“
Dokunulmasa da,
Görülmese de;
Kalpte yer verilir bazısına, nedensiz.
”
”
Cemal Süreya
“
Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur.
”
”
Barış Bıçakçı (Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra)
“
Yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. "Benim içimdeki çocuk büyümedi. ( Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi!) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim.
”
”
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
“
Karşılık görmemiş duygular bazı ruhlarda kin haline gelir, bende ise öyle olmadı; yoğunlaştı bu duygular içimde, bir yer etti kendine, sonra da oradan hayatıma fışkırdı.
”
”
Honoré de Balzac (Vadideki Zambak)
“
Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi
geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
ağır posta paketini, neyin nesi belirsiz,
telaşlı,sevinçli,kuşkulu açar gibi,
seviyorum seni denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
seviyorum seni "Yaşıyoruz çok şükür!" der gibi.
”
”
Nâzım Hikmet (Şiirler 7 – Son Şiirleri (1959-1963))
“
Kendim için sık sık düşündüğüm bir şeydi bu. Başım ağrısa da iki hap içmeye kalksam, gözüm ilaçların tamamına takılırdı; yüksekten bakarken bazen yer çekerdi beni; ellerimi yıkarken bileklerimin içinde kalınca ve şişkin duran damarlarımdan parmaklarımı alamazdım, delinmesi halinde kanımın bir anda boşalacağını düşünürdüm. Beni engelleyen şeyin ne olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceğim. Galiba kendime yaşamak için bir nedenim yok derken, aslında ölmek için bir nedenimin olmadığını görüyordum. Ben kimdim ki ölecek?
”
”
Ayfer Tunç (Taş-Kağıt-Makas)
“
Ben öyle yerlere varmıştım ki hayalimde bu ayrılmayı bir ihanet saydım gücendim. Hayır benimle başa çıkılmaz beni bırak Günseli. Herkes için öyle hayaller kurdum ki senin için de bir kurmaya başlarsam...
Bak Günseli düşün beni tanıdığın kadarıyla seviyorsun, bir bilsen bilmediklerinin yanında bildiklerin ne kadar az yer tutuyor. Belki ben öyle esaslı bir adamım ki, her şeyimi bilsen aşkın da korkunç olacak ben dayanamayacağım.
Sonra birden suratını asardı. Bunların doğru olmadığını içimde bir yerde biliyorum.
Belki tanıdıkça benden uzaklaşacaksın. Belki ben, tanıdığın kadar bir şeyim. Geride bir şey yoktur ben de kurcalamak istemiyorum altından bir yokluk, bir hiçlik çıkarsa, sen belki dayanırsın buna, fakat ben dayanamam, yaşayamam.
Müsaade edin bana hayattan ayrılıyorum, kendi isteğimle ayrılıyorum.
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
deplasmanda plasebo
allah'ım kaderimde anarşi ve protesto
antidepresanlar ve içi boş bir gardırop
ne de çok yer kaplıyor mesela al pacino
yardımın gerekiyor kadıköy'deyim stop.
allah'ım kaderim bu sentimental ambargo:
alternatif referans potansiyel salvo yok,
sadece klostrofobi, hicran türbülans ve şok;
cariyeler çekilmiş yeraltına cumburlop.
allah'ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
"deplasmandır bu dünya" diyor albino şeyhim
plasebo yutturuyor bana depresif doktor.
allah'ım kaderimden şikayetçi değilim
aksine bahtiyarım evrende bana da rol
verdiğin için şahsen, allah'ım bizler senin
falsolu kullarınız, n'olur bizden razı ol.
”
”
Murat Menteş
“
Görüş sahası ne kadar dar olursa olsun, insan muhayyilesi geniştir. Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kafdağının arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer başkalaşır. Cennetleşir. Şimdi, şu anda düşler veryansın ediyordur uykuların altında. Şu fıkara, şu kahırlı Değirmenoluk köyünde, değişmiş dünyalar yaşanıyordur.
”
”
Yaşar Kemal (İnce Memed)
“
Kendi günlük yaşantılarımız da, kollektif cinneti nasıl savunduğumuzu gösteren basit örneklerle dolu. Hızlı, daha hızlı arabalar imal etmek ve satın almak için milyarlar harcarken, bir yandan da hız limitini denetlemeye ve azaltmaya çalışıyoruz. Yeryüzünde yaşayabileceğimiz bir sürü yer olduğu halde o kadar sıkışıp kaldık ki, ne zaman yürüyüp ne zaman duracağımızı gösteren ışıklara muhtacız.
”
”
Gündüz Vassaf (Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm)
“
Sen yokken, yani sen evde aşk acısıyla, bittikçe altüst edilen bir kum saati gibi damla damla tükenirken, bu insanların hepsi yaşamaya devam ediyorlar. Elektrik faturası yatırıyorlar, sinemaya gidiyorlar, araç muayenesi yaptırıyorlar, kat karşılığı arsa için müteahhitlerle pazarlık ediyorlar, arabalara, dolmuşlara, teknelere, trenlere biniyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar, kavga ediyorlar, ter kokuyorlar, ayakkabı boyatıyorlar... Bir sen yoksun içlerinde ve bunun farkında bile olmuyorlar. Seni bu hale koyan bile onların arasında dolaşıyor, yaşıyor, ediyor ama sen evde oturmuş, dünya durdu sanıyorsun. "Ben çok yoruldum, biraz ara verelim mi?" dediğinde onlar da mola verdi sanıyorsun. Öyle olmuyor ama. Geç kalırlarsa, hayatta yer kalmayacakmış gibi can havliyle sokaklara koşuyorlar, yaşıyorlar. Uzun süre evden çıkmayınca dışarıdaki ademoğlu kalabalığını kabul etmek zor geliyor işte bu yüzden. Önce hepsini yabancılıyorsun, sonra her birini bir zamanlar bir yerlerde tanımışsın da unutmuşsun gibi gelmeye başlıyor. Öyle bakıyorsun yüzlerine tek tek, bir şeyler arar gibi.
”
”
Mahir Ünsal Eriş (Olduğu Kadar Güzeldik)
“
Masumiyet Müzesi, İstanbul'da öpüşecek bir yer bulamayan âşıklara sonsuza kadar açık kalacaktır.
”
”
Orhan Pamuk (The Museum of Innocence)
“
Korkma, aydınlığı bir ucundan da olsa görenlerin işi değil korkmak. Karanlıktaki çocuklar korkar. Biz ne çocuğuz, ne de her yer karanlık.
”
”
Sevgi Soysal (Yenişehir'de Bir Öğle Vakti)
“
Çocuk, ellerini koynuna sokmuş büzülmüştü. Yaşlı adam geldi çocuğun yanma oturdu. Ocağın gür yalımları arkalarına tuhaf gölgeler düşürüyordu. Bu gölgelere bakarak adam, çocuğun kafasından ne geçiyor, anlayabilirdi. Yaşlı adam da uzun zaman bir yerde durmayan, yalımlara göre yer değiştiren gölgelere gözünü dikti.
”
”
Yaşar Kemal (Memed, My Hawk (İnce Memed, #1))
“
Hayatta en büyük düşüncem odur. Her şey yok olsaydı ve bir tek o kalsaydı da ben var olmaya devam ederdim. Her şey yerli yerinde kalsa ve bir tek o yok olsaydı, bütün kainat tümüyle bana yabancı bir yer olurdu.
”
”
Emily Brontë (Wuthering Heights)
“
saat özel yapımdı. özel bir saat yaptırmak inanılmaz ölçüde pahalı olsa da Crowley'nin parası vardı. bu saat dünyadaki yirmi başkentin, ayrıca Bir Başka Yer'in başkentinin saatini gösteriyordu ve orada saat hep aynıydı: Çok Geç.
”
”
Terry Pratchett
“
...Ama hayatımda hiçbir şey için asla mükemmel zaman ya da yer olmadığını gördüm. Yapmak istediğimiz ya da yapmaya korktuğumuz şeyi ertelemek için her zaman bir sebep buluruz; yarına kadar, haftaya, gelecek aya, gelecek yıla kadar...Ta ki sonunda hiçbir şeyi tamamlamayıncaya kadar.
”
”
Syrie James (The Lost Memoirs of Jane Austen)
“
Kişi sevdiğini hep sonradan mı anlar?
Dilegetirişin çifteanlamlılığı (Türkçenin bazen inanılmaz olan bağlantısallığı) da yerli yerindeydi:
"Sevdiği'ni" / "Sevdiğini"
Seni de, seni sevdiğimi de , sonradan anlamıştım; sen de, şimdi, gitmiş olduğundan, bu anlamanın da hiçbir önemi kalmamıştı artık.
Bir yitim, bir hiçlik, bir boşluk daha bulmuştum, işte bu anlamla-
Bunu hemen yazmam gerektiğini düşündüm.
Geri döndüm, yazdım.
”
”
Oruç Aruoba (ile)
“
Böyle korkunç olaylar bazen insanların da başına gelebilir. Üstesinden gelemediği çelişkilerle baş başa kalan insan, moral bakımından derinden derine sarsılır ama bunu kimseye söyleyemez, çünkü kimse ona yardım edemez. Bu korkunç bir yer kayması gibidir, tehlikeyi görürsünüz, ama bir şey yapamazsınız.
”
”
Chingiz Aitmatov (The Day Lasts More than a Hundred Years)
“
Hiçbiri de demiyor ki: “Seni çok beğeniyorum, seninle flört etmek istiyorum. Bu işe başlamak ve bu konuyu konuşmak için, en iyi yer şık bir restoran, gelmek ister misin?” “Güzel bir gece geçirdik, bu gece seninle birlikte olmak istiyorum, eğer sen de istiyorsan eve gidelim, ya sana ya bana, hangisi uygunsa.” Böyle deseler sanki bir şeyler yıkılacak... Adamın kötü duyguları açığa çıkmış olacak. (Bu duygular neden kötü olsun?) Kadını kahve, plak gibi masum şeylerle çağırmazsa, kadın da bu sözlere kanmış da gitmiş gibi yapmazsa, kadının onuru kırılacak. (Bunun onurla ne ilgisi var, bu bir arzu meselesidir yalnızca.)
”
”
Duygu Asena (Kadının Adı Yok)
“
Ünlü fıkra gelir aklıma: Kendini yem sanıp tavuk görünce kaçacak yer arayan adamı iyileştirmişler. Taburcu olurken “İyileştim Doktor, demiş. Ben biliyorum yem olmadığımı da, tavuk da biliyor mu acaba?” Evet, biz biliyorduk polisin bize dokunmayacağını da... polisin bilmediği kötü biçimde çıktı ortaya sonradan!
”
”
Vedat Türkali (Komünist)
“
Kış zamanı, dostum; birkaç ekmek al; sessiz sakin bir yer bul ve kuşları besle ve bu hareketin için onların şen şarkılarından başka da bir ödül isteme!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Burası da tüm iyi ailelerde olduğu gibi anarşi ve tiranlığın bir karışımıdır, demokrasiye yer yoktur.
”
”
Robert A. Heinlein (Stranger in a Strange Land)
“
Keşke bütün eşyalar yer değiştirmiş, sesler kısılmış, yemek zamanları değişmiş olsaydı da bu her şeyin her zamanki yerindeliğine bile karşı gelen hava olmasaydı.
”
”
Anonymous
“
Ve Kayra içinde keşfettiği bu yetenekle kendini, sihirbazın numaralarının gerçek yüzlerini bilen ve eğlenemeyen bir çocuk gibi hissediyor. Onu güldürmeye çalışan palyaçonun makyajının altındaki acıları fark edebildiğinden gülemeyen bir çocuğa benziyor... Hayatın kulislerinde gezdiği için sahneden nefret eden biri gibi. Uzaktan bakabilmek olup bitenlere, onu yaşayan değil, var olan değil, gören ve iğrenen hale getiriyor. Belli bir süre sonra iğrenmenin yerini duygusuzluk ve kayıtsızlık alıyor. Dünya üzerinde oynanan gündelik hayat oyununun kurallarını, onlara uymayacak kadar iyi tanıyor. Kadınları öperken gözlerini kapatmıyor. Bir usturayla kolunun üzerine yazı yazarken acı duymuyor, çünkü o anlarda kendini başkasının vücudundaymış gibi seyretmekle meşgul oluyor. Var olan her şeye uzaktan bakabildiği için hiçbirinin sihrine kapılamıyor. Ve gözleri gördüğü için hayatın arkasını, dünyanın o kadar da iyi tasarlanmış bir yer olmadığını biliyor.
”
”
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
“
anlamıştım ki dünya paylaşılmış. kimin hangi parçayı elinde tuttuğu, onunla ilgili ne bildiği ve tuttuğunun ne değerde olduğu diğerlerine malum değildi. kulak duyduğuyla mamur, göz gördüğüyle mağrur, beden gidebildiği yer ve gerilebildiği kadarıyla mağmumdu. parça parça olan ülkeler, nehirler değil,ayrı olan diller değildi. o kalın çizgiler, kahverengi yükseklikler ve sınırlar coğrafi haritaya ait değildi. her şey böyle aşikar değildi. her ruhun vatanı var, onu bulmak veoraya ne kadar çorak veuzak olsa da gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. bu yolculuğa çıkmak zorunda, kendi vatanında ölmek zorunda. ölebilmek zorunda. ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. tamam da, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? ölebilmek için yaşanacak. yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak.
”
”
Şule Gürbüz (Öyle miymiş?)
“
Hepimizin böyle çöküp gitmesi, dünyanın kurgusunun çöküş ve yitim üzerine kurulu olmasından. Bizim varlığımız o prensibin gölgesinden başka bir şey değil. Rüzgâr eser. Hırçın rüzgârlar da vardır, insanın ruhunu okşayan rüzgârlar da. Fakat tüm rüzgârlar, gün gelir yitip gider. Rüzgâr cisim değildir. Havanın yer değiştirmesine verilen genel bir addır yalnızca. Kulak ver, bu metaforu anlamaya çalış.
”
”
Sahilde Kafka, Haruki Murakami
“
dur ruth,
aşkın karanlık yüzünde dur, öylece.
hep.
böyle dursun aşk her zaman hayatında.
karanlık yüzünde dur aşkın,
sus. tamamı buydu, de.
bütün yavanlığıyla süren insanların
kuytularında kal. orda kal.
unut ruth,
unut sen
ben sürdürürüm kalan kısmını, hattın bu ucunu
kervanlar ve sahrayla
kendime de sana da ağlarım.
sen sus ruth, sen konuşma,
sen yavan hayata katıl
orda sürdür mutsuzluğunu.
sahra nasılsa geçeceğin yer değil.
ah, ruth, hâlâ sevgili ruth,
ortalıkta dönen yalanlarını hissettim, hep.
isteseydim kolayca ortaya çıkardı.
istemedim. senin kendinden kaçırdığın şeyleri
ben nasıl ortaya koyardım!
sen kendini kandırıyordun,
seyircin oldum
yalanlarını oynayışını seyrettim.
son âna dek.
kendini ikna ettiysen beni de ikna et
istedim.
ruth, mutsuz meleğim.
sen inandırmakla, inandırmamak arasındaki
o siyah noktada durdun.
bunun adı işte: zulümdü.
bu zulümde sen beni bütün uçlarımdan çarmıha gerdin.
ben bütün uçlarımı kanatarak kopardım kendimi ordan.
tekrar tekrar,
tekrar tekrar kanattım ruth,
senin istediğinden fazla kanattım kendimi.
kendimi kendi zulmümde tuttum, orda kaldım.
onu çektim.
yapmasa mıydım ruth?
bunun cevabı artık anlamsız.
ben zaten ruth, bana gelecek olan o zulmü gördüm.
sendekini, sendekileri.
bendeki tamamlanmadı henüz.
son sözü benim söylemem neyi değiştirdi?
hiçbir şeyi.
bir çocuğun, senin çocuğunun ruth, kendini
kandırmasından başka neyi ifade eder bu?
hiçbir şeyi.
benim son sözü söylemem, bendekileri,
hâlâ bende kalanları
sana eksik gelenleri,
hâlâ söylenecek olanları bitiriyor mu?
hayır.
senin eksik kalanlarını, bana söyleyeceklerini
tamamlıyor mu?
hayır, ruth
eksik kalanlar çoğalıyor aramızda.
şimdi, bende kalan boşluğu doldurmak üzere
borçlu değil misin-kendi mutsuzluğunu da
benim mutsuzluğumu da borçlu değil misin bana?
ama bırak öyle kalsın.
insanın yüreğinden geçmeyen borçlar ödenmezler.
sen ruth, sevgilim ruth,
hattın öbür ucundaki derin sessizlik!
sus. istediğin kadar sus artık. öyle kal.
kervanları ben yalnız geçiririm sahradan
sen yalan hayatını sula.
aşksız hayatın kenarında dur.
sana verilecekleri bekle.
tamamı buydu, böyle de.
ama ruth, ben,
benim söylediklerime,
benim çığlıklarıma inanmayanların söylediklerine,
onların çığlıklarına artık inanmayacağım.
söz ruth.
bana en yakın uzaklık sendin.
bir tek sen duydun çığlıklarımı,
artık ruth,
senin söylediğin hiçbir şeye inanmayacağım
”
”
Birhan Keskin
“
Tanrı yardımcın olsun ihtiyar adam, düşüncelerinle içinde bir mahluk yaratmışsın. Derin derin düşünerek bir Prometheus'a dönüşenin yüreğini sonsuza dek bir akbaba yer ve o akbaba da bizzat yarattığı mahluktur.
”
”
Herman Melville (Moby Dick (French Edition))
“
aramızda ancak bir beğeni ayrımı olsaydı tedirgin etmeyecektim sizi. ama her şey sizin yeteneğiniz varmış da benim yokmuş gibisine akıp gidiyor. amerikanvari hazırlanmış ıstakozu sevip sevmemekte özgürüm, ama insanları sevmiyorsam bir zavallıyım ve günışığında bana yer yok. onlar hayatın anlamını kendi tekellerine aldılar. umarım ki
söylemek istediğimi anlıyorsunuz. üstünde: insancıl olmayan buraya giremez yazılı kapıları otuz üç yıldır zorluyorum işte. giriştiğim her şeyi bırakmak zorunda kaldım. seçmek gerekiyordu: ya uyumsuz ve mahkûm edilmiş bir girişimi, ya da er-geç onların çıkarına yönelmesi gereken bir girişimi.
”
”
Jean-Paul Sartre
“
O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim.
”
”
Stefan Zweig (Olağanüstü Bir Gece)
“
İnsan denilen yaratığın zihninde yer etmiş olan; kendi renginin, inancının ve siyasetinin en doğrusu, en iyisi olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış diğer tüm insanların kendisinden daha talihsiz konumlara sahip olduğuna inanmasını sağlayan o yaygın dar görüşlülük, Ruth’da da vardı. Eski çağlarda kadın olarak yaratılmadıkları için Yahudilerin Tanrı’larına şükretmesini sağlayan, modern dönemdeyse başka tanrıların yerine yeni bir tanrı koymak için misyonerleri dünyanın en ücra köşelerine gönderen şey, işte bu dar görüşlülüktü. Ruth’un hayatın farklı bir köşesinden gelmiş bu adama biçim verip, kendi köşesinde yaşayan adamlara benzetme arzusu da yine aynı dar görüşlülükten kaynaklanıyordu.
”
”
Jack London (Martin Eden)
“
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar
sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar
bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar
Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar
el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
”
”
Turgut Uyar
“
Külək hələ də addımlığındadı. Mümkündü ki, o da sığınmağa yer axtarır, yaxud sənin dalınca düşərək nəsə deməyə çalışır. Sən isə onu nə dinləyir, nə görmək istəyirsən, çöldə qoyub qapını bərk bağlayırsan. O da üşüyə-üşüyə elə hey qapını döyür.
”
”
Fuad Isayev (Od adamların nəğməsi)
“
Cem töreni Aleviliğin en temel ibadet biçimidir. Cem törenlerinde pir ile ana yan yana oturur. Hatta dede olmadığı zamanlarda ana cem törenini yürütür. Cem törenlerinde görev alan tek kadın ana değildir. Cem töreni boyunca cemin yapılmasından sorumlu olan ve cem hizmetlerini gören görevliler vardır. Kadınlar bu görevliler arasında da yer alır. Ancak cemde analık makamı ve cem törenlerinde kadınların görev alması gibi birçok pratik günümüzde ne yazık ki yeterince uygulanmamakta, unutturulmaya çalışılmaktadır.
”
”
Gülfer Akkaya
“
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
”
”
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
“
Pek çok eski Fransız tüccarı doğayla, özellikle de suyla öyle düşmanca ilişkiler içindeymiş ki isim verdikleri her şey kasvetlerini taşıyordu: bütün hoş tatil yerlerinin adları Fransızcadan Ölümün Kapısı, Dalgaların Mezarı ya da Şeytanın Gölü olarak çevrilmişti.
”
”
Lorrie Moore (A Gate at the Stairs)
“
Vicdan azabı içerisinde bağışlanmayı düşündü. İyi de, kimden? Hangi Tanrı'dan? O bir zamanlar inandığı bir mitken, mit olduklarını hissettiğim inançlara dönüşmüşlerdi.
Bu "Deniz" bu da "İnsan", deniz gerçek ve İnsan Denizin gerçek olduğuna inanıyor. Sonra başını başka tarafa; Denizden öteye çeviriyor İnsan ve her yer Kara. Yürüyor, yürüyor her yer uçsuz bucaksız Kara. Bir yıl, beş yıl, on yıl geçiyor Deniz'i hiç göremiyor. Denize ne oldu, diye soruyor kendine. Geride kaldı, diye yanıtlıyor İnsan, hafızamda saklı. Deniz bir mit. Hiç yoktu! Ama Deniz vardı! Deniz kıyısında doğdun ey İnsan! Yüzdün o Denizin sularında! Doyurdu, huzur verdi sana. Büyüleyici uzaklıkları ile düşleri besledi.
Hayır belki de Deniz hiç olmadı. Düş gördü İnsan, olmasını diledi sadece, baksana Karada yürüyor yıllardır. Gördü mü bir birikinti dahi. Denizi göremeyecek artık İnsan. Bir zamanlar var olduğunu sandığı o mit.
Ama diyor İnsan gülümseyerek, hala Denizin tuzu ağzında: Binlerce Karayolu dahi olsa da kafam karışmaz çünkü yüreğimdeki kan o harikulade kaynağına; Denize, geri dönecektir."
│ John Fante - Toza Sor
”
”
John Fante (Ask the Dust (The Saga of Arturo Bandini, #3))
“
Önerme şudur: Beyin, sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir, üretici değil. Her insan, her an kendi başına gelenleri anımsamak ve evrenin her yerinde olan her şeyi algıama yeteneğine sahiptir. Beyin ve sinir sisteminin işlevi büyük oranda yararsız ve ilgisiz bu bilgi kütlesinin her yeri kaplamasından ve kafamızı karıştırmasından bizi korumaktadır, bunu da doğal olarak her an anımsayacağımız veya algılayacağımız şeylerin çoğunu dışarıda bırakarak ve uygulamada yararlı olabilecek görünenlere özel bir seçim sonucu çok az yer açarak yapar.
”
”
Aldous Huxley (The Doors of Perception & Heaven and Hell)
“
Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havaalanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbirşey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir.
”
”
John Perkins (Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları)
“
Her şey kafamın içinde birbirine karışmıştı. Dünyanın yönetimini ele aldık mı, çünkü bir gün bakarsın bizler yönetiriz dünyayı, biz fazlasıyla yetersizler, o zaman fazlasıyla yetersiz olalım istemezdim, bizimle bu dünyada yer alacakların da, bu tığ örgü masa örtülerinin, likörlerin, sağda solda duran bu hırpalanmış ağaçların, evlerdeki bu kokunun, bir kavşağı bir kavşağa güçlükle bağlayan bu caddelerin, bu kötü kâğıt kokan hastalık raporlarının, bu resmî okulların ve KENDİLERİYLE EŞİT OLDUĞUMUZ DÜŞÜNCESİNİ UYANDIRMAK İÇİN YUKARIDAKİLERİN BİZLERİ BUYUR ETTİKLERİ TUVALETLERİN.
”
”
Ingeborg Bachmann (The Thirtieth Year: Stories)
“
Görüyor musun Sadullah Efendi, gün burada bitmiyor, bir yere gitmiyor, sabahtan beri hala sabah, sabah dokuz buçuktan çıkamadık, geçmiyor Sadullah Efendi, zaman üstümüze yapıştı, aktığı yerde kaldı, ne kadar ağır ve yapışkan, ne kadar ezici ve kahverengi, küspe kokusuna bak, erkenden evlerine kapanan ahaliye bak, şu bisikletin zincirine bak, gökyüzüne bak, şu okunan uyduruk ezana bak, şu kadının yürüyüşüne bak, havadaki zerrelere bak, üstümüze yapışanlara bak, toz kokusuna bak, her yer gri ve sarı Sadullah Efendi, burada da ölmedik ya, Allah korusun ölmezlerden mi olduk, sonsuzluk, Allah korusun böyle bir sabitlikte durmak mı yoksa?
”
”
Şule Gürbüz (Coşkuyla Ölmek)
“
– Sadece geceleri sokağa çıkıyormuş diyorlar. Peki, anlayabilir misiniz, neden? Evin bulunduğu yer geceleri hiç tekin değilken...
– Onun için asıl tekin olmayan gündüzler... çıplak gözle görünebileceği haller.
– Çirkin ya da sakat mıymış? Görünmesini istemediği bir hali mi varmış?
– Hayır. Sadece üzgünmüş ... çok üzgün.
”
”
Mine Söğüt (Deli Kadın Hikâyeleri)
“
Anlıyorsun değil mi, ateşli mektuplarım, ateşli çağrılarım, ateşli tutkularım, yanmış ellerimle kağıda döktüğüm bütün bir yangın -en çok korktuğum şey, bütün bunların bir parça yanmış kağıda dönüşebilme olasılığı. Dünyadaki tüm kağıtlar sonunda ya kömürleşmiştir ya da suda yumuşamıştır, çünkü ateşin üstüne hep suları püskürtür.
Malina: Eskiler, aptal biri için, onun kalbi yoktur, derlerdi. Aklın ve zekanın bulunduğu yer diye kalbi göstermişlerdi.
Kalbini her şeye açmak, tüm söylevlerini ve mektuplarını ateşe boğmak zorunda değilsin.
Ama ne kadar çok insanın yalnızca kafası var ve kafasından çok hiçbir şeyi yok, bir bilsen! Ve onların kalpleri yok.
”
”
Ingeborg Bachmann (Malina)
“
Bu niteliklerin başında, gerek sermaye sınıfının, gerekse işçi sınıfının "azgelişmişliği" yer alır. Bu "azgelişmişlik" iki önemli sonuç vermektedir: Birincisi, her iki sınıf da, Batı'da olduğu gibi, uzun savaşımlardan sonra değil, devlet desteğiyle kısa zamanda geliştiklerinden, Batı'daki benzerlerinin bilincinden yoksundurlar.
”
”
Emre Kongar (21. Yüzyılda Türkiye: 2000'li Yıllarda Türkiye'nin Toplumsal Yapısı)
“
Henüz yerli gelenekleri bilmiyorsunuz.Türk mahallesinde karşılaşmış olsaydık,birlikte dolaşabilirdik:Türkler ayrı bir dünyada yaşıyorlar;kadınlara karşı tutumları da bizimkinden o kadar farklı ki Hıristiyanlara göre neyin uygun neyin uygun olmadığını anlamaları güçtür.Onlara her şeyin uygunsuz gibi göründüğünü düşünüyorum.Türk evlerinin önünden geçerek sizinle seve seve dolaşmak isterdim.Ama burada kentin merkezinde bu olanaksız.Rumlar,Ermeniler ve Bulgarlar bu mahallede oturuyorlar.Sıkılıyorlar,tüm yaşamları da ev işlerini görmekle ve çok kötü niyetli bir merak duygusu içinde geçiyor.Bunlar ne isanlarla konuşmayı bilirler ne de en ufak bir ideal beslerler;bu yüzden de en ufak bir şeyi kendilerince yorumlarlar.
”
”
Konstantin Leontiev (Mısır Güvercini)
“
Ayaklanıp isyan edememiş olsalar da, kendi yaşam alanlarında işbirliği yapmayan ve kamusal yaşamda yer almayı reddeden az sayıdaki insanın diğerlerinden farkları neydi? … Katılmayı reddeden ve bu nedenle çoğunluk tarafından sorumsuzlukla suçlanan insanlar, kendi başlarına karar verebilme cesaretini göstermiş olanlardı. Bunların böyle davranmayı becerebilmelerinin nedeni, daha iyi bir değerler sistemine sahip olmaları ya da düşüncelerinde ve bilinçlerinde hala eski adalet ve adaletsizlik ölçülerinin köklü bir biçimde yer alması değildi. Bence olay, bu insanların vicdanlarının, deyim yerindeyse otomatiğe bağlanmamış olmasıydı: Yani bunlar doğuştan getirildiği varsayılan ya da sonradan edinildiğine inanılan, her derde deva hazır reçeteler ya da kurallar bütününe göre davranmamışlardı. Bence işbirliği yapmayanların başka bir kriteri vardı: Bunlar söz konusu yok etme sürecine katıldıklarında, hangi ölçüde kendileriyle barış içinde yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih etmişlerdi. Dünya onların bu davranışlarıyla olumlu yönde değişeceği için değil, sadece bu şekilde kendileri olarak yaşamaya devam edebilecekleri için yapmışlardı bu tercihi. İşbirliğine zorlandıkları durumlarda da ölümü tercih etmişlerdi. Daha açık ifade etmek gerekirse, “Öldürmeyiniz” emrine gözü kapalı bir biçimde itaat ettikleri için değil, bir katille –yani kendileriyle- birlikte yaşamak istemedikleri için öldürmeyi reddetmişlerdi.
”
”
Hannah Arendt
“
Ukrayna'nın benim yurdum olduğunu kim söylüyor? Kim, ne adına orayı bana yurt olarak vermiş? Ruhumu okşayan, beni sevgiyle kucaklayan her yer ya da her şey benim yurdumdur. Benim yurdum, varlığım her şeyim sensin. Yaşadığım sürece de sen olacaksın. Hangi Kazak gelip beni senden koparabilecek göreceğiz. Yeni yurdum için her şeyi terk etmeye, yok etmeye hazırım!
”
”
Nikolai Gogol (Taras Bulba)
“
Ahmaklar seks, kan ve para ister. Onlara gerçek kan vermeyiz... tabii alev yutan ya da bıçak atanlardan biri korkunç bir hata yapmadığı sürece. Onlara para da vermeyiz; sadece kazanma umudu sunarız ve bu sırada ceplerindeki parayı azar azar alırız. Onlara gerçek seks de sunmayız. Peki neden her on müşteriden yedisi ekstra sürprize bilet alır? Bir hatunu çıplak görmek için -ve sadece bakmanın karşılığında iki onluk kazanma şansı olduğundan- oysa muhtemelen evlerinde en az bizimki kadar, belki daha da güzel ve üstelik istediklerinde çıplak görebilecekleri bir tane vardır. Onlar çıplak bir kadın da görmez, para da kazanmazlar; buna rağmen onları evlerine mutlu bir şekilde yollarız. Ahmaklar başka ne ister? Gizem! Öyle olmadığını gayet iyi bilmesine rağmen dünyanın romantik bir yer olduğunu düşünmek isterler.
”
”
Robert A. Heinlein (Stranger in a Strange Land)
“
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.
”
”
Cemil Meriç
“
Benim dünyam olan bu yer neresi ? Ruhum hangi karanlıkları barındırıyor ? Aydınlıkta, derimi siyah görüyorum; karanlıkta ise söküp atamadığım bu hiddetin sıcaklığı ile bembeyaz parlıyor. Bu yeri ya da bu yaşamı terk edip gidecek cesareti mi, yoksa benim ve ırkımın dünyası olan bu yanlışlığa açıkça karşı duracak cüreti mi bulmalıyım ? İnandıklarıma ve değerli inancın doğruluk olduğuna ters düşmeyen bir varoluş mu aramalı ?
”
”
Zaknafein Do'Urden
“
Evrensel inançları yetkin bir biçimde meydan okuyan antik kitaplardan biri Eukleides'in Geometri'nin Temelleri kitabıdır; kitap, yazarından bağımsız olarak zaman, mekân ve koşullara bağlı her şeyin açıkça tanımlanabileceğinin bizzat kanıtıdır. Kitapta yer alan konuların tümü günümüzde de güncelliğini korumaktadır, bu kitap başka biri tarafından yazılması ya da yazarının bilinmemesi durumunda bile güncelliğini sürdürecekti.
”
”
Thomas Paine (The Age of Reason)
“
Genel olarak, bir toprak parçası üzerinde ilk oturma hakkı tanımak için aşağıdaki koşulların bulunması gerekir: Önce, bu toprakta o zamana kadar kimsenin oturmamış olması, sonra bir kimsenin yalnız geçimine yetecek kadar yer tutmuş olması; son olarak da bu toprağın boş bir törenle değil, (yasal kanıt bulunmadığı zaman başkasının saymak zorunda olduğu tek sahiplik belirtisi olan) çalışma ve ekip biçmeyle elde tutulmuş olması gerekir.
”
”
Jean-Jacques Rousseau (Toplumsal Sözleşme veya Siyasal Hukukun Prensipleri)
“
Opera'daki Hayalet gerçekten vardı. Uzun süre inanıldığı gibi, opera sanatçılarının hayallerinin bir ürünü, menajerlerin ortaya attığı bir hurafe ya da genç balerinlerin, onların annelerinin, yer göstericilerin, vestiyer görevlilerinin veya odacıların kolay etkilenen ve mantıksız beyinlerinin mantıksız uydurması değildi. Evet, kanlı canlı vardı, tam bir hayalet gibi görünse de, aslında sadece hayalet görünümünün altında gizleniyordu.
Sayfa:7
”
”
Gaston Leroux (Operadaki Hayalet)
“
Bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüşür. Orada bulunduğumuz ve her şey gözümüzün önünde olduğu sürece, tesadüfi ya da kalıcı şeylere hemen hemen aynı önemi atfederiz, gereksiz ayrıntılar ancak çok sonra silinir gider. Belleğimizde sadece hatırlamaya değer olanlar kalır; öyle olmasaydı, hayatımızın tek bir yılına bile korkmadan, gözümüz kararmadan bakamazdık!
”
”
Hermann Hesse (Ağaçlar)
“
Dua etmek, ilanı aşk etmek demekti. Yaradan'a olan sevdanı açık etmek. Aşkta korkuya yer yoktu, ya da çıkarcılığa. İnsan ki kâinatın gayesiydi, kıymetli ve kadimdi, ona hiçbir şey haram değildi. Öyleyse insan ne kaynayan kazanlardan çekinmeli, ne huriler beklemeliydi; çünkü cennet de cehennem de, azap da seda da yarın değil, şimdi; uzaklarda değil, buradaydı. 'Allah'tan korkmaya daha ne kadar devam edeceksiniz?' diyordu. 'O'nu sevmek varken?' - Ustam ve Ben
”
”
Elif Shafak
“
Tüketiciler ürün alırken ürünlerin temel faydalarına ek olarak, aynı etkiye sahip olacak kadar bu ürünlerin sembolik anlamlarına da ihtiyaçları olduğunu görürler. Sembollerin müşterilerin hayatında büyük bir yer kaplaması, markaların sosyal sembolik anlamlarının önemini ortaya çıkarmaya başladı. Markalar üzerinden kendi öz kimliğini belirlemeye ya da belirli bir sosyal topluluk içerisinde aidiyet hissetmeye çalışan tüketici, markaları faydalı bir araç olarak görür.
”
”
Anonymous
“
Nasıl bir dünya yaratmaya çalıştığımızı anlamaya başlıyor musun? Yaşamanın amacını zevk kabul eden aptal ütopyacıların tam tersi bir yer... Korkunun, acının, işkencenin dünyası. Kendini geliştirdikçe daha da acımasızlaşan bir yer... Dünyamızdaki gelişme, acıya doğru ilerleyen bir gelişme olacaktır. Eski uygarlıklar, sevgi ve adalet üzerine kurulduklarını ileri sürerlerdi. Bizimki nefret üzerine kurulu. Bizim dünyamızda korku, kin ve övünmeden başka duygulara yer yok.
”
”
Anonymous
“
Dark, cenneti keşfedilecek bir yer olarak görmüyordu. İnsanı oraya götürecek haritalar yoktu, insanı o ülkenin kıyılarına götürecek denizcilik araçları da bulunmuyordu. O ülke daha çok insanın kendi içindeydi: insanın günün birinde burada ve şimdi yaratabileceği bir öte düşüncesi. Çünkü ütopya hiçbir yerdeydi; hatta Dark'ın açıkladığı gibi o "sözcük"te bile yoktu. Ve eğer insan bu hayal edilmiş yeri yaratabilecekse bu ancak onu kendi elleriyle inşa etmesiyle mümkündü.
”
”
Paul Auster
“
... Ame eğer bizi diğer hayvanlardan daha yüksek bir noktaya yerleştiren, bir taraftan da insan olma sıfatıyla her birimizi diğeriyle eşit tutan üstün ahlaki konumun kaynağını keşfetmek istiyorsak, insan doğasının kendi türümüzün tipik özelliği olmakla kalmayıp, yalnızca insana özgü olan nitelikleri hakkında daha fazla bilgi edinmemiz gerekir. Ancak bunu yaptıktan sonra, gelecekte biyoteknoloji alanında yer alacak gelişmelere karşı en fazla neyi korumamız gerektiğini anlayabileceğiz.
”
”
Francis Fukuyama
“
İktidar (ya da onun yerini almış olan şey) artık Üniversiteye inanmamaktadır. Sonuç olarak bu kurumu belli bir yaş grubuna ait insanı bakım ve gözaltında bulundurduğu bir yer olarak görmektedir. Aralarında bir seçim yapmaya kalkışmasının bir anlamı yoktur çünkü iktidar seçkinlerini başka yerlerden seçmekte ya da başka şekilde arayıp bulmaktadır. Diplomalar artık bir işe yaramadığından, dağıtmayı reddetmesinin bir anlamı yoktur. Bu yüzden sistem artık herkese bir diploma vermeye hazırdır.
”
”
Jean Baudrillard (Simulacra and Simulation)
“
Mrs. Brown: Sesin bugüne kadar hayatımda duyduğum en güzel ses, Antonio. Benim sesim ise kasvetli ve boğuk. Pek çok tonunu artık yitirmiş. Bir defa da benim için şarkı söyler misin, Antonio?
Antonio: Evet, Mrs. Brown.
Mrs. Brown: O zaman şunu da sormak istiyorum sana: Gece ağları atmak üzere denize açıldığında, teknen de bana da bir yer var mı?
Antonio: Evet, Mrs. Brown.
Mrs. Brown: Ama henüz çok geç sayılmaz, değil mi, Antonio? Biz geri gelirken rüzgâr döner mi dersin? Barda, herkesin gözleri önünde bütün kadehleri kıracağıma, kırılan kadehlerin ses çıkaracağına ve sonra sana döneceğime inanıyor musun?
Antonio: Evet, Mrs. Brown.
Mrs. Brown: Çıplak ayaklarım yanacak mı? Yüzümü senin gömleğine, tuza, balıkların pullarına gömdüğümde gözyaşlarım akacak mı? Gözyaşlarım akarken dans edebilecek miyim?
Antonio: Evet, Mrs. Brown.
Mrs. Brown: Peki şarkı söyleyebilecek miyim? Yeniden şarkı söyleyip eski sesimle konuşabileceğim, değil mi Antonio?
Antonio: Hayır, Mrs. Brown!
Hayır, Mrs. Brown!
”
”
Ingeborg Bachmann (Three Radio Plays: A Deal in Dreams; The Cicadas; The Good God of Manhattan)
“
Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünya da bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir de bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda hep kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabiî bu arada sizler de boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık; kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik(sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız dâvalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi(siz) kötü(biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
Unilever Hindistan’da yeni bir şampuan çıkarmaya hazırlandığı sırada, canı sıkılan muzır işçinin biri etiketin üzerine, nereden aklına estiyse, tutar X9 Faktörü içermektedir diye yazar. Bu son dakika ilavesi Unilever’in gözünden kaçar ve kısa sürede etiketinde bu ibareyi taşıyan milyonlarca şampuan şişesi mağazalara sevk edilir. Onca şampuanı toplamak çok pahalıya mal olacağından, Unilever işi oluruna bırakır. Altı ay kadar sonra mağazalardaki şampuan tükenince şirket “X9 Faktörü” ibaresinin yer almadığı yeni etiketler bastırır. Fakat çok geçmeden müşterilerden öfke dolu e-postalar yağmaya başlar. Müşterilerin hiçbirinin X9 Faktörü’nün ne olduğu konusunda bir fikri yoktur, ama Unilever’in bu özelliği kaldırmaya cüret etmesi onları kızdırmıştır. Aslında insanların çoğu şampuanın artık işe yaramadığını, saçlarının parlaklığını yitirdiğini iddia etmektedir ve bunun suçunu müstesna X9 Faktörü’nün çıkarılmasında bulmaktadır. Bu olay, bir marka ne kadar gizem ve entrika barındırırsa, bizlere o kadar çekici geldiğini gösteriyor.
”
”
Martin Lindstrom (Buyology: Truth and Lies About Why We Buy)
“
- Az mı buluyorusunuz intiharları?
- Hem de çok az.
- İnsanları kendilerini öldürmekten alıkoyan ne sizce?
- Henüz... tam bilmiyorum... iki boş inanç alıkoyuyor sanki, iki şey; yalnızca iki şey; bunlardan biri çok küçük, öbürü çok büyük, yalnız küçük olan da çok büyük.
- Küçüğü ne?
- Acı.
- Acı mı? Bu olayda bu kadar önemli olabilecek bir şey mi acı?
- Birinci derecede önemlidir.
İki tür intihar vardır: Bir büyük bir acı ya da öfkenin etkisiyle intihar edenler; iki çıldırıp intihar edenler. Bunlar aniden bitirirler işlerini. Acıyı pek düşünmezler. Birdenbire biter her şey. Ama bu işi bir de aklı başında, bilinçli olarak yapanlar vardır... bunlar çok düşünür.
...
- Acı çekmeden ölmenin hiç yolu yok mu?
- Kocaman bir ev büyüklüğünde bir kaya düşünün; dedi - Kaya havada asılı duruyor ve siz onun tam altındasınız. Bu kaya üzerinize... başınızın üzerine düşse... acı duyar mısınız?
- Ev büyüklüğünde bir kaya mı? Korkunç bir şey olacağı kesin.
- Korku değil sözünü ettiğim acı duyar mıydınız?
- Dağ gibi bir kaya... on binlerce tonluk bir ağırlık... Hiç acı duymazdım heralde.
- Ama kaya üzerinizde asılı durdukça hep dehşet içinde olurdunuz. Bundan korkmayacak kimse yoktur. Dünyanın en büyük bilgini de korkar, en büyük doktoru da. Acı duymayacağını bilmesine karşın herkes yine de ya düşerse diye acıyla kıvranırdı.
- İkinci neden nedir? Büyük olanı?
- Öbür dünya.
- Yani ceza olarak mı?
- Fark etmez. Öbür dünya işte, yalnızca öbür dünya.
- Peki ya öbür dünyaya inanmayan ateistler?
Yine Karşılık vermedi.
- Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan. Herkes için amaç budur.
- Amaç mı? O zaman kim yaşamak ister ki?
- Hiç kimse. - dedi kararlılıkla - Hayat acıdır; hayat korkudur ve insanoğlu mutsuzdur. Bugün yalnızca acı ve korku var. İnsanoğlu hayatı seviyor, çünkü acıyı ve korkuyu seviyor. Buna da uygun yaşıyor. Acı ve korkuya karşılık olarak verilmiştir hayat; hep aldanılan yer burası. Bugünkü insan, o insan değil daha. Ama bir gün o yeni insan gelecek: yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark görmeyen mutlu gururlu, yeni insan. Acıyı ve korkuyu kim alt ederse o Tanrı olacak. Öbür tanrı artık olmayacak.
- O zaman... size göre öbür tanrı var?
- Hayır yok: Ama var da aslında. Taşın kendisinde acı yoktur; Ama taştan duyulan korkuda acı vardır. Acıyı ve korkuyu alt eden Tanrı olur. bu yepyeni bir hayat, yepyeni bir insan demektir, her şeyin yeni olması demektir.
- Yaşamakla yaşamamak arasında bir fark kalmayacağına göre herkes kendini öldürecektir... alın size değişim.
- Bunun bir önemi yok. O aldanmayı öldürecekler. Asıl özgürlüğü, asıl bağımsızlığı isteyen kişi kendini öldürmeye cesaret etmek zorundadır... Kendini öldürmeye cesaret eden kişi aldanmanın da sırrına ermiş demektir. Özgürlükte varılabilecek son noktadır bu; bunun ötesinde hiçbir şey yoktur. kendini öldürmeye cesaret edebilen Tanrı'dır. Bugün herkes bunu yapabilir ve böylece Tanrı'yı yok edebilir, böylece her şeyi yok edebilir. Ama bunu daha kimse yapmadı.
- Milyonlarca insan kendini öldürdü.
- Ama onların hepsi korkularından öldürdüler kendilerini. Korkuyu öldürmek için değil. Korkuyu öldürmek için, kendini öldüren Tanrı olur.
Kirillov / Bay G___v.
”
”
Fyodor Dostoevsky (Demons)
“
Elim ıslanır diye suya dokunmamak, ateş yakar diye ateşten kaçmak olmazdı. Tarih, yapanlarla, yapanların yaptıklarına sahip çıkanlar arasındaki kavgadan başka neydi ki...
Ya yapanların yaptıklarına sahip çıkanların yanında yer alacaktın, ya da yapanların yanında yer alıp emeklerinin çalınmasına, bahçelerinin yağmalanmasına göz yummayacaktın. İşte o zaman duyabilirdin içinde insanlığı yaratanların görkemli gücünü. İşte o zaman gerektiğinde Spartaküsleşir, Bedreddinleşir, Promethuslaşır gerektiğinde de Hekalit, Hemorus, Sokrat gibi bilgeleşirdin.
”
”
E. Bülent Yardımcı
“
Ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü bir yerde saygının esamesi bile okunmaz. O zaman doğa da sapar yolundan. Uysal sular taşkınlara dönüşür bir anda, bir anda toprak bataklığa dönüşür, haklılar değil güçlüler kazanır bütün davaları. Zalim evlat kıyar babasının canına, hakkın hukukun yerine zorbalık adalet dağıtmaya başlayınca da haklıyla haksızı ayırt etmenin imkanı kalmaz. Adaletin de adı kalır, kendi yok olur gider. Güç, iradenin emrinden çıkıp ihtirasın emrine girer ve iştahlı bir kurt gibi önüne ne çıkarsa saldırıp kemire kemire yok eder. En sonunda da kendi başını yer...
”
”
William Shakespeare (Troilus and Cressida)
“
Bana rahat vermeyen birçok sorudan bir tanesi de, geçmişte ve şimdi toplumlarda kadınların, erkeklerin gerisinde yer alması. Herkes bunun haksızlık olduğunu söyler ama bu yanıt bana yeterli gelmiyor. Ben bu büyük haksızlığın nedenlerini bilmeyi çok isterim. Belki başlangıçtan beri erkeğin büyük beden gücünden dolayı kadına hükmetmiş olduğu düşünülebilir. Parayı erkekler kazanıyor, çocukları erkekler yapıyor, erkekler her şeyi yapabiliyor... Bütün kadınların kısa bir süre öncesine kadar sessizce her şeye katlanmış olmaları büyük bir aptallıktı, çünkü ne kadar uzun çağlar bu kurallar yaşanmışsa, o kadar fazla kökleşmiş. Yine de şansımıza okul, iş ve eğitim kadınların gözlerini açmasını sağladı. Birçok ülkede kadınlara eşit haklar verildi. Birçok insan, öncelikle kadınlar, ama erkekler de şimdiye değin dünyadaki paylaşımın ne kadar yanlış olduğunu artık anlıyorlar. Modern kadınlar tam bağımsızlık hakkı istiyorlar.
Ama sadece bu değil: Kadının değeri verilmeli! Her yerde erkekler yüceltiliyor, kadınlar neden bu değerlere hiç ortak edilmiyor? Askerlere ve savaş kahramanlarına saygı gösteriliyor ve övgüler yağdırılıyor. Kaşifler ölümsüz bir şöhret elde ediyorlar, şehitlere tapılıyor. Ama kim kadını da bir savaşçı olarak görüyor?
"Hayat İçin Savaşanlar" kitabında beni çok etkileyen bir şey yazıyor, buna benzer bir şey: kadınlar sadece doğum yaparak herhangi bir savaş kahramanından daha çok acı, hastalık ve sefalet çekiyor. Ve kadın bu başarı için ne görüyor?
Doğumdan dolayı deforme ve çirkin olmuşsa bir köşeye itiliyor, bir süre sonra artık çocuklar da ona ait olmuyorlar, güzelliği de geçmiş oluyor. Kadınlar insanlığın devamını sağlamak uğruna çok acıya katlanan birçok çenesi düşük özgürlük kahramanından daha yürekli, çok daha gözüpek ve çok daha fazla savaşan askerlerdir.
”
”
Anne Frank (The Diary of a Young Girl)
“
Doğa da sevgilisinin türlü öküzlüğüne sinsi kamuflajlar diken Burcu gibi, beklentisine göre adam bulamayıp bulduğu adama göre beklentilerini şekillendiriyordu. Kendisiyle ilgilenen adayla arasında sınıf farkı yoksa (Doğa buna “kültür farkı” diyordu) gerisi bir şekilde geliyordu. Sonra bir de bakıyordu seksilik anlayışında koca kafa sergileyen kelliğe, kat kat olan enseye, gömlekleri patlatacakmış gibi geren göbeğe yer verir olmuş. Spor salonundaki eğitmeni Engin’in terli ve kaslı bacaklarını düşünerek mastürbasyon, Onur’un kumaş pantolonunu zorlayan dolma bacaklarını düşünerek evlilik ve çocuk planı yapar olmuş…
”
”
Hakan Bıçakcı (Doğa Tarihi)
“
Çoğu bitkimizin, insanın mevcut yararlılık standardına ulaşıncaya dek iyileştirilmesi veya değiştirilmesi yüzlerce veya binlerce yıl gerektirdiğine göre, bugün Avustralya'da, Ümit Burnunda veya fazla uygarlaşmamış insanların yaşadığı başka bölgelerde neden yetiştirmeye değer tek bir bitki bulamadığımız anlaşılırdır. Buradaki sorun, tür bakımından böylesine zengin olan bu yörelerin, tuhaf bir rastlantıyla hiçbir yararlı bitkinin yerel soyunu barındırmıyor olması değildir; sorun, yerli bitkilerin sürekli seçilim yoluyla, geçmişte uygar olan yörelerin bitkilerinde görülen kusursuzluk standardıyla boy ölçüşecek kadar iyileştirilmemiş olmasıdır.
”
”
Charles Darwin
“
Askerlerden birinin, üzüntüyle, yine de rahatlamış olduğunu gizlemeyen bir şekilde şöyle söylediğini duydu, Çocuklarımız da biz de Beytüllahimli olmadığımıza şükretmeliyiz. Neden Beytüllahim’deki çocukları öldürmeye karar vermiş bilen var mı, neden Beytüllahim de başka bir yer değil, diye sordu biri. Bilmiyorum, komutan söylemedi, kendisinin de bildiğini zannetmiyorum, emir kraldan geldi, bu kadarını bil yeter. Askerlerden biri, kaderi bölüp insanlar arasında pay ediyormuş gibi, mızrağıyla yere bir çizgi çekerken, diğeri şöyle dedi, İçimizden gelen kötülük yetmezmiş gibi, bir de gücü istismar edenler için kötülüğe araç olan biz, ne sefil varlıklarız.
”
”
José Saramago (The Gospel According to Jesus Christ)
“
15 Mayıs 1919'da İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan savaş gemilerinin koruması altında İzmir Kordonu çıkan Yunan ordusu, yerli Rumların sevinç gösterileriyle, karşılanmıştır. Karşılama heyetinin başında İzmir Metropoliti Chrysostomos vardır. Chrysostomos, elindeki haçı havaya kaldırarak işgalci Yunan ordusunu takdis etmiş ve onları Türkler aleyhine kışkırtan bir konuşma yapmıştır. Bu sırada öfkelenen gazeteci Hasan Tahsin (Osman Recep Nevres) ilk kurşunu sıkarak, Yunan Efzun alayının bayrak taşıyan iri yarı erini yere indirmiştir. Hasan Tahsin, Yunan askerleri tarafından orada parçalanmış; ama onun bu cesurca hareketi İzmirlileri direnişe geçirmiştir.
Sayfa: 175
”
”
Sinan Meydan (Cumhuriyet Tarihi Yalanları (Yoksa Siz de mi Kandırıldınız?))
“
İnsanlar dünyanın düzenli ve güvenli bir yer olması için yıllarca çalıştılar. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı. Dinazorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece, yoluna da girmeyecek.
Bürokrasimiz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi.
Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz.
Çocuklarımıza çaresiz olmayı öğretiyoruz.
Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu.
”
”
Chuck Palahniuk (Choke)
“
İNCİ
Yüzlerce sene evvel çok güzel bir kız varmış.
Ayağına kapanıp bütün gençler yalvarmış
Bu eşi bulunmayan güzeli almak için.
Erimişler aşk denen alevden için için,
Güneşin sızağıyla eriyen karlar gibi;
Hepsinin bu sevdadan hicran olmuş nasibi...
Böyle yaşıyorlarken dünyalarına küskün,
Güzel kız davet etmiş aşıklarını bir gün.
Demiş:"Elbet veremem gönlümü hepinize,
Fakat bir müsabaka açıyorum ben size:
En güzel, en kıymetli inciyi bana her kim
Getirirse onunla artık evleneceğim..."
Aşıklar mallarını feda edip satmışlar,
Dört taraftan en büyük inciyi aratmışlar.
Yüzlerce sene evvel bir saz şairi varmış;
Bu gencin de gönlünü o kızın aşkı sarmış.
Aklını alıvermiş gök ela renkli gözler;
Her dakika biricik sevgilisini özler,
Her dakika ağlarmış, sızlarmış, ah edermiş;
Aşkından perişanmış, mahzunmuş, derbedermiş...
Duymuş müsabakayı bu aşık da nihayet,
"İnci nedir?" diyerek o anda etmiş hayret.
Çünkü o ana kadar inciyi bilmiyormuş.
"İnci nasıl şey?" diye bir ihtiyara sormuş:
"Ben onu hiç görmedim gezdim de diyar diyar."
Demiş ki zavallıya gülümseyip ihtiyar:
"Güzel bir taştır inci, kadınların süsüdür;
Durduğu yer onların açık, beyaz göğsüdür.
Denizden çıktığından, pahalıdır gayetle..."
Bu sözleri duyunca aşık bakar hayretle,
Der ki:"Ben deniz nedir, onu da bilmiyorum."
İhtiyar denizi de anlatır: "Dinle yavrum,
Bu öyle bir sudur ki ufuğa kadar açık,
Bazan dalgalar vardır kıyısında ufacık;
Bazan fırtına çıkar, hava olunca lodos,
Deniz birden kudurup kayalara vurur tos.
Sen karada gezmişsin, belli, bu yaşa kadar.
Bu dağların ardında çok uzak bir deniz var.
Pek merak ediyorsan yürü, memleketler aş."
Saz şairi, bu sözler bitince, yavaş yavaş
Denizi bulmak için seyahate koyulur;
Uzun yollar üstünde harap olur, yorulur.
Nihayet gök toprağa ışığını dökerken
Bir sahile yaklaşır, henüz şafak sökerken....
Aradan bir yıl geçip nihayet mühlet bitmiş,
Aşıklar akın akın kızın yanına gitmiş.
Hepsi de dizilmişler önüne birer birer;
Ellerinin üstünde donuk, beyaz inciler.
Güzel kız seyre dalmış,oturarak yerine;
İpek elbisesinin uzun eteklerine
Bütün delikanlılar koymuş hediyesini!
Gözlerini açarak herkes kesmiş sesini:
"Acaba hangisini kabul edecek ?"diye...
Dışardan bir gürültü duyulmuş o saniye:
"Bırakın, muradıma ben bugün ereceğim,
Bırakın sevgilime inciler vereceğim..."
"O da getirsin" diye güzel kız vermiş izin,
Şair içeri girmiş, tereddüt etmeksizin.
Anlatmış kalbindeki sızlayan bir yarayı,
Anlatmış uzun uzun bütün bu mecarayı.
"Ben bir şair aşıkım, elimde bir kırık saz,
Yapyalnız yaşıyorum, derdim çok, sevincim az.
O güzel gözlerine bir pınar gibi gönlüm
Yıllarca aka aka tükendi tahammülüm.
Fakat seni unutmak gelmiyordu elimden.
Ve bir gün işittim ki inci istemişsin sen.
Ama bu ana kadar görmemiştim ben onu,
Öğrendim bu incinin denizde olduğunu.
Deniz nerde diyerek arıyordum bu sefer;
Aşkının kuvvetiyle aştım dağlar, tepeler.
Nice ülkeler gezdim, nice dağlar dolaştım,
Bir sabah sonu gelmez bir denize ulaştım:
Güneş içinden doğup içinde batıyordu;
Sular arzın üstüne yaslanmış yatıyordu.
Rüzgar yavaş esiyor,engin sessiz, durgundu;
Vücudum aylar süren yolculuktan yorgundu.
Aşkınla geliyordu kalbime kuvvet yine;
İndim büyük denizin o büyük sahiline
İncileri topladım ,uğraşıp didinerek!"
Aşıkın sözlerini dinlerken kadın, erkek;
Şair omuzundaki bir torbayı uzatmış,
Yere, bağını çözüp, incileri boşaltmış.
Fakat o anda herkes kahkahalarla gülmüş:
Çünkü inci yerine çakıl taşı dökülmüş.
Güzel kız genç aşıka demiş: "Bunu iyi bil:
Bu, parayla alınan incilere mukabil,
Senin çakıl taşların çok değerlidir elbet;
Şair! Yaşayacağım seninle ilelebet...
”
”
Nâzım Hikmet (Şiirler 8 – İlk Şiirler)
“
Masallar, alışılagelmiş bir düzen içinde
(gerçekte, her gün yineleyip durduğumuz birkaç devinime bile alışık olduğumuz söylenemez ya, birtakım temel olguların -kabaca da olsa- yineleneceğini düşünegelmenin yaşamı kolaylaştırır gibi olmasından başka bir dayanağı yoktur bu "alışılagelmiş"in)
alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın
(yaşamın inişli yokuşlu akıp gittiği imgesine gereğinden çok bel bağlarız, unutmamalı)
alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzen, bu alışılmışlık dokusunun yırtılıvermesinden ortaya çıkmıştır hep.
Bilgiyi ne için kullandığını unutanlar, güçsüzlüğünü güç sananlar, sevgiyi bayatlatanlar bu dokuyu yırtarken,
korku, ördüğümüz duvarların her iki yanında da, duradurur.
”
”
Bilge Karasu (The Garden of the Departed Cats)
“
Ömrüm boyunca kendimi karşı olduğum şeyle ifade ettim.Her şeye karşı savaştım; ama zamanla aslında hiçbir şeyin yanında olamadığımı da anladım. Ah evet, her şeyi eleştirebilirim, yakınıp yargılayabilirim ama bu bana ne kazandırır ki?Bir şeyi kavramakla, yaratmak aynı şey değildir. İsyan çıkarmak yapıcı olmak değildir...Dünyayı parçalara ayırdık ama parçalarla ne yapacağımızı bilemiyoruz.Benim kuşağım ve her şeyi alaya alışımız dünyayı daha iyi bir yer yapmadı. Vaktimizin çoğunu başkalarının yarattığı şeyleri yargılayarak geçirdiğimizden, kendimiz hiçbir şey yaratamadık. Ben isyankarlığı bir kaçış yolu olarak kullandım. Eleştiriyi sahte bir katılım olarak kullandık. Sanki bir şeyler başarmışız gibi gösterdik. Dünyaya katkısı olan hiçbir şeye katılmadım ben.
”
”
Chuck Palahniuk (Choke)
“
kitaplarda tartışmalarda yaşarken hor gördüğümüz incelikleri hele ruhsal incelikleri anlamadığı için hor gördüğünüz çocuklara büyüklere kötü örnek olarak gösterdiğiniz kahramanlarınızın parlaklığı daha iyi belli olsun diye cılızlıkları miskinlikleri kötü ruhlulukları bayağılıkları açgözlülükleri arka planları karartan zavallı benim işte itiraf ediyorum kendimi savunmuyorum bütün bu beğenmediğiniz insanları yakın buldum kendime hayır bulmadım onlar bir bakıma kedi içlerinde tutarlıydılar fakat artık sizlere anlatabilmeliyim ki son fırsatı kaçırıyorum senden sonra tufan gelecek Günseli ve beni artık kimse kurtaramayacak bir yandan da gene sanıyorum ki daha doğrusu kendimi aldattığımı bile bile sanıyorum ki sanki beni hiçbir yere götürmeyen bu anlamsız inadımda bu yersiz öfkemde ısrar edersem değerim artacak hiçbir şey söylemeden susarsam sanki neyi anlatamadığım anlaşılacak beni de cumhurbaşkanı yapacaklar buyur diyecekler herkes anlattı anlatamayan bir tek sen varsın meğer bütün iş anlatamamaktaymış başımıza sen geç diyecekler senin gibi kimse kalmadı zaten nutuklarım konuşmalarım filan hepsi hazır insanlar diyeceğim ey insanlar benim hepinizden farklı olduğumu nasıl anladınız demek fen bu kadar ilerledi başka adam kalmadığı için ben her şey olacağım cumhurbaşkanı ben başbakan ben kendimi bütün bakanlar yapacağım her tarafa yetişeceğim herkesin elini tutup doğru çizgiler çizdireceğim bütün kurumları düzelteceğim tabiî kimse itiraz etmeyecek itiraz dünyadan kaldırılacak bugüne kadar bütün insanlığı geri bırakan itiraza yer verilmeyecek
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirlerine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmalıdır. Putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır. Hristiyanlık da ikonoklast bir dönem yaşadı; ilk Hristiyanlar eski Yunan ve Roma'dan kalan anıtları yok ettiler. İslamlık, özellikle Osmanlı bu işi daha ciddiye aldı. Osmanlı, İslamlığı ciddiye aldı. İslamlık, put kırıcılığını ciddiye aldı. Osmanlı bunu İslamlığın ciddiye alışından da öteye götürdü. Kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. Sorunların sayısını azaltarak mutluluğu arttırmaya çalıştı. Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. Nevzat Tandoğan yakalanıp yanına getirilen bir solcuya, ''Bu memlekete komunistlik gerekirse onu da biz getiririz. Sana ne oluyor?'' demişti. Bireye de ne oluyordu. Yahya Kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. O, geleneği temsil ediyordu. Onunla tartışılamazdı. Kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, ''Kim bu adam?'' demişti. Osmanlı gösterişi sevmiyordu. Küçük saraylarda, ahşap evlerde oturuyordu. Tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. Bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için birer araçtı. Bunun yanısıra halk kendi düzenini ayrı bir biçimde geliştirdi. Bugün saray dili yaşamadığı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmi dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. Bu bakımdan Devlet, Kafka'nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye benzer. Lale Devri bir bakıma istisnadır. Devlet her türlü eleştiriye kapalıdır. Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır; felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdedi vücuttur. Şiirde divancılar 'biz' diye seslenir. Eleştiri çirkini güzelden ayırır, oysa çirkin yoktur. Kapalı sistemdir bu. Ülkücü insan yoktur. Ülkücülük bireyciliktir. Özgün sanat yoktur. Usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. Bir bakıma gelenek de yoktur. Usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz, yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür. Ne ruhun ölümsüzlüğü ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz. Batıya olduğu kadar, Doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu'dur, Kenar 'Batı'dır. Ne Doğu'dur, ne Batı'dır. Kafka'nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler.
”
”
Oğuz Atay (Günlük)
“
Sevilebilmek için hayatını riske atmak gerektiğini düşündü.
...
Annecik ciddi bir ses tonuyla "Sanat asla mutluluktan doğmaz" dedi.
...
...ve çocuk bir resmin, bir heykelin veya hikayenin, sevilen birinin yerini alabileceğini sanacak kadar aptal.
...
...bu yüzden eğer bunu okumanın sizi kurtaracağını sanıyorsanız...
Herhangi bir şeyin sizi kurtaracağını sanıyorsanız...
...
...Bence annesi ölene dek bir erkeğin hayatındaki diğer kadıınların hiçbiri metres olmaktan öteye geçemez.
...
...Tamamlayamadığım şeylerle dolu hayatımda, bir tamamlanmamış olay daha.
...
Hayatımın, Zen Budizmi öğrencilerine meditasyon yapmaları için ödev olarak verilen ve mantıksal çözümü olmayan problemlerden hiçbir farkı yok.
...
Radyoda, duran aracın polise bildirildiği söylendi.
Annecik radyonun sesini köledi. "Kahretsin" dedi. "Lütfen bizden bahsetmediklerini söyle bana."
"Metalik sarı bir Duster'dan söz ediyorlar" dedi çocuk. "Bu bizim arabamız."
Annecik, "Bu senin ne kadar az şey bildiğini gösteriyor" dedi.
Kendi kapısını açtı ve çocuğa sürücü tarafına geçip arabadan inmesini söyledi. Yanlarından hızla geçen araçları kontrol etti. Ve, "Bu bizim arabamız değil" dedi.
...
"Dünyayı parçalara ayırdık" diyor, "ama parçalarla ne yapacağımızı bilemiyoruz..."
...
"Vaktimizin çoğunu başkalarının yarattığı şeyleri yargılayarak geçirdiğimizden, kendimiz hiçbir şey yaratamadık."
...
...hissettiğimden daha zavallı bir şey görmek iyi geliyor.
...
Her bağımlılık aynı sorunu çözmek için bulunmuş bir yöntemdir, dedi. Uyuşturucular, obezite, alkol veya seks, huzuru bulmak için kullanılan farklı farklı yöntemlerdi. Bildiklerimizden kaçmak için. Eğitimimizden. Elmayı ısırmış olmaktan.
...
İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun ne yaptığının kaydının yapıldığını düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek, Film izlemek gibi. Ama yine de bunlar sahte heyecanlardı. Dinozorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, Gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntısına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.
Bunlar Anneciğin ona anlattığı şeylerdi.
"Keşfedilmemiş tek alan, elle tutulamayanların dünyasıdır. Bunun dışındaki her şey çok sıkı örülmüştür" derdi.
Çok fazla kanunun içinde hapsolmuş durumdayız.
Elle tutulamayanlar derken interneti, filmleri, müziği, hikayeleri, sanatı, dedikoduları, bilgisayar programlarını, yani gerçek olmayan her şeyi kastediyordu. Sanal gerçeklikten bahsediyordu. Yalandan inanılan şeylerden. Kültürden.
Gerçekdışı şeyler, gerçeklikten daha güçlüdür.
Çünkü sadece elle tutulamayan fikirler, mefhumlar, inanışlar ve fanteziler kalır. Taşlar ufalanır. Ağaçlar çürür. İnsanlar da maalesef ölürler.
Fakat bir düşünce, bir rüya, bir efsane gibi aslında son derece kırılgan şeyler yaşarlar da yaşarlar.
...
"...Beni mahkum etmeniz çok gereksizdi. Bürokrasiniz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi" diye b
”
”
Chuck Palahniuk (Choke)
“
Adım Ruknettin,tanışıyor olmalıyız
Bir çay ocağında ya da bir merdiven başında
Sunmuş olmalıyım kalbimi size
Bakın!demiş olmalıyım henüz avladım O'nu
İgvanın zehrini boşalttığı kuyularda.
Yalnız günah parlar zifiri karanlıkta
Ve kuyudan kuyuya bir yol yoktur
Bir avcı tüfeğini doğrulttuğunda
Ay gibi ışıdığında bir aşk
Bir mevsim yönünü şaşırdığında.
Hayret etmiş olmalısınız,kalbim
Hezarfen misali havalanınca.
Korkarım sevgili doktor,bu mektuba kendimi üzerek başlayacağım
Çabuk büyüyen bir çocuk gibi,
Ceplerimin nerede olduğunu unutacağım önce
Ve mazi gizlenecek bir yer bulamayacak kendine.
Sonra bir menekşeyi teheccüde kaldırmayı unutacağım.
Unutacağım,hangi şehirde durursam yar beni karşılar.
Nerede ölürsem bahtıma idamlar çıkar
Gülümseyen bir arap olacak yüzümün size bakan tarafı,
Terkedip gitmelerin ağırlaştığı bir güz olacak öte yarısı.
Alnımın dokunduğu yerden savaşlar artacak
Ve bahar giysilerine bürünmüş gelirken kıyamet
''gönüllü mağlupları olacak hayatın'' doktor.
Yarından korkan adam,Ruknettin böyle söyler.
Siz doktor,yazabilir misiniz bir gülü yeniden
Alıştırabilir misiniz baharı çürüyen toprağa
Kabaran yağmuru yeraltına
Ve bir aşkı ayrılığa
Yakıştırabilir misiniz doktor
Kanatlarında hüzün ve manolya taşıyan
Kuşlarla konuşabilir
Ve trampetimi geri verebilir misiniz bana?
Ah kalbin moğolları ! size verecek ne kaldı
Bir kitap olup yandı da o
Külünden zehir kaldı
Bir hayal olup uçtu da
Gökte melekler bağırdı
''eve dön,eve dön!''
Döndüm ki;şehrin ağrıları üstüme kaldı
Bulvara uzanmış diskotek kızları/o melul orospular/
Süpermarketler,bankalar
/yani toplu insan mezarları/
Üstüme kaldı.
Size ne denir ey kalbin istilacıları
Barbar denir,'bir hayal yıkan'denir.
Alın O'nu da götürün,bir kalbim kaldı.
Bir ilkokul atlasında gemilerim yandıydı
Cenevizden geliyordum,elimde mektuplarım vardı.
Elimde ölü bir kızın sağır saçları vardı
Bir mevsimin ortasında kalakaldıydım
Bakkaldan manavdan değil,
Cenevizden geliyordum doktor
O kızın saçlarından geliyordum
Yitirilmiş bir mahkemeden
Galiba kalbimden geliyordum.
Bir güle boyun eğdiren nedir
O aşk değilse
Nedir kalbe çıkartılan
Tutuklama emri,
Aşk değilse.
Ah,o sığınaklardan
Yitikleri toplayan
Ve düşlere vuran gemi
Nedir aşk değilse
Size kendimden bahsediyorum doktor
Biraz yağmur kimseyi incitmez.
İyi ruhların arasında dolaşan
Bir gölgeden sözediyorum.
Acıdan çatlamış kalbi
Soğuğa dayanıklı kılan bir bilgiden
Terkedilmiş şizofrenleri
Kendine çeken vadiden
Keşişlerin hüznünden
Ve bir aşk yüzünden
Ayları karıştıran kişinin
Tababet-i ruhiyyesinden
Size kendimden bahsediyorum doktor
Ben kar yağarken ıslanmam.
Benim öbür adım rüzgar
Uğradığım orman
Değdiğim kalp uğuldar.
Deki bulunur elbet
İyi bir hal üzre kaybolan kişi
”
”
Kemal Sayar (Bütün Şiirleri)
“
…Genç biri bisikletin selesi üzerinde oturmaktaydı, bir delikanlı, tasa kaygı nedir bilmeyen, dünyayı gezip dolaşmaya çıkmış bir kimse. Hey gidi hey! Gözü hiç de yukarılarda olmayan, bu yeryüzündeki anlı şanlı kişiler arasında yer almayı düşünmeyen bir kişi. Pek ahım şahım denemeyecek, yaklaşık iki yüz mark değerinde sıradan bir bisiklet vardı altında. Bisiklete atlayıp kentten çıkmış, şöyle biraz kırlara açılayım demiş, gıcır gıcır pedalları çevirerek özgür doğanın kucağına atmıştı kendini. Yaşasın! Alacalı bir gömlek, onun üzerine de gri bir ceket giymiş, ayaklarına da sporcular gibi bir tozluk geçirmişti, başında ise dünyanın en bitirim kasketi vardı. Bir kasket ki, görülmeye değerdi, kahverengi damaları içeriyor, tepesinde bir düğme bulunuyordu. Kasketin altından fırlayan sarışın koca bir tutam saç, alnına düşüyordu. Gözleri maviydi. Sanki hayat denilen şeyin ta kendisiymiş gibi ileriden yaklaşıyor, zil çalıp duruyordu.…
”
”
Thomas Mann
“
-Yürüyebileceğimden emin değilim.
-Öyleyse seni taşırım.
-Aşk bu mu?
-Aşk nedir, bilmiyorum artık. Bir hafta önce pek çok fikrim vardı. Aşk nedir, nasıl kalıcı kılınır. Şimdi aşığım ve en ufak bir fikrim yok. Şimdi aşığım ve bu konuda bir aptaldan farkım yok.
....
Dolunayın gerçekleştiği güne, Ay’ın ne büyüdüğü ne de küçüldüğü güne, Babilliler “yürek dinlencesi” anlamına gelen Sabat adını vermişlerdi. Bu günde Ay tanrıçasının, Babil’de bilinen adıyla Ay’daki kadın İştar’ın adet gördüğüne inanılırdı; çünkü neredeyse her eski ve ilkel toplumda olduğu gibi Babil’de de çok eski zamanlardan beri bir kadının aybaşı kanaması geçirirken çalışması, yemek pişirmesi ya da yolculuk etmesi tabu sayılırdı. Bildiğimiz Sebt gününün kökeni olan Sabat’ta erkekler de kadınlar gibi dinlenmek zorundaydı; çünkü Ay adet görürken tabu herkes için geçerliydi. Başlangıçta (ve doğal olarak) ayda bir kez gözlemlenen Sebt, daha sonra Hristiyanlar tarafından Yaratılış mitleriyle birleştirilip işe yarar bir şekilde haftalık hale getirildi. Böylelikle günümüzde sert adaleli, sert kasketli, sert zihinli erkekler, adet görmeye ilişkin arketip psikolojik bir tepki sayesinde pazar günleri işe gitmekten kurtulmuşlardır.
....
Lüzumlu ve lüzumsuz delilikler vardır. İkinci gruba girenler Güneş karakteri taşır birinci gruba girenlerse Ay ile bağlantılıdır.
Lüzumsuz delilikler, hırs, saldırganık ve ergenlik öncesine özgü endişeden oluşan gevrek bir karışımdır, çok uzun zaman önce atılmış olması gereken bir çöp yığınıdır. Lüzumlu delilikler, kişinin, akranları ne kadar kaçık bulsa da erdemli ve doğru olduklarını içgüdüleriyle sezdiği dürtülerdir.
Lüzumsuz delilikler insanın başını kendisiyle belaya sokar. Lüzumlu delilikler insanın başını başkalarıyla belaya sokar. İnsanın başının başkalarıyla belaya girmesi her zaman daha iyidir. Hatta lüzumlu olabilir.
Şiir, şiirin iyi yazılmışı, Ay özelliklerini taşır ve lüzumlu deliliklerle ilgilidir. Gazetecilik Güneş özellikleri taşır (Güneş adında pek çok gazete varken hiçbirinr Ay adı verilmemiştir) ve lüzumsuzluklara adanmıştır.
....
Saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz belki..
....
"Dünyanın öbür ucuna dek onun peşinden gideceğim." diye hıçkıra hıçkıra ağladı.
Evet şekerim ama dünyanın bir ucu yok. Kolomb bunu saptamıştı.
....
(Mutluluk gözyaşları sahne sağından çıkar. Şaşkınlık gözyaşları sahne solundan girer, yer ışıklarına doğru ilerler.)
....
Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Geride bıraktığımız yirmi yüzyıl. Peki ya sonra?
Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Federal kodeste yirmi ay. Genç bir kızın boğazından aşağı yuvarlanan yirmi kadeh tekila. Hazreti İsa'nın son kez kıç üstü oturuşundan bu yana yirmi yüzyıl geçmiş ve onca zaman sonra bizler tutkunun çekip gittiğinde nereye gittiğini hala bilmiyoruz.
....
Ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar.
....
Bernard'ın dolunay ışığının dört buçuk metre yükseklikteki kırk vatlık bir ampule eşit olduğunu söylediğini hatırladı.
....
"Bak hayatım, sevgilin nam salmış biri. Orospu çocuğunun her şeyden bomba yapabileceği söyleniyor."
....
Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyeydi.
....
Bir nefes sigaraya, bir lokma yemeğe, bir fincan kahveye, bir parça göte ya da temposu hızlı bir öyküye ihtiyaç duyduğu halde nasibine hepi topu felsefe düşen her zeki kişinin yapacağı gibi dik dik bakıyorlardı ona.
....
İnsan kendi kurallarını da bozamadıktan sonra kimin kurallarını bozabilirdi?
”
”
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
“
Şehrin kurucusuna hürmeten yaptığı tumturaklı saygı nöbetlerine devam eden Boncuk tam bir toplum mühendisiydi çünkü az evvel pagan tapınağı öperken şimdi de Keros tapınağının yanındaki Severus Surları’na tırmanmış ve karşısına çıkan Isapostolos kaidesi ve ardından yükselen Kutsal Havariler Kilisesi’ni göstererek istavroz çıkarmıştı. Hava bulutlu olmasına rağmen bu kilisenin som altından kubbesi öyle davetkar parıldıyordu ki kalabalık kimsenin telkini olmaksızın minik adımlarla bu kiliseye girmişti. Herhalde en az kendisi kadar sahtekar olan imparatorluğun kurucusu Konstantin’e sevgisini kontrol edemediğinden olsa gerek Boncuk da en öndeydi. Bu kalabalığa kilisenin hemen yanındaki imarethaneye sığınan evsizler ve dilenciler de eklenince mabedin kapıları kendiliğinden açıldı yahut bu dehşetli hareketliliği görüp kaçan rahiplerin aklına kapıları kilitlemek gelmedi. Kapıyı aralayıp zemini kaplayan kızıl akik taşları üzerinde yürüyen Boncuk, on üç sıralı lahdin tam ortasında bulunan ve diğerlerine göre daha görkemli olanın kapağını itmek için davrandığında kalabalık hemen el attı ve sürülen taşın altından Allah’ın yeryüzündeki naip hükümdarı Konstantin’in cesedi çıktı. Artık havanın kuruluğundan mı yoksa lanetli metal altının kurtları böcekleri kaçırmasından mıdır nedir bilinmez, ceset yer yer diriydi. Ortaya çıkan dehşet verici koku kapağı açanların çil yavrusu gibi dağılmasını sağlasa da Boncuk aklını kaçırmış gibi davranmaya fasılasız devam ediyor ve Konstantin’in kellesini kaldırmış ona sarılıyordu. Sonra ne olduysa bir anda kafatasını yere düşürmüş gibi yaptı ve istifini bozmadan lahde elini daldırdı. Önce cesedin parmaklarındaki koca koca altın ve elmas yüzükleri çıkarıp kendine parmaklarına geçirdi ve sonra da cesedin başucunda duran tomar tomar yazmayı koynuna attı. Ardından iki yüz yıl evvel hakkın rahmetine kavuşan imparatorun eline iliştirilen altın kılıcı alıp kaldırdı. Havada belli belirsiz dolanan ışık harelerini kılıcın parlak yüzeyiyle yakalayıp coşkun ve bir o kadar da şaşkın bir halde kiliseyi dolduran insanların yüzüne tutan Boncuk nereden estiyse şunları söyledi tam o anda; “Gölgelerin gücü adına, güç bende artık!...
”
”
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
“
gün olup beni seveceği düşüncesiyle avunamazdım. gençtim, romantiktim ama,aşkı zamanla büyüyüp gelişen bir şey olarak göremiyordum. maddelerine uyulacak bir anlaşma değildi aşk.ya bir bütündü, sizi tümüyle içine alırdı ya da aşk değildi. başka bir şeydi belki.daha mantıklı,daha sakin bir şey. kendine göre yine güzel bir şey... ama o şeyi istemiyordum ben."
"bana da acımakla vakit kaybetme montjean. ben hayatta kendi durumumu dikkatle saptadım. ne fazla mutluluğa, ne de fazla acıya yer bırakıyorum. kendime güvenli ve kararlı bir yüzeysellik edindim. zevklerim var ama iştahlarım yok. gülüyorum, ama pek seyrek gülümsüyorum. beklentilerim var, ama umutlarım yok. esprilerim var, ama mizahım yok. çok atağım ama hiç cesaretim yok. açık sözlüyüm ama içtenliğim yok. çekiciliği güzelliğe tercih ederim. rahatlığı da yararlılığa tercih ederim. güzel kurulmuş bir cümle bence anlamlı bir cümleden iyidir. her şeyde yapaylığı seçerim!"
"henüz hiçbir şeye teşebbüs etmediğim için, kendi yetersizliklerimden haberim yoktu. bir şeye cesaret etmemiş olduğum için de, cesaretimin sınırlarını bilmiyordum.
”
”
Trevanian (The Summer of Katya)
“
Temellerini Arap ve İran’dan alan musiki sanatı, Timur’dan önce de Orta Asya’da vardı. Timur’un buyruğu ile her taraftan getirilen uzman âlimlerin gayretleriyle bu sanat birdenbire canlandı ve ayağa kalktı. Doğudaki İslâm ülkelerinin her tarafından getirilen çalgılar ve çalgıcılar, bizim bugünkü klasik musikimizin yükselmesine ve yücelmesine hizmet vermişlerdir. Az zamanda yerli halktan büyük musikişinaslar yetişmişti. Hatta Tühfetü-s-sürür’un söylediğine göre; meşhur Mirza Uluğbek’in kendisi de musiki âlimlerinden sayılmıştır. Ülke yönetimi Emir Timur’un çocuklarındayken; kanuncu Derviş Ahmedî (Semerkantlı), neyci Sultan Ahmed (Semerkantlı), Türkçe ve Farsça iki divan ile musiki hakkında bir risalesi bulunan Karagöllü Hisamî, musiki hakkında bir kitap yazan Harezmli Abdulvefa, doktor ve musiki âlimi olan Belhli Mevlana Sahib ve ünlü bestekârlardan sayılan Şehrisebizli Abdulbereke gibi kişiler yetişmiş ve musikimiz için hizmet vermişlerdir. Nakkareci ve şair olan Kadimî, Nevai’nin musiki muallimi Hoca Yusuf Burhan ve Nevai’nin dayısı Muhammedelî Ğaribî de bu zamanın meşhur musikişinaslarındandılar.
”
”
Hüseyin Akbaş (Özbek Klasik Müziği ve Tarihi)
“
...- bu hiçbir zaman sessizlik olmayan sessizlik çok çok büyüktü. Neredeyse görebiliyordu onu, zamanın ötesinden gelen, koskocaman sessizlik, yükseklerden aşağıya bakıyor, düşünceli düşünceli, kısacık tek bir hafta sonra çekip gidecek ve ondan sonraki hafta, yalnızlığın içinde hiçbir iz, hiçbir işaret bırakmayacak olan bu küçücük, bu gelip geçici insan topluluğunu izliyordu. Çünkü burası onun kendi memleketiydi, hiçbir zaman en küçük parçasına sahip olmamıştı ama onundu. Toprak sahibi olmak istememişti, sonunda toprağın başına gelecek felaketi açıkça gördükten sonra bile istememişti bunu, baltanın ve testerenin, kütükleri taşımak için yapılan tren yollarının, daha sonra da dinamitin ve traktör izlerininönünde vahşi toprakların yıldan tıla gerilediğini görmüş, gene de onlara sahip olmak istememişti, çünkü toprak kimsenin malı değildi. Herkese aitti; tek yapılacak şey onu iyi kullanmaktı, alçakgönüllülükle ve gururla. O zaman birden, neden hiç toprak sahibi olmak istemediğini, en azından insanların ilerleme dediği şeyin o kadarını durdurmak, en azından kendi ömrünün uzunluğu süresince toprağın kötü kaderine karşı koymak istemediğini anladı. Bunun nedeni, vahşi toprakların tam yeteri kadar olmasıydı. İkisini - kendini ve vahşi topreaklar- yaşıt gibi görüyordu- ilk soluğunu aldığı zamana göre ormanla kendi çağdaş değillerdi ama, avcı olarak, orman insanı olarak geçirdiği süre içinde ormanın yaşı kendine verilmişti, ve o da bunu, o yaşlı Binbaşı de Spain'den ve ona avlanmayı öğreten o yaşlı Sam Fathers'tan alıp, seve seve, alçakgönüllülükle, sevinçle ve gururla kabul etmişti: ormanla ikisinin ömrü aynı zamanda sona ermekteydi, gittikleri yer bir unutulma, bir hiçlik değildi, zaman ve mekandan bağımsız bir boyuttu; oradadelirmiş eski dünya adamları mermilere dönüştürsün diye pamuk ekmek için bozulup matematiksel karelere bölünmüş ağaçsız topraklarda bir kez daha her ikisi için bol bol yer bulunacaktı- bir süre tanıyıp sevdiği, kendilerinden biraz daha fazla yaşadığı eski insanların adları, yüzleri gene balta girmemiş yüksek ağaçların, göze bile geçit vermeyen sık çalılıkların arasında dolaşacak, ölümsüz avlar, yorgunluk bilmeyen köpeklerin yaygarasının önünde sonsuza dek koşacak, sessiz tüfeklerle vurulup düşecek, sonra Zümrüdüanka gibi gene kalkacaklardı.
”
”
William Faulkner (Go Down, Moses)
“
Artık firmalar, barlara ve kulüplere gidip alt kültürlerin nelerden hoşlandığını gözlemlemeleri için insanları işe alıyorlar ve buldukları şeyler daha popüler olurken alışveriş merkezlerinin vitrinlerine yerleştiriyorlar.
Karşı kültür, bağımsız film hayranları ve underground yıldızları -onlar kapitalizmin arkasındaki itici güçtür. Bunlar motordur.
Bu da bizi şu noktaya getiriyor: Tüketiciler arasındaki rekabet kapitalizmin jet motorudur.
Sinema, müzik ya da giyimde aykırı görüşlere veya zekice ya da az bilinir metalara sahip olmak orta sınıfın statü için savaşma biçimidir. Birbirlerinden daha fazla tüketemezler çünkü buna güçleri yetmez ama birbirlerinden daha iyi zevklere sahip olabilirler.
Her şey seri halde ve büyük kitlelere yönelik üretildiği için bu ürünleri, sanatçıları, hizmetleri ve malları, seri halde tüketebilecekleri yer olan en tepeye çıkaracak şey özgün olma arzusuna hitap eden şeyleri bulmak ve tüketmektir.
Hipster'lar, bağımsız yapımlar, özgün, az bilinir, ironik, zekice şeyler, tüketim döngüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu da kendi içinde ironiktir, çünkü kültüre karşı olma eyleminin kendisi, insanların karşıtını oluşturma girişiminde bulunacakları yeni kültür dalgasını meydana getirir.
”
”
David McRaney (You Are Not So Smart)
“
Çağdaş gövdenin ayırt edici özelliklerini yakalamak çok zor, ama hiç şaşmayan bir özelliği var: genç gövde ile yaşlı gövde arasındaki karşıtlık ve yaşlı gövdenin toplumca dışlanması. Başlı başına bir mit bu, çağdaş bir mit. Günümüz toplumunda yalnız genç gövdelere yer var. Reklamcılık, sinema ya da fotoğraf -bunlara kültür teknikleri diyorum ben- ne zaman insan gövdesini ele alsalar, insanoğlunu ölümsüz bir yaratık olarak görmek istercesine ille de körpe gövdeleri seçiyor, değerlendiriyorlar.
Bunun belirtileri sayılmakla bitmez: örneğin, gençlere çalışan giyim sanayiinin alabildiğine gelişmesi, yaşlılara uygun giysilerin de giderek azalması. Bütün bu belirtileri, topluluğumuzu derinden etkileyen, toplumbilimcilerin de üzerinde durduğu genel bir çabaya, ölümü yok sayma, görmezlikten gelme çabasına bağlayabiliriz. Yok saya saya, yasaklaya yasaklaya, dışlaya dışlaya iş öyle bir çıkmaza sokuyoruz, kendi simgesel düzeninden öylesine bir sıyırıyoruz ki ölümü, onu aşmamız, yaşamın bir parçası olarak görmemiz günden güne zorlaşıyor. Sonuç ortada, gençlik ırkçılığı diye adlandırabileceğim bir akıma kaptırmışız kendimizi; gençler, gençlik, ayrı bir ırkmış gibi işlem görüyor çağdaş toplumda, yaşını başını alanlar da bu ırktan ayrılmış sayılıyor.
”
”
Roland Barthes (Yazı Nedir?)
“
Aslında fikir şu, er veya geç, dua dudaklardan ve baştan kalpteki bir merkeze iniyor ve, kalp atışlarıyla tam bir uyum halinde, kişinin otomatik bir işlevi oluyor. Derken, bir süre sonra, dua bir kez kalpte otomatik hale geldi mi, o kişinin eşyanın gerçekliği denen şeye girmesi beklenir. Bu konu her iki kitapta da ortaya atılmıyor aslında, ama, Doğu terimleriyle söylersek, bedende çakra adı verilen yedi hassas nokta vardır ve bunlardan kalple en yakından bağlantılı olanına da anahata adı verilir ki, bunun korkunç duyarlı ve güçlü olduğu kabul edilir ve harekete geçirildiği zaman da bu, kendi adına, iki kaş arasında yer alan ve acna adı verilen bir başka merkezi harekete geçirir-bu, epifiz bezidir aslında, daha doğrusu epifiz bezinin etrafını saran bir auradır- ve ardından- tombala, mistiklerin 'üçüncü göz' adını verdikleri bir açılma olur...Hindistan'da Allah bilir kaç yüzyıldır capam diye bilinen bir şeydir bu. Capam, Tanrının beşeri adlarından herhangi birinin tekrarlanmasıdır. Ya da onun insan ya da hayvan biçiminde yeryüzünde vücut bulmalarına- işin tekniğine girersen, avatarlara- verilen adların tekrarlanması. Bunun ardında yatan düşünce şu ki, bu adı yeterince söylersen, eninde sonunda bir cevap alacaksın demektir. Tam cevap da değil aslında, bir karşılık
”
”
J.D. Salinger (Franny and Zooey)
“
She took one look at Alessandro and Bree and placed a hand on her chest. “Jesus, Mary and Joseph. Francesca, lass. Is that you?” And then she fainted. “Holy shit!” Bree rushed to the fallen nun's side, ignoring Sister McReady’s scowl of disapproval at her language. “Mommy! You killed da penguin lady!” Will cried out in surprise. Bree lightly slapped the old woman’s face and felt a rush of relief when the Mother Superior stirred. The last thing she needed on her conscience was a dead nun. The old woman’s blue eyes opened and anger filled them when her gaze shifted to Alessandro. “You. You spawn of the devil. Why don’t ye take yerself back where ye came from and leave our poor Francesca alone?” “Oh, Mother Superior, yer confused is all. Come now. On yer feet, mum,” Sister McReady said helping the old woman up. “Uh, I’m sorry. Sister. Francesca was my great aunt. My name is Bree.” “Bree? Jaysus but it’s a ridiculous resemblance it is,” the old woman panted, holding her chest. “And you?” She asked turning to Alessandro. “Of course yer not Adriano Dardano, of course but I’ll be a drunken fairy if yer not the spitting image of that demon of temptation, sent to corrupt our poor Francesca. Such a good girl she was,” Sister Brannigan murmured, tears filling her eyes. “Such a good girl.
”
”
E. Jamie (The Betrayal (Blood Vows, #2))
“
Eğer ortak bir hikayenin içinde isek” dedim, başka kimse olmadığı için kendime, “o nasıl şahsi kalabiliyor ya da bende eksik olan nedir? Yani nedir, mesele nedir?”
-
Ayrıca ben yorulmayı sevmez, gerekliliğine inanmaz, inanan ve yorulanlar ile karşılaştığımda bunu belli etmez, fakat bir yandan da onlarda eksik ya da fazla olanın ne olduğunu düşünürdüm.
-
Sorularda iyi cevaplarda tutuktum. Bu tutukluk uzun kirpikli kuş çizimlerine yarıyor, kuş her defasında biraz daha renk ve ayrıntı kazanıyordu. Bir gün “kışşt” desem uçacağı fikri geldi. Fikir, kafayı yemekte olduğum hissiyle kol kola geldi. Sarardım.
“Takılma,” dedi bir ses, “yürü, yürümek durmaktan iyidir.”
-
Bir gün kapı zili çalmış da açmıştım, güzeller güzeli, çilli muzır bir velet kapıda belirmiş, “Buyurun, kimi aradınız?” diye sormuştum, o da “Beni annem gönderdi.” demiş, ben de çocuğun yanlış zili çalmış olabileceğini düşünmek yerine, tanıdığım kadınlardan hangisinin çocuğa benzediğini…
-
“Kendi Başına Davranabilen Kahraman Hali: Denendi. Fakat henüz başarılamadı.”
-
Her pencerenin ardında bir televizyonun ışığı deli danalar gibi dönüp duracak, her sabah giden insanlar, her akşam dönecekti. Onlar gidip geldikçe “Nedir, mesele nedir? şeklinde bir soru kafamı karıştıracaktı. Garip rüyalar görecek, ay ile konuşacaktım. “Hayat hakkında fikrim yok” diyecektim kendi kendime.
-
Söz ettiği şeylerin birbirleri ile bağlantısı yoktu. Bir fikirde durma nedeni, sanki başka bir fikre geçmek içinmiş gibi, sonsuza kadar konuşacakmış hissini veren bir ritm ile akar, akmayıp uçuşurdu.
-
Memleketimin ovaları, kırları, ana vatan, baba ozağı gibi kelimeler kullanarak yaklaşık yarım saat süren tek cümleyle direnebilirdim. Clodin, “Karar ver artık,” diyebilirdi, “ana kucağı mı benimki mi?”
-
Soruyu alıp deniz kıyısına gidemezdim. Şimdi ve burda cevap vermek gerekirdi.
-
“Güzel konuştun.” dedi., “bunun dansı nasıl olur?”
“Yerim dar.”
-
“Gidelim mi, kalalım mı?”
“Kalıp ne yapacağız?” dedi, “bari zıplayalım da hareket olsun.”
-
Stella giderken gerçeğini de beraber götürüyor olabilir. Bu sadece bir gemi adıdır ve söylenen şey, kaptan ile belki, hatta piyanist ile büyük ihtimalle, fakat gemi ile biraz zor olabilir.
-
Bizim için gidiyor olan ise, gittiği yer için geliyor olabilir. Bu durumda gittiği yere gidip orada bekleyebiliriz.
-
Mesele buydu, bu böyleydi. Derinden hissettim. His gitti, rahat ettim.
-
Nereden baksam birkaç saatim vardı. Nereden baksam acaba?
-
Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi.
-
Ondan söz edildiğinde, asla doymayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup gecelerioyalanmak içişn eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalardı söylerdim. “Vallahi” derdim “ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden.”
-
Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi.
-
Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastaığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim.
-
Kapı kilidinde anahtar önder, altıma yapardım? Kızlar yurttaşlık bilgisi kitabını açar, ben kafiye uğruna camdan kaçardım?
-
“Ben gidiyorum” dedim birdenbire.
“Nereye?” dediler
“Bilmem” dedim “içimden geliyor.”
-
Tezgah sesleri gidince, var olduğu mekanın duygusu da gidecek, ‘han’ın ve dokumacının varlığından kuşkuya düşecektim.
-
“Aslında ben size taş kuşu sormak istiyordum fakat hikaye kendi başına akıyor ki başka soru sordum.”
-
“Bu kadar kayıptan sonra geriye kalan nedir ve hakikaten nedir, mesele nedir?”
-
Pencereden bakan, içine kapalı biri olmuş, içinde dolanıp durmuş, kendine dolaşılacak bir iç yapmış, tırtıl olmuş kendine koza yapmış, vazgeçmiş kelebeklikten orada kalmış…
”
”
İlhami Algör (Albayım Beni Nezahat ile Evlendir)
“
Oxford’dan bir ÜNİVERSİTELİ vardı,
Müzmin öğrencilerdendi, mantıktı bölümü,
Bir deri bir kemik atı bekliyordu ölümü.
Kendisi de hiç geri kalmıyordu atından,
Üstünde pelerini lime lime olmuştu,
Kilisede yer yoktu henüz, tüm kadrolar dolmuştu.
Hem o kadar uzaktı ki dünya işlerinden,
Bir işe girmek için görmüyordu bir neden.
İsterdi Aristo’nun felsefe kitapları
Olsundu baş ucunda, kırmızı siyah kapları.
Pahalı giysileri kim alırsa alsındı,
İlahiler söylesin, kemanı kim çalarsa çalsındı.
Kendisi bunca yıllık filozof olsa da
Yok denecek kadar az altını vardı kasada
Eşten dosttan ne kadar borç para
Koparırsa yatırırdı hepsini kitaplara.
Karşılığında onlara yürekten dualar ederdi,
Borçlarını ancak bu şekilde öderdi.
"A clerk ther was of oxenford also,
That unto logyk hadde longe ygo.
As leene was his hors as is a rake,
And he nas nat right fat, I undertake,
Ful thredbare was his overeste courtepy;
For he hadde geten hym yet no benefice,
Ne was so worldly for to have office.
For hym was levere have at his beddes heed
Twenty bookes, clad in blak or reed,
Of aristotle and his philosophie,
Than robes riche, or fithele, or gay sautrie.
But al be that he was a philosophre,
Yet hadde he but litel gold in cofre;
But al that he myghte of his freendes hente,
On bookes and on lernynge he it spente,
And bisily gan for the soules preye
Of hem that yaf hym wherwith to scoleye.
”
”
Geoffrey Chaucer (Canterbury Hikâyeleri)
“
Sanmakla bilmek arasındaki okyanus soğuk ve karanlıktır.
Öncelikle durduğun yerde duramazsın, yüzmelisin. Öte yandan bilmenin sahiline kadar yüzebilene de rastlanmamıştır.
Gerçeğin bilinemez olduğuna inananlar kendilerini diğerlerinden daha şanslı ve hatta bir parça daha üstün addederler. Onlara göre yaşamın biricik gerçeği de budur zaten; gerçek yoktur, her şey bizim beynimizde varolur. Ne istersek 'o' olur, nasıl istersek 'öyle' olur. Onları bekleyen son suyun soğuğunda, tek başlarına, yavaş yavaş donmaktır. Yüzseler de dursalar da sonuç değişmez.
Artık biliyor olduğunu sananları bekleyen son daha ürkünçtür. Bilmek çabalamaktan vazgeçiştir. Okyanus derinlerine çekmeye başlar. Bulutsuz bir öğlen zamanı göğün aldığı tondan, renklerin anlamsız olduğu siyaha kadar mavinin ne kadar da çok tonu olduğuna şaşarak dibe batarlar. Dibin kalabalıklığı kimseyi şaşırtmasın; orası kayıp ruhların limanıdır. Adem’in limana tepeden bakan bir evi olduğu söylenir.
Sandığının gerçek olduğuna hükmedenleri sona bıraktım. Trajiktir, onlar karşı kıyıya en çok yaklaşanlardır. Sonuna kadar çabalamaya devam ederler. Kıyının sürekli yer değiştirdiğini bile farkedemeyecek kadar aptaldırlar. Onları bekleyen son ebediyete kadar yüzmektir. En iyisinin okyanustan uzak durmak olduğu söylenir. Oysa, onlar apansız okyanus’ta uyandıkları an gelinceye dek kendilerine vaad edilen Cennet’i bekleyen zavallılardır.
”
”
Neldan Osmancık
“
Bütün Sol’un gözünden kaçansa, insanın hayvanları tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için kullandıkları argümanların-yani hayvanların sözde akıl ve dile sahip olmadığı argümanının- emperyalistlerin yerli halkları katlederken ve erkekler kadınları sömürürken kullandığı argümanla aynı olduğuydu. Tür ayrımcısı görüşe sahip hümanistler bu yüzden ironik olarak kendi hakimiyetlerini güçlendirirken bu tahakkümün kökenlerini anlamak için hayvansal bakış açısına yaklaşamıyorlar, ve böylece geçerli bir özgürlük politikasını geliştirecek bir duruma sahip olamıyorlar. Cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve engelli olmamanın üstünlüğü gibi ayrımcılıklara ek olarak tür ayrımcılığı da hem anti-semitizmde hem de Nazizmde doğrudan bulunuyor. Nazilerin Yahudileri ve entelektüel ve fiziksel anlamda “uygunsuz” buldukları diğerlerini böyle görmesi firavunların hayvanlarla aynı görülmesine dayanıyordu, ayrıca ırk ıslahı da “aşağı” hayat formları tarafından “kirletilmemiş” “saf” ve “üstün” bir ırk yaratma arzusuna dayanıyordu. Dahası, hayvanlara yönelik gaddarlıklarını meşrulaştırmak için insanların başvurduğu “Güçlü olan haklıdır” ideolojisi de Nazi ideolojisinin merkezinde yer alıyordu. Hitler’in temel bakışı, doğanın mücadele yasasına göre işlediğiydi ve dünya görüşünü de şöyle özetliyordu: “güce sahip olmayan hayatta olma hakkını kaybeder”. Bu bakışın kökleri insanların hayvanların hakimiyet altına almasında bulunuyor.
”
”
Steven Best
“
Belli ki birisi piramitleri akılda bulundurmamızı istemiş çünkü piramit sembolü düzenli olarak ellediğimiz ya da gözlemlediğimiz şeylerde dikkat çekici bir biçimde yer alıyor. Herhangi bir gün içinde piyasada iki milyardan fazla bir dolarlık banknot dolaşır. Yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri'nde içilen sigaraların yarısı Camel idi, yani yılda aşağı yukarı otuz milyar. Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf. Birisi dolaların ve sigaraların geniş çapta dolaşımda olacağını biliyordu ve piramitlerin de onlarla birlikte gezmesini sağlamıştı. Orijinal yapılardan mesafe ve zaman nedeniyle ayrı düşen bir kültüre piramitlerin, eğer almasını öğrenirsen bize verecek değerli bir şeye sahip oldukları hatırlatılacaktı.
....
Gerçek hükümetler gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı.
....
Yirminci yüzyılın son çeyreğinin anonim barbarları gibi-
....
Hakikat tınısı seslerin en güzelidir; gerçi kimi kadınlar yatakta kesinlikle onunla boy ölçüşecek gürültüler çıkarır.
....
Berberiler şuna inanırdı: Mezarda bellek bulunmadığına göre defin yığınından alınan toprak insanın üzüntülerini, bilhassa mutsuz aşkın yol açtığı kalp kırıklığını unutmasına yardımcı olabilirdi.
....
Esasen kitle güdülerini düzenlemek, yönlendirmek ve tatmin etmek üzere tasarlanmış bu toplumda insanın birey olarak sahip olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Din? Sanat? Doğa? Hayır, kilise, dini standart bir halk gösterisine dönüştürmüştür, müze de aynısını sanat için yapmıştır. Grand Canyon ile Niagara Şelaleleri'ne o kadar çok bakılmıştır ki, bu yerler bitkin düşmüş çok fazla sayıda aptal göz tarafından emilerek içleri boşaltılmıştır. İnsanın birey olarak sahp olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Geceyarısı kağır tabaka soğuk tavuk kemiğine ne dersiniz, emriniz doğrultusunda uzayan ya da kısalan alev rengi ruja ne dersiniz, hiç tanımadığınız bir "kuş" tarafından terk edilmiş suni köpükten bir kuş yuvasına ne dersiniz, sağanak yağmurda arabayla evinize giderken birbirini boş yere izleyen bir çift sileceğe ne dersiniz, sinemada koltuğun altından ayakkabınıza değen bir şeye ne dersiniz, körelmiş kurşunkalemlere, şirin çatallara, tombul küçük radyolara, kutular dolusu kravata ve küvet başında duran banyo köpüklerine ne dersiniz? Evet otistik görüş ile deneysel dünya arasındaki bağı kuran, bu şeylerdir, bu uçurtma ipleridir, zeytinyağı şişeleridir ve meyveli şeker ezmeleriyle dolu Sevgililer Günü kalpleridir. Bu şeyleri hakiki gizemli ışıklarında göstermektir Ay'ın amacı.
....
İnsan vücudundan büyük nesneler aleni olma niteliği taşır.
Ay, bir şey ne kadar aleni olabilirse o kadar alenidir. Fakat Ay, mahremiyet duygusu uyandırmakta nadiren başarısızlığa uğrar.
....
Aramak, akılsız, nevrotik, deliye dönmüş bir halde ya da korkakça yapıldığında bir saklanma biçimi olabilir.
....
-Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?
-Sanmam. Domates kelimesinin kökenini düşünüyordum.
....
Haliyle çok yağmur yağıyordu. Meşhur Seattle yağmuru. Aşk, kalıcı olacaksa ayaklarının ıslanmasına hazırlıklı olmalıydı.
....
Mutlu bir çocukluğa sahip olmak için asla geç değil.
”
”
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
“
Günün rahatlık duygusu neden bu kadar kolay?
Geçmiş felaketi hatırlamak neden bu kadar güç?
Pozantı’da gardıfrendi Kartallı Kazım
sene üç yüz otus üç…
Gece gündüz cephelere sevkiyat gider.
Nerede başlayıp nerede biter?
Ocağında öam ağacı yakan tirenler
Hat boyları yanmış odun kokusu.
askeride hat boyunun tapısı.
Memetçik, memet,
Memetçik, Memet.
Dört cephe içinde koptu kıyamet.
Vagonların kırk kişilikse yapısı
seksen Memet, yüz Memet yüklü hepisi.
Kilitlenmiş vagonların kapısı.
Tirenler gidiyor Memetçik dolusu.
Memetçik, Memet,
Memetçik, Memet.
Kilitli vagonlarda yoktur merhamet…
O devir Pozantı son istasyondu.
Gardıfen Kartallı Kazım soyundu.
Çömeldi güne karşı, bitlenedursun.
Dağ taş Memet dolu, dağ taş sevkiyat.
Gidenler aç susuz, dönenler sakat.
Ölüm Allahın emri, açlık olmasa fakat.
Aç insan kurt olup saldırmazsa
açlık itten beter insanı elbet.
Memetçik, Memet,
Memetçik, Memet.
Bölük emininde yoktur merhamet…
Pozantıda bir dere içi, güneş yakıyor.
Gardıfen Kartallı Kazım bakıyor:
bir deri bir kemik Memet
düşmüş bıyıklar.
Memedin ayağında yarım çarıklar.
Memet yüzükoyun yatmış sayıklar.
Memet beygir fışkısından arpa ayıklar.
Arpayı götürüp derede yıkar.
Güneşte kurutup yiyecek Memet.
Dağ taş Memet dolu, dağ taş sevkiyat.
Ölüm Allahın emri, açlık olmasa fakat.
Memetçik, memet,
Memetçik, Memet.
Arpayı en fazla bir avuç verir
beygir fışkısında yoktur merhamet.
Makasın solunda kör demiryolu.
Kör demiryoluna çekilmiş vagon.
Vagonda oturmuş altı Alaman
Yüzleri kırmızı, kıçları şişman.
Makarna yiyorlar masa başında.
Belki de o kadar şişman değilller
ve lakin Kartallı öyle görüyor.
Memetçik Memet,
Memetçik, Memet.
Alaman olmakta var mı keramet?
Alaman’ın vagonuna köpeği nbağlı.
Tüyü boz, kulağı kesik, sağrısı yağlı.
Doydu makarnayı köpeğe verdi Alaman.
Makarna yer Alaman’ın köpeği bile.
Belki de makarna yemez her zaman.
Ve lakin Kartallı öyle görüyor.
Memetçik Memet,
Memetçik Memet.
Kör demiryolunda Memet yürüyor.
Yürüyor Memetçik köpeğe doğru.
Dört el üzerinde emekleyerek,
kah girip, kah duraklayarak,
başını, taşlayacakmış gibi saklayarak.
Memetçik, memet,
Memetçik, Memet.
Kaptı itin önünden makarnayı, kaçıyor:
Kaçıyor Memet arkasına bakmadan.
Aç insan kurt olup saldırmazsa
açlık itten beter insanı elbet.
Alkışlıyor Memedi Alaman.
Alaman’ın hoşuna gitti marifet.
Memetçik, Memet,
Memetçik, Memet.
”
”
Nâzım Hikmet (Human Landscapes from My Country: An Epic Novel in Verse)
“
İlkel insanlar doğaüstü varlıkların insandan üstün olduğunu düşünmüyorlardı; çünkü tanrılar, insanların isteklerini yerine getirmeleri için korkutulup zorlanabiliyorlardı. Bu düşünce evresinde dünya kocaman bir demokrasi platformu olarak görülür; ister sıradan ister doğaüstü olsun bütün varlıkların orta derecede bir eşitlik temelinde var olduğuna inanılır. Fakat bildiklerinin artmasıyla insanoğlu doğanın büyüklüğünü ve kendisinin doğa içindeki acizliğini açıkça kavramayı öğrenir. Lakin çaresizliğinin farkına varması, hayal gücünün evrene yerleştirdiği doğaüstü varlıkların güçsüzlüğüne dair bir inanışı beraberinde getirmez. Aksine, bu varlıkların gücüne olan inancı kuvvetlendirir. Çünkü dünyanın sabit ve değişmez yasalara göre hareket eden kişilerüstü güçlerden oluşan bir sistem olduğu düşüncesi henüz tam olarak zihnini aydınlatmamış veya karartmamıştır. Bu düşünceye dair elbette muğlak bir hissi vardır ve yalnızca büyü sanatında değil, günlük yaşantısındaki çoğu işinde bu hisse göre hareket eder. Fakat düşüncesi gelişmez ve içinde yaşadığı dünyayı açıklamaya çalıştıkça dünyayı bilinçi bir irade ve şahsi bir varlığın kanıtı olarak düşünür. Eğer kendisini bu kadar zayıf ve aciz görüyorsa doğanın devasa mekanizmasını kontrol eden varlıkları ne kadar büyük ve kudretli görüyor olmalı! Böylece tanrılara eşit olduğu düşüncesi ağır ağır yok olurken, kimseden yardım almayan güçleriyle yani büyüyle doğanın akışını kontrol etme ümidini de yitirir ve tanrıları bir zamanlar onlarla paylaştığını düşündüğü doğaüstü güçlerin tek kaynağı olarak görmeye başlar. Öyleyse, bilginin ilerlemesiyle dua ve adağın yanında meşru bir denkleri olarak yer alan büyü ise gitgide arka plana itilir ve karanlık bir sanat seviyesine düşer. Artık büyüye, tanrıların krallığında hem nafile hem kafirce bir saldırı gözüyle bakılır ve tanrılarıyla birlikte nüfuzu artan ya da azalan din adamlarının sürekli muhalefetiyle karşılaşır. Bu yüzden geç bir dönemde din ile batıl inanç arasındaki ayrım ortaya çıkınca adak ve duanın toplumun dindar ve aydın kesiminin dayanağı, büyünün ise batıl inançlı ve cahil kesimin sığınağı olduğunu görürüz. Fakat daha sonraki bir dönemde doğa güçlerinin şahsi varlıklar olduğu düşüncesi doğa yasalarının fark edilmesinin önünü açtığında büyü, dolaylı olarak kişisel iradeden bağımsız zaruri ve sabit bir neden-sonuç akışı düşüncesine dayandığı için düştüğü itibarsız ve dışlanmış konumdan kurtularak yeniden ortaya çıkar ve doğadaki nedensel sekansları inceleyerek doğrudan doğruya bilimin yolunu açar. Simya, kimyaya zemin hazırlar.
”
”
James George Frazer (Man, God and immortality: Thoughts on human progress;)
“
bence kitap demek bir defa okumak için yazılan şey değildir. bazı tanıdıklarım haftada üç dört tane okuyorlar. onlara hayret ediyorum. kitap. nasıl diyeyim... içinde yaşadığımız ev gibi olmalı, vatan gibi olmalı, ona alışmalıyız, bağlanmalıyız, köşesini bucağını gayet iyi tanımalıyız, her noktasına hatıralarımız karışmalı. değil mi? bir musiki parçası gibi... her vakit başka başka eserler okuyanlar, iki üç günde bir dostlarını, evlerini, vatanlarını değiştiren insanlara benzemezler mi?" syf. 23
"korkuyorum, sizden değil, sizden ve kendimden, yaşamaktan korkuyorum." syf. 52
"gece yarısı kaldırımların hürriyetine, kimsesizliğine vurgunum. ben de kimsesiz ve hürüm, ben de kaldırım çocuğuyum."
" gece yarısından sonra kaldırımlarda uyumak için kuru bir parça yer arayan etsiz ve tüysüz, kuyrukları bile tüysüz, vücutları uzun ve karınları çukur, sıska ve sessiz, filozof ve mütevekkil, aç ve yorgun köpekleri bilir misiniz? onları ben pek iyi tanırım, onların hayatı benim hayatımdır ve bu en güzel hayattır, inanınız." syf. 88
"yaratma ameliyesi yekpare, spontane ve kendi tekniğini de haizdir. tashih etmek bozmaktan başka bir şey olmaz." syf. 92
"bir roman ya yazılır, ya yaşanır. ben sana hemen tutkun olduğumu hissettim, fakat yazmak için değil, yaşamak için! ben sana kollarımı uzatıyorum ve sen, bana ellerini, dudaklarını uzatacağın yerde, yazmak için mürekkepli kalemimi uzatıyorsun." syf 108
"sen hayatında her şey yapmış bir kadınsın. fakat hiç birine alışamamışsın, hiç birinde ihtisas kazanamamışsın: evlendin, fakat tam manasıyla zevce olamadın; sevdin, fakat yekpare bir aşkın olmadı, bir çok hadiseler en büyük ihtirasın billurunu kırdı; seyahat ettin, fakat sende bir seyyah melekesi teşekkül etmedi; birçok hafiflikler yaptın, barlarda, balolarda, tiyatroların kulis aralarında yaşadın, fakat bir kokot pişkinliği elde edemedin; tercemeler yaptın, fakat bir satır yazı neşretmedin; çocuklara bayılıyorsun, fakat ana olmadın; her emelin, her gayenin büyüklüğünü ve güzelliğini anlıyorsun, fakat hiç bir emelin ve gayen yok; bir çocuk saflığıyla en basit yalanlara inanabilirsin; fakat hiç bir şeye iman etmiyorsun." syf. 126
"dante'yi sever misin sen? şu dakika nerdesin? benim gibi hem roma'da hem istanbul'da mı?
"düşün ki her an ben değişiyorum, her an sen değişiyorsun, buna rağmen birbirimizi nasıl tanıyabiliyoruz? bu kaçan benliklerimizi birbirimizde aramak tecessüsü olmasaydı bir saniye konuşabilir miydik?" syf.132
"bu kelimeyi sevmiyorum. alakalarımızın yüz bin şekline isim bulamıyoruz ve 'sevmek' deyip çıkıyoruz. o için ne kadar suistimale uğruyor bu kelime." syf. 153
"yıkılıyor, her şey yıkılıyor!" syf. 164
"ancak 'izm'siz düşünebildiği gün insan zekasının hürriyetinden ve genişliğinden bahsedilebilir. kafamızın zinciri bu 'izm'dir: sistemcilik ve nazariyeciliktir." syf. 190
”
”
Peyami Safa (Bir Tereddüdün Romanı)
“
Hz. Yuşâ (A.S.) öğrenmek istedi:
"Seninle ilk tanıştığımız zaman, burasına bir yerden bahsetmiştin. Orası neresidir?"
Adam düşündü. Hz. Yuşâ (A.S.) sorduğuna pişman oldu. Teklif etti:
"Eğer yaranı, sıla hasretini deşeceksem, sus."
"Hayır. O yara kabuk bağladı artık. Sana nasıl anlatacağımı düşünüyordum."
"İyi öyleyse."
Adam şöyle başladı:
"Önümüzdeki vadi içinde akan Erden Nehridir değil mi?"
"Evet."
"Güneydeki Lût Denizine dökülür."
"Öyle."
"Nehir kuzeyde Taberiye gölünden su alır."
"Doğru."
"O halde Erden nehri, bu iki deniz arasında akan bir boğazdır."
"Belki."
"Ey Yuşâ! Yurdunun sınırı Toroslara dayanıyor. Diyelim ki onu aştın. Hep kuzeybatıya doğru git. Birçok dağlar ve ovalar, dereler, nehirler geç. Nihayet bir gün şu vadinin daha derin ve genişine ulaşacaksın. Kuzey ile güneyinde de Taberiye gölü ile Lût denizinden büyüğü var. Bunun doğusunda, kuzey denizine yakın tepe benim bir zaman yurdumdu. Orasına Dev Dağı derdim. Şurada oturduğumuz gibi oturur, engin güzellikleri seyrederdim. Hile, fesat, kötülük yoktu. İnsanlardan uzaktım. Mavi ile yeşil dostlarımdı sadece. Huzurumu bulmuştum. Ama olan oldu nihayet. İçimdeki sese uydum. Kaya gibi koptum dağımdan. Şükür ki küçük bir örneğiyle avunuyorum."
Adamın anlatttığı yer İstanbul Boğazı'ydı. Kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara vardı. Boğaz, Erden vadisi gibiydi. Karadeniz Lût denizi yerine geçerdi. Marmara da Taberiye gölü yerine. Adamın Dev Dağı dediği tepe, Boğazın Anadolu kıyısında Karadeniz yakınındaydı.
.
.
.
Hz. Yuşâ (A.S.) tekrar tenhaya çekildi. İlhamları gibi oldu. O yıl vefat etti. İsrailoğullarını onu nereye gömeceklerini pek düşündürmedi. Mademki Efrayim Dağlığı'nda Gaaş Dağı'nın Timatsarah Tepesi'ni pek seviyordu, oraya defnettiler. Bu olay üzerinden üç bin seneye yakın zaman geçti. İstanbul Boğazı'nın doğu kıyısında Karadeniz'e yakın bir tepe var. Adı Yuşâ Tepesi'dir. Karşısında da Telli Baba var. Nasıl ki bir zamanlar Anadolu Hisarı ile Rumeli Hisarı Boğaz'ın emniyetini madde bakımından sağlamış ve sağlıyorlarsa, bu iki tepede yatanların da Boğaz'ın emniyetini mânen sağladıkları, ebediyen Müslümanlara kalacağı anlatılır.
Telli baba kimdir. Onun Fatih Sultan Mehmet ordusunda bir asker olduğu, erdiği ve tel çekerken şehit düştüğü rivayeti yaygındır. Ya Yuşâ Tepesi'ndeki, acaba Hz. Yuşâ (A.S.) mıdır? Yoksa başka bu adda bir veli midir?
Çeşitli söylentiler anlatılır. Umumi fikir onun Hz. Yuşâ (A.S.) olduğu merkezindedir. Eskiden adı Dev Dağı olan o yerde savaşırken, gövdesi ikiye ayrıldığı halde, tepenin en üstüne çıkmış ve ruhunu teslim etmiştir. Ona onyedi metre boyunda, dört metre eninde bir mezar yapılmıştır. Baş ve ucunda iki küçük taş vardır. Elbet Hz. Yuşâ (A.S.) bu kadar büyük değildi. Mezarının geniş ve uzun tutulması, rütbesinin enginliğindendir. Yuşâ Tepesi'ni asırlık kavaklar süsler.
Doğrusunu şüphesiz ancak Hazreti Allah (C.C.) bilir.
”
”
Ahmet Cemil Akıncı (Kâbe'ye Doğru Büyük Kısas-ı Enbiya/ Peygamberler Tarihi 18, Hz. Yûşâ)
“
Offf, offf!” diye inlediğimi fark ettim ve tekrar okumaya verdim kendimi. Almanya’da da yüksek enflasyon tasarrufları eritip yok etmişti ve duruma kızan huzursuz ve umutsuz kitleler yeni kurulan bir partinin kızgın milliyetçi söylemlerinin peşinden gitmeye başlamışlardı. Partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi idi. Kısaltması Nazi’ydi. Savaş ve enflasyonun hayal kırıklığına uğrattığı insanlar, parti lideri Adolf Hitler tarafından ustaca kullanılıyordu. Sonradan birçok yazarın üzerinde birleştiği konu, Hitler’in ve partisinin yaratacağı tehlikeleri pek az kişinin sezebilmiş olduğuydu. Onun 1933 yılında iktidara gelişinden sonra bile, bu “hareket”in gerçek anlamı konusunda bir aymazlık söz konusuydu. Adam seçimle, yani demokratik yoldan iktidara gelmiş, bir zamanlar kendisine “Böhmer Çavuşu” diyen devlet başkanı Hindenburg’dan şansölyelik görevini almıştı. Hitler’in diktatörlüğe yöneldiği devirlerde bile başka ülkeler “Bizde böyle şey olmaz!” klişesinin rahatlığına sığınıyorlardı. Adolf Hitler’in, kabinesini kurduktan sonra çıkardığı ilk yasalardan biri “Devlet Memuriyetinin Meslek Olarak İfasına Yeniden Dönüş Kanunu” olmuştu. Bu karışık isimli yasanın amacı, devlet kurumlarından Yahudileri temizlemek, sadece Ari olanları bırakmak, hatta devleti partinin sadık kadrolarına emanet etmekti. Bizim profesörlerin kaderini de bu yasa çizmişti işte. Çünkü bu yasadan sonra Yahudi profesörler, yargıçlar, noterler ve her türlü devlet işinde çalışanlar bir anda kapının önüne konuvermişlerdi. Burada aklıma takılan ve Maximilian’a sormak istediğim bir konu vardı. Mademki Maximilian Yahudi değil safkan bir Almandı, o zaman niye o da Almanya’dan ayrılma yolunu seçmişti? Bu sorunun cevabını ertesi güne erteleyerek, okumaya devam ettim. Ülkedeki güvensizlik havası birçok kararsız kişiyi Nazi partisine, yani gücü elinde tutanlara yönlendiriyordu. Eski rejimden hayal kırıklıkları ve intikam duyguları olanlar da bu yeni harekete katılıyordu. “Kuyrukçu” denilen birçok kesim oluşmuştu. Eskiden başka fikirleri savunan ve toplumda saygın bir yer edinmiş insanlar bile, arkadaşlarının hayret dolu bakışları arasında yakalarına Nazi rozeti takıyorlardı. Bizim korkunç bir diktatör olarak tanıdığımız Adolf Hitler, her şeyi kitabına yani demokratik sisteme uygun olarak yapıyor, kişisel imparatorluğunu adım adım kuruyordu. Halkın çoğunluğu, sanayiciler ve kurumlar, arkasındaydı ve onun niyetlerinden hiç kuşku duymadan olanca güçleriyle destekliyorlardı. Bugün okuyunca insan, koskoca bir ülkenin bu kadar uyuşmasına, gerçeklere gözünü kapatmasına inanamıyor ama Hitler parlamentoyu da devre dışı bırakmanın yolunu bulmuştu. Daha iktidardaki ikinci ayını bile doldurmadan, 24 Mart 1933’te parlamentonun denetim yetkisini ortadan kaldıran ve hükümete sınırsız bir özgürlük alanı getiren “Yetki Kanunu”nu, bizzat parlamentoya onaylatmıştı. Bundan sonra onu denetleyecek hiçbir güç kalmamıştı ortalıkta. Her zaman olduğu gibi, cehenneme giden yollar iyiniyet taşlarıyla döşenmişti. Ama benim de bu arada uykum gelmişti. Tıpkı şimdi, uçakta bu hikâyeye devam ederken olduğu gibi. Okyanusun ortalarında olmalıyız. Gözlerim kapanıyor. Yarım saat daha uyumamın kimseye zararı olmaz nasıl olsa. Koltuğumu iyice arkaya yatırıyorum. Gözlerimi kapayınca iki zaman üst üste biniyor. Sanki içeriden Kerem’in bilgisayar klavyesinde hareket eden parmaklarının sesi geliyor. Uykuya dalarken son düşüncem, yarın profesörün sırrını öğreneceğim oluyor.
”
”
Anonymous