“
Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
W. Shakespeare / Hamlet
”
”
William Shakespeare (Hamlet)
“
Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel, kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için en değilim. Daha değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım.
”
”
Sabahattin Ali
“
Aşk daha iyi bir adam olma isteği yaratır. Doğru bu, doğru. Ama belki aşk, gerçek aşk aynı zamanda olduğum adam olmama da izin veriyordur.
”
”
Gillian Flynn (Gone Girl)
“
Zihnimizi edebiyat dekore eder. Kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, koridorlar, tüneller açar. Ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkânlarını; edebiyat sanatı sayesinde keşfederiz. Bir kumandanı, deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dâhiyi, tembeli, salağı… kelimelerden tanırız. Sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücünü verir. Birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız, derinden kavramamız edebiyat sayesindedir.
”
”
Murat Menteş (Korkma Ben Varım)
“
Bir zavallı ile bir alçak olma arasında gidip geliyor, kendimi yargılamam
”
”
Oruç Aruoba (benlik)
“
Dünyada herkesin ilk planda yer alması olanaksızdır ve buna gerek de yoktur. Bana sorarsan, herkes kendi çevreciğinde kendi işini yapmalı derim. İş her yerde vardır.. Çalışan insan, vakti geldiğinde son uykusuna rahat yatar ve rahat uyur. Ön plana çıkmak, toplumda ileri gelen biri olma konusunda duyduğumuz şiddetli arzu, bizim henüz olgunlaşmadığımızı gösteriyor kanımca, kısmen de kendimize saygısızlığımızı... Olgunlaşmamak ve kendine saygı duymamak, insanı dış koşullara bağımlı kılar." (Herzen, Suçlu Kim?, sf. 247)
”
”
Alexander Herzen
“
Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda.Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar.Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur.Sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe.Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık , artık saklı değildir.Hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle."Yaşamın anlamı" gece duyumsanır ve sorgulanır.Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz.Yaşam, gecenin konusudur.
”
”
Gündüz Vassaf
“
Biliyor musunuz - bazen öyle korkuya kapılıyorum ki, bazen ... bazen ... bazen evden çıkmaya cesaret edemiyorum, öyle bir güven içindeyim. Boş zamanımda -ki çok boş zamanım var- evde oturmayı tercih ediyorum, korkudan, şimdiki gibi, nasıl anlatayım size? Bir sıkışma duygusu, bir bunaltı, deli gibi korkuyorum bu güvenlikten, bir çeşit klostrofobi, sürekli işe yerleşmiş olma psikozu...
”
”
Patrick Süskind
“
Mutlu olmak istiyorsan, herkes gibi yaşarken kimse gibi olma.
”
”
Paula Hawkins (The Girl on the Train)
“
Aşk birisine sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.
”
”
Orhan Pamuk (The New Life)
“
Bu birey olma merakı ve telaşı yüzünden Avrupai zenginlerimiz değil birey, kendileri bile olamadılar." dedi. "Avrupai Türk zenginleri Allah'a inanmazlar, çünkü kendilerini bir şey sanırlar. Onların bireyliği önemlidir. Çoğu, herkes gibi olmadığını kanıtlamak için Allah'a inanmaz. Üstelik bunu söyleyemezler bile. Oysa inanç herkes gibi olmak işidir. Din alçakgönüllülerin cenneti ve tesellisidir.
”
”
Orhan Pamuk (Kırmızı Saçlı Kadın)
“
Fransızcada özledim denmez, Demir.”
“Nasıl yani?”
“Öyle işte… Özlemek diye bir kelime yok bu dilde. Tu me manques derler onlar. Ama bunun anlamı özledim demek değildir.”
“Nedir peki?”
“Özledim denmez. Bende eksiksin, denir. Sen bende hiç eksik olma, Demir. Eksikliğini, varken yokluğunu hiç hissettirme bana. Seni özlemeyi kabul edebilirim. İnsan birini yanındayken de özler çünkü. Ama yokluğuna asla katlanamam...
”
”
Burcu Büyükyıldız (Aşk Her Şeyi Affeder mi? (Sonsuza Kadar #1))
“
Iyi bir insan olmak çok da hoş olmayabilir. Iyi bir insan olmak korkunç olabilir. Bunu sana söylerken, kulağa ne kadar çelişkili geldiğini biliyorum...Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?
”
”
Anthony Burgess (A Clockwork Orange)
“
Kağıttan bir kent. Kağıttan evlerinde yaşayan bütün şu kağıttan insanlar, kendilerini ısıtmak için geleceği yakıyorlar. Herkes bir şeylere sahip olma çılgınlığıyla kendini kaybetmiş. Bütün bu şeyler kağıt inceliğinde ve kağıt kırılganlığında. Ve bütün insanlar da...
”
”
John Green (Paper Towns)
“
O özel olma,büyülü bir gücün etkisinde olma, kuraldışı olma, sonsuza dek korunuyor olma duygusu- ona böylesine yararlı olan tüm bu aldanışlar ikna etme güçlerini ansızın yitirmişlerdi. Artık kendi yanılsamalarının ötesini görebiliyordu ve daha önce yanılsamaların kalkan gibi koruduğu şey şimdi önünde bütün çıplaklığı ve korkunçluğuyla uzanıyordu.
”
”
Irvin D. Yalom (Love's Executioner and Other Tales of Psychotherapy)
“
Ölümün insanoğlunun başına gelen iyiliklerin en iyisi olup olmadığını kimse bilmiyor, ama güya başa gelebilecek en büyük kötülük olduğunu sandıklarından ondan korkuyorlar. . . . Bu yüzden, kötü olduklarını bildiğim kötülükler arasından, ne olduklarını tam bilemediğim için iyi olma potansiyeli taşıyanlarından hiçbir zaman korkmayacak ve onlardan kaçmayacağım.
”
”
Plato (Sokrates'in Savunması)
“
Londra ve Sis! Bu ikisi bir araya geldi mi yazar olma zamanıdır!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Savaşçılara hayran olma; dövüşçüleri alkışlama; yumruğu kına! Vahşiliğin bu düşük kültüründen kurtul! Şiddete başvurmayana hayran ol; barışçı olanı alkışla; kaba gücü hakir gör!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Güneşin, hiç kimse olma şansı yoktur ve bir güneş olmanın cezası da budur! Sessiz bir ormandaki mütevazı bir ağaç gibi hiç kimse olabilirsen, mutluluğu da bulabilirsin!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Karlı bir gündeki uzun yürüyüşten sonra sıcak çorba bir kral olur! Her şey saygı duyulan bir kral olma potansiyeli taşır, en basit şeyler bile!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Bir tren gibi olma; aynı yolda seyahat etme! Binlerce farklı yol yürümen için seni bekliyor! Tren gibi olma!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Hiç kimsenin adamı olma! Onun yerine, hakikatin adamı ol, yalnızca hakikatin!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Bu hırsızlık aynı zamanda, acımasız var olma mücadelesinde anlamsız bir engel olan ahlak anlayışının çürüdüğünü veya parçalandığını da gösteriyordu.
”
”
Jack London (The Call of the Wild)
“
Sana bir şey salık vereceğim: Vaktinden önce mutsuz olma!
”
”
Seneca (Letters from a Stoic)
“
Hayatın yükü ağırlaştıkça, omzumuzu var gücüyle ezmeye başlayınca, daha güçlü olma zamanıdır!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Bakın, edebiyatla ilişkisi, yakınlığı olan insanların en temel özelliğidir merkezden kaçık olma durumu.
”
”
Barış Bıçakçı (Veciz Sözler)
“
Hırsızlar çok şey istememelidir; bu ironik ama gerçektir. Yürüyerek kaçamayacağın bir yerde asla durma. Geride bırakamayacağın bir şeye asla sahip olma.
(syf. 28)
”
”
Ally Carter (Heist Society (Heist Society, #1))
“
Fakat gerçekte birçok birey yüksek statü elde etme şansı uğruna düşük statü sahibi olma riskini alarak, daha hiyerarşik bir toplumu seçebilir.
”
”
Francis Fukuyama
“
Başkasının mutlu olması seni rahatsız ediyorsa asla mutlu olamazsın.
-Seneca, De ira
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Bir şeyi tutup ona sahip olmak istediğimizde hayattaki sayısız başka şeyden feragat ederek bunların sağından solundan geçip gitmek zorunda kalırız
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Ne yaparsan yap, demek istedim, aşırı mutlu olma. O zaman başından aşağı ateşler yağar.
Bir şey söylemedim. Bıraktım dans etsin.
”
”
Madeline Miller (Circe)
“
Bir şeyi tutup ona sahip olmak istediğimizde hayattaki sayısız başka şeyden feragat ederek bunların sağından solundan geçip gitmek zorunda kalırız.
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Ne yaparsan yap, demek istedim, aşırı mutlu olma. O zaman başından aşağı ateşler yağar.
”
”
Madeline Miller (Circe)
“
Ah, suçlar çeşit çeşittir," diye yanıtladı Acharailer, "bizimkisi de var olma suçu.
”
”
Michael Ende
“
Aptal olma, o senin için ilk gördüğün andan itibaren bir kalp ağrısıydı...
”
”
Jeff Buckley
“
Zira ölüm tabiatın ve tabiatüstünün, geçmişin ve geleceğin, yerlerin ve göklerin bütün sırlarına vakıf olma haliydi ve hakikati görenler için yaşam esasen azaptan başka bir şey değildi
”
”
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
“
Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?
(syf. 84)
”
”
Anthony Burgess (A Clockwork Orange)
“
Salyangozların Dünyası’nda yaşıyoruz! İnsanoğlu aşırı derecede yavaş! Her kim sınırlı bir yaşama sahipse, onun yavaş olma hakkı yoktur! İşler hızlı yapılmalı! Yavaşlık, ölümsüzlere aittir!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Bir fikri sıkıca tutma! İnandığın şeyin yanlış olma ihtimali her zaman vardır. Fikirlerini gevşekçe tut, böylece onların yanlış olduklarını anladığın anda o fikirlerden kolayca kurtulabilirsin!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Anlatmadığım ne kalmıştı? Bunları da anlatıp bitirdiğimde, birlikte olma şansımız kalmamış olacaktı. Bir kadın hakkında bu kadar çok şey bilen bir adam, onu nasıl sevebilirdi? İşin bulmacası nerede kalırdı?
”
”
Arzum Uzun (Süper Zeki Bir Kadının Über Salak Hikayesi)
“
İnandığın şey yanlış olabilir; inanmadığın şey doğru olabilir! Bir şeylerden emin olma! Şüphe duy! Araştır! İnancının mutlak bir gerçek olduğu konusundaki aptalca kibrini bırak! Zihnini bütün olasılıklara aç!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Benzer gülümsemeler, benzer mahcup bakışlar, benzer mutluluktan havalara uçmalar. Bunları gördükçe insanların ihtirasları arasında en sivri olanın, yani mutluluğun başkalarıyla aynı olma isteği olduğunu anlamaya başlamıştım.
”
”
Anonymous
“
dünyaya mutluluk ve zevk beklentisiyle dolu olarak adım atarız ve kader bizi hoyrat bir şekilde yakalayıp hiçbir şeyin bizim olmadığını, her şeyin ona ait olduğunu gösterene kadar bunu gerçekleştirmeye yönelik o aptalca umudu koruruz
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Doğruluk yolunu seçişim, doğru olma duygusundan çok gerçeği sevmeme dayanır; gerçekten, uygulamada, eğriyle doğrunun soyut kavramlarını değil, vicdanımın ahlak alanındaki yolunu izledim. Çoğu kez, masal anlattım; ama pek az yalan söyledim.
”
”
Jean-Jacques Rousseau (Bir Yalnız Gezerin Düşleri)
“
Genc adam, "Sen."dedi. Sanki aciklamayi yapmak zor geliyormus gibi kuruyan dudaklarini yaladi. "Sen orada, oylece duruyorsun. Hicbir caba harcamiyorsun. Sadece bana bakiyorsun ve ben sanki ringde bir boksor tarafindan mideme sayisiz yumruk yemis gibi hissediyorum. Sanki bedenimi karincalar istila etmis gibi her yanim karincalaniyor." Uzanip burnunu burnuna surttu.
"Bedenim seninle bir olma, bana dokunman icin ihtiyac icinde yaniyor. Kendimi taniyamiyorum. Ve sen bunlari oylece durup, bana bakarak yapiyorsun.
”
”
Selvi Atıcı (Pinokyo'nun Rüyası (Kayıp Şehir, #2))
“
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
”
”
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
“
O gün kapkaranlık sokaklarda dolaştım sokaklarda.İçimde, bu şölen sofrasına çıkarıp "bu da benden!" diye koyacak birşey yoktu.Renkli giysileri içinde güzel bacaklarını,muhallebi karınlarını,göğüslerini gösteren,saçlarından ışıltılar saçılan kızlar bende yalnızca ve yalnızca bir keşiş olma isteği uyandırıyordu.Bu istek de öfkelendiriyordu beni.İnsanın en temel meselelerinden birine, "Arzu etme acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere,insanları gömdükleri gibi meselelerini de gömebileceklerini düşünen kazma-kürek erbabına öfke duyuyordum.
”
”
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
“
Kendini asla gizleme! Bir şey söylediğinde, gölgede olma; bırak herkes seni görsün! Ne söylersen her zaman ismini altına koy! Hiçbir maske kullanmayacak kadar cesur ol; unutma ki çalıların arasında gizlenmek korkakların işidir! Bırak güneş yüzünde parıldasın ve herkes seni görsün!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Çocuk! Yüzünü ışığa dön, bilime dön, akla dön, gerçeğe dön, barışa dön! Çocuk! Çağdaş ol, merhametli ol, birey ol, bağımsız ol! Çocuk! Hiç kimsenin ve hiçbir sistemin adamı olma, hiçbir dini hikâyeye inanma, hiçbir baskıcıya karşı sessiz kalma! Çocuk, yüzünü ışığa dön ve ışığa doğru yürü!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Her ikisi de bu halde yıllardır duruyormuş gibi ruhlarının heyecanla titrediğini hissettiler. Bu heyecanla birlikte her ikisi de peş peşe yaşam bilincini kaybettiler. Aşklarının azabını ve aşklarının kurbanı olma duygusunu aynı anda tatmışlar, aynı zamanda gerçeklerin farkına varmışlardı.
”
”
Natsume Sōseki (And Then)
“
Hayvan-insan ilişkisi, gelecekte süperinsanlarla insanlar arasında kurulacak ilişkiye en yakın model olma özelliği taşır. Süperzeki siborgların etten kemikten, sıradan insanlara nasıl davranacağını mı merak ediyorsunuz? İnsanların daha az zeki hayvan akrabalarına nasıl davrandığıyla başlamak sağlıklı olabilir.
”
”
Yuval Noah Harari (Homo Deus: A History of Tomorrow)
“
Birinden intikam alacak güce ve imkana sahip olduğumuzda, aslında intikam almış kadar oluyorduk ve rahatlıyorduk. Bu rahatlığın büyümesine izin verirsek, intikam almanın stresine hiç katlanmak zorunda kalmıyorduk. Belki de mesele güçteydi. O güce sahip olma amacıyla yaşıyorduk, güce sahip olduğumuzda da tüm hırsımız sönüyordu.
”
”
Mithat Terje (Oda)
“
Köhnədən qış günlərində kənd birliyinin ortaq malı olan kənd otaqlarında ocağın ətrafında günlərlə, hətta həftələrcə sürən əfsanəvi əhvalatlar izah edilirdi. Bunlar texnologiyanın hələ inkişaf etməmiş olduğu dövrlərdə serial filmlərin yerini tutardı. Mən uşaqlıq illərimdə bu şifahi izahat ənənəsinin son nümunələrinə şahid olma fürsətini yaxaladım.
”
”
Deniz Karakurt
“
Geçmiş zamanları bilmek ve onları yeniden anmak arzusu bizim kendimize olan aşkımızdan doğar. Kendimize duyduğumuz bu sevgi, artık bizimle yaşamayan insanlar ve nesnelerle bizim aramızda bir bağ kurarak umutlanır ve deyim yerindeyse, onları benimseyerek yaşamımızı uzatmak ister. Bu arzu yüzyıllara yayılma ve bir başka dünyaya sahip olma düşünü sever.
”
”
Ugo Foscolo (Last Letters of Jacopo Ortis (Hesperus Classics))
“
Eskiden kış günlerinde köy topluluğunun ortak malı olan köy odalarında ocağın etrafında günlerce, hatta haftalarca süren masalsı öyküler anlatılırdı. Bunlar teknolojinin henüz gelişmemiş olduğu dönemlerde dizi filmlerin, arkası yarınların yerini tutardı. Ben çocukluk yıllarımda bu sözlü anlatım geleneğinin son örneklerine tanık olma fırsatını yakaladım.
”
”
Deniz Karakurt
“
Ama ne yazık ki tarihte hep aynı trajedi tekrarlanmaktadır, çünkü fikir adamları zamanı gelince, dava adamı olma sorumluluğunu üstlenmekte zorlanırlar ve pek nadir durumlarda harekete geçerler. Düşün dünyası zengin, yaratıcı insanlarda bu ikilem her zaman ortaya çıkar: Çünkü yaşadıkları dönemin saçmalıklarını en iyi görenler ve gözleyenler onlardır ve bir coşku anında, kendilerini büyük bir tutkuyla siyasi mücadelenin içine atarlar, ama öte yandan da zorbalığa zorbalıkla karşılık vermekte çekinir, tereddüt ederler. Duydukları sorumluluk onları şiddete başvurmaktan, kan dökmekten alıkoyar; o bir anlık tereddüt, saygılı geri duruş, şiddeti teşvik ederek onların elini kolunu bağlar ve tüm güçlerini yok eder.
”
”
Stefan Zweig (Decisive Moments in History: Twelve Historical Miniatures)
“
Gemlemek zorundayız göğsümüzdeki yüreğimizi.
-Homeros, Ilyada
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Zor zamanlarda itidalini korumayı, güzel anlarda da aşırı sevincini dizginlemeyi hatırla.
-Horatius, Carmina
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
En büyük mutluluk, kişiliktir.
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Düşünmemekte hoş bir hayat vardır.
-Sophokles, Aias
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir.
-Aristoteles, Nikomakhos
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
İnsan yapabileceklerini isteyerek yapmalı ve çekmesi gereken acıyı isteyerek çekmelidir.
-Gnomici poetae Graeci
”
”
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
“
bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk vazgeçeceği kişi siz olursunuz
”
”
Sigmund Freud (Mutlu Olma İhtimalimiz)
“
sanat, çocukluk tecrübelerinin büyüklüğe aktarılmasıdır.
”
”
Sigmund Freud (Mutlu Olma İhtimalimiz)
“
birini işaret ederek suçlarken işaret parmağınız onu, diğer üç parmağınız ise sizi gösterir.
”
”
Sigmund Freud (Mutlu Olma İhtimalimiz)
“
General Napolyon şöyle der: ‘Düşmanın bir yanlış yaparken ona asla engel olma!’ Ben bunun tersini öneriyorum: Düşmanın yanlış yaparken ona engel ol! Fırsatçı olma; düşmanının zayıflığından yararlanma! Düşmanına bile adaletli ol! Ona zarar vermeden onu yenmenin bir yolunu bul; bu yolu bulacak kadar zeki olduğunu ispatla! Zaferin ancak böyle anlamlı ve şerefli olur!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Erkeklerin kendilerini erkekliklerini kanıtlamak zorunda hissettiklerini, oysa kadınların kadın sayılmak için kadınsılıklarını doğrulamak zorunda olmadığını hiç fark ettin mi? Bunun neden böyle olduğunu biliyor musun? İzin ver de, bir annenin ve bir kadının bilgeliğiyle bunu sana açıklayayım. Kadın olmak, insanların olması gerektiği gibi, sevgi ve huzur dolu olmaktır (...) oysa erkek olmak doğal olmayan, doğanın asla niyetlenmediği bir işe girişmek demektir. Erkek olma çabası, sürekli bozulan makineyi aşırı derecede zorlar (...) şiddet, cüretkarlık, hilekarlık, erkeğin kendini kanıtlamak için giriştiği bütün bu kibir dolu acınası bahaneler 'erkekçe eylemler' sayılıp değer verilir. Bunlar olmazsa o erkek olamaz. Tabii ki olamaz!
”
”
Susan Sontag (Rüyalarının Esiri)
“
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
”
”
Ivan Goncharov (Oblomov)
“
Bu renk cümbüşü içinde tüm hareketler yavaş, zaman artık yok. Keşke benim gözlerimle değil de kendi gözlerinle bu parlaklığı görebilseydin. Ne geçmişin kasveti ne kaygılarımız ne gelecek kaygısı ne de var olma çabası... Şu an var sadece ve anın içindeki sonsuz dinginlik hissi; öyle bir dinginlik ki yıllar önce aldığımız tüm kararlara rağmen aslında hiç ayrılmadığımızın göstergesi.”
Bir Kaplumbağa Hikayesi, 12
”
”
Zeynep Paftalı (12)
“
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını, onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek, onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş, dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi düşünülürse, gerçek zafer budur aslında:
Victoria nulla est Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus)
Zafer zafer değildir
Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe
”
”
Montaıgne
“
Eğer yetişkinseniz hemen her zaman bir çiftin yarısı olduğunuz farz edilir. Öyle değilseniz de öyle olma hevesiniz vardır. Restoranlarda tek kişilik masalarda daima boş bir ikinci sandalye vardır; birinin eksikliğine dair teyidi ihtiyacınız olursa diye. Eğer aileyseniz, o zaman da dört kişi olduğunuz varsayımı devreye girer. Arabalar ve restorant bölmeleri, lunapark, hız trenleri ve müzelere aile biletleri: iki yetişkin, iki çocuk. İki artı iki. İkiye iki. Dört.
”
”
Sara Seager
“
Ne zaman senden beklenenin sınırına gelsen karşına aynı sorun çıkar – kendin olma sorunu! Bu yönde attığın ilk adımla artı ya da eksi diye bir şey olmadığını idrak eder, patenleri fırlatıp yüzmeye başlarsın. Acı diye bir şey yoktur artık çünkü güvenliğini tehdit edecek bir şey kalmamıştır. Başkalarına yardım etme isteği bile duymazsın – hak etmeleri gereken bir ayrıcalıktan neden mahrum edesin onları? Yaşam muazzam bir sonsuzlukla andan âna esner durur. Hiçbir şey, düşlediğinden daha gerçek olamaz. Evren sen ne olduğunu sanıyorsan odur; sen, sen ve ben de ben olduğumuz sürece başka bir şey olmasına olanak yoktur. Eylemlerinin meyvelerinde yaşarsın. Eylemlerin düşüncelerinin haşatıdır. Düşünce ve eylem birdir çünkü onun içinde yüzersin. Olmasını arzuladığın her şeydir, ne eksik ne fazla. Sonsuzlukta her kulacın değeri vardır. Isıtma ve soğutma tek sistemdir. Oğlak Dönencesi ile Yengeç Dönencesi birbirlerinden sadece hayali bir çizgiyle ayrılır.
”
”
Henry Miller
“
Biyolojide eskiden beri işlenegelen bir günah, özelliğin tanımıyla özelliğin kendisini birbirine karıştırmaktır. Örneğin ''güzellik'' tanımını mavi gözlü olma diye yaparsak, o zaman tabi ki de ''güzellik geni''ni bulabiliriz. ''Zeka''yı sırf belli bir testteki, sırf belli bir tip problemi çözme performansı olarak tanımlarsak, o zaman tabi ki ''zeka geni'' bulabiliriz. Genom kendi kurgularımızın genişliğinin veya darlığının bir aynasıdır yalnızca; Narkissos'un suda yansıyan yüzü.
”
”
Siddhartha Mukherjee (The Gene: An Intimate History)
“
... Ame eğer bizi diğer hayvanlardan daha yüksek bir noktaya yerleştiren, bir taraftan da insan olma sıfatıyla her birimizi diğeriyle eşit tutan üstün ahlaki konumun kaynağını keşfetmek istiyorsak, insan doğasının kendi türümüzün tipik özelliği olmakla kalmayıp, yalnızca insana özgü olan nitelikleri hakkında daha fazla bilgi edinmemiz gerekir. Ancak bunu yaptıktan sonra, gelecekte biyoteknoloji alanında yer alacak gelişmelere karşı en fazla neyi korumamız gerektiğini anlayabileceğiz.
”
”
Francis Fukuyama
“
Doğruluk yolunu seçişim, doğru olma duygusundan çok gerçeği sevmeme dayanır; gerçekten, uygulamada, eğriyle doğrunun soyut kavramlarını değil, vicdanımın ahlak alanındaki yolunu izledim. Çoğu kez, masal anlattım; ama pek az yalan söyledim.”
Bu ilkeye uymakla başkalarına birçok silah vermiş olsam da, kimseye zararım dokunmadığı gibi, kendime ed hak ettiğimden çok hiçbi üstünlük vermedim. Bana göre, gerçeğin erdem olması, yalnızca bu yolla sağlanır. Başka herhangi bir yolsa gerçek, ne iyiliğe ne de kötülüğe hizmet eden bir kavramdır.
”
”
Jean-Jacques Rousseau (Bir Yalnız Gezerin Düşleri)
“
ey susam!.. ey karanlık!.. ey borçlarını ödemeyenler!..
sen o ses misin en aşağılardan gelen!..
karıştırın bütün otları o aşağlarda
yıkın benim güvenimi,
soğuk bir at olsun seslendigim ses, yıkın!..
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...
ey her şey!.. ey beni gülünç eden bitki sapları!..
sessiz katlanmalarıyla... içimde ölmüş çocukları sallayan
vazgeçilmez uğursuz şarkının salıncağı!..
ben durmadan en utandırıcı şeyleri hatırlasam.
nasıl camsı gürültülerle olacak her şey,
ve sularla,
ve nasıl artık arınamaz kirlenmiş olurum o zaman, yıkın!..
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam
ey bütün kadınlar uzak!.. güneşi övmüyorum. ve
kanım ne güzel akıyor... ıslak taşlıklarda. sanki her şey,
sanki her şey!.. katıyürekli kârcıların, yani büyük
tecimenlerin
uzaklardan getirip sunduğu kanlı pahalı bir tabak...
ey yanan bir şey,
yanan ve içilen bir şey,
karanlıktı kanım bir şey,
güneşe başkaldırmıştı kanım (.....) sanarak.
ben artık büyük kıyıları boylasam.
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...
ey kimse yok!..ey bir mavinin unutulmasından
arta kalan!..
ey sen var mısın?
ey olma!..
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
ah, yağmur başlayacak
gece olsa da sussam...
ben koşarım aşağlara koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...
ey sür atlarını bacaklarımdan bağlayıp karışık ölümsıkıntııslakgülünçlüğü
renkli camların!.. bir göl bulacağız sonunda,
develerin suyunu içip tuzunu bıraktığı,
kirli ayakparmak aralarını yıkadığı cünüp adamların, burunları
kıllı...
benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak
öbürkülerin yanında,
camlar nasıl olsa kırılacak
sonra yatacağı geceye gidecek herkes
ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam...
senden haber ver, ey yaralı kahraman atlar!.. ey büyütüp
yaralarını yalayan atlar!.. otoburlukla kana karışmayan atlar!..
arabanızı çekiyordunuz,
aygırlarınızı iştahla uyandıran kalçalarınızda büyük yaralar...
kuyulara eğiliyoruz, ve büyük övgüsünü yapıyoruz küçük
yıkıntısının soğuk ışıklı kulüplerin, ve kara küplerin ve etekleri
kısa, koltukları tüylü kadınların ve kötü dükkanlar
karanlığının...
eğilmiş, çiçek toplayan bir çocuk bulsam...
ben koşarım aşağlara, koşarım
yıkanacak boğulacak su bulsam...
”
”
Turgut Uyar
“
Akıl dediğimiz yerde bir düşünce oluşmasının olağanüstü güzelliğini kim tarif edebilir? Düşünce oluştuğu zaman, şu anda yazdığım düşünce gibi ölümsüzlük kazanma yeteneğine sahip olur, bu da insanoğlunun böyle bir özelliğe sahip tek ürünüdür.
Bronz ve mermer heykeller yok olabilir; bunları taklit ederek yapılan heykeller, bir resmin kopyasının aslıyla aynı olmaması gibi, eskisinin aynı olmayacak, farklı bir işçilikle yapılacaktır. Fakat bir düşüncenin binlerce kez yeniden yayınlanması, bir ağaca oyularak, bir taşa kazılarak yazılması onun her durumda aynı düşünce olma niteliğini değiştirmez.
”
”
Thomas Paine
“
Ebediyet beni ilgilendirmez. Ben bir meşeyim, ne bir eksik ne bir fazla. Bir görevim var ve yerine getiriyorum; hoşlandığım şeyler var ve onlardan keyif alıyorum. Gerçi sayıca azaldılar. Çünkü kuşlar da azaldı. Hem, rüzgâr da berbat kokuyor artık. Tamam, uzun ömürlüyüm ama benim de geçici bir şey olmaya hakkım var. Ölümlü olma ayrıcalığım var. Oysa bu ayrıcalık elimden alındı.
...
Dünya da ölümü gözleriyle görmek isteyen varsa bu onların sorunu, benim değil. Onlar için Ebediyet'i oynayamam. Ölüm isteyen, ağaçlara başvurmasın. Görmek istedikleri o ise, birbirlerinin gözlerine baksınlar ve ölümü orada görsünler.
│ Rüzgarın On İki Yakası - Yolun Yönü
”
”
Ursula K. Le Guin (The Wind's Twelve Quarters)
“
İnsanlar dünyanın düzenli ve güvenli bir yer olması için yıllarca çalıştılar. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı. Dinazorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece, yoluna da girmeyecek.
Bürokrasimiz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi.
Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz.
Çocuklarımıza çaresiz olmayı öğretiyoruz.
Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu.
”
”
Chuck Palahniuk (Choke)
“
Deneyimlediğim kadarıyla, insanın en belirgin özelliği, adaptasyonu. Bu özellik sizin hem gücünüz hem de zaafınız. Adaptasyonunuz sayesinde birçok durumda ayakta kalabiliyorsunuz ama yine adaptasyonunuz sayesinde düzeltmeniz gereken birçok yanlışın içinde de rahatlıkla yaşayabiliyorsunuz. Yanlışlığını fark etmenize rağmen adapte olma haliniz, o yanlışı düzeltmek adına sırası gelen değişikliğe karşı direnç göstermenize yol açabiliyor. Alışkanlıklarınız, engelleriniz haline gelebiliyor. Bu direnci kırdığınız anda, bir sınraki evreye adapte olabilmeniz evrende bedenlenen birçok Çi deneyiminden daha hızlı. Kısacası eğer kendinizle mücadele edip kendinize izin verirseniz çok hızlı evrimleşiyorsunuz.
”
”
Azra Kohen (AEDEN: Bir Dünya Hikayesi)
“
Bana iyi olduğumun söylenmesine bayılıyorum. Neden mi ? Kesinlikle, beni iyi olduğuma ikna ettiğinden filan değil. Beni, bir başka insanı benim iyi iş çıkardığımı düşündürtecek kadar etkileyebilmiş olduğuma ikna eder de ondan. O insan için ben hakikaten iyiyimdir. Bu gerçekten de harikadır; zeka düzeyiniz doğuştan bellidir, sizin elinizde değildir, hem korkunç ve iğrenç insanların da son derece parlak zekaları olabilir; ya da yakışıklı olabilirler, den den; sağlıklı; den den; müzikal yetenek, den den; yazarlık kabiliyeti, den den; ne varsa her şey, den den.
Oysa iyi olma, bir başkasını mutlu edebilme kapasitesi tamamen sizin yarattığınız, yaratılması son derece güç ve fakat bir o kadar da tatmin edicidir.
”
”
Isaac Asimov (It's Been a Good Life)
“
O sıralar bir kitapta okuduğum 'Hayatım Rabbani bir mektuptur' cümlesinin karşıma çıkması da tesadüf olamazdı. Hayatım O'nun yazdığı bir mektupsa, bu hayat bana değil O'na aitse, O istediği harfi, sözcüğü, cümleyi yazardı. Kendisine ait hayatın üzerine. Rabbim, dedim, hayatım Rabbani bir mektupsa eğer, yaşadığım tüm acılar, kederler, musibetler Sen'in yazdığın bir sözcüktür. Sen'in yaratmanla oluşan bir haldir, Sen'in eserindir. Sen'in sonsuz isimlerini gösteren bir yaşantıdır. Eğer acı çekmem Sen'in isimlerinin tecellisine mazhar olma hali ise, bu hal Sen'i anlatıyor demektir. Acı çekmem Sen'i anlatıyorsa, Sen'in isimlerinin tecellisine mazhar oluyorsam bundan vallahi şikayet etmiyorum şu andan itibaren. Sen'in için, Sen'in isimlerinin tecellisi için acı çekiyorsam, rahatım kaçıyorsa, Sen'in için bu bedele değer Rabbim...
”
”
Mustafa Ulusoy (Giderken Bana Bir Şeyler Söyle)
“
Keçi gibi olma! Koyun atlamış su arkından kuyruğu kalkmış, keçi gülermiş, niye gülüyorsun demişler, koyunun edep yeri göründü demiş..halbuki keçininki hep açık!...hiç kapanmaz onunki!...böyle olma sakın ha!!
Kimle konuşursan konuş kendini ondan dûn gör! "Belki bu zât Allah'a benden daha yakındır" diyeceksin..Konuştuğun genç ise yine böyle düşüneceksin, diyeceksin ki "bu adam gençtir, benim kadar günah işlememiştir bunun günahı benden azdır"
Kendinden yaşlı ile konuşacaksın, şöyle düşüneceksin; diyeceksin ki "bu benden yaşlıdır, ben bunun kadar Allah demedim, Allah'a bu kadar ibadet etmedim, bunun ibadeti benden fazladır" diyeceksin! böyle düşüneceksin!
Kâfirle konuştuğun vakit, şunu da hatırlayacaksın; diyeceksin ki "bu adama son nefeste iman nasib olursa, bu ehl-i saadetten olur, ya benim imanın selb olursa, halim nice olur" diyeceksin!!
”
”
Muzaffer Ozak (Irshad: Wisdom of a Sufi Master (Ashki Book))
“
Sevilebilmek için hayatını riske atmak gerektiğini düşündü.
...
Annecik ciddi bir ses tonuyla "Sanat asla mutluluktan doğmaz" dedi.
...
...ve çocuk bir resmin, bir heykelin veya hikayenin, sevilen birinin yerini alabileceğini sanacak kadar aptal.
...
...bu yüzden eğer bunu okumanın sizi kurtaracağını sanıyorsanız...
Herhangi bir şeyin sizi kurtaracağını sanıyorsanız...
...
...Bence annesi ölene dek bir erkeğin hayatındaki diğer kadıınların hiçbiri metres olmaktan öteye geçemez.
...
...Tamamlayamadığım şeylerle dolu hayatımda, bir tamamlanmamış olay daha.
...
Hayatımın, Zen Budizmi öğrencilerine meditasyon yapmaları için ödev olarak verilen ve mantıksal çözümü olmayan problemlerden hiçbir farkı yok.
...
Radyoda, duran aracın polise bildirildiği söylendi.
Annecik radyonun sesini köledi. "Kahretsin" dedi. "Lütfen bizden bahsetmediklerini söyle bana."
"Metalik sarı bir Duster'dan söz ediyorlar" dedi çocuk. "Bu bizim arabamız."
Annecik, "Bu senin ne kadar az şey bildiğini gösteriyor" dedi.
Kendi kapısını açtı ve çocuğa sürücü tarafına geçip arabadan inmesini söyledi. Yanlarından hızla geçen araçları kontrol etti. Ve, "Bu bizim arabamız değil" dedi.
...
"Dünyayı parçalara ayırdık" diyor, "ama parçalarla ne yapacağımızı bilemiyoruz..."
...
"Vaktimizin çoğunu başkalarının yarattığı şeyleri yargılayarak geçirdiğimizden, kendimiz hiçbir şey yaratamadık."
...
...hissettiğimden daha zavallı bir şey görmek iyi geliyor.
...
Her bağımlılık aynı sorunu çözmek için bulunmuş bir yöntemdir, dedi. Uyuşturucular, obezite, alkol veya seks, huzuru bulmak için kullanılan farklı farklı yöntemlerdi. Bildiklerimizden kaçmak için. Eğitimimizden. Elmayı ısırmış olmaktan.
...
İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun ne yaptığının kaydının yapıldığını düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek, Film izlemek gibi. Ama yine de bunlar sahte heyecanlardı. Dinozorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, Gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok.
Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntısına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar.
Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız.
Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek.
Bunlar Anneciğin ona anlattığı şeylerdi.
"Keşfedilmemiş tek alan, elle tutulamayanların dünyasıdır. Bunun dışındaki her şey çok sıkı örülmüştür" derdi.
Çok fazla kanunun içinde hapsolmuş durumdayız.
Elle tutulamayanlar derken interneti, filmleri, müziği, hikayeleri, sanatı, dedikoduları, bilgisayar programlarını, yani gerçek olmayan her şeyi kastediyordu. Sanal gerçeklikten bahsediyordu. Yalandan inanılan şeylerden. Kültürden.
Gerçekdışı şeyler, gerçeklikten daha güçlüdür.
Çünkü sadece elle tutulamayan fikirler, mefhumlar, inanışlar ve fanteziler kalır. Taşlar ufalanır. Ağaçlar çürür. İnsanlar da maalesef ölürler.
Fakat bir düşünce, bir rüya, bir efsane gibi aslında son derece kırılgan şeyler yaşarlar da yaşarlar.
...
"...Beni mahkum etmeniz çok gereksizdi. Bürokrasiniz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi" diye b
”
”
Chuck Palahniuk (Choke)
“
pozitif olma durumunun aralıksız üretimi halinde, ürkütücü bir sonuç ortaya çıkmaktadır. çünkü eğer negatif olma durumu kriz ve eleştiriyi doğurursa, mutlak pozitiflik de, krizi damıtma yetisi olmadığından, felaketi doğurur. negatif ve eleştirel öğeleri denetim altında tutan, dışlayan, baştan savan her yapı, her sistem, her kitle, tam bir iç patlamaya maruz kalarak bir felaket tehlikesiyle karşı karşıya kalır. tıpkı her biyolojik bedenin, bünyesindeki bütün mikropları, basilleri, parazitleri, yani bütün düşmanlarını denetim altında tutarak ya da dışarı atarak, kanser tehlikesiyle, bir başka deyişle, kendi hücrelerini yiyip bitiren bir pozitivistlik tehlikesiyle karşı karşıya kalması gibi; biyolojik bünye de , aynen, artık işsiz kalan kendi antikorları tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalır... Aslında, mikroplar olduğu sürece virüs yoktu. eski enfeksiyonlardan arınmış bir dünyada, "ideal" klinik bir dünyada, elle muayene edilemeyen, önlenemez bir patolojik durum ortaya çıkar, bizzat dezenfeksiyondan doğan bir patolojidir bu.
”
”
Jean Baudrillard
“
Böyle bir toplum, kimseye güç vermez. Güçlü erkek güçlü doğmamıştır, güçlü olma yolunda giderken kendisini yavaşlatan her şeyden feragat etmiştir ve seni büyüleyen budur. Sana bir kadın olarak sahip olduğun hiçbir erdemi terketmemen öğütlendiğinden, seni yavaşlatan şeylerle dolusundur ve bu bahsettiğim erkeği gördüğünde nasıl senin olamadığın kadar görkemli ve güçlü olduğuna, bir tavus kuşuna bakan küçük bir çocuğun gözleriyle bakıyor olacaksın. Onun gibi güçlü olmayı isteyeceksin, olamadığını gördüğünde, eğer öyle güçlü biri seni severse, en az onun kadar güçlü olacağına inanacaksın. Oysa bilmiyorsun: Öyle güçlü bir erkek, kimseyi sevemediği için öyle güçlüdür ve yanıldığını gördüğün an çok feci düşeceksin. O erkeği gördüğünde gözlerini kocaman, kötü cadıdan kaçan bir masal kahramanı gibi aç. Çünkü hayal kırıklığını bir yenisini kurarak, yaralarını ise sararak iyileştirebilirsin ama kalp kırığını göremeyeceksin. Göremediğin şeyden korkacaksın ve korkunun utanca, tükenişe dönüştüğüne şahit olurken büyüyen kırıkla birlikte, sen de en başta ilerliyor olman gereken yoldan geri dönemeyeceğin kadar uzakta olacaksın.
”
”
Mithat Terje (Oda)
“
Ahlakın temelinde toplum korkusu, dinin temelinde Tanrı korkusu yatıyor ve bizi bu iki korku yönlendiriyor. Ama bana göre bir insan hayatının dolu dolu, sonuna kadar yaşayacaksa her duyguya biçimlenme şansı, her düşünceye ifade şansı, her düşe gerçek olma şansı vermeli. Ancak o zaman dünya öylesine bir neşe dürtüsü kazanacaktır ki hepimiz ortaçağın bütün hastalıklarını unutacak, Helen idealine, belki de Helen idealinden daha güzel ve değerli bir şeye yöneleceğiz. Ama aramızdaki en cesur kişiler bile kendilerinden korkuyorlar. İçimizdeki vahşiyi yok etme savaşı acıklı bir şekilde kendimizi reddetme biçiminde de sürüyor ve hayatımızı karartıyor. Reddettiğimiz şeyler için cezalandırılıyoruz. Boğazlamaya çalıştığımız her itki, zihnimize çörekleniyor ve bizi zehirliyor. Gövde bir günah işler, günah işleyerek o günahtan kurtulur çünkü eylem bir arınma yoludur. Geriye zevkin anısından ya da pişmanlık lüksünü yaşamaktan başka bir şey kalmaz. Günaha girme çağrısından kurtulmanın tek yolu çağrıya uymaktır. Direnirsen, ruhun kendine yasakladığı şeylerin özlemiyle hastalanır, ruhun iğrenç yasalarının iğrençleştirdiği ve haram kıldığı şeylerin arzusuyla.
”
”
Oscar Wilde (The Picture of Dorian Gray)
“
Evlilik kurumunun yapıtaşlarından biri inattır.İnsan bir kişide inat eder ve bu yüzden başka yüzlerce seçeneği pek çok kere denemeye bile gerek duymadan, bazen de birkaç girişimde bulunduktan sonra bir kenara itip tek bir kişide ısrar eder.Bu inat başlangıçta dış dünyaya karşıdır.Çiftler anneye, babaya, arkadaşlara, potansiyel alternatiflere inat ederler.Yan yana durarak hayata meydan okurlar, böylece hemhal olurlar. Bir olurlar. Her bir olma hali, aynı zamanda bir inkardır ve çöküş sebebidir. Bir olan çiftler bu kez birbirlerine karşı inat etmeye başlarlar. Evlilikteki pozisyonları, varsa çocuklarının eğitimi, daha fazla para kazanma imkanları, kariyer ihtimalleri üzerinden dozları değişikler gösteren sesli, sessiz paylaşım savaşları yaşarlar.
...Üstü örtüldükçe, hasarlar derinleşir. Muhabbetten çok söylenmemiş sözler, itiraftan çok halı altına itilen duygular vardır artık. Aşk süpürme kabiliyetini kaybeder; çöpler çoğalır. Ne var ki bütün bu süreçlerde çiftler çift olma özelliklerini korumaya devam ederler. Yani birlikte görmezden gelirler, birlikte sağırlaşırlar. Her şeye rağmen hayat devam eder. Yuvarlanıp gitme deyimi bu sulardan doğmuştur.
”
”
Gaye Boralıoğlu (Dünyadan Aşağı)
“
Artık firmalar, barlara ve kulüplere gidip alt kültürlerin nelerden hoşlandığını gözlemlemeleri için insanları işe alıyorlar ve buldukları şeyler daha popüler olurken alışveriş merkezlerinin vitrinlerine yerleştiriyorlar.
Karşı kültür, bağımsız film hayranları ve underground yıldızları -onlar kapitalizmin arkasındaki itici güçtür. Bunlar motordur.
Bu da bizi şu noktaya getiriyor: Tüketiciler arasındaki rekabet kapitalizmin jet motorudur.
Sinema, müzik ya da giyimde aykırı görüşlere veya zekice ya da az bilinir metalara sahip olmak orta sınıfın statü için savaşma biçimidir. Birbirlerinden daha fazla tüketemezler çünkü buna güçleri yetmez ama birbirlerinden daha iyi zevklere sahip olabilirler.
Her şey seri halde ve büyük kitlelere yönelik üretildiği için bu ürünleri, sanatçıları, hizmetleri ve malları, seri halde tüketebilecekleri yer olan en tepeye çıkaracak şey özgün olma arzusuna hitap eden şeyleri bulmak ve tüketmektir.
Hipster'lar, bağımsız yapımlar, özgün, az bilinir, ironik, zekice şeyler, tüketim döngüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu da kendi içinde ironiktir, çünkü kültüre karşı olma eyleminin kendisi, insanların karşıtını oluşturma girişiminde bulunacakları yeni kültür dalgasını meydana getirir.
”
”
David McRaney (You Are Not So Smart)
“
Bazıları, hiçleşme arzusunun insanı eziyetten hoşlanmaya (mazoşizme) götürdüğünü öne sürmüşlerdir. Ancak daha önce de söylediğim gibi, eziyetseverlik ancak "kendimi, başkasının gözündeki nesnelliğimle büyülemeye” çalıştığım zaman söz konusu olabilir, yani öznenin bilinci ben’e doğru dönüp onu aşağılanmış durumda yakalamaya çalıştığı zaman. Oysa, sevdalı kadın, kendi ben’i içinde yabancılaşmış, kendine hayran biri aracılığı ile kendi dar sınırlarını aşmak, sınırsız olmak için yanar tutuştur. Kendini kurtarmak için teslim olur aşk’a; ancak putlaştırıcı aşkın aykırılığı şuradadır ki, sevdalı kadın, kendisini kurtarmak isterken bir de bakarsınız ki kendi varlığını bütünüyle yadsımış. Duygusu sofuca(gizemci) bir boyut kazanır; tanrıdan artık kendisine hayran olmasını, kendisini onaylamasını beklemez; onun varlığında erimek, onun kollarında kendinden geçmek ister. “Bir aşk ermişi olmak isterdim, diyor Madam D’agoult. Böyle çileci coşkunluk ve çılgınlık anlarında, kendini dine adamış insanları kıskanıyorum.” Bu sözlerde ortaya çıkan şey, sevgiliyle seveni ayıran sınırların yıkılması, ben’in kökünden yok edilmesi arzusudur; bu bir eziyetseverlik değil, coşku içinde birleşme, bir olma düşüdür: “O çağda, gelip bu dünyadaki en büyük arzunuz nedir deseler, hiç çekinmeden: onun ruhunu besleyen kaynak, içini ısıtan alev olmak, derdim.
”
”
Simone de Beauvoir (The Second Sex)
“
bunun klasik örneğiyse Liaisons Dangereuses'ın (Tehlikeli İlişkiler)
kahramanıdır. Kibir bu düzeye ulaşınca, hiç kimseye gerçek bir ilgi
duyulmaz; bunun sonucu olarak da sevgiden, gerçek anlamıyla, gönül
doyurucu bir haz alınamaz. Sevgiden başka ilgilerdeyse, daha büyük
başarısızlıklarla karşılaşılır. Örneğin, kendisine tutkun olan birisi, usta
ressamlara gösterilen saygıyı görünce resim yapmaya başlayabilir,
ama ressamlık onun için bir amaca ulaşma aracından başka bir şey değildir;
bu işin tekniğiyle hiçbir zaman ilgilenmez. Aslında her konuya kendisiyle
ilgisi açısından bakar. Bunun sonucuysa, beklediği alkışlar yerine, alaylar,
başarısızlık ve hayal kırıklığıdır. Romanlarda, kahramanının kişiliğinde
kendilerini idealize eden yazarlar için de durum aynıdır. Herhangi bir işte
dddi bir başarı, o işin malzemesine karşı duyulan gerçek ilgiye bağlıdır.
Politikacıların birbiri ardınca başarı sağlamaları, kendine tutkunluğun, yerini,
toplumsal ilgilere ve savunulan davalara bırakmasından kaynaklanmaktadır.
Yalnız kendisiyle ilgilenen, hayran olunmaya değer değildir ve ona hayran da
olunmaz. Bu nedenle, dünyadaki işi-gücü dünyayı kendisine hayran etmek
olan bir insanın bu amacına ulaşma olasılığı bulunmaz.Ulaşsa bile tam
anlamıyla mutlu olmasına olanak yoktur, çünkü insanların içgüdüleri hiçbir
zaman tamamen bencil değildir; bu nedenle kendine tutkun olan, kendisini
yapay bir biçimde sınırlandırmaktadır.
”
”
Bertrand Russell
“
Bütün Sol’un gözünden kaçansa, insanın hayvanları tahakküm altına almasını meşrulaştırmak için kullandıkları argümanların-yani hayvanların sözde akıl ve dile sahip olmadığı argümanının- emperyalistlerin yerli halkları katlederken ve erkekler kadınları sömürürken kullandığı argümanla aynı olduğuydu. Tür ayrımcısı görüşe sahip hümanistler bu yüzden ironik olarak kendi hakimiyetlerini güçlendirirken bu tahakkümün kökenlerini anlamak için hayvansal bakış açısına yaklaşamıyorlar, ve böylece geçerli bir özgürlük politikasını geliştirecek bir duruma sahip olamıyorlar. Cinsiyet ayrımcılığı, ırkçılık ve engelli olmamanın üstünlüğü gibi ayrımcılıklara ek olarak tür ayrımcılığı da hem anti-semitizmde hem de Nazizmde doğrudan bulunuyor. Nazilerin Yahudileri ve entelektüel ve fiziksel anlamda “uygunsuz” buldukları diğerlerini böyle görmesi firavunların hayvanlarla aynı görülmesine dayanıyordu, ayrıca ırk ıslahı da “aşağı” hayat formları tarafından “kirletilmemiş” “saf” ve “üstün” bir ırk yaratma arzusuna dayanıyordu. Dahası, hayvanlara yönelik gaddarlıklarını meşrulaştırmak için insanların başvurduğu “Güçlü olan haklıdır” ideolojisi de Nazi ideolojisinin merkezinde yer alıyordu. Hitler’in temel bakışı, doğanın mücadele yasasına göre işlediğiydi ve dünya görüşünü de şöyle özetliyordu: “güce sahip olmayan hayatta olma hakkını kaybeder”. Bu bakışın kökleri insanların hayvanların hakimiyet altına almasında bulunuyor.
”
”
Steven Best
“
Deniz kasvetli ve loş bir ortamdır. Karadaki memelilerin işine yarayan görme ve koku duyulan okyanusun derinliklerinde fazla yararlı değildir. Çiftleşecek birini ya da çocuğunu veya avını bulmak için bu duyulan kullanmaya yeltenen balinaların ataları nesillerini fazla sürdürememişlerdir. Böylece evrim yoluyla yeni bir yöntem geliştirmişlerdir; bu yöntem çok işe yarıyor ve balinaların anlaşabilmelerinde önemli rol oynuyor: İşitme duyusu. Balinaların çıkardıkları bazı sesler şarkı olarak niteleniyor. Fakat bu seslerin anlamı konusunda henüz cahil sayılırız. Yüksek frekanstan tutun da insan kulağının işitebileceği alçak frekansa kadar varan sesler çıkarıyorlar. Balinaların tipik bir şarkısı on beş dakika sürer. En uzunu da bir saati bulur. Bazen bu şarkının her haliyle aynen tekrarlandığı olur. Bazen de şarkının ortasında, bir grup balinanın kış sularını terkedip gittikleri ve altı ay sonra dönüp orada şarkıya aynı notadan tekrar başladıkları sanki hiç ara verilmemiş gibi saptanmıştır. Balinaların belleği çok kuvvetli. Çoğu zaman da şarkı listelerini değiştirdikleri görülür.
-----
Ne denli kocaman olmalı gökyüzündeki o küreler ...Ve iktidar oyunlarımıza gemi seferlerimize ve tüm savaşlarımıza sahne olan şu yerküremiz de ne denli küçük olmalı onlarla kıyaslanınca. Şu küçücük yerkürenin zavallı bir köşesinin efendileri olma uğruna bunca insanın hayatına kıyan krallarla prensler için gözönünde tutulması gereken, üzerinde düşünülmesi şart olan bir nokta bu.
”
”
Carl Sagan (Cosmos)
“
Nerdeyse: gelme, diye yalvaracağım. Seni çağırmak zorunda kaldığım bir güne bırak bu gelmeyi, o umutla yaşayayım, gel dediğimde hemen geleceğinden emin olma umuduyla. Hayır, gelme şimdi, nasıl olsa dönmek zorundasın, değil mi? (Vereceğin karşılığı biliyorum, gene de yazılı görmek isterim.) Ne iyilik, ne de kötülük var dilenci kadın konusunda; ya çok dalgındım ya da birini düşünüyordum o sırada belki, yoksa bu türlü davranışımın, silik anılarımla ilintisi yok pek. "Dilencilere çok para vermeyin, acınırsınız sonra!" diye bir söz anımsıyorum örneğin. Bir gün anam bir lira vermişti, çocuktum daha, büyük Ringle küçük Ring'in ortasında oturan yaşlı bir dilenci kadına vermekti bu parayı bütün isteğim. Gelgelelim para çok görünmüştü gözüme, bir dilenciye bu kadar çok para verilmez diye düşünmüş, sıkılmıştım. Ama parayı vermek de istiyordum; bozdurdum lirayı, önce bir onluk attık kadının önüne. Sonra bütün o alanı koşarak geçtim, soldan geldim bu sefer, yeni, başka biri gibi, gene bir onluk attım kadına, gene dolandım, gene koştum, gene bir onluk attım... Tam on kez alanı koşarak dolanmıştım. (Pek on kez olamamıştı anlaşılan, çünkü kadın bıkmış, kalkıp gitmişti.) Sonunda yorgun, bitik dönmüştüm eve, başlamıştım ağlamaya, anam acımıştı da bir lira daha vermişti bana. Görüyorsun ya, talihim yok dilencilerle, ama varımı yoğumu Avusturya parasına çevirip, Opera Alanındaki dilenciye vermeye hazırım, yeter ki, sen yanımda olasın, ben de yakınlığını duyabileyim senin. Franz
”
”
Anonymous
“
Belli ki birisi piramitleri akılda bulundurmamızı istemiş çünkü piramit sembolü düzenli olarak ellediğimiz ya da gözlemlediğimiz şeylerde dikkat çekici bir biçimde yer alıyor. Herhangi bir gün içinde piyasada iki milyardan fazla bir dolarlık banknot dolaşır. Yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri'nde içilen sigaraların yarısı Camel idi, yani yılda aşağı yukarı otuz milyar. Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf. Birisi dolaların ve sigaraların geniş çapta dolaşımda olacağını biliyordu ve piramitlerin de onlarla birlikte gezmesini sağlamıştı. Orijinal yapılardan mesafe ve zaman nedeniyle ayrı düşen bir kültüre piramitlerin, eğer almasını öğrenirsen bize verecek değerli bir şeye sahip oldukları hatırlatılacaktı.
....
Gerçek hükümetler gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı.
....
Yirminci yüzyılın son çeyreğinin anonim barbarları gibi-
....
Hakikat tınısı seslerin en güzelidir; gerçi kimi kadınlar yatakta kesinlikle onunla boy ölçüşecek gürültüler çıkarır.
....
Berberiler şuna inanırdı: Mezarda bellek bulunmadığına göre defin yığınından alınan toprak insanın üzüntülerini, bilhassa mutsuz aşkın yol açtığı kalp kırıklığını unutmasına yardımcı olabilirdi.
....
Esasen kitle güdülerini düzenlemek, yönlendirmek ve tatmin etmek üzere tasarlanmış bu toplumda insanın birey olarak sahip olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Din? Sanat? Doğa? Hayır, kilise, dini standart bir halk gösterisine dönüştürmüştür, müze de aynısını sanat için yapmıştır. Grand Canyon ile Niagara Şelaleleri'ne o kadar çok bakılmıştır ki, bu yerler bitkin düşmüş çok fazla sayıda aptal göz tarafından emilerek içleri boşaltılmıştır. İnsanın birey olarak sahp olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Geceyarısı kağır tabaka soğuk tavuk kemiğine ne dersiniz, emriniz doğrultusunda uzayan ya da kısalan alev rengi ruja ne dersiniz, hiç tanımadığınız bir "kuş" tarafından terk edilmiş suni köpükten bir kuş yuvasına ne dersiniz, sağanak yağmurda arabayla evinize giderken birbirini boş yere izleyen bir çift sileceğe ne dersiniz, sinemada koltuğun altından ayakkabınıza değen bir şeye ne dersiniz, körelmiş kurşunkalemlere, şirin çatallara, tombul küçük radyolara, kutular dolusu kravata ve küvet başında duran banyo köpüklerine ne dersiniz? Evet otistik görüş ile deneysel dünya arasındaki bağı kuran, bu şeylerdir, bu uçurtma ipleridir, zeytinyağı şişeleridir ve meyveli şeker ezmeleriyle dolu Sevgililer Günü kalpleridir. Bu şeyleri hakiki gizemli ışıklarında göstermektir Ay'ın amacı.
....
İnsan vücudundan büyük nesneler aleni olma niteliği taşır.
Ay, bir şey ne kadar aleni olabilirse o kadar alenidir. Fakat Ay, mahremiyet duygusu uyandırmakta nadiren başarısızlığa uğrar.
....
Aramak, akılsız, nevrotik, deliye dönmüş bir halde ya da korkakça yapıldığında bir saklanma biçimi olabilir.
....
-Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?
-Sanmam. Domates kelimesinin kökenini düşünüyordum.
....
Haliyle çok yağmur yağıyordu. Meşhur Seattle yağmuru. Aşk, kalıcı olacaksa ayaklarının ıslanmasına hazırlıklı olmalıydı.
....
Mutlu bir çocukluğa sahip olmak için asla geç değil.
”
”
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
“
Sara nöbeti eğer şakak lobundaki (temporal lob) belirli bir noktada odaklanıyorsa kişi motor nöbetler geçirmeyecek, daha üst kapalı bir deneyim yaşayacaktır. Bir tür bilişsel nöbet olarak tanımlanabilecek bu etki, kişilik değişimleri, aşırı dinsellik (din saplantısı ve din konusunda kendinden aşırı emin olma), hipergrafi (genellikle de din olmak üzere belirli bir konuda aşırı derecede yazma isteği duyma), çevrede bir dışsal varlık olduğu yanılgısı ve sıklıkla da, tanrıya atfedilen sesler duyma gibi durumlarla kendini gösterir. Tarihte ortaya çıkmış peygamberler, kahramanlar ve liderlerin bir bölümünün şakak lobu odaklı sara hastaları olduğu düşünülmektedir. Baş melek Mikail'in, İskenderiyeli Aziz Katerina'nın, Aziz Margaret'in ve Cebrail'in seslerini duyduğu konusunda hem kendisini hem de Fransız askerlerini ikna ederek on altı yaşındayken Yüz Yıl Savaşları'nın gidişatını değiştirmeyi başaran Jean D'Arc'ı düşünün. Kendisi, bu deneyimini şöyle anlatmıştı: "On üç yaşımdayken, Tanrı'nın, kendimi yönlendirmemde bana yardımcı olan sesini duydum. İlk seferinde çok korkmuştum. Ses bana öğle vakti duyurmuştu kendini. Mevsimlerden yazdı ve o sırada babamın bahçesindeydim." Şöyle devam ediyordu: "Tanrı bana gitmemi emrettiğine göre gitmeliydim. Ve bu emri bana veren Tanrı olduğu için, yüz babaya ve yüz anneye sahip olsaydım ya da bir kralın kızı olsaydım bile giderdim yine de." Geriye dönük kesin tanı koymak bu durumda olanaksız olsa da Jean D'Arc'ın sunduğu veriler, artan dindarlığı, süregiden sesler, şakak lobu sarasıyla kesinlikle uyumludur. Beyin doğru noktada uyarıldığında, insan sesler duyar. Doktor, sara etkilerine karşı koyacak ilaçlar yazdığındaysa nöbetler ortadan kalkar, sesler kaybolur. Sonuçta gerçekliğimiz, biyolojimizin ne işler karıştırdığına bağlıdır.
”
”
David Eagleman (Incognito: The Secret Lives of the Brain)
“
Acaba insancıl kişi insana dair bütün olasılıkları her şeyi insana mahsus diye tanımlayacak kadar liberal midir? Tam tersine!Belki bir fahişe hakkında ahlâk açısından dar kafalı bir burjuva kadar ön yargılı davranmaz ama bir kadının bedenini para kazanma makinesi olarak kullanması o kadını bir insan olarak hor görmesine neden olur . Onu şöyle yargılar fahişe bir insan değildir ya da bir kadın fahişelik yaptığı takdirde insan olmaktan çıkmıştır gayri insandır. Hatta Yahudi, Hristiyan, imtiyazlı kişi, dini alimi ve bunun gibiler insan değildirler. Sen Yahudiliğin ya da başka bir niteliğin açısından insan değilsin. Al işte gene bir buyurgan önerme. Seni başkalarından farklı kılan her şeyi üzerinden at, eleştir ve kurtul. Yahudi olma! Hristiyan olma! Ve bunlar gibi biri de olma! insan ol, salt insan! İnsanlık niteliğini, seni kısıtlayan her türlü alın yazısının karşısına çık, o sayede kendini insan kıl ve seni kısıtlayan engellerden kurtul, özgürleş, kendini özgür insan haline getir, yani insanlığı seni her bakımdan belirleyen Öz'ün olarak kabul et.Ben diyorum ki sen bir Yahudiden bir Hıristiyandan ve benzerlerinden daha fazla birisin hatta sen insandan daha fazlasın. Bütün bu saydıklarım birer düşüncedir, oysa sen bedene sahip birisin. sen "soyut bir insan" haline gelebileceğini mi sanıyorsun. Bizden sonraki kuşaklar bizim yıkmaya gücümüzün yetmediği bazı önyargıları ve engelleri ortadan kaldırmak zorunda kalmayacaklar mı sanıyorsun. Acaba 40 ya da 50 yaşında gelince artık daha ileriki günlerde kendinde çözülecek bir şeylerin bulunmayacağı kadar gelişerek insan olacağını mı umuyorsun. Bizden sonraki kuşakların insanları bizim şimdi yokluğunu hissetmediğimiz bazı özgürlükleri elde edebilmek için mücadele etmek zorunda kalacaklardır. O gelecekteki özgürlüğe neden ihtiyaç duyuyorsun? sen insan olmadan kendine hiçbir değeri vermeyeceksen, insanın ya da insanlığın mükemmeliğe erişebilmesi için kıyamet gününe kadar beklemen gerekecektir. Ama sen kuşkusuz daha önce öleceğine göre, zaferinin ödülü'nü ne zaman alacaksın?
”
”
Max Stirner (The Ego And His Own)
“
Doğduğumuz ev kaderimizdir.”
“Her birimiz kendi yaşam biçimimizin sorumlusu ve yaratıcısı olmak zorundayız.”
“Bir gün ölüp gideceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilerek yaşayan ve hayatında sürekli bir anlam arayan biz insanlar bu anlamı, anlamlı şeyler yaparak bulabiliriz.”
“Şu kadınlar ne garip mahluklar. Duygusal durumları ne kadar çabuk değişebiliyor. Küçücük şeylerden nasıl da hemen etkileniveriyorlar. Bir anda dünyanın en mutsuz, en kederli, en suçlu insanı iken, nasıl da kolayca gökyüzünün en üst katına çıkabiliyorlar. Sevgileri, tutkuları uğruna neleri göze alabiliyorlar. Onlar için yaşamın temel şartı Sevilmek, Aşkla, tutkuyla sonsuza kadar sevilmek ve asla vazgeçilmemek. Her şeyi affedebilir ama sevilmemeyi asla. Sevgisiz bir dünyada kadınlara yer yok. Kadınlar var olmaya devam ettikçe, dünyamızda sevgi hiç eksik olmayacak.”
“Depremden Irak savaşına, nükleer savaş riskinden İkiz Kulelerin bombalanmasına, içinde yaşadığımız ekonomik krize kadar bütün dünyada yaşanan vahşet ve yıkım, insanların güven duygusunu yaraladı. Doğaya hakim olma çabasında ki insanlar, bütün bunlar karşısında biyolojik olarak tam bir çaresizlik, sosyal anlamda ise ağır bir yalnızlık hissettiler.”
“Panik atak genellikle aklı başında, güçlü, cesur, becerikli, sosyal okumuş yazmış insanlarda daha çok görülür. Bütün araştırmalar uygar, gelişmiş ülkelerde bu hastalığa daha sık rastlandığını göstermiştir. Kırsal kesimin insanları sınırları belli, rolü belli, içinde iyi ya da kötü, acı ya da tatlı sürprizleri pek az barındıran düz ve sade bir hayat yaşıyorlar. En yoksulunun bile bugünü de belli, yarını da. İnsanlar tevekkül içinde kaderlerine teslim olur, yaşayıp giderler. Bütün taşlar yerli yerindedir. Başı sonu belli, dümdüz bir yaşam. İnsana düşen sorumluluk çok az, işte böyle olunca da stres çok azalır.”
“Saygı ve hürmet gören insan kendini saymayı, kendine önem vermeyi öğrenir.”
“Korkacak bir şey yok,
Hesap tamam,
Sıram geldi artık,
Biliyorum…
Kendimi hazırladım,
Ağlamıyorum,
Hatta gülüyorum…”
“Tanrıyı göklerde aramak neden?
Tanrı her insanın yüreğinde zaten.”
“Sınırlarını tanımlayamadığımız bu koskoca evrende var olan bunca güzellikler ve mucizeleri görebilen, merak eden, fark eden ve anlayan tek canlı insandır. İnsan olmasaydı her şey ne kadar anlamsız olurdu. İnsan olarak dünyaya gelmenin ve yaşamanın değerini fark edemeyenlere şaşarım.
”
”
Gülseren Budayıcıoğlu (Madalyonun İçi - Bir Psikiyatristin Not Defterinden)
“
Güçsüz bir vücut ruhu güçsüzleştirir. İnsanlar için, iyileştirdiğini öne sürdüğü tüm hastalıklardan daha zararlı olan tıbbın gücü buradan geliyor. Kendi adıma, hekimlerin hangi hastalıklarımızı iyileştirdiklerini bilmiyorum, ama bize çok daha kötü hastalıklar verdiklerini biliyorum: Korkaklık, ödleklik, saflık, ölüm korkusu. Hekimler vücudu iyileştirse de, cesareti öldürüyorlar. Cesetleri yürütseler, bundan bize ne? Bize insanlar gerek, ellerinden insanların çıktığı da hiç görülmüyor.
Tıp, aramızda modadır; öyle olması gerekir. O, ne yapacaklarını bilmeyerek, korumakla vakit öldüren işsiz güçsüzlerin, aylakların eğlencesidir. Bunlar ölümsüz doğmak gibi bir talihsizliğe uğrasalardı, insanların en zavallıları olurlardı: Kaybetmekten hiçbir zaman korkmayacakları bir yaşam kendileri için hiçbir değer taşımazdı. Bu gibi insanlara onları pohpohlamak için gözdağı veren ve her gün duyabilecekleri tek zevki, ölmemiş olma zevkini aşılayan hekimler gerekir.
Burada tıbbın hiçliği üzerinde uzun uzadıya durmak niyetinde değilim. Amacım yalnızca onu ahlaksal açıdan incelemektir. Bununla birlikte, insanların tıbbın yararı konusunda da, tıpkı gerçeği ararken yaptıkları gibi aynı safsatalara başvurduklarını belirtmekten kendimi alamıyorum. Bu insanlar bir hastanın tedavi edilmekle iyileştiğini ve bir gerçeğin aramakla bulunduğunu varsayıyorlar: Bunlar bir hekimin iyileştirdiği bir kişinin sağladığı avantajı onun öldürdüğü yüz hastanın ölümüyle ve keşfedilmiş bir gerçeğin yararını aynı zamanda ortaya çıkan yanlışların zararıyla karşılaştırmak gerektiğini görmüyorlar. Öğreten bilim ve iyileştiren tıp kuşkusuz çok iyidir, ama aldatan bilim ve öldüren tıp kötüdür. Öyleyse bize bunları ayırt etmeyi öğretin. İşte sorunun düğüm noktası burada. Eğer gerçeği bilmediğimizi bilseydik, hiçbir zaman yalanın kurbanı olmazdık; doğaya karşın iyileştirme isteğinden vazgeçmeyi bilseydik, asla bir hekimin eliyle ölmezdik: Bu iki şeyi yapmaktan vazgeçmek akıllıca bir şey olurdu; bu vazgeçişten elbette kazançlı çıkardık. Dolayısıyla tıbbın kimseye yararlı olmadığını tartışmıyorum, ama insanlık için zararlı olduğunu söylüyorum.
Her zaman olduğu gibi, bana, yanlışlar hekimin yanlışlarıdır, tıbbın kendisi yanılmazdır denecektir. Ha şöyle; ama öyleyse tıp hekimsiz gelsin; onlar birlikte geldikçe, sanattan medet ummaktan yüz kez daha çok, sanatçının yanlışlarından korkmak gerekecektir.
Vücut hastalıklarından daha ziyade ruh hastalıkları için oluşmuş bu yalancı sanat, kimilerine başkalarına olduğundan daha yararlı değildir. Bizi hastalıklardan kurtarmaktan çok, bize hastalık korkusu aşılar; ölümü geriletmekten çok, onu bize önceden hissettirir, yaşamı uzatacak yerde yıpratır; uzatırsa, bu daha da soyun aleyhine olur, çünkü zorla uyguladığı tedavilerle elimizden toplumu, verdiği korkularla da görevlerimizi alır. Tehlikelerden korkmamıza yol açan şey, tehlikeleri bilmektir: Kendisini yara almaz, zarar görmez sanan kişi hiçbir şeyden korkmaz. Şair, Akhilleus'u tehlikeye karşı silahlandıra silahlandıra, onun elinden değerinin saygınlığını alıyor; onun yerinde kim olsa aynı değerde bir Akhilleus olurdu.
Gerçek cesaret sahibi insanlar mı istiyorsunuz, o zaman onları hekimlerin hiç bulunmadığı, hastalıkların sonuçlarının bilinmediği ve ölümün hiç düşünülmediği yerlerde arayın. Elbette insan sürekli acı çekmesini bilir ve huzur içinde ölür; insanın yüreğini alçaltan ve ona ölmeyi unutturanlar, reçeteleriyle hekimler, ilkeleriyle filozoflar, yüreklendirici konuşmalarıyla papazlardır.
”
”
Jean-Jacques Rousseau (Emile: or Concerning Education)
“
Doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittir ler, toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların başlıcası mal mülk tutkusundan doğmuştur. Ayrıca bir avuç güçlü insanın aşkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri çıkmıştır ortaya."
"İnsanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı"
"Üyelerinin her birinin canını, malını, bütün ortak güçle sa vunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan, hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. "
"Toplum sözleşmesiyle her ortak, topluma mallarını ve aşa mını bırakır; önce doğal özgürlüğünü, sonra da istediği ve elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız hakkını. Ama buna karşılık, toplumsal özgürlüğü ve elindeki şeylerin sahiplik hakkını kazanır. Kişilerin devlete adadıkları canları bile, bu yoldan sürekli olarak korunmuş olur"
"Genel istemin yürürlüğe konmasından başka bir şey olma yan egemenlik ne bırakılabilir, ne de bölünebilir. Genel istem yasalarla dile gelir."
"Halka yol gösteren yüksek zekalı biri gerekir. Bu yasacıdan başkası değildir. Yasacı Rousseau'ya göre tanrısal bir varlıktır. İnsanlara yasalar koymak için Tanrılar gerek"
"Hükümet gerek yasaları yürütmek, gerek toplum özgürlüğünü sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür. Üç çeşit yönetim biçimi vardır: Demokrasi, Aristokrasi ve Monarşi. Demokrasi küçük devletlere, aristokrasi orta derecede, monarşi ise varlıklı uluslara elverişlidir. Hükümet her za- man egemen varlığın denetimi altındadır. Genel istemin uygulanmasından başka bir şey olmayan egemenlik, yalnız halka, yeni egemen varlığa aittir.”
“İnsanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırıp, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışmak gerek.”
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama, böyle sanması, onlardan daha da köle olmasına engel değildir.”
“İnsanın ilk uyacağı yasa varlığını korumak; yapacağı ilk şey de kendine borçlu olduğu özeni göstermektir. İnsanın kendini bilecek çağa gelir gelmez, nefsini korumaya yarayan araçlara değer biçmede tek söz sahibi olduğu için, sonunda kendi kendisinin efendisi olur.”
“İnsanlar eşit ve özgür doğdukları için, özgürlüklerinden ancak çıkarları uğruna vazgeçerler.”
“Hobbes’e göre insanlar bir takım evcil hayvan sürülerine bölünmüştür. Her birinin başında onu parçalayıp yemek için koruyan bir baş vardır.”
“Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Kölelik doğal bir duruma gelmişse, doğaya aykırı bir köleliğin sonucudur bu. İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur.”
“En güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güç maddesel bir şeydir. Güce boyun eğmek bir istem işi değil, bir zorunluluk; olsa olsa bir sıkıntı işidir. Ne bakımdan bir ödev olabilir bu. Hakkı doğuran güç ise, etkiyle birlikte etken de değişir. Bir öncekini alt eden bir güç, onun hakkını da elde eder. Madem güçlü her zaman haklıdır, öyleyse her zaman güçlü kalmalıdır. Güçlünün yok olmasıyla ortadan kalkan bir hakka hak diyemeyiz. İnsan boyun eğmeye zorlanıyorsa, boyun eğmek zorunda değil demektir. Görülüyor ki hak sözü güçe hiçbir şey eklemiyor, bu bakımdan hiçbir anlamda taşımıyor. Güç hak yaratmaz ve insan ancak haklı güce boyun eğmelidir.”
“Keyfe bağlı bir yönetimin yasal bir yönetim olabilmesi için, halkın onu kabul etmeye ya da etmemeye yetkisi olmalıdır. Ancak o zaman yönetim keyfe bağlı olmaktan çıkar.
”
”
Jean-Jacques Rousseau (The Social Contract)