Telefon Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Telefon. Here they are! All 100 of them:

Ah, serile de octombrie ude, fără lumină, când nu aștepți nimic, nici măcar un telefon, când acele ceasornicului tricotează kilometri de plictiseală, [...]
Rodica Ojog-Braşoveanu (Bună Seara, Melania! (Melania Lupu #2))
Nu ştiu unde se ascund bucuriile vieţii. Poate în fiecare telefon pe care-l dai acasă, iar mama încă îţi răspunde. Şi spune că e bine. SCRISORI CATRE RITA
KAOS MOON
É um vazio todo peculiar que surge quando, numa cidade estranha, a pessoa disca números de telefone em vão. Quando ninguém atende, é uma decepção de alcance transcendente, como se esses números aleatórios fossem uma questão de vida ou morte.
W.G. Sebald (Vertigo)
Sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmansworth'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti. Bu, o kızın öyküsü değil.
Douglas Adams (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (Hitchhiker's Guide to the Galaxy, #1))
Assim, se tiveres chegado a estas últimas linhas e tiveres o meu número, procura um telefone não identificado e liga-me. Vamos ficar a ouvir-nos. Só o silêncio suficiente para eu saber que existes e para saberes que eu existo. Depois, desliga. Aquilo que temos para dizer poderia ser demasiado forte
José Luís Peixoto (Abraço)
În secolul XX, dragostea e un telefon care nu sună.
Frédéric Beigbeder
Kad sam je drugi put video rekao sam: "Eno Moje Poezije kako prelazi ulicu." Obećala je da će doći ako bude lepo vreme. Brinuo sam o vremenu, pisao svim meteorološkim stanicama. Svim poštarima svim pesnicima a naročito sebi. Da se kiše zadrže u zabačenim krajevima. Bojao sam se da preko noći ne izbije rat, Jer na svašta su spremni oni koji hoće da ometu naš sastanak Sastanak na koji već kasni čitavu moju mladost. Te noći sam nekoliko vekova strepeo za tu ženu Tu ženu sa dve senke, Od kojih je jedna mračnija i nosi moje ime. Sad se čitav grad okreće za Mojom Poezijom Koju sam davno sreo na ulici i pitao: "Gospodjice osećam se kao stvar koju ste izgubili Da nisam možda ispao iz vaše tašne?" Ja sam njen lični pesnik kao što ona ima i lične ljubavnike. Volim je više no što mogu da izdržim, Više od mojih raširenih ruku, Mojih ljubavnih ruku punih žara punih magneta i ludila. Moj snu, kao asfalt izbušen njenim štiklama, Noći, za mene sve duža bačena izmedju nas, Ona mi celu krv nesrećnom ljubavlju zamenjuje. Moje su uši pune njenog karmina, Te providne te hladne uši to slatko u njima Kad se kao prozori zamagle od njenog daha. Kako je ona putovala pomerao se i centar sveta. Pomerala se njena soba koja ne izlazi iz moje glave Sumo vremena, sumo ničega, ljubavna sumo, Još ne prestaje da me boli uvo Koje mi je pre rodjenja otkinuo Van Gog To uvo što krvari putujući u ljubavnim kovertama. U staklenu zoru palu u prašinu, Plivao sam što dalje ka pustim mestima da bih slobodno jaukao. Ptico nataložena u grudima što ti ponestaje vazduha, Radnice popodne na tudjem balkonu, Već dvadeset godina moj pokojni otac ne popravlja telefon, Već dvadeset godina on je mrtav bez ikakvih isprava. O koliko ćemo užasno biti razdvojeni i paralelni, O koliko ćemo biti sami u svojim grobovima. Još oko nje oblećem kao noćni leptir oko sveće I visoke prozore spuštam pred njene noge. Moje srce me drži u zatvoru i vodi pred njenu kuću Gde su spuštene zavese nad mojom ljubavlju. Ta žena puna malih časovnika sa očima u mojoj glavi, Taj andjeo, isprljan suncem list vode, list vazduha, Ljubomorne zveri oru zemlju i same se zakopavaju. O sunce nadjeno medju otpacima... Zuje uporednici kao telegrafske žice, Prevrću se golubovi kao beli plakati u vazduhu, I mrtve ih krila godinama zadržavaju u visinama Kao što mene njena obećanja održavaju u životu. O siroče u srcu što ti brišem suze Moja nesrećna ljubavi razmeno djubreta Stidim se dok je ljubim kao da sam sve to izmislio. Kuća, ništavilo na svim prozorima, Sve je dignuto u vazduh. Samo se još nesrećni pesnici kurvinski bave nadom.
Matija Bećković
-Neredesin şimdi? diye sakin bir sesle sordu bana. Neredeydim? Almaç elimde, başımı kaldırıp telefon kulübesinin çevresine baktım. Neredeydim? Nerede bulunduğumu hiç mi hiç bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu bu konuda. Neresiydi burası acaba? Sadece yürüyen sayısız gölge görüyordum. Hiç var olmamış bir yerin ortasında, Midori'yi çağırıyordum.
Haruki Murakami (Norwegian Wood)
Mi-a trimis un mesaj pe telefon: Am trimis o echipă de căutare după prietenia noastră. Nu i-am răspuns. Nici eu nu știu unde e.
Jandy Nelson (The Sky Is Everywhere)
-Ăsta e numărul meu privat, nu cel de serviciu. Îmi dai un telefon? -Sigur. Probabil că peste o oră ar fi prea curând,nu? Ea râse şi îi puse carneţelul şi stiloul în mână.
Nora Roberts (Vision in White (Bride Quartet, #1))
Um telefone tocava. E a cada passo que dava mais um telefone me chamava.
Filipe Russo (Caro Jovem Adulto)
Eğer aşıksan ve sevdiğin kişiden telefon bekliyorsan, belki bütün akşam boyunca onun aramadığını işitirsin. Her an farkına vardığın şey telefonun çalmadığıdır.
Jostein Gaarder (Sophie’s World)
Ceea ce mă impresionează cu adevărat este o carte pe care, când ai terminat-o de citit, vrei ca autorul care a scris-o să-ți fie bun prieten și să-l poți suna la telefon oricând.
J.D. Salinger (The Catcher in the Rye)
As pessoas usavam o que chamavam de telefone porque odiavam ficar juntas umas das outras e morriam de medo de ficar sozinhas.
Chuck Palahniuk (Survivor)
VAR Şu senin bulutsu sesin var ya Uçtan uca tersyüz ediyor geceyi Yataklar var konuşmak için Öpüşmek için telefon kulübeleri Aşklar var unutulmamak için, Boğulmak için ilk sevgili.
Cemal Süreya (Sevda Sözleri)
Umutsuz bir aşk çökmüşse gönlüne sabahın üçünde, özellikle onun orada, yerinde olmadığı kuşkusuna kapıldığında telefon etmeyi gururuna yediremiyorsan, ister istemez içe dönüp kendinle baş başa kalırsın; o anda akrep gibi sokarsın kendini ya da hiçbir zaman postalamayacağın mektuplar yazarsın ona, ya da odanda ileri geri volta atarsın, hem küfür hem dua edersin, sarhoş olursun ya da kendini öldürecekmiş gibi davranırsın. Bu gidişat bir süre sonra tatsızlaşır, bıktırır insanı. Yaratıcı biriysen -ama unutma , o anda boktan bir durumdasın- acılı anılardan ortaya elle tutulur bir şeyler çıkarabilir miyim diye sorarsın kendi kendine. Ve işte bir gece saat üç sularında başıma gelen tam buydu. Birden karar vermiştim , çektiğim acıyı tuvale dökecektim..
Henry Miller
İnovasyon koridorlarda toplanan, gece 10:30'da akıllarına yeni bir fikir geldi ya da bir probleme bakışımızı delik deşik eden bir şey fark ettiler diye birbirlerine telefon eden insanlardan çıkar." - Steve Jobs
Daniel Smith (How to Think Like Steve Jobs (How to Think Like ...))
Telefonul te face sa fii la cheremul primului venit.In fiecare zi,esti tinta unei noi agresiuni.Posesorul de telefon este omul cel mai nenorocit de pe lume,lipsit de orice aparare-dat pe mana tuturor nepoftitilor de pe pamant,el nu are nici o solutie,in afara de impolitete,ba chiar de grosolanie,care insa nu e lesne de pus in practica.Pentru asta trebuie sa ai daruri speciale si o traditie de impertinenta,de tupeu. Or,parintii mei m-au crescut in cultul timiditatii si al retinerii.Tupeul meu nu e punctul meu cel mai tare,iar insolent nu sunt decat atunci cand ma apuca,din inclinatie catre paradox-ceea ce nu deranjeaza pe nimeni.Agresivitatea teoretica merge rareori mana in mana cu fapta,cu practica. Se pierde in formule...
Emil M. Cioran (Caiete III)
Ah laikse aşkımız elbet biter bir kışbaharyaz günü Gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma Bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar Üç içbükey komodin silah çeker vurulur Sen gidersin denklem düşer ben aşk olduğumu ağlarım … Modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum. BEN SANA DÜZENLİ OLARAK TELEFON EDİYORUM! Vincit omnia veritas! Belki inanmayacaksın ama ben bu şiiri ellerimle yazıyorum sevgilim Çünkü benim gömdüğüm kızlar ara sıra boğulur Ve laik aşk çarpık toplumlaştırır, doğurma ne olur Sirk deseler tek hırkam var, çatışmada bıraktım Şimdi gidip Beckett okuyacağım, beni de seyret Tanrım Öfkemi devletle bir toprağa gömüyorum Aklımsa çamura saplandı saplanacak Şems çeker çıkarır kitabı havuzdan, kuru Ertan, alsana şu tüfeği duvardan benim ellerim ıslak.
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
Wolln Se ´nen bestimmten Klingelton?", hatte Fräulein Krömeier gefragt. "Ich doch nicht", hatte ich spottend erwidert, "ich arbeite doch nicht in einem Großraumbüro!" "Na ja, dann mache ich halt den normalen rein." Daraufhin hörte man ein Geräusch, das klang, als spielte ein betrunkenener Clown Xylophon. Wieder und wieder. "Was ist denn das?", fragte ich entsetzt". "Det is ihr Telefon", sagte Fräulein Krömeier und fügte hinzu: "meen Führa!" "Und das klingt so?" "Nur, wenn et klingelt." "Machen sie das aus! Ich will nicht, dass die Leute mich für einen Idioten halten!
Timur Vermes (Er ist wieder da)
Wszyscy ciągle tracimy różne ważne dla nas rzeczy - mówi, gdy telefon milknie - Ważne okazje, możliwości, doznajemy uczuć, których nie da się odwrócić. Na tym między innymi polega znaczenie życia. Lecz w naszych głowach, przypuszczam, że to jest w naszych głowach, znajduje się niewielki pokój do gromadzenia takich rzeczy jako wspomnień. Na pewno wygląda jak pokój z księgozbiorem tej biblioteki. I żeby dokładnie poznać stan własnego serca, musimy ciągle katalogować zbiory w tym pokoju. Trzeba tam też sprzątać, wietrzyć, zmieniać wodę w wazonach z kwiatami. Innymi słowy, będziesz wiecznie żył we własnej bibliotece.
Haruki Murakami (Kafka on the Shore)
-Hören Sie genau zu, ich werde es nur einmal sagen. - Mit Grabestimme flüstere ich ins Telefon. - Ich organisiere eine Überraschungsparty für Lukes Geburtstag. Die Sache ist streng geheim, und Sie sind der siebte Mensch auf der Welt, der davon erfährt. Fast möchte ich hinzufügen: `Und jetzt muss ich Sie erschießen.´
Sophie Kinsella (Mini Shopaholic (Shopaholic, #6))
Trabalhas sem alegria para um mundo caduco, onde as formas e as ações no encerram nenhum exemplo. Praticas laboriosamente os gestos universais, sentes calor e frio, falta de dinheiro, fome e desejo sexual. Heróis enchem os parques da cidade em que te arrastas, e preconizam a virtude, a renúncia, o sangue-frio, a concepção. À noite, se neblina, abrem guarda-chuvas de bronze ou se recolhem aos volumes de sinistras bibliotecas. Amas a noite pelo poder de aniquilamento que encerra e sabes que, dormindo, os problemas de dispensam de morrer. Mas o terrível despertar prova a existência da Grande Máquina e te repõe, pequenino, em face de indecifráveis palmeiras. Caminhas entre mortos e com eles conversas sobre coisas do tempo futuro e negócios do espírito. A literatura estragou tuas melhores horas de amor. Ao telefone perdeste muito, muitíssimo tempo de semear. Coração orgulhoso, tens pressa de confessar tua derrota e adiar para outro século a felicidade coletiva. Aceitas a chuva, a guerra, o desemprego e a injusta distribuição porque não podes, sozinho, dinamitar a ilha de Manhattan.
Carlos Drummond de Andrade (Sentimento do Mundo)
Le telefonate che si ricevono a quest'ora, pensava Tina trascinandosi dalla cucina al salotto per rispondere, si dividono sempre in due categorie. Ci sono quelle che al momento di andare a dormire avrai dimenticato e quelle che invece ti torneranno in mente: a loro volta le seconde si dividono fra quelle che ti concilieranno il sonno e quelle che ti impediranno di prenderlo.
Chiara Gamberale (Le luci nelle case degli altri)
Parem todos os relógios, desliguem o telefone, Evitem o latido do cachorro com seu osso suculento, Silenciem os pianos e com tambores lentos Tragam o caixão, deixem que o luto chore. Deixem que os aviões voem em círculos altos Riscando no céu a mensagem: Ele Está Morto, Ponham gravatas beges no pescoço dos pombos brancos do chão, Deixem que os guardas de trânsito usem luvas pretas de algodão. Ele era meu Norte, meu Sul, meu Leste e Oeste, Minha semana útil e meu domingo inerte, Meu meio-dia, minha meia-noite, minha canção, minha fala, Achei que o amor fosse para sempre: Eu estava errado. As estrelas não são necessárias: retirem cada uma delas; Empacotem a lua e façam o sol desmanchar; Esvaziem o oceano e varram as florestas; Pois nada no momento pode algum bem causar.
W.H. Auden
Soviel ich weiß, enden viele Abstiege tödlich, weil die Aufsteiger vergessen, daß der Weg zurück ins Vertraute manchmal größere Leidensfähigkeit und die Aufbietung größerer Kräfte verlangt als die Route hinauf in den Traum.
Christoph Ransmayr (Bericht am Feuer. Gespräche, E-Mails und Telefonate zum Werk von Christoph Ransmayr)
Eu espero alguém que não desista de mim mesmo quando já não tem interesse. Espero alguém que não me torture com promessas de envelhecer comigo, mas sim que realmente envelheça comigo. Espero alguém que se orgulhe do que escrevo, que me faça ser mais amigo dos meus amigos e mais irmão do meu irmão. Espero alguém que não tenha medo do escândalo, mas tenha medo da indiferença. Espero alguém que ponha bilhetinhos dentro daqueles livros que vou ler até o fim. Espero alguém que se arrependa rápido de suas grosserias e me perdoe sem querer. Espero alguém que me avise que estou repetindo a roupa na semana. Espero alguém que nunca abandone a conversa quando não sei mais o que falar. Espero alguém que, nos jantares entre os amigos, dispute comigo para contar primeiro como nos conhecemos. Espero alguém que goste de dirigir para nos revezarmos em longas viagens. Espero alguém disposto a conferir se a porta está fechada e o fogão desligado, se meu rosto está aborrecido ou esperançoso. Espero alguém que prove que amar não é contrato, que o amor não termina com nossos erros. Espero alguém que não se irrite com a minha ansiedade. Espero alguém que possa criar toda uma linguagem cifrada para que ninguém nos recrimine. Espero alguém que arrume ingressos de teatro de repente, que me sequestre ao cinema, que cheire meu corpo suado depois de uma corrida como se ainda fosse perfume. Espero alguém que não largue as mãos dadas nem para coçar o rosto. Espero alguém que me olhe demoradamente quando estou distraído, que me telefone para narrar como foi seu dia. Espero alguém que procure um espaço acolchoado em meu peito. Espero alguém que minta que cozinha e só diga a verdade depois que comi. Espero alguém que leia uma notícia, veja que haverá um show de minha banda predileta, e corra para me adiantar por e-mail. Espero alguém que ame meus filhos como se estivesse reencontrando minha infância e adolescência fora de mim. Espero alguém que fique me chamando para dormir, que fique me chamando para despertar, que não precise me chamar para amar. Espero alguém com uma vocação pela metade, uma frustração antiga, um desejo de ser algo que não se cumpriu, uma melancolia discreta, para nunca ser prepotente. Espero alguém que tenha uma risada tão bonita que terei sempre vontade de ser engraçado. Espero alguém que comente sua dor com respeito e ouça minha dor com interesse. Espero alguém que prepare minha festa de aniversário em segredo e crie conspiração dos amigos para me ajudar. Espero alguém que pinte o muro onde passo, que não se perturbe com o que as pessoas pensam a nosso respeito. Espero alguém que vire cínico no desespero e doce na tristeza. Espero alguém que curta o domingo em casa, acordar tarde e andar de chinelos, e que me pergunte o tempo antes de olhar para as janelas. Espero alguém que me ensine a me amar porque a separação apenas vem me ensinando a me destruir. Espero alguém que tenha pressa de mim, eternidade de mim, que chegue logo, que apareça hoje, que largue o casaco no sofá e não seja educada a ponto de estendê-lo no cabide. Espero encontrar uma mulher que me torne novamente necessário.
Fabrício Carpinejar
Dersimiz kasvet konumuz Ankara. Ayrancı, aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılan bir semtimizdir. Burada temiz kalpli, munis insanlar yaşar. Aşağı olsun yukarı olsun bütün Ayrancılılar telefon faturalarını vaktinde yatırır, askerlikten kaçmak için açık öğretime yazılmaz ve kesinlikle ironiden anlamazlar… Esat, küçük ve büyük olmak üzere ikiye ayrılan, şirin bir semtimizdir. Burada aşk acısı çeken sempatik insanlar oturur. Bu semtimizin bir diğer özelliği de sınırlarının… belirsiz olmasıdır. Bu yüzden pek çok Ankaralı, Esat‘ta oturmadığı halde kendini Esatlı zanneder… -Şule, Jale, Selma ya da Berna- Behzat Ç., ertesi gün, Ankara il sınırlarının sonuna doğru, Ayaş’a yaklaşırken rahat bir nefes alınca anladı bunu. Aslında bütün kent, insanların diri diri gömüldüğü bir tabuttu. Farklı olan ebattı, yoksa mantık üç aşağı beş yukarı aynıydı. Senin için ayrılan hava bitince ölüyordun, bir daha gömüyorlardı...
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
O senhor Henri disse: o telefone foi inventado para as pessoas poderem falar afastadas umas das outras. … o telefone foi inventado para afastar as pessoas umas das outras. … é exactamente como o avião. … o avião foi inventado para as pessoas viverem afastadas umas das outras. … se não existissem telefones nem aviões as pessoas viviam todas juntas. … isto é uma teoria, mas pensem bem na teoria. … o que é preciso é pensar no momento em que ninguém espera. … é assim que os surpreendemos.
Gonçalo M. Tavares (O Senhor Henri)
Ni pod koju cijenu ne želim znati što ću sa svojom romanesknom junakinjom učiniti dalje, sutradan. Ostavljam je da svako jutro dijeli moje raspoloženje. Probudimo su u osam-uvijek u isto vrijeme-pripremimo bijelu kavu, ali izostavimo kruh i putar, isključujemo telefon, ne odlazimo, ni nakratko, izvan stana jer bismo time zasitili stanice potrebne za naše zajedničko pripovijedanje. I nakon što, u prvih nekoliko minuta, pročitamo što smo ispripovijedale prethodnog dana, upuštamo se u nove mogućnosti.
Julijana Matanović
Iubirea e, în primul rând, nebunie. Iubirea e sinceritate, dar nu orice fel, ci una dusă la extrem. Iubirea e risc; e saltul în gol de pe un vârf de munte. Iubirea e încredere. Iubirea e atunci când vrei să cuprinzi toată lumea în pumn și s-o ascunzi sub pernă. Iubirea e dorința de a trăi fiecare minut, de a lua timpul impersonal pe care-l trăiesc și alții și a-l transforma în ceva al tău, numai al tău. Iubirea e zâmbetul cu care te trezești pe față într-o dimineață de iarnă. Iubirea e o noapte în care se văd bine stelele, și te uiți pe geam, și simți că vrei să iei în brațe siluetele negre ale copacilor din depărtare. Iubirea e un cal galben care aleargă spre tine, și tu nu vrei să ajungă niciodată, ci să-l privești la nesfârșit. Iubirea e când sari din pat, îți lovești degetele de piciorul mesei și te întrebi ce ai făcut de ai ajuns cea mai norocoasă ființă din lume. Iubirea e vocea ei la telefon, și părul ei roșu în bătaia vântului, și bocancii ei mărimea 38, și periuța ei portocalie de dinți, și rujul maro, și cerceii cu rubin. Iubirea e când simți că ea depinde de tine. Că nu mai poate fi fără tine.
Cristina Nemerovschi (Păpușile)
A ideia de que ele poderia representar dois papéis tão distintos com duas pessoas diferentes intrigava-a de uma forma desconcertante. Seria ela o vício obsessivo de alguém que não conseguia lidar com a sua sexualidade? Seria ela a satisfação demente do desejo, a expressão do dissoluto? Seria ele um ator quase tão natural quanto ela? Quem é que estava ali a enganar quem? “Tenho a minha fala!” - pensou e, ainda que fosse descontextualizada e o som ininterrupto do telefone se fizesse ouvir, ela proferiu-a só para que fosse verbalizada, o drama da personagem que já não se deixava ouvir, a quem o tempo destruíra o protagonismo. - Encontro-te lá. Conduzida pelo magnetismo secreto dos seus olhos, olhou-se ao espelho e achou-se harmoniosa. Viu um brilho determinado nos olhos, que poderia ser só do gin, mas ela identificou-o e apercebeu-se, pela primeira vez, que todo o quarto cheirava a fumo de tabaco e que aquele não era um dia com muito sol, era um dia ideal para ficar deitada, a ler, a beber e a fumar. Sabia que não devia sair e que parte dela queria ficar mas, às vezes, no que toca ao amor, parece que não aprendemos nada com o passar dos anos.
Pat R
Det är så lätt att döda någon, allt någon som jag behöver är en bil och några sekunder. För folk som du litar på mig, ni kör tusentals kilo metall i hundratals kilometer i timmen rakt ut i mörkret med era mest älskade sovande i baksätet, och när någon som jag kommer från andra hållet litar ni på att jag inte har dåliga bromsar. Att jag inte letar efter min telefon mellan sätena, inte kör för fort, inte glider mellan filerna för att jag blinkar tårar ur ögonen. Att jag inte står på en påfart till III:an med strålkastarna släckta och väntar på en lastbil. Ni litar på mig. Att jag inte är full. Att jag inte kommer döda er.
Fredrik Backman (The Deal of a Lifetime)
Kadının ne söylediğini çok merak ettim. Ama verecek param yoktu. Sonra bir mucize oldu ve kalabalıkta annemi gördüm. Kucağında pet şişesi, ayağında spor ayakkabıları, bir elinde de kereviz sapıyla duvar kenarında dikiliyordu. Annemin yanına gittim. Beni fark etmedi bile. Cep telefonunu çıkarttı ve internetten videolar izlemeye başladı. Videoda benim yaşlarımda çocuklar dans ediyordu. Annem de onlara bakıyor ve "Ne kadar tatlılar yaaa..." deyip duruyordu. Eteğinden çekeleyerek "Annne, annne!" diyordum ama beni görmüyordu bile. Kendi çocuğunun farkına varmıyor, ama başka çocukları telefon ekranından seviyordu. Delirecektim...
Şermin Yaşar (Abartma Tozu (Ciltli))
Son nişanın bu işte. Hayatta ne olabildiysen, bu toplu iğnede. İsmin buydu. Artık buradasın. Bu toplu iğneli isme bakıp ağlayanlarsın sen. Bu odaya seni aramaya gelenlersin. Sana üzülenler kadarsın. Yapabileceğin en büyük kariyer, bu iğnenin ucunda. 'Toplu İğneler' öyküsünden "Vitrinlerle kaplı pasajın parlak, kahverengi sessizliğinde telefon kabinine yürüdüm.Bir ilan çıkardım. Ertan'ın resmine bakıp sesimi ayarladım, söyleyeceklerimi düşündüm. Ertan'ın ümit dolu sesini, babasının gayretli, canın dişine takmış sözlerini hayal ettim. Telefona kartı taktım, numarayı duşladım, gerisini pasajın sessizliğine bıraktım. ' İlanlar' öyküsünden
Oguz Dinc (Toplu İğneler)
Oxytocin hormonu, serotonin, dopamin ve testosteron hormonlarıyla birlikte gterçek anlamda aşık olmayı tetikleyen asıl önemli hormon. Diğer üçünü normal salgılıyor olmalıyım. Ancak oxytocin üretimiyle ilgili ciddi sıkıntılarım olduğunu düşünüyorum. Bu salgı çalışmıyor vücudumda. Sanki bir gece birisi içkime ilaç karıştırıp beni uyutmuş ve sonra bu salgı bezlerini vücudumdan almış gibi. Küveti buzla doldurup, çıplak halde içine yatırmış, sol elime bantla bir telsiz telefon tutuşturulmuş ve küvetin yanına bir not iliştirmişler, "Sakin ol. Yaran ölümcül değil. Bundan sonraki yaşamını etkileyecek ama ölmeyeceksin. Acil çağrı yap ve durumunu anlat. Seni almaya gelecekler.
Mehmet Ada Öztekin (Veronica Pompa İstiyor)
Mas don Rigoberto sabia que não havia outro remédio, tinha que se resignar e esperar. Provavelmente as únicas brigas do casal ao longo de todos os anos que estavam juntos foram causadas pelos atrasos de Lucrecia sempre que iam sair, para onde fosse, um cinema, um jantar, uma exposição, fazer compras, uma operação bancária, uma viagem. No começo, quando começaram a morar juntos, recém-casados, ele pensava que sua mulher demorava por mera inapetência e desprezo pela pontualidade. Tiveram discussões, desavenças, brigas por causa disso. Pouco a pouco, do Rigoberto, observando-a, refletindo, entendeu que esses atrasos da esposa na hora de sair para qualquer compromisso não eram uma coisa superficial, um desleixo de mulher orgulhosa. Obedeciam a algo mais profundo, um estado ontológico da alma, porque, sem que ela tivesse consciência do que lhe ocorria, toda vez que precisava sair de algum lugar, da sua própria casa, a de uma amiga que estava visitando, o restaurante onde acabara de jantar, era dominada por uma inquietação recôndita, uma insegurança, um medo obscuro, primitivo, de ter que ir embora, sair dali, mudar de lugar, e então inventava todo tipo de pretextos - pegar um lenço, trocar a bolsa, procurar as chaves, verificar se as janelas estavam bem fechadas, a televisão desligada, se o fogão não estava acesso ou o telefone fora do gancho -, qualquer coisa que atrasasse por alguns minutos ou segundos a pavorosa ação de partir. Ela sempre foi assim? Quando era pequena também? Não se atreveu a perguntar. Mas já havia constatado que, com o passar dos anos, esse prurido, mania ou fatalidade se acentuava, a tal ponto que Rigoberto às vezes pensava, com um calafrio, que talvez chegasse o dia que Lucrecia, com a mesma benignidade do personagem de Melville, ia contrair a letargia ou indolência metafísica de Bartleby e decidir não mais sair da sua casa, quem sabe do seu quarto e até da sua cama. "Medo de abandonar o ser, de perder o ser, de ficar sem seu ser", pensou mais uma vez. Era o diagnóstico que havia chegado em relação aos atrasos da esposa.
Mario Vargas Llosa (El héroe discreto)
Ein Dummkopf neigt viel eher zur Klaustrophobie, und er neigt auch viel eher dazu, jemanden beim Kartenspiel zu erschießen oder ohne Überlegung einen Raubüberfall zu begehen. Er langweilt sich. Ihm bleibt nur Fernsehen oder Patiencenlegen, bei dem er betrügt, wenn er nicht rechtzeitig alle Asse draußen hat. Er hat nichts zu tun, als seine Frau anzumisten, mit den Kindern herumzunörgeln und zu saufen. Er kann nicht einschlafen, weil nichts zu hören ist. Also trinkt er, bis er müde ist, und wacht mit einem Kater auf. Er ist gereizt. Jetzt fällt vielleicht noch das Telefon aus, und die TV- Antenne wird vom Dach geweht, und wieder kann er nur grübeln und bei Patience betrügen, und er wird immer gereizter. Am Ende … knallt er drauflos.
Stephen King (The Shining (The Shining, #1))
Nenorocita după-amiază în care «am devenit bărbat» e şi-acum una dintre cele mai penibile şi mai sordide amintiri ale mele. Irina îmi dăduse un telefon că era-n Bucureşti, chiar stabilită în Bucureşti, şi că vrea să ne vedem într-o chestiune foarte importantă pentru ea. Am mers cu metroul de mi-a venit rău, până pe la Apărătorii Patriei. Am găsit blocul, am urcat pe scări în putoarea ghenelor revărsate, am intrat într-o garsonieră care duhnea intens a tocană şi am pupat-o pe Irina, care avea acelaşi miros pe obraji şi în păr. Purta un capot cu floricele. N-am vrut să mănânc, trebuia să-mi rezolv problema. Cu un fel de aer prost jucat de femeie fatală pe faţă, a pus un prosop pe pat şi s-a-ntins cu fundul pe el. M-am lungit şi eu lângă ea. Surpriza cea mare, atent premeditată, era că n-avea chiloţi pe dedesubt... După ceva caznă eram bărbat, dar în locul fericirii şi uşurării pe care mi le închipuisem nu simţeam decât o scârbă intensă de la mirosul de tocană, ciudă că terminasem din prima clipă şi mai ales dezgust pentru tot ce ţinea de acea după-amiază, pentru femeia dizgraţioasă şi duhnitoare de lângă mine, pentru garsoniera cu pereţii strâmbi, până şi pentru cerul de amurg transpirând prin perdeaua de la geam. Nu mă puteam gândi decât să plec mai repede de-acolo şi să n-o mai văd niciodată pe Irina. Ea dispăruse la veceu pentru chestii intime şi s-a-ntors, mare, ţâţoasă, cu mult păr pubian (îmi imaginasem femeile cu totul altfel), cu şolduri musculoase, în aerul cenuşiu al camerei. Şi-a pus halatul şi şi-a aprins o ţigară.
Mircea Cărtărescu (De ce iubim femeile)
Mnogo puta sam pokusao da ta svoja osecanja prenesem Naoko. Nekako mi se cinilo da bi ona u izvesnoj meri mogla na pravi nacin da ih razume. Ali nisam uspevao da pronadjem reci kojima bih mogao da se izrazim. Bas cudno, mislio sam. Kao da je njena boljka neprestanog trazenja reci presla na mene. Subotom uvece, sedeo bih na stolici u holu doma gde je bio telefon, i cekao da me Naoko pozove. Manje-vise svi su subotom uvece izlazili u grad, pa je hol obicno bio prazan i mrtvacki tih. Posmatrajuci tracke svetlosti kako sijaju u tisini tog prostora pokusavao sam da preispitam svoja osecanja. Sta ja to trazim? Sta uopste drugi traze od mene? Ali pravi odgovor nisam nalazio. Ponekad bih pruzio ruku ka tim zrncima svetlosti sto su lebdela u vazduhu, ali moji prsti ne bi dodirnuli nista.
Haruki Murakami (Norwegian Wood)
Il fatto è che del dio degli Inglesi non ti devi mai fidare. Questi servizi segreti più o meno deviati si fanno i fatti miei e i fatti tuoi, anche se vivi una vita normale e non sei incazzato a morte con il sistema di valori in cui vivi. Sono un po’ quelli che avevano già Facebook prima di te. Prima anche di Mark Zuckerberg. E non devi nemmeno registrarti né pubblicare nulla. Loro ascoltano le tue telefonate. Guardano le tue foto. Se scrivi sul pc si godono i tuoi aggiornamenti di stato. Leggono le tue email come fossero messaggi in bacheca. Non riescono a smettere di farsi i cazzi tuoi. Vigilano su noi poveri cavalli. Su voi poveri buoi. E appena siamo inutilizzabili, ci conducono al macello. Puoi provare a denunciarli per stalking, perché a un certo punto sono davvero un riccio nel culo. Ma ho come la sensazione che non riusciresti a portarli in tribunale.
Stefano Zorba (Mi innamoravo di tutto: Storia di un dissidente)
(...) telefon znajdował się w moim pokoju, aby zaś nie przeszkdzał rodzicom, dzownej zastąpiony był głuchym terczeniem. Z obawy, że go nie usłyszę, nie ruszałem się. Nieruchomość moja była taka, że pierwszy raz od wielu miesięcy zauważyłem tykanie zegara. Franciszka przyszła sprzątnąć. Rozmawiała ze mną, ale ja nie znosiłem tej rozmowy, pod której jednostajnie banalną ciągłością uczucia moje zmieniały się co chwila, przechodząc od obawy do lęku, od lęku do zupełnego zwątpienia. Twarz moja, różna od zdawkowo pogodnych słów, jakimi uważałem za właściwe odpowiadać Franciszce, była - czułem to - tak zbolała, żem się zacząć skarżyć na reumatyzm, aby wytłumaczyć rozdźwięk między udaną obojętnością a tym bolesnym wyrazem. Zarazem bałem się, aby rzucane, zresztą półgłosem, słowa Franciszki (nie na temat Albertyny, bo Franciszka sądziła, że już dawno minęła godzina jej możliwego przyjścia) nie przeszkodziły mi dosłyszeć zbawczego i niepowrotnego sygnału. W końcu Franciszka poszła się położyć; odprawiłem ją z szorstką dobrodusznością, aby, odchodząc, hałasem nie pokryła dźwięku telefonu. I zacząłem na nowo słuchać, cierpieć. Kiedy czekamy, podwója droga od ucha, chwytającego dźwięki, do mózgu, który je rozbiera i analizuje, i od mózgu do serca, któremu mózg przekazuje swoje wyniki, jest tak szybka, że nie możemy nawet pochwycić jej trwania i że się nam wydaje, iż słuchaliśmy wprost sercem. Dręczyło mnie nieustanne pragnienie, wciąż niespokojniejsze i wciąż nie spełnione - pragnienie sygnału telefonicznego.Kiedy doszło szczytowego punktu bolesnego wznoszenia się w spiralach mojej samotnej udręki, naraz, z głębi ludnego i nocnego Paryża, zbliżonego nagle do mnie, tuż koło szafy z książkami usłyszałem - mechaniczne i wzniosłe, niby w "Tristanie: powiewająca szarfa lub fujarka pasterza - terczenie telefonu. Podskoczyłem: to była Albertyna.
Marcel Proust
Como sair do planeta 1. Ligue para a NASA. O telefone deles é (1-202) 358-0001. Explique que é muito importante você sair o mais rápido possível. 2. Se eles não colaborarem, ligue para qualquer amigo que você tiver na Casa Branca – (1-202) 456-2121 – para pedir que quebrem seu galho com o pessoal da NASA. 3. Se você não tiver nenhum amigo na Casa Branca, ligue para o Kremlin (dê para a telefonista o número 7495 697-03-49). Eles também não têm nenhum amigo lá (pelo menos nenhum digno de nota), mas parece que têm um pouco de influência, então não custa tentar. 4. Se isso também não der certo, ligue para o Papa e peça conselhos. O número dele é 39.06.698.83712, e acho que a central dele é infalível. 5. Se todas essas tentativas fracassarem, faça sinal para um disco voador que estiver de passagem e explique que é crucial você sair do planeta antes que a conta do telefone chegue. Douglas Adams Los Angeles, 1983, e Londres, 1985/1986
Douglas Adams (O guia definitivo do mochileiro das galáxias)
Vou-me embora pra Pasárgada Lá sou amigo do rei Lá tenho a mulher que eu quero Na cama que escolherei Vou-me embora pra Pasárgada Vou-me embora pra Pasárgada Aqui eu não sou feliz Lá a existência é uma aventura De tal modo inconseqüente Que Joana a Louca de Espanha Rainha e falsa demente Vem a ser contraparente Da nora que nunca tive E como farei ginástica Andarei de bicicleta Montarei em burro brabo Subirei no pau-de-sebo Tomarei banhos de mar! E quando estiver cansado Deito na beira do rio Mando chamar a mãe-d'água Pra me contar as histórias Que no tempo de eu menino Rosa vinha me contar Vou-me embora pra Pasárgada Em Pasárgada tem tudo É outra civilização Tem um processo seguro De impedir a concepção Tem telefone automático Tem alcalóide à vontade Tem prostitutas bonitas Para a gente namorar E quando eu estiver mais triste Mas triste de não ter jeito Quando de noite me der Vontade de me matar — Lá sou amigo do rei — Terei a mulher que eu quero Na cama que escolherei Vou-me embora pra Pasárgada.
Manuel Bandeira
Adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir perşembe günü, rickmanswort'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birden fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. bu sefer doğru olanı bulmuştu, işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti. bu, o kızın öyküsü değil. ----- varlıgımı kanıtlamayı reddediyorum" der tanrı. "cünkü kanıt inancı yok eder. ve inanç olmazsa ben bir hiçim. ----- Halkı yönetmeyi en çok isteyenler, bunu yapmaya en az uygun olanlardır. ----- - keske annemi dinleseydim +nelerden bahsederdi ki - bilmem hic dinlemedim ----- Tanrım beni bilmem gerekmeyen şeyleri öğrenmekten koru. Hatta beni bilmediğim şeyler olduğunu öğrenmekten de koru. Öğrenmemeye karar verdiğim şeyler olduğunu öğrenmemeye karar verdiğimi bilmekten koru. Amin. Tanrım, tanrım, tanrım.. Beni yukarıdaki duanın sonuçlarından koru. Amin. Yaşamda insanların başına gelen şeylerin çoğu bu son kısmı kaçırmış olmaktan dolayı başlarına geliyor. -----
Douglas Adams (The Hitchhiker's Guide to the Galaxy: The Hexagonal Phase)
Ben deliyim… Yorgun ve yalnızım kaldırımlara misafirim… Gecenin gözleri üzerimde. Denizin ortasında küçük bir adayım, yüzme bilmem… Emrederim adım gibi, Emir benim! Yüreğimi bir yere bırakmışım, bıraktığım yerden çok uzaklardayım. Kapıları kapatmışım üstüme, sürgüleri beynime çekmişim. Hey… Hey sana diyorum! Sabreden derviş! Bir koç'um ben, Bana da sabretmeyi öğretsene? Ben deliyim, ama çok şey bilirim. Renkler ve zevkler hiçbir şey ifade etmez bana… Sonların başladığı yerden, Başlangıçların son bulduğu yere gidiyorum. Kara bir tren gibiyim yani, bir istasyondan bir istasyona, hep aynı raylar üzerindeyim… Ben deliyim… Yağmurun yağması benim için romantik değildir, ben kurşun yağmurlarını bilirim. Benim güneşim batmaz, dünyam dönmez, Ay'ım hep mehtap halindedir, Rüzgârlarım doğudan eser… Kadehime doldurduğum hüzünle sarhoş olurum, Mezem ise bir dilim umut… Ezbere bilirim yaşamayı, Yaşarken savaşmayı… Ben deliyim… Benim mevsimim değişmez sadece bahardır, Kuşlardan sadece güvercini bilirim, Yüreğim kanatlarıyla beraber çarpar. İnsanlardan yalnız çocukları severim, Onları da büyüyünceye kadar.. Ben deliyim… Benim tanrım yoktur.. Bir çift göze, bir güler yüze taparım… Bazen en içten gülüşe aşık olurum, En güzel kahkahayı “İlah!” ilan ederim, Dokunuşunda bir kızıl elmanın, Bazen kendim bile çözemem kendimi, Bulmacaya benzerim.. Kimi zaman soldan sağa bir nota, Kimi zaman yukardan aşağıya eski Mısır'da bir tanrıyım… Bağıra bağıra şarkılar söylerim, Sessiz sessiz şiirler yazarım. Bilmediğim yerlerin, Tanımadığım kişilerin resimlerini çizerim… Aşık olduğum yüzlere sarkılar bestelerim, Ozan olurum, aska aşığımdır, Sevdiğimi göklerde yürütürüm de, Kendimi cehennemin yedinci katında ağrılarım Ben deliyim… Kendimle sohbet eder, Kendi kendime gülerim. Telefon kulübeleriyle kavga ederim. Asfaltın siyahında kaybolup, Düşüncelere dalarım. Çıkmaz sokaklarda kendimi ararım, Bir de güzel hayaller kurarım… Hayal kurmayı çok severim, Biriyle hayal kurmayı daha bir severim ama, Siyah bir deri koltukta öperim kadınımı, Bir beyaz gömlekli psikoloğumu mesela, Bazen vucudunda kaybederim kendimi, Sonra hayallerimle beraber suya düşerim. Bir düş'tü… Suya düştü der, hayıflanırım.. Ben deliyim… Çayım sekiz şekerlidir, Sigara üstüne sigara yakarım. Sonra hatırıma gelir, Sigara içmem ki ben? Nargileyi pek severim ama, Tophane'de, elmalı olsun! Çekin oradan hemen! Haydi oglum! Biraz hizli, Yetismem gereken bir vapurum var, 8:15 vapuru, Parayı sevmem ama para için çalışırım. Çalışırken annemi düşünürüm ağlarım.. Alnımın teri gözyaşlarıma karışır… Babamın otobüsüyle geçmişe yolculuk yaparım… Babamı özlerim… Ananemin masallarıyla , Annemin radyodan ezberlediği Türk sanat müziği şarkılarını hiç bıkmadan defalarca dinlerim.. Dört yaşında aşık olduğumu, Ablamla vardiyalı kullandığımız çadır bezinden çantayla okula başladığımı görürüm.. Sonra babamın Başımı hiç dayamadığım omuzlarında uykuya dalarım.. Rüyalar görürüm uyandığımda hiçbirini hatırlayamadığım… Ben deliyim… Güzel bir yaşam benim için anlam taşımaz, Ben köyleri ve yürekleri yakılmış insanlar görürüm. Kimsenin düşmanı değilim kimseye dost olmadım.. Ben yabancıyım bana.. Söyleyemediğim düşüncelerim vardır.. her akşam ayrı bir meydanda Atatürk heykelinin karşısında, Olmayan aklımı darağacına asar, ipini çekerim…. Deniz gibi… Bir özgürlük türküsüne kurban ederim kendimi, Her gece bitmeden! Deniz'im ben! Devrimin bekçisiyim! Ben deliyim.. Ben buralara ait değilim. Dağları sırt sırta vermiş bir ülkem, Surlarla çevrili bir şehrim, On ikiden sonra volta attığım caddelerim Kızıl sakallı bir dayım bir de kara saçlı yarim var benim.. Koyu kahve gözleri var bir de, Neyse ki konumuz bu değil…
Ercan İntaş
Agent Tanner sagte, dass die NSA sich etwas einfallen lasseb will. Anselm und Hannah haben sich eben spontan entschlossen, auf Weltreise zu gehen. Postkarten, E-mails, ja, sogar Telefonate von unterwegs sind kein Problem.
Martina André (Das Rätsel der Templer)
Bir nəfər tanımadığım kişi Əlidən mənə məktub gətirdi. Məzmunu belə idi; 1) Firqə özəklərinin yerini dəyişsinlər. 2) Telefon aparatlarının necə və kimdən alındığını deməyin. 3) Mənə pul çatdırın. Qasım İsmayılovun vasitəsilə. 4) Əliheydər Qarayevə deyin ki, Yusifova inanmasın. O, satqındır; özünü tülkülüyə vurur ki, guya bolşeviklərə kömək edir. 5) Yusifova deyin ki, məndən əl götürsün. 6) Özüm polismeysterlikdə qaradovoyların otağındayam. 7) Ceyran, sən və Bibixanım dalımca gəlməyin! Qoy yoldaşlar mənim üçün əlləşsinlər. Vərəqəni aparıb verdim Əliheydər Qarayevə, Qulu Hüseynov, Musaxanov və başqa yoldaşlar da o kağızı oxudular. Başladılar Əlini axtarmağa. Qarayev parlamanda kəskin, gurultulu çıxış etdi, yoldaşlarımızı həm açıq, həm də gizli yollarla aradan çıxartdıqlarına görə hökuməti günahlandırdı. Musəvi və Haşım Əliyevin öldürülməsindən heç altı ay ötməmiş, indi də Əli Bayramovu oğurlayırsız. Müsavatçılar da iddia etdilər ki, bu provakasiyaçı bolşeviklər hökumət böhranını sürətləndirmək üçün özləri quraşdırıb, çox güman ki, Əli Bayramovu gizlədib, hökumətə şər atırlar. Əli Bayramov günahkardır, üsyançıdır. Hökuməti devirmək istəyib. Taxsırı olan adam cəzalanmalıdır. Əliheydər Qarayev ikinci dəfə daha kəskin çıxış etdi. «Biz Qırmızı Ordu ilə ciddi danışığa girməliyik. Bu hökumət isə bunu bacarmayacaqdır. Sovet Rusiyası ilə danışığa girmək lazımdır».
Anonymous
(...) na era da instantaneidade (...) A duração deixa de ser um recurso para tornar-se um risco; o mesmo pode ser dito de tudo o que é volumoso, sólido e pesado - tudo o que impede ou restringe o movimento. (...) corpos volumosos tiveram seu dia: outrora testemunhavam o poder e a força de seus donos; hoje anunciam a derrota na próxima rodada de aceleração e assim sinalizam a impotência. Corpo esguio e adequação ao movimento, roupa leve e tênis, telefones celulares (inventados para o uso dos nômades que têm que estar "constantemente em contato"), pertences portáteis ou descartáveis - são os principais objetos culturais da era da instantaneidade. Peso e tamanho, e acima de tudo a gordura (literal ou metafórica) acusada da expansão de ambos, compartilham o destino da durabilidade. São os perigos que devemos temer e contra os quais devemos lutar; melhor ainda, manter distância.
Zygmunt Bauman (Liquid Modernity)
Ea m-a strigat de pe verandă, mama ta la telefon, Karl Ove! Am înțeles gravitatea situației, dar asta nu mi-a trezit nicio emoție, am rămas complet rece. (...) Părea să fie un eveniment, ceva la care urma să particip în mod activ, un rol pe care puteam să-l joc - fiul care se întoarce acasă pentru a avea grijă de mama lui. Mi-am închipuit înmormântarea, toată lumea îmi exprima condoleanțe, le părea atât de rău de mine, și m-am gândit la moștenirea pe care mama trebuia s-o lase.
Karl Ove Knausgård
Perché anche la felicità deve fare così paura? Perché anche quando un sogno si avvicina c’è sempre da fare tornare i conti? Ho passato tanti anni della mia vita ad aspettare. Qualsiasi cosa. Se solo fossimo capaci di vivere mentre aspettiamo. Io non sempre ci sono riuscito. Ho aspettato l’amore di mio padre, ho aspettato che mi venissero riconosciute le mie qualità sul lavoro, ho aspettato troppe telefonate per troppo tempo che non sono neppure mai arrivate, ho aspettato di essere amato come avrei voluto, dimenticandomi che se qualcuno ci ama diversamente da come vorremmo non è detto che non ci ami. Poi ho aspettato per vedere realizzati i miei progetti come se il solo fatto di averli pensati bastasse per vederli concretizzarsi. E mi sono ingannato anche lì. L’attesa tempra, ma può anche sfinire se non supportata da un risultato. Ci sono miliardi di buone occasioni nella vita in cui si è costretti a inventarsi passatempi in attesa che arrivi il tuo tempo. Ma il tempo non è una scienza teorica. Affatto. A un certo punto, quando decide lui, arriva e ti disorienta. Allora tutto quello che hai sognato, se il tempo lo decide, ti si piazza davanti come un mostro gigantesco dalle mille teste e tu non hai più scampo. Hai smesso di sognare, in quel momento, e ti tocca vivere. E, casomai, vivere pure la felicità.
Niccolò Agliardi (Ma la vita è un'altra cosa)
BEN SANA DÜZENLİ OLARAK TELEFON EDİYORUM!
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
En torsdag i midten af november var jeg lige ved at græde, da jeg efter et bad ikke kunne finde to ens sokker. Det var, som om det var det vigtigste i verden. Jeg blev ikke ked af det med sokkerne, fordi mit liv gik ad helvede til, men mit liv gik ad helvede til på grund af det med sokkerne. Hvis bare jeg havde to ens sokker, ville alting ordne sig, lå jeg og tænkte, da min telefon ringede.
Sigurd Hartkorn Plaetner (Noget om Vitus)
Em toda a relação desigual e sem nome nem reconhecimento explícito há alguém que tende a tomar a iniciativa, a telefonar e a propor encontros, e a outra parte tem duas possibilidades ou vias para alcançar a mesma meta de não se desvanecer e depois desaparecer, embora acredite que de qualquer modo será esse o seu destino fatal. Uma é limitar-se a esperar, não dar nunca um passo, confiar em que possam sentir a sua falta e em que o seu silêncio e a sua ausência se tornem inesperadamente insuportáveis ou preocupantes, porque toda a gente se acostuma rapidamente ao que lhe é dado ou ao que há. A segunda via é tentar colar-se dissimuladamente à quotidianidade desse alguém, persistir sem insistir, ocupar lugar com vários pretextos, telefonar, não a propor nada - isso ainda está vedado - mas a fazer uma pergunta sobre qualquer coisa, pedir um conselho ou um favor, contar o que se passa connosco - a maneira mais eficaz e drástica de implicar alguém - ou dar uma informação qualquer; estar presente, actuar como lembrete de si mesmo, cantarolar à distância, zumbir, dar lugar a um hábito que se instala imperceptivelmente e como que à socapa, até que um dia aquele alguém dá consigo a sentir a falta da chamada que se tornou costumeira, sente algo parecido com um agravo - ou talvez a sombra de um desamparo - e, impaciente, levanta o telefone sem naturalidade, improvisa uma desculpa absurda e surpreende-se a ser ele a marcar.
Javier Marías
Poema - Insônia São três horas da manhã e eu não consigo dormir Encaro o vazio com a mesma paixão que judas encarou a crucificação de cristo Mudo completamente mudo! Nos devaneios de um inquietante silencio a minha mente flerta com ideias suicidas que se reveladas trariam mais miséria ao mundo Nas auroras dos meus pensamentos o universo se curva sobre a minha vontade e a minha mente não se cala nem por um segundo Por fora sou um homem apático frio como se nunca pensasse em nada calado como um homem mudo que vendeu sua alma ao diabo Eu me levanto e vou até o banheiro encaro no espelho a figura de um homem morto O que é a morte para quem nunca viveu? Naquele quarto sozinho eu sou deus sobre um reino de baratas e desprezo Das minhas janelas eu escuto os pássaros cantarem mas é impossível a última vez que eu olhei o relógio eram três horas da manhã Abro as janelas assustado e vejo uma rua repleta de gente pessoas dos mais diversos tipos O barulho das correntes em seus pés me deixam louco não adianta gritar para avisá-los eles não podem vê-las tampouco escuta-las Passei a madrugada inteira pensando e não vi a hora passar eu deveria estar surpreso mas isso acontece todos os dias Fecho a janela para não escutar as correntes ou os gritos dos deuses a clamarem pelo meu nome Eu moro sozinho desligo o telefone para não me procurarem Volto para cama aonde eu afogo todos os meus sentimentos compartilhando com o nada as minhas dores E sem que eu perceba adoeço todos os dias com a maldição de viver Eu deveria ligar para os meus pais e dizer que está tudo bem mas eles morreram quando eu tinha dezesseis e desde então estou sozinho no mundo Todos os meus amigos se afastaram de mim mas não posso culpa-los quem seria amigo de um homem insano? Penso todos os dias em suicídio a primeira vez que eu pensei eu tinha doze Levanto da cama e amarro um lençol na parte mais alta do quarto E encaro a mim mesmo dependurado com os meus pés tentando tocar o chão mas já era tarde demais para rezar o diabo havia tocado a minha alma São três horas da manhã e eu não consigo dormir...
Gerson De Rodrigues
Eu não te conheço", ela murmurou apertando com força o telefone, depois de desligar. "Não preciso te perdoar, nem precisa me pedir perdão, porque eu não te conheço.
Han Kang (A vegetariana)
Jag har redan berättat för henne på telefon att Luke hälsade på, men vi måste bara gå igenom det igen. Mitt på trottoaren måste jag iscensätta hur han satte tänderna i mitt knä. Med sorgsen röst måste jag säga: "Jag rör mig bara så långsamt." Jag måste vråla ordet "brosk" längs gatan. Men det brinner fortfarande i mig. "Jag brukar vara bättre på att skydda mig själv från sånt här." "Från hjärtesorg?" "Ja." Det stockar sig i halsen på mig. "Jag brukar kunna rädda mig undan innan det träffar mig med full kraft." "I så fall är det ju inte riktig hjärtesorg, eller hur?
Lily King (Writers & Lovers)
şafak sökmek üzere telefon kablosuna tünemiş kuşlar bekliyorlar sessiz bir Pazar sabahının altısında ben dünün unutulmuş sandviçini yerken. bir ayakkabı köşede dik duruyor, diğeri yan yatmış. evet, bazı hayatlar harcanmak için yaratılmış.
Charles Bukowski (The Night Torn Mad With Footsteps)
Počela sam da sanjam kako joj telefoniram; telefon je postao Milena, a Milena telefon. Milena s prijemnikom i rupicama prljavozelene boje; i kada sam, jedanaestog dana, uspela da je dobijem, to je bilo kao da sam, umesto slušalice, u drhtavoj znojavoj ruci držala Milenu, celu; začuvši njen glas, istog časa mi je postalo jasno da je nemoguće saobraćati s bogom ako i sami niste bog!
Biljana Jovanović
Dođi, da pogasimo telefone, dok ti u mom, a ja u tvom zagrljaju punimo baterije.
Djura Kelj (Mir More Ljubav)
Mas não trabalhes por conta própria. Isto porque, enquanto estás a trabalhar, atender o telefone, fazer tartes e limpar o chão e as janelas, há algo muito mais importante que não está a ser feito: e é esse trabalho que não estás a fazer, o trabalho estratégico, o trabalho de empreendedorismo que levará o teu negócio por diante e te dará a vida que ainda não conheces.»
Michael E. Gerber (O Mito do Empreendedor (Portuguese Edition))
Haber Limmar Ponyets'in alıcısına eriştiği sırada genç adamın vücudu sabun köpüğü içindeydi. Bu da insanı tele aygıtlarla tam banyodayken aradıklarıyla ilgili klişeleşmiş sözün Galaksinin Çevresinde, karanlık ve soğuk uzayda bile geçerli olduğunu kanıtlıyordu.
Isaac Asimov (Foundation (Foundation, #1))
Seduta davanti alla scrivania del fratello, la ragazza si mise le mani nei capelli, piangendo. “Ho paura!” disse. Daniele la osservò serio, pensando alle tante volte in cui si era sentito in dovere di proteggerla, nonostante fosse il fratello più piccolo. Lei era sempre stata bellissima, con i suoi lunghi capelli biondi e gli occhi azzurri, identici ai suoi. I ragazzi le stavano sempre appiccicati e, fin da giovanissimi, lei aveva sempre saputo che, se qualcuno l’avesse infastidita, Daniele l’avrebbe difesa. “Elena, stai tranquilla. Sai quante volte ho avuto a che fare con telefonate minatorie?” Lei scosse il capo asciugandosi gli occhi e il fratello proseguì: “Con il mestiere che faccio, mi capita ogni giorno. E spesso si tratta di sfigati che scappano non appena ci si avvicina a loro. Scoprirò chi è, e lo spaventerò al punto che verrà a chiederti scusa in ginocchio”. Elena sorrise. Lui sapeva sempre consolarla. Ma non quella volta. Nemmeno al fratello aveva avuto il coraggio di confidare in quale affare si fosse immischiata, pur sapendo che, se l’avesse fatto, lui avrebbe preso più seriamente la cosa. Il problema era che aveva davvero paura. Troppa paura. (Dal prologo)
Monica Gabellini (Fidati di me)
Um homem fala no telefone por trás de uma divisória envidraçada; não é ouvido, mas se vê sua mímica inalcançável: e se pergunta por que ele vive. Esse desconforto diante da inumanidade do próprio homem, essa queda incalculável ante a imagem do que nós somos, essa “náusea” como a denomina um autor dos nossos dias, é também o absurdo. De igual modo o estranho que em determinados momentos vem ao nosso encontro num espelho, o irmão familiar e, no entanto inquietante que reencontramos em nossas próprias fotografias, é ainda o absurdo.
Albert Camus (The Myth of Sisyphus and Other Essays)
Watt'ın zemin kattaki yaşantısının sonlarına doğru bir gün telefon çaldı ve bir ses Bay Knott'un sağlığının nasıl olduğunu sordu. Kuşkusuz biri dalga geçiyordu. Ses bundan başka, Bir dost, dedi. İnce bir erkek sesi ya da kalın bir kadın sesiydi. Watt bu olayı aşağıdaki gibi yorumladı: Cinsiyeti belirsiz bir dostu Bay Knott'un sağlını öğrenmek için telefonla aradı. Bu yorum çok geçmeden tutarsız bir hal aldı. Ama Watt'ın bunu tutarlılığa ulaştıracak gücü kalmamıştı. Watt'ın kendini daha fazla yormaya cesareti yoktu. Kaç kez meydan okumuştu, kendini şu daha fazla yorma tehlikesine. Meydan okuyorum, demişti, meydan okuyorum ve tutarlılığa kavuşturma çabalarına girmişti. Ama şimdi yapamıyordu artık. Watt artık yorulmuştu zemin katta, zemin kat Watt'ı iyice yormuştu. Ne öğrenmişti? Hiç! Bay Knott hakkında ne biliyordu? Hiç! Gelişmek kaygısından, öğrenmek kaygısından, iyileşmek kaygısından geriye ne kalmıştı? Hiç! Ama bu da bir şey sayılmaz mıydı? O zaman kendini öylesine küçülmüş, öylesine umutsuz görüyordu. Ya şimdi? Daha küçülmüş, daha umutsuz. Bu da bir şey sayılmaz mıydı? Öylesine sayrılı, öylesine yalnız. Ya şimdi? Daha sayrılı, daha yalnız. Bu da bir şey sayılmaz mıydı? Fazlalık bir şey sayıldığına göre. Olumluluk açısından az olsun, çok olsun. En üstün olma açısından az olsun, çok olsun.
Samuel Beckett (Watt)
Seitdem ist mein Telefon ruhig geblieben. Ich sitze in meiner Wohnung. Wenn ich rausgucke, ist da Stadt. Gerade ist eine Uhrzeit. Der Himmel ist schmutzig von Vogelschwärmen.
Ronja von Rönne (Wir kommen)
Existem mil coisas que ela tentou espantar, as coisas que ela não lembra e sobre as quais nem pode pensar, porque é aí que os pássaros gritam e os vermes rastejam e em algum lugar de sua mente está sempre caindo uma garoa lenta e incessante. Você vai ouvir que ela saiu do país, que tinha um presente que ela queria te dar, mas que se perdeu antes de chegar às suas mãos. Uma noite, bem tarde, o telefone vai soar, e uma voz que pode ser dela dirá algo que você não consegue interpretar porque a ligação está barulhenta e entrecortada. Alguns anos depois, de um táxi, você verá alguém que parece ela num vão de porta, mas ela já terá ido embora quando você convencer o motorista a parar. Você nunca mais a verá. Sempre que chover, pensará nela.
Neil Gaiman (Coisas frágeis 2 (Coisas frágeis, #2))
Pertemuan mendedahkan diri kita kepada nilaian orang lain. Kita akan saling mencari kekurangan diri masing-masing.
Siti Nor Abdul Rahim (Telefon (Drama Pemenang Esso-GAPENA 1))
Trpívám někdy pozdě v noci touto nemocí, zahrnující alkohol a telefon.
Kurt Vonnegut Jr. (Slaughterhouse-Five)
Os paginadores são pessoas que sabem muitos segredos, estão cheios de boas relações com os computadores, sabem as cores como se fossem números de telefone, usam regras que ninguém conhece.
Luís Filipe Cristóvão (Afonso e o Livro)
O que se sabe da realidade se sabe por telefone sem fio.
Filipe Russo (Asfixia)
Faz tempo que nos impuseram no jornal a ordem de escrever à máquina para melhor cálculo do texto no chumbo da linotipo e maior acerto na hora de armar a página, mas nunca me dei a este mau hábito. Continuei escrevendo à mão e transcrevendo na máquina com um agudo picotar de galinha, graças ao privilégio ingrato de ser o empregado mais antigo. Hoje, aposentado mas não vencido, gozo do privilégio sacro de escrever em casa, com o telefone fora do gancho para que ninguém me perturbe, e sem censor que espreite o que escrevo por cima de meu ombro.
Anonymous
unsprezece blesteme de iubire (1,2,3,6,7,8,9) sa dea domnul sa iti fie cel mai bine dar cand respiri sa-ti amintesti de mine il vezi pe tipu' ala? da, ala burtos si transpirat cu el sa traiesti fericita de imi cazi in pacat daca te mai uiti visator la alte femei sa ti se rupa jeansii-n cur la parada gay daca te sun si nu raspunzi la telefon sa te distrezi singur acasa de revelion daca mai baigui noaptea nume de gagici vedea-te-as alergand gol prin lanul de urzici daca incerci o data sa mai minti sa-ti cada patru, ba nu, sase dinti daca mai povestesti ce misto era fosta, la vreun sprit sa-ti prinzi stii tu ce piele in fermoarul de la slit
Iv Cel Naiv (Uibesc)
E-commerce e tv digitale, parte la sfida Ue dei tablet senza frontiere L’Europa vuole creare un mercato unico del web, ma finora chi ha un abbonamento per film e partite di calcio non può usarlo su smartphone e computer se si trova all’estero Marco Zatterin | 801 parole Il nemico si chiama «geoblocking» e colpisce un consumatore europeo su due. Gli appassionati di calcio, ad esempio. Succede a chi ha comprato un abbonamento per vedere le partite della squadra del cuore sul tablet, perché vuol essere sicuro di non perdere neanche un match, ovunque si trovi. Ha firmato un contratto con l’operatore nazionale e lo ha pagato con la gioia delle grandi occasioni. Poi, un giorno, decide di regalarsi un viaggio all’estero, convinto che i suoi campioni lo seguiranno. Invece no. Appena passato il confine, la sua tavoletta diventa «straniera» e il servizio inaccessibile. Inutile aver pagato, inutile arrabbiarsi. I diritti finiscono con la frontiera nazionale, sono bloccati dalla geografia. Dal «geoblocking», per l’appunto. Il danno per i consumatori «E’ un male per i consumatori e non aiuta lo sviluppo dell’industria», tuona Andrus Ansip, ex premier estone, responsabile Ue per tutto ciò che è digitale. Bruxelles vorrebbe che il mercato comunitario - dove circolano liberamente cittadini, merci e capitali - fosse un terreno di gioco senza limitazioni ingiustificate anche per il digitale. Se lo immagina come gli Usa, dove Internet e telefonia non cambiano se si è a New York o San Francisco. Da noi i navigatori del web sono 315 milioni, ma solo il 4% dell’offerta di beni e servizi è transfrontaliera. Comandano i mercati nazionali. Se così non fosse, si avrebbero 415 miliardi di affari in più. Il che conviene a tutti. Il progetto di Bruxelles La Commissione si dà cinque anni per creare un «mercato unico digitale» e riformare tutto, dagli acquisti «on line» alle telefonate. Il primo problema che si pone è quello dei diritti. Riguarda la televisione «on demand», quella che si può ordinare lì per lì col telecomando, come il calcio, «il settore più complesso da affrontare». Ogni emittente acquista i diritti della singola serie tv o di un campionato puntando a una fetta precisa di continente. Al contempo, si protegge per evitare che la regola venga violata e «geoblocca». Anche se il limite viene aggirato grazie a furbizie informatiche semplici come Anonymox che cambia la nazionalità dell’indirizzo Internet. Bruxelles propone di aprire il mercato rivedendo le regole del diritto d’autore, ferme al 2001, anno in cui la «tv on demand» era quasi fantascienza. Suggerisce di elaborare schemi in grado di attraversare le frontiere nel rispetto di creativi e produttori. Si tratta di studiare un meccanismo perché ovunque in Europa si possa accedere a qualunque contenitore digitale pagando il giusto. «Si amplia la platea e si scoraggia la pirateria», assicurano alla Commissione. Dove si ammette che il caso pesa di più per le emittenti di lingua inglese che italiana, data l’audience potenziale. Ma che, questo, non modifica l’esigenza. Il «geoblocking» riguarda molti siti commerciali. In Belgio, per esempio, è impossibile comprare un computer dal sito francese di una grande marca che ha un frutto come simbolo: si viene reindirizzati alla pagina bruxellese; la geografia blocca l’acquisto e limita la scelta. Se invece si affitta un’auto in Spagna, ci sono possibilità che - letto l’indirizzo di provenienza del contatto - la stessa vettura costi di più per un tedesco piuttosto che per uno sloveno. In questo caso, la geografia penalizza. In generale, il 52% tutte le esigenze di acquisti transfrontalieri non viene esaudito in un altro paese. «Meno clienti, meno incassi», sottolinea Ansip. Il freno all’e-commerce Lo shopping online viene frenato pure dalla posta. Il 57% dei cittadini dice che il prezzo della spedizione è la ragion per cui non comprano all’estero. Colpa del mercato che non
Anonymous
Byłem kiedyś obecny przy dyskusji Kotta - czy nie z Breiterem? - na temat "co chciał powiedzieć" X w swoim ostatnim utworze. Ciskali w siebie cytatami. Zaproponowałem, żeby go zapytali przez telefon i nawet dałem im numer. Zamilkli, a po chwili zaczęli rozmawiać o czym innym - gdy problem został zredukowany do telefonicznego pytania, przestał ich interesować.
Witold Gombrowicz (Dziennik 1957-1961)
Ekibi toplamak, genç bir hırsızın hayatında çok önemli bir olaydır. Toplantılar ve telefon görüşmeleri yapılır. Planlar hazırlanır ve bazen de bir kutlama pastası kesilir. Normal ailelerde mezuniyetler vardır. Hırsız ailelerinde ise bu tip şeyler. (syf. 136)
Ally Carter (Heist Society (Heist Society, #1))
Öğrenci selamı Ali Mısır'da okuyan bir öğrencidir. Sınavlar bitmiş ve yaz tatiline girecekler. Babası Ali'ye telefon eder ve sınavlarının nasıl geçtiğini sorar. Ali de bilmediği halde “çok iyi geçti” der ve bunun üzerine babası onu İstanbul'a işlerinde yardım etmesi için çağırır. Ali İstanbul'a gidecektir ve arkadaşına son olarak şöyle der; “Ahmet sen notlarımı öğrenirsin ve beni ararsın. Eğer telefona babam çıkarsa Muhammed'in selamı var dersin, ben anlarım bir tane zayıfım olduğunu.” Ahmet notları öğrenir ve arar. Telefona babası çıkar ve Ahmet şöyle der: - Amcacım Ali'ye söyle ona bütün Ümmet'i Muhammed'in selamı var.
Anonymous
Cory Doctorow hat dieses Werk unter der Creative-Commons-Lizenz(CC-BY-NC-SA) veröffentlicht die es jedermann erlaubt, das Werk frei zu verbreiten und zu bearbeiten ... (siehe wikipedia "little brother", dort auch Links zu den ebooks der Übersetzung) Unter Nutzung dieser Lizenz hat Christian Wöhrl eine deutsche Übersetzung des Romans angefertigt. Aus dieser ist ein Fanhörbuchprojekt entstanden. ... hier meine Zitate aus Readmill: Ich hatte also grade 10 Sekunden auf dreitausend Rechnern gemietet und jeden einzelnen angewiesen, eine SMS oder einen VoIP-Anruf an Charles' Handy abzusetzen; dessen Nummer hatte ich mal während einer dieser verhängnisvollen Bürositzungen bei Benson von einem Post-it abgelesen. Muss ich erwähnen, dass Charles' Telefon nicht in der Lage war, damit umzugehen? Zuerst ließen die SMS den Gerätespeicher überlaufen, sodass das Handy nicht mal mehr seine Routinen ausführen konnte, etwa das Klingeln zu koordinieren und die gefälschten Rufnummern der eingehenden Anrufe aufzuzeichnen. (Wusstet ihr, dass es völlig simpel ist, die Rückrufnummer einer Anruferkennung zu faken? Dafür gibts ungefähr 50 verschiedene Möglichkeiten - einfach mal "Anrufer-ID fälschen" googeln...) Charles starrte sein Telefon fassungslos an und hackte auf ihm herum, die wulstigen Augenbrauen regelrecht verknotet ob der Anstrengung, dieser Dämonen Herr zu werden, die das persönlichste seiner Geräte in Besitz genommen hatten. Sekunden später kackte Charles' Handy spektakulär ab. Zehntausende von zufälligen Anrufen und SMS liefen parallel bei ihm auf, sämtliche Warn- und Klingeltöne meldeten sich gleichzeitig und dann wieder und wieder. Den Angriff hatte ich mithilfe eines Botnetzes bewerkstelligt, was mir einerseits ein schlechtes Gewissen bereitete; aber andererseits war es ja im Dienst einer guten Sache. In Botnetzen fristen infizierte Rechner ihr untotes Dasein. Wenn du dir einen Wurm oder Virus fängst, sendet dein Rechner eine Botschaft an einen Chat-Kanal im IRC, dem Internet Relay Chat. Diese Botschaft zeigt dem Botmaster, also dem Typen, der den Wurm freigesetzt hat, dass da Computer sind, die auf seinen Befehl warten. Botnetze sind enorm mächtig, da sie aus Tausenden, manchmal Hunderttausenden von Rechnern bestehen, die über das ganze Internet verteilt sind, meist über Breitbandleitungen verbunden sind und auf schnelle Heim-PCs Das Buch passte grade so in die Mikrowelle, die sogar noch unappetitlicher aussah als beim letzten Mal, als ich sie brauchte. Ich wickelte das Buch penibel in Papiertücher, bevor ich es reinsteckte. "Mann, Lehrer sind Schweine", zischelte ich. Darryl, bleich und angespannt, erwiderte nichts. Dann packte ich das primäre Arbeitsgerät unserer Schule wieder aus und wählte den Klassenzimmer-Modus. Die SchulBooks waren die verräterischsten Geräte von allen - zeichneten jede Eingabe auf, kontrollierten den Netzwerkverkehr auf verdächtige Eingaben, zählten alle Klicks, zeichneten jeden flüchtigen Gedanken auf, den du übers Netz verbreitetest. Wir hatten sie in meinem ersten Jahr hier bekommen, und es hatte bloß ein paar Monate gedauert, bis der Reiz dieser Dinger verflogen war. Sobald die Leute merkten, dass diese "kostenlosen" Laptops in Wirklichkeit für die da oben arbeiteten (und im Übrigen mit massenhaft nerviger Werbung verseucht waren), fühlten die Kisten sich plötzlich sehr, sehr schwer an. Mein SchulBook zu cracken war simpel gewesen. Der Crack war binnen eines Monats nach Einführung der Maschine online zu finden, und es war eine billige Nummer - bloß ein DVD-Image runterladen, brennen, ins SchulBook stecken und die Kiste hochfahren, während man ein paar Tasten gleichzeitig gedrückt hielt. Die DVD erledigte den Rest und installierte etliche versteckte Programme auf dem Laptop, die von den täglichen Fernprüfungs-Routinen der Schulleitung nicht gefunden werden konnten.
Cory Doctorow
Unë për vete, edhe pse nga një vështrim egoist, ndiej keqardhje për pushtimin e Shqipërisë nga telefoni. Telefoni është një vegël e dobishme, por që të qepet në mënyrë irrituese. Të kesh një telefon në dhomë është njësoj si t'i lejosh gjithkujt të hidhet përpjetë me zë të lartë përpara teje dhe të të japë një dackë në çdo orë të ditës ose të natës. Dhe ti nuk ke mundësi të shpëtosh duke e mbyllur, si mund të bësh me radion dhe me dritën elektrike.
Faik Konica
Ma enerveaza ca am nevoie de ochelari de citit. Ma enerveaza ca nu vad sa citesc un cuvant de pe harta, din cartea de telefon, de pe meniu, din carte, de oriunde, fara ei. A, si flaconul cu medicamente! Am uitat de flaconul cu medicamente. Nu vad sa citesc un cuvant de pe flaconul cu medicamente. Zice sa iau doua la patru ore sau patru la doua ore? Zice "valabil pana la 12/08/07" sau "Expirat. Gata, Sfarsit." Habar n-am ce scrie si asta e grav. As putea muri pentru ca nu vad sa citesc ce scrie pe flaconul de medicamente. De fapt, literele de pe flaconul de medicamente sunt atat de mici, ca ma indoiesc ca le poate citi cineva. Nu sunt sigura ca le puteam citi cand nu aveam nevoie de ochelari de citi. Desi cine-si aduce aminte?
Nora Ephron (I Feel Bad About My Neck, And Other Thoughts on Being a Woman)
Ich sag’s dir nur ungern noch mal, aber man kann die Vergangenheit nicht zurückholen oder ändern‘, sagte mein Bruder am Telefon. 'Doch, man kann‘, sagte ich.
Benedict Wells (Vom Ende der Einsamkeit)
Eşitlikçi Bir Kültürde: Yöneticiyle, başkaları önünde fikir ayrılığına düşmekte bir sakınca yoktur. İnsanlar, yöneticilerinin onayını almadan harekete geçmeye çok daha yatkındır. Bir müşteri veya tedarikçiyle toplantı yaparken hiyerarşik seviyelere dikkat etmeye gerek yoktur. Sizden birkaç seviye aşağıda veya yukarıdaki kişilere e-posta göndermek veya telefon etmekte bir sakınca yoktur. Müşterilerle veya iş ortaklarıyla otururken veya konuşurken belirli bir düzeni takip etmek gerekmez.
Anonymous
Într-o bună zi, devii deodată unul dintre bărbații fără femei. Ziua aceasta vine pe nepusă masă, fără cel mai mic semn sau avertisment, fără s-o simți sau s-o intuiești, fără să se anunțe cu un ciocănit sau un tușit. Dai un colț și te trezești deja acolo. Însă nu te mai poți întoarce. Odată ce ai dat colțul, devine singura lume pentru tine. Iar în acea lume te numeri printre "bărbații fără femei". La plural, infinit de rece. Doar bărbații fără femei știu cât e de cumplit, de sfâșietor să fii unul dintre bărbații fără femei. Pierzi minunatul vânt din vest. Rămâi pe vecie - un miliard de ani e, probabil, aproape de vecie - fără sinele de paisprezece ani. Auzi în depărtare cântecele apatice și triste ale marinarilor. Te scufunzi pe fundul întunecat al oceanului, alături de amoniți și celacanți. Dai la unu noaptea telefon cuiva. Primești la unu noaptea un telefon de la cineva. îți dai întâlnire cu un străin într-un punct oarecare, undeva între cunoaștere și necunoaștere. Verși lacrimi pe asfaltul uscat în timp ce-ți măsori presiunea din pneuri.
Haruki Murakami
Jest niepodobieństwem podjąć wszystkie wymogi Dasein'u a zarazem pić kawę z rogalikami na podwieczorek. Lękać się nicości, ale bardziej bać się dentysty. Być świadomością, która chodzi w spodniach i rozmawia przez telefon. Być odpowiedzialnością, która załatwia drobne sprawunki na mieście. Dźwigać na sobie ciężar bytu znaczeniowego, nadawać sens światu, i wydawać resztę z 10 pezów [...] I choćbyście mnie tysiąc razy "przekonali", zawsze pozostanie w tym jakaś elementarna śmieszność nie do zniesienia!
Witold Gombrowicz (Dziennik 1953-1956)
Efganlılara zorla kabul ettirdiğimiz anlaşma teklifini İran Heyeti'ne kabul ettirmek bir türlü mümkün olmadı. İran Başbakanı'nın Babülde bizi beklememiş olmasından bizimle görüşmeyi lüzumlu görmediği anlaşıldı, biz de talimatı İran Şahından aldık, bunlardan bahs ile Tahran sefirimize bilgi vermiştim. Bundan haberdar olan Şehin Şah Başbakan Furugı han ile Hariciye Bakanı Kâzimi hanı gece yola çıkararak bize gönderdi: küçük kır sakallı, orta boylu, alim, fazıl... Kâzimi Han ise daha uzunca boylu matruş. Her ikisi de kibar insanlar. Birlikte Tayabad'a gelerek orada görüştük, Musabad'a karşı Efgan'a vermek istediğimiz suyu görmek istediler, oraya gittik, hiç yeşillik olmayan siyah, volkanik taşlardan bir takım dağ yamaçları arasında Gaşilluşi ismi verilen ve incecik akan bu suyun çok uzaklarında bir tek İran kulübesi bile yoktu. Bu sudan ancak kışın oralara gelen Efgan aşiretleri istifade ediyorlarmış. Nitekim biz oraya vardığımızda suya konmuş bir tulumun dolmuş olduğunu görmüştük ki bu su protokol mucibince İran'ın malı idi, yalnız hududun sonunda bulunuyordu. Başbakan İran'a ait bir karış toprağın bile verilmesini İran Millet Meclisi'nin kabul etmeyeceğini söyleyerek kesip atmıştı. O sırada on yaşlarında kadar olan Efganlı bir aşiret kızı geldi, su dolan tulumunu almak istedi. Başbakan O'na: - Buranın İran toprağı olduğunu bilmiyor musun, burada işin ne? diyerek tuluma bir tekmek attı, tulum boşaldı ve kızcağız boş tulumu koltuğunun altına sıkıştırıp ağlayarak uzaklaştı. Donup kalmıştım. Başbakan'ın bu hareketi içime dert oldu, zavallı çadır halkı bu geceyi susuz geçirecekti. Bu alim fazıl zatın bu işi nasıl yaptığına şaşmamak mümkün değil. Acaba bu da mı mezhep ayrılığının sonucu idi? Tayabad'a döndüğümüzde işin arabuluculukla halline imkân olmadığını anladığımdan hakemlikle hal için yeniden çalışmalara başladık. Başbakan ertesi gün Tahran'a döneceğinden bugün akşam çayını bizde içmek üzere veda'a geleceğini bildirdi, geldiklerinde de bana: - Şimdi radyo söyledi, sizin Millet Meclisi soyadı kanunu kabul etmiş, Gazi Hazretleri'ne de ANATÜRK adını vermiş, dedi, biraz düşündükten sonra: - Bir yanlışlık olmasın, bizde Anayasa, Anaiş gibi isimler varsa da Gazi Hazretleri'ne böyle bir isim yakışık almaz, acaba bir nokta hatası olmasın, malum ya Arab harflerinde ANA ile ATA arasında bir nokta farkı vardır, belki de ATATÜRK'tür. - Bilmem, radyo böyle söyledi... Gittiklerinden biraz sonra telefon ettiler: - Paşa siz haklıymışsınız, radyo tashih etti: Atatürk'müş. Atatürk'e telsizle bir tebrik yazdım ve derhal şu cevab geldi: - Siz de ALTAY oldunuz! Hudut işlerinin incelenmesi sırasında Musaabad işinin nasıl halledileceği bana büyük bir üzüntü kaynağı oldu.
Fahrettin Altay (10 Yıl Savaş ve Sonrası 1912-1922)
GECİKEN CEVAPLAR Biz icra vekilleri heyeti olarak, o günlerde, Lozan konferansı müzakerelerini gereken hassasiyetle, ilk iş edinerek, gece gündüz ve dakikası dakikasına takip ettiğimizden her hangi bir iş'arın geç cevaplandırılması gibi bir ihmalimiz bahis konusu olamazdı. Sorulan şeylerin hiç birinin cevabı geciktirilmiyordu. Ancak, dünya ile şöyle dursun, memleket içinde, şehirden şehire dahi telefon ve telsiz gibi süratle muhabereyi sağlıyan tesislerin mevcut bulunmadığı günlerde, Avrupa ve bilhassa İsviçre yani Lozan ile tek muhabere hattımız, Köstence yolu ile olandı. Bu yol da, yabancıların ve dolayısıyle o günkü duruma hâkim olan İngilizlerle Fransızların elinde idi. Şuracıkta istitraden kaydedeyim ki, bu yoldan yaptığımız muhabereleri, ellerine geçiren İngilizlerin, şifrelerini de hâl ederek, günü gününe sabah kavhaltı sofralarında okuduklarını, bizzat o zamanın İngiltere Hariciye Vekili Mister Çörçil, son yıllarda yayınladığı hatıratında anlatmaktadır. Şu halde, Lozan'daki Murahhaslar Heyetimiz Başkanının bizden beklediği cevapların, gecikme sebebi, kendiliğinden meydana çıkmış oluyor.
Rauf Orbay (Cehennem Değirmeni- Siyasi Hatıralarım)
E dashur Sadije, Nuk e dij se ç’ka ndodhur me mua. Në moshën e Krishtit unë të bëhem kaq i papërmbajtur në çfaqjen e ndjenjave të mija? Mjafton të qëndroj pakëz në vetmi e të jepem i tëri pas teje. Kurse kur jam me shokët nuk e kam mëndjen në muhabetin e përgjithshëm. Në mesditë të jetës dashuria qënka e çuditshme. Dua që në këtë çast të jem me ty. Ti të rrish karshi meje, të flasësh, të qeshësh. E di ti se më pëlqen qeshja jote? Ti qesh fare, fare. E sheh si është natyra e njeriut e dyfishtë? Unë në tregime e në vjersha jam shumë i përmbajtur, apo jo? Edhe në shkrimet e dashurisë bile jam i përmbajtur. Po kur nis të të shkruaj ty dhe e humb gjakftohtësinë. Adio, gjakftohtësi, armë e shkrimeve të mija! Pse vallë? Kjo siç duket është merita jote. Unë në përgjithësi kurrë nuk kam hapur sytë rrugëve pas fustaneve, po tani i kam mbyllur fare – kudo vetëm ty të shoh. Letra është një shprehje e çastit. Sikur ne t’i shkruanim letrat e t’i mbanim pa i dërguar qoftë edhe një ditë, natyrisht po të ishim në gjëndje shpirtërore normale, të tretën ditë do t’i grisnim e do të thoshim me vehte: ç’marrëzi kemi shkruar! Të tri letrat që të kam nisur para kësaj kanë plot marrëzira, se shpirtërisht nuk kam qënë mirë. Po mos u mërzit, njeriu duhet të ketë edhe çaste marrëzie, se do të na mbyste atëherë monotonia. Duhet të zbavitemi me ndonjë letër me nuanca anormale. Njerëzit zakonisht në këto letrat e dashurisë kanë qejf të bëhen ose hamletë, të tregojnë sa vuajnë e sa janë të mërzitur nga bota, ose të bëhen si xhaxhallarë të urtë me shprehje plot mirësi e didaktikë, t’i mësojnë vajzat të mos bijen në gabime, t’u thonë atyre se ka njerëz që janë të liq e ku të di unë. Këta u shëmbëllejnë atyre njerëzve, të cilët kur flasin me femra i venë më shumë rëndësi intonacionit të zërit, gjesteve elegante, manierës së të qëndruarit dhe harrojnë të mjerët, natyrën e tyre. Fatkeqët! Me këtë, pa ditur edhe vetë, bëhen të mërzitëshëm. Unë sot gjithënjë kam jetuar me ty. Shkonja në rrugë – isha me ty, shkonja në kafe – isha me ty, shkonja në bibliotekë të kërkonja ndonjë libër – isha me ty. Po ç’u bë kjo, thosha me vehte, ëngjëll mbrojtës? Dreq o punë. Është mirë kur të duan, apo jo? Kur të duan krejt ndryshe, krejt pa përcaktuar, pa rregulla, atëherë mund të jesh i lumtur. Unë nuk kam qef të më duan me rregulla, nuk dua të hyj nëpër unazë si akrobat. Bile unë kam qejf kështu: nuk e ndjen vehten mirë me mua një ditë, thua: më mërzite, Dritëro, sot nuk të dua, nesër mund të të dua, m’u çduk tani nga sytë! Çaste të tilla ka, apo jo? E di ti se unë nuk kam qef të flas në telefon se më mbarohen fjalët? S’di ç’të them. Që të flas, unë dua ta shoh njerinë, ose ta përfytyroj. Në telefon as e shoh, as e përfytyroj. Nuk e kuptoj se si më ka lindur kjo mani e pse më mbyllet goja në telefon. Duhet të jetë ndonjë sëmundje! Prandaj mos ma merr për të keq që nuk të kam telefonuar. Lexova një libër nga Dostojevski dhe më ka lënë pa gjumë me tipat dhe figurat e tij të tmerrshme. Një burrë tërë natën mendon para qivurit të gruas së tij, që ka vrarë vehten. Cilat kanë qënë arësyet që gruaja e tij vrau vehten? Rreth kësaj shkruhet tregimi. Ka një moment të hatashëm. Burrin e ka ftuar një njeri në duel (përpara se ky të martohej). Ai refuzon, nuk pranon të bëjë duel. Të gjithë e quajnë frikacak. Pas shumë situatash gruaja e çdashuron atë. Ai është shtrirë e fle. Ajo merr revolen dhe ia vë në tëmbth tytën e hekurt. Ai hap sytë, e shikon me gjakftohtësi tytën dhe i mbyll prapë. Gruaja tronditet. Përherë të parë kupton se ky nuk është frikacak. Po si është e mundur që refuzoi duelin? “Të refuzosh duelin – tha ai – kërkon më shumë burrëri!” Me të vërtetë është tregim i fortë. Gjynah që ti nuk e lexon dot. E kështu, moj e dashur, mjaft griva, po e mbyll letrën. Të puth, Dritëro
Dritëro Agolli
Tenho um amigo cuja companheira, Rosa, era babá para uma família chique do 16º arrondissement de Paris. Mas ela quer ser professora de espanhol. Ela deixa essa família, anunciando sua decisão. Infelizmente seu projeto profissional vai por água abaixo e ela precisa voltar a ser babá. Ela encontra uma nova família em busca de alguém, mas que gostaria de conversar com a família anterior para saber como Rosa se comporta com as crianças, conhecer suas «referências». Ela não pode telefonar para a família que ela abandonou dizendo que está prestes a começar um novo trabalho. Meu amigo me liga para pedir que eu interprete, ao telefone, a mãe da família do 16º. Eu nego — sou péssima atriz. É finalmente Lila, uma outra amiga, que faz o papel ao telefone e que mantém esse diálogo improvável: ela é mãe em uma família com muitos filhos que vive no 16º arrondissement, ela descreve a vida deles, as atividades das crianças, dá detalhes, agrada a interlocutora. Ela entra no jogo dessa vida que ela não tem e que inventa durante a conversa. Na vida, Lila faz filmes que tomam o real de empréstimo, mas que se parecem com ficções. Ao inserir cenas escritas e interpretadas em situações reais, ela busca produzir emoções que os métodos do documentário não conseguiriam obter sozinhos. Essa mistura reorganiza as relações sociais ou joga luz sobre elas de um jeito diferente. Seus personagens desempenham frequentemente atitudes combativas, que recusam as determinações. Essa história de babá é interessante pois coloca Lila em uma situação de escrita e de jogo que ela conhece bem, em que a palavra é colocada numa partilha entre realidade e ficção, abrindo assim pistas políticas. No
Clara Schulmann (Cizânias - Vozes de mulheres (Portuguese Edition))
Quando alguém me diz, ao telefone, «Agradecia que me tratasse por Senhor Arquitecto», só apetece responder «Está bem, desde que o Senhor Arquitecto me trate por Sua Majestade».
Miguel Esteves Cardoso (Os Meus Problemas)
Psişenin doğal yok edicisi sadece masallarda değil, düşlerde de bulunur. Kadınlar arasında, neredeyse evrensel olan erginleyici bir düş vardır. Bu düş o kadar sık görülür ki, bir kadının böyle bir düş görmeden yirmi beşine erişmesi nadirdir. Düş genellikle, kadınların debelenerek ve kaygılı bir şekilde uyanmasına neden olur. Düşün kurgusu şöyledir: Düş gören, çoğunlukla kendi evinde ve yalnızdır. Dışarıdaki karanlıkta bir ya da birden fazla sinsi tip dolaşmaktadır. Korkuya kapılan kadın yardım çağırmak için acil telefon numarasını çevirir. Birden anlar ki, o sinsi adam evin içinde onunla birliktedir... yakınındadır... belki onun nefesini bile duyabilir... hatta adam ona dokunmaktadır... ve acil numarayı arayamaz. Düş gören hemen uyanır, nefes nefesedir, kalbi çılgın bir davul gibi vurmaktadır.
Clarissa Pinkola Estés (Women Who Run With the Wolves)
O problema do telefone sem fio é que todos os detalhes se misturam.
Ashley Elston (Dez dates surpresa (Portuguese Edition))
Vaziyetin ihmale asla müsaadesi olmadığı için alınacak kararların en az saat meselesi addedilerek tedbir hususunda ona göre istical gösterilmesi gerekirken, yaptıkları teklifin sükûtla karşılandığını gören paşa, düşüncelerini tekrarlamış olmalarına rağmen yine de ehemmiyet verilmemişti. Nihayet, Mustafa Kemal'in bu uyarmalarından çok kısa bir süre geçtikten ve ancak, üzerinde önem ısrarla durdukları vaziyetin meydana gelmiş olmasından sonra ordu harekete geçmiş bulunuyor. Bu vaziyet üzerine telâşa düşen ordu kumandanı Liman von Sanders, Mustafa Kemal'i derhal telefon başına davet ederek ordu erkânıharbiye reisi (eski İzmir valisi merhum General Kâzım Dirik) aracılığıyla yaptıkları muhaverede; durum hakkında kendilerinden izahat istenilmiş olmakla birlikte düşmanın vaki teşebbüsüne mukabil ne gibi bir tedbir düşünüldüğünün sorulmuş olduğunu ve buna karşı Mustafa Kemal'in: - Vaziyetin çok ciddi olup zaten er geç bu şekli alacağını daha evvelden kestirerek keyfiyeti orduya bildirmiş bulunduğunu, cevabını verdiğini ve telefonda tedbir bahsine tekrar temas edilmesi üzerine yine Mustafa Kemal'in: - Meydana gelen müessif durum karşısında kumanda mevkiinin ne düşündüğünü ve ne gibi bir karara varacağını bilmemekle beraber kendilerince yapılması icap eden işin, daha önceleri tespit ve teklif edilmiş olduğundan bahisle son tedbirin artık orduca ittihazı, gerektiğini söylemiş olduğu ve ordu kumandanının, vaziyete behemahâl bir çare bulunması hakkındaki ısrarına karşı verdiği cevapta: - Çok nazik bir safhaya girmiş olan durumun ıslahı için tek çare kaldığını, bildirmesi üzerine, bu çarenin -büyük bir ümitle- ne olabileceğine dair yapılan soruya da: - Temsil ettikleri emir ve kumanda görevini, bütün yetkileriyle birlikte kendisine devir ve teslim etmekten başka yapılacak bir iş tasavvur edemediğini, açıkça beyan eylemesi muvacehesinde telefondan: - Çok gelmez mi? hitabıyla karşılaştığı ve bu konuda karşılıklı cereyan eden görüşmelerin devamın müddetince soğukkanlılığını daima muhafaza etmiş olan Mustafa Kemal'in son söz olarak: - Az gelir! dediğini ve bu kesin cevabı verdikten sonra artık telefondan işittikleri tek sesin, herhâlde biraz sertçe yerine konmuş olan reseptörün husule getirdiği madenî sadadan ibaret bulunduğunu çok açık ve kendilerine has tatlı bir ifadeyle anlatmışlardı. Davetlilerin tam bir sükûn içinde ve merakla dinledikleri bu hatıra, paşanın tok ve heyecanlı sözleriyle sona erdiği zaman, aynı heyecanı kat kat fazlasıyla duran vali merhum Memduh Bey'in daha ziyade sabır ve tahammül gösteremeyip Mustafa Kemal'in son sözü üzerine hemen kadehini eline alarak çok samimî bir ifade ve pek heyecanlı hâliyle: - Paşam, paşam! Sizin bindiğiniz atın zahmesi olayım! demesi ve arkasından da kendi şivesiyle: - Anafartalar kahramanının sıhhatine! sözünü ilave etmesi üzerine bütün kadehler Mustafa Kemal şerefine kaldırılmıştı.
Şükrü Tezer (Atatürk'ün Hatıra Defteri)
Una specie di reazione chimica su cui non ho nessun controllo. Posso solo stare a guardare. Entra in circolazione con il sangue e in meno di due ore ha preso possesso di me. L'attesa invade completamente l'atmosfera dell'appartamento. Sono ricoperta da una membrana in cui né televisione, né telefonate di amici, né bagni caldi né libri possono fare breccia. Non riesco a vedere più niente. I pensieri più assurdi mi possiedono, come spiriti maligni.
Banana Yoshimoto (Lizard)
Lucrul pe care nu-l iau în calcul majoritatea oamenilor este că moartea e adesea aleatorie și crudă. Nu ține cont dacă ai fost un om bun toată viaţa. Sau dacă ai mâncat sănătos, dacă ai făcut mișcare frecvent, dacă ai purtat mereu centura de siguranţă sau casca. Nu ţine cont dacă persoana iubită care rămâne în urmă și-ar putea petrece tot restul vieții retrăind în minte totul, chinuită de cuvintele "ce ar fi fost dacă". Oamenii își spun că au suficient timp, până când ajung la mila unei acțiuni necugetate: un șofer cu ochii în telefon, un vecin care a lăsat o lumânare aprinsă. Iar atunci e prea târziu.
Mikki Brammer (The Collected Regrets of Clover)
Escreva. Seja uma carta, ou um diário, ou algumas anotações enquanto fala ao telefone — mas escreva. Escrever nos aproxima de Deus e do próximo. Se você quiser entender melhor seu papel no mundo, escreva. Procure colocar sua alma por escrito, mesmo que ninguém leia — ou, o que é pior, mesmo que alguém termine lendo o que você não queria. O simples fato de escrever nos ajuda a organizar o pensamento e ver com clareza o que nos cerca. Um papel e uma caneta operam milagres — curam dores, consolidam sonhos, levam e trazem a esperança perdida. A palavra tem poder.
Paulo Coelho (Maktub)
Wadryś-Hansen zwróciła się do niego, jakby chciała coś jeszcze dodać, ale w tej samej chwili zadzwonił jego telefon. Wyjąwszy komórkę, zobaczył nezapisany numer. Nie zastawiał się ani chwili. - Tak? - spytał. - Oglądałeś? Nawet gdyby Kordian chciał ukryć, kim jest osoba dzwoniąca, nie dałby rady. Szeroki uśmiech na jego twarzy mówił sam za siebie. Dominika naraz spięła się, ale zupełnie to zignorował. - Pytasz o tę warszawską syrenkę na brzegu Wisły? - spytał. - Ja ci, kurwa, dam syrenkę.
Remigiusz Mróz (Ekstradycja (Chyłka i Zordon, #11))
Un scriitor dăinuie în noi atâta vreme cât se apleacă cu de-amănuntul asupra unor întrebări care ne frământă și ne stimulează o seamă de dorințe lăuntrice. Indiferent că ne extragem întrebările și dorințele direct din literatură ori direct din viață, după o vreme ajungem să stabilim o anumită conexiune între aceste elemente și informațiile sporadice pe care le-am dobândit, fotografiile în care l-am văzut ori fanteziile pe care le-am țesut în legătură cu scriitorul respectiv și să ne formăm, astfel, o anumită imagine despre el. Această imagine nu rămâne ca atare, așa cum se întâmplă cu numerele de telefon ori cu adresele pe care le purtăm în minte, ci se modifică în timp, întocmai ca amintirile și așteptările noastre. Așa ajungem să credem că, odată cu imaginea respectivă, s-a schimbat și scriitorul, și aceasta până când ne dăm seama într-o bună zi, odată cu revenirea la cărțile sale, că de schimbat s-au schimbat întrebările și așteptările noastre, nicidecum el.
Orhan Pamuk (Other Colors: Essays and A Story)
Há cerca de dez anos, aprendi uma grande lição. O telefone sempre tocava aos domingos, quando eu tinha reservado aquele dia só para mim. Eu atendia e acabava ficando irritada com quem quer que tivesse ligado. Em uma dessas ocasiões, Stedman me disse: “Se não quer falar, por que continua a atender o telefone?” Foi uma revelação: só porque o aparelho está tocando, não significa que eu precise atender. Eu tenho o controle sobre o que fazer com o tempo. Todos temos, mesmo quando parece que não. Proteja o seu tempo. A sua vida é feita dele.
Oprah Winfrey (What I Know for Sure)
Türkiye'de gerçek medyum hoca hayatınızı değiştiriyor! Çünkü büyü ilmini geçrekten çok iyi bilenlerden ve ona işlem yaptıranlar onun hakkında övgüler yağdırıyor. Sıkıntılarınıza çözüm bulmak için en iyi medyum hoca "gerçek hocanızı" seçin. Gerçek hoca geri getirme büyüsü, papaz büyüsü, Süryani büyüsü, aşık ketme büyüsü ve bağlama büyüsü yapabiliyor. Aynı zamanda çok kısa sürede sonuç veriyor. 0536 549 81 97 Bu numarayı kaydedin. Çünkü lazım olacak!
Gerçek Medyum Gerçek Medyum Hoca
abrir mão de recompensas financeiras e sucesso profissional em troca de tempo para descansar. Mas eu queria uma vida mais tranquila: poder parar e conversar com o vizinho, brincar com meu cachorro e apreciar sua alegria (sem estar ao mesmo tempo no telefone, cuidando de negócios), desfrutar de fins de semana inteiros indo a exposições de arte, lendo por puro prazer e simplesmente aproveitando a companhia dos meus filhos.
Christine Carter (O ponto de equilíbrio (Portuguese Edition))