“
İlk günden beri biliyordun,” dedi sahibi. “Belki biliyordum, ama düşünmüyordum,” dedi kadın. “Ölümü de biliriz, ama bizden o kadar uzaktadır ki, son âna kadar düşünmeyiz.” Sustular. Artur, havadaki gerginliği tüylerinde duyup ürperdi. Huzursuzlukla, tedirginlikle miyavladı. Duymadılar. “Bir karın vardı,” dedi kadın. “Onu bıraktın.” “Evet. Çok seviyordum, ama bıraktım.” “Hani çok sevdiğin bir arkadaşın vardı, bazen gelirdi. Onu da bıraktın.” “Artık ortak bir inancımız, ortak bir savaşımız kalmamıştı...” “İnancın peki? Seni tanıdığım zaman, bütün sorularına, bütün eleştirilerine rağmen komünisttin. İnancını da bıraktın.” “Bu seni mutlu edecekse, evet, onu da bıraktım.” “İlk tanıştığım günlerdeydi, hatırlıyorum, çok güzel, çok cins bir köpeğin vardı. Onu da bıraktın.” “O kadar güzel ve cinsti ki, bana göre değildi. Besleyemiyordum, bakamıyordum. Ona çok daha iyi bakacak birini buldum, bıraktım.” “Şimdi de,” dedi kadın... Sustu. “Beni,” diyemedi. “Bu kediyi ne yapmayı düşünüyorsun peki?” Artur, bütün kedi sezgileriyle bu kez sorunun da, yanıtın da, biraz önceki gibi acı bir şaka ya da birbirini acıtmak için, aslında pek de inanılmadan sorulmuş sorular, inat için verilmiş yanıtlar olmadığını kavrayarak gerginlik içinde bekledi. “Eğer bunu duymak istiyorsan, onu da bırakacağım,” dedi adam. “Ve seni de...” Sonra bir şiirden, bir türküden bir dize okurcasına mırıldandı: “Kim benden iyi bilir bırakma sanatını?” Sesi ne sert ne öfkeli ne acı; yumuşacık, uzak, hüzünlüydü. Korku, panik, öfke değil, acıma duydu Artur ve birden, kadının da kendisiyle aynı şeyleri hissettiğini sezdi. “Ben hep bıraktım. Bırakıldıkça, bıraktım. Hayal meyal hatırlıyorum: Babam ölüp bizi bıraktığında, uçsuz bucaksız meyve bahçeleri ve pamuk tarlaları arasında yükselen, oymalı ahşap parmaklıklı, cumbalı, sütunlu büyük taş evi; akşam vakitlerinde ağıllarına dönen –ve hepsinin benim olduğu söylenen– sürülerin çıngırak seslerini; beni kucağına alıp hoplatan, sevdiğim yemekleri hazırlayan, bizim toprakları komşu çiftlikten ayıran dereye düştüğüm zaman, azar işitmeyeyim diye, annem görmeden kurutup giydiren dadımı; çocukluğumu bıraktım. Annem yeniden evlendiği zaman annemi –belki de bütün kadınları– bıraktım. Dindardım; dünyaya baktım; insanların bu kadar acı çekmesine izin veren Allah’ı bıraktım. Delikanlıydım; ölesiye seviyordum. Benim için evini, ailesini bırakmayan sevgilimi ve kemanımı bıraktım. Sosyalist oldum, komünist oldum. Tek tek insanları değil, insanı kurtarmak için, yeni bir dünya kurmak için okulu bıraktım. Evleri, semtleri, kentleri, ülkeleri bıraktım. Yılların yıprattığı, ayrılıkların aşındırdığı tüm ilişkileri, karımı bile bıraktım. Bir oğlum oldu benden habersiz. Benden habersiz olduğu için, tanımadığım oğlumu, bir çocuğun hayal edebileceği en güzel, en büyük oyuncak paketini göndererek bıraktım. Sonra, tam da dediğin gibi, beni aldatan inancımı, uğruna bütün hayatımı verdiğim düşünceyi bıraktım. Bıraktığım hiçbir şeye bir daha geri dönmedim.
”
”