlə enərdilər, dondurma, meyvə yeyər, şərbət, qəhvə, şərab içərdilər, vaxtlarını xoş keçirərdilər. Bağa qonaq gələn ailələr buradakı şəraitə məftun olardılar. Hovuzların gözəlliyinə heyran qalardılar. Dördkünc hovuzun eni otuz beş, uzunluğu əlli, dərinliyi isə otuz metr idi. Bu hovuzda bəzəkli, naxışlı qayıqlarda seyrə çıxıb şənlənərdilər. Sazəndələr çalar, xanəndələr oxuyardılar. Dördkünc böyük hovuzdan girdə hovuza gecə-gündüz şırıltı sala-sala su axardı. Hovuzların divarları bayır tərəfdən bağ səthindən üç-dörd metr ucalardı; onları sarmaşıq və ətirli bal çiçəyi bəzəyərdi,
Anonymous
Mouret, bu aydınlık içinde, yıllardır birlikte çalıştığı kadınları izliyordu. Bir itişip kakışma, bir hay huydur sürüp gidiyordu. Reyonları adeta yağmalayan müşteriler yavaş yavaş çekiliyorlardı. Kasaların önü kalabalıklaşmış, çil çil altınlar akmaya başlamıştı. Yolunduğunu sanan bazı müşteriler bir yandan bozguna uğramış gibi homurdanırken, bir yandan da, arzularını engelleyemeyip otel köşelerinde zevklerini tatmin edenler gibi gizli bir utangaçlıkla hallerinden memnun görünüyorlardı. Onları böylesine tüketim düşkünü yapan Mouret idi. Cazip mallar yığması, özel indirimler yapması, iade kolaylıkları sağlaması, özellikle de yaptığı reklamlar kadınları çıldırtıyordu. Annelerin gönlünü de fethetmiş gibiydi ve onlara bir zorbanın hoyratlığıyla hükmediyordu. Yarattığı geçici hevesler yüzünden nice ocaklar sönüyordu. Kadınlar onun yaratıcı düşüncelerine yeni bir dinmiş gibi tapınıyorlardı. İnançları zayıflayan insanlar kiliseleri boşaltıyor, bu mağazalara doluşuyorlardı. İnançsız ruhlar artık bu mağazalarda teselli buluyordu. Kadınlar, eskiden bir kilise köşesinde geçirdikleri boş zamanını şimdi Kadınların Cenneti'nde geçiriyorlardı. Mouret mağazasına kilit vuracak olsa, mutlaka sokaklarda ayaklanma çıkar, ibadet etmeleri yasaklanan rahibelerin isyanı gibi bir şey yaşanırdı.
Émile Zola
Idi od mene, odvratna nemoći, zavaravaš me lažnim slikama rasterećenja, koje nisu čak ni želje.
Meša Selimović (Death and the Dervish)
Ali ta slabost, i taj strah pred neslućenim teškoćama, ta želja da se legne i umre, da se odustane i primi sudbina, ne smiju sad da me zaustave. Nikakav zamor ni klonulost ne mogu me spriječiti da izvršim obavezu. Moram. Idi naprijed, poslije umri.
Meša Selimović (Death and the Dervish)
Bâtın tarihinin ilk lokması; bal, süt ve elma idi. Helva idi ve dahi yağlı kömbe yaparlardı. Ta ki Osmanlı Sultanı Mahmut zamanında Ali ve Veli dedelerin dedelerine, dedelik beratı verildi. Balın, sütün yerini ise kurban aldı. Tarihi gerçekler gösteriyor ki ulu mürşitler her zaman kanlı kurban eylemine karşı çıkmıştır.
Hayri Dede (Hasan Şanlı)
Taş olsam yandım idi. Toprak oldum da dayandım.
Aşık Veysel (Dostlar Beni Hatırlasın)
Nick Makoha’s Kingdom of Gravity (Peepal Tree Press) is a bold and brilliant poetry debut that does not avert its gaze from trauma and atrocity (exploring along the way the brutal rule of Idi Amin and the civil war) and yet is light on its feet and fills you with hope. The Guardian
Jackie Kay
Nick Makoha’s first full-length collection, Kingdom of Gravity (Peepal Tree £8.99), was the 2017 debut which most excited me. Focused on Uganda during the Idi Amin dictatorship, his poetry is charged with ethical sensibility. The lines protest as they sing “the song disturbed by helicopter blades…” but they don’t simplify things: they explore, and complicate. Personal witness and artistry are one. The Guardian
Carol Rumens
India had witnessed the destructive dances of its intelligence organisations during the Emergency regime and the regime that followed. Indian democracy can be as oppressive as the regime of Idi Amin. There is no dearth of evidence to support this statement. Rights of the citizen are more frequently violated even under normal circumstances. A shaky ruler can run amuck and rock the foundation of the country. The present system is not good enough to ensure free democracy and constitutional liberty. Mere government notifications are not good enough to give legal status to the prime intelligence organisations, which have evolved along with the political system of the country and democratic aspirations of the people. If the systemic evolution has made the administrative services and other spheres of national activities accountable to the elected representatives of the people why the most powerful tools of the state machinery should be kept under the wrap of secrecy and the hazards of informality that can be misused and manipulated by a few politicians?
Maloy Krishna Dhar (Open Secrets: The Explosive Memoirs of an Indian Intelligence Officer)
İnsanlar her hususta birkaç gözde seçiyor, geri kalanların kıymetini bilmiyorlardı. Halbuki hayat bir devridaim idi. O beğenmedikleri nesneler de en az beğendikleri kadar elzemdi. Bu âlemdeki her parça, bir başkasını geliştirmek, iyileştirmek, değiştirmek için yaratılmıştı. Ne sivrisinek ateşböceğinden önemsizdi, ne de pirinç altından. Yüca Sarraf, böyle tasarlamıştı kâinatı." - İskender, Elif Şafak
Elif Shafak (Honor)
Marksizmin ilmini sevmez, fakat ruhunu severdi. Asla gerçekleşmiyeceğini bildiği büyük emellerinden biri de bu ruhu o ilmihalden kurtarmaktı: Bir satırını yazmadığı ne eserler tasarlamıştı. Tıptan felsefeye atlayışının sebeplerinden biri bu arzu idi, felsefede kalamayışının sebeplerinden biri de bu iradesizlik.
Peyami Safa (Matmazel Noraliya'nın Koltuğu)
Moynihan, when he was ambassador to the United Nations, produced the same effect when he attacked the Third World. These attacks aroused great admiration here; for example, when he denounced Idi Amin of Uganda as a "racist murderer." The question is not whether Idi Amin is a racist murderer. No doubt the appellation is correct. The question is, what does it mean for Moynihan to make this accusation and for others to applaud his honesty and courage in doing so? Who is Moynihan? He served in four administrations, those of Kennedy, Johnson, Nixon, and Ford - that is to say, administrations that were guilty of racist murder on a scale undreamed of by Idi Amin. Imagine that some minor functionary of the Third Reich had correctly accused someone of being a racist murderer.
Noam Chomsky (On Language)
Caicos kelimesi Türkçe'deki kayıktan geliyor. Adanın adı Türklerin burada bulunduğunu gösteriyor. Küba'nın en meşhur bir bölgesinin adı Matatorcos, yani Türklerin öldüğü yer! Bunun bir felaket sonucunda olduğuna dair bilgiler var. İspanyol gemisi San Agustin 28 Şubat 1596'da Havana'ya geldiğinde mürettebatın 45'i müslüman, bazılarının adları Ramazan, Recep, Yusuf, Ali, Hüseyin idi. Batı Anadolu ve Karadeniz'den gelmişlerdi. Sayfa: 75
Sinan Meydan (Köken: Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2)
Il nostro ultimo incontro ha avuto luogo alla corte di re Idi a Kovir. Ci ero andato per ricevere il compenso per l'uccisione di un'anfisbena che terrorizzava i dintorni. Allora tu e il tuo confratello Zavist avete fatto a gara a chiamarmi 'ciarlatano', 'assurda macchina per uccidere' e, se ben ricordo, 'mangiacarogne'. Alla fine, non solo Idi non mi ha pagato nemmeno un soldo, ma mi ha dato anche dodici ore per lasciare Kovir e, siccome aveva la clessidra guasta, ho fatto appena in tempo. E adesso sostieni di contare sul mio aiuto. Di cosa hai paura, Stregobor? Dici di essere inseguito da un mostro. Se ti raggiungerà, digli che tu i mostri li ami, li proteggi e badi a che nessuno strigo mangiacarogne turbi la loro quiete. Certo, se poi il mostro ti sventrerà e ti divorerà, si dimostrerà terribilmente ingrato.
Andrzej Sapkowski (The Last Wish (The Witcher, #0.5))
Selanik İttihat'ın beşiği idi. (Turkey: A Modern History, s. 161)
Erik-Jan Zürcher (Turkey: A Modern History)
Bog džš. ti je podario drugačiji razum nego tvom ocu, drugačije gledanje i rasudjivanje. Ne ostavljaj neiskorištenima tvoj vid i razum i ne idi putem koji će te zavesti.
Jalal ad-Din Muhammad ar-Rumi (2014 Rumi Wall)