Olma Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Olma. Here they are! All 39 of them:

Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Düşüncemizin katlanması mı güzel Zalim kaderin yumruklarına, oklarına Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter demesi mi? Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız Bitebilir bütün acıları yüreğin, Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü. Çünkü, o ölüm uykularında Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan. Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine Sevgisinin kepaze edilmesine Kanunların bu kadar yavaş Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine Kötülere kul olmasına iyi insanın Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya Ürkütmese yüreğini? Bilmediğimiz belalara atılmaktansa Çektiklerine razı etmese insanları? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. W. Shakespeare / Hamlet
William Shakespeare (Hamlet)
Kimseyle hiçbir konuda yarış halinde değilim. Kimseden akıllı, kimseden güzel, kimseden iyi olma gibi bir iddiam yok. Kimse için en değilim. Daha değilim. Bu devasa iddiasızlığın bana verdiği özgürlüğün hastasıyım.
Sabahattin Ali
Aşk daha iyi bir adam olma isteği yaratır. Doğru bu, doğru. Ama belki aşk, gerçek aşk aynı zamanda olduğum adam olmama da izin veriyordur.
Gillian Flynn (Gone Girl)
Zihnimizi edebiyat dekore eder. Kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, koridorlar, tüneller açar. Ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkânlarını; edebiyat sanatı sayesinde keşfederiz. Bir kumandanı, deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dâhiyi, tembeli, salağı… kelimelerden tanırız. Sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücünü verir. Birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız, derinden kavramamız edebiyat sayesindedir.
Murat Menteş (Korkma Ben Varım)
Bir zavallı ile bir alçak olma arasında gidip geliyor, kendimi yargılamam
Oruç Aruoba (benlik)
Aşk birisine sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. Onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. İnsanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.
Orhan Pamuk (The New Life)
Biliyor musunuz - bazen öyle korkuya kapılıyorum ki, bazen ... bazen ... bazen evden çıkmaya cesaret edemiyorum, öyle bir güven içindeyim. Boş zamanımda -ki çok boş zamanım var- evde oturmayı tercih ediyorum, korkudan, şimdiki gibi, nasıl anlatayım size? Bir sıkışma duygusu, bir bunaltı, deli gibi korkuyorum bu güvenlikten, bir çeşit klostrofobi, sürekli işe yerleşmiş olma psikozu...
Patrick Süskind
Dünyada herkesin ilk planda yer alması olanaksızdır ve buna gerek de yoktur. Bana sorarsan, herkes kendi çevreciğinde kendi işini yapmalı derim. İş her yerde vardır.. Çalışan insan, vakti geldiğinde son uykusuna rahat yatar ve rahat uyur. Ön plana çıkmak, toplumda ileri gelen biri olma konusunda duyduğumuz şiddetli arzu, bizim henüz olgunlaşmadığımızı gösteriyor kanımca, kısmen de kendimize saygısızlığımızı... Olgunlaşmamak ve kendine saygı duymamak, insanı dış koşullara bağımlı kılar." (Herzen, Suçlu Kim?, sf. 247)
Alexander Herzen
Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda.Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar.Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur.Sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe.Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık , artık saklı değildir.Hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle."Yaşamın anlamı" gece duyumsanır ve sorgulanır.Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz.Yaşam, gecenin konusudur.
Gündüz Vassaf
Mutlu olmak istiyorsan, herkes gibi yaşarken kimse gibi olma.
Paula Hawkins (The Girl on the Train)
Fransızcada özledim denmez, Demir.” “Nasıl yani?” “Öyle işte… Özlemek diye bir kelime yok bu dilde. Tu me manques derler onlar. Ama bunun anlamı özledim demek değildir.” “Nedir peki?” “Özledim denmez. Bende eksiksin, denir. Sen bende hiç eksik olma, Demir. Eksikliğini, varken yokluğunu hiç hissettirme bana. Seni özlemeyi kabul edebilirim. İnsan birini yanındayken de özler çünkü. Ama yokluğuna asla katlanamam...
Burcu Büyükyıldız (Aşk Her Şeyi Affeder mi? (Sonsuza Kadar #1))
Iyi bir insan olmak çok da hoş olmayabilir. Iyi bir insan olmak korkunç olabilir. Bunu sana söylerken, kulağa ne kadar çelişkili geldiğini biliyorum...Tanrı ne ister? Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi? Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?
Anthony Burgess (A Clockwork Orange)
Bu birey olma merakı ve telaşı yüzünden Avrupai zenginlerimiz değil birey, kendileri bile olamadılar." dedi. "Avrupai Türk zenginleri Allah'a inanmazlar, çünkü kendilerini bir şey sanırlar. Onların bireyliği önemlidir. Çoğu, herkes gibi olmadığını kanıtlamak için Allah'a inanmaz. Üstelik bunu söyleyemezler bile. Oysa inanç herkes gibi olmak işidir. Din alçakgönüllülerin cenneti ve tesellisidir.
Orhan Pamuk (Kırmızı Saçlı Kadın)
Kağıttan bir kent. Kağıttan evlerinde yaşayan bütün şu kağıttan insanlar, kendilerini ısıtmak için geleceği yakıyorlar. Herkes bir şeylere sahip olma çılgınlığıyla kendini kaybetmiş. Bütün bu şeyler kağıt inceliğinde ve kağıt kırılganlığında. Ve bütün insanlar da...
John Green (Paper Towns)
O özel olma,büyülü bir gücün etkisinde olma, kuraldışı olma, sonsuza dek korunuyor olma duygusu- ona böylesine yararlı olan tüm bu aldanışlar ikna etme güçlerini ansızın yitirmişlerdi. Artık kendi yanılsamalarının ötesini görebiliyordu ve daha önce yanılsamaların kalkan gibi koruduğu şey şimdi önünde bütün çıplaklığı ve korkunçluğuyla uzanıyordu.
Irvin D. Yalom (Love's Executioner and Other Tales of Psychotherapy)
(...) tüm fırıncılar gibi o da özgürlükçü, anarşizm yanlısıymış. Neden fırıncıların tümü anarşizm yanlısıydı? Çünkü gece daha fazla cesaret ve özgürlüğe sahip olma imkanı vardır, çünkü ekmek adaletin ölçüsüdür, çünkü su ve ateş gürültü çıkarmaz, insanın aklını karıştırmaz falan filan. Çünkü köyünde öyle çok insan vardı. Nedenini açıklayamıyordu ama öyleydi.
Maurizio Maggiani
Ölümün insanoğlunun başına gelen iyiliklerin en iyisi olup olmadığını kimse bilmiyor, ama güya başa gelebilecek en büyük kötülük olduğunu sandıklarından ondan korkuyorlar. . . . Bu yüzden, kötü olduklarını bildiğim kötülükler arasından, ne olduklarını tam bilemediğim için iyi olma potansiyeli taşıyanlarından hiçbir zaman korkmayacak ve onlardan kaçmayacağım.
Plato (Sokrates'in Savunması)
Ne yaparsan yap, demek istedim, aşırı mutlu olma. O zaman başından aşağı ateşler yağar. Bir şey söylemedim. Bıraktım dans etsin.
Madeline Miller (Circe)
Sana bir şey salık vereceğim: Vaktinden önce mutsuz olma!
Seneca (Letters from a Stoic)
Bir şeyi tutup ona sahip olmak istediğimizde hayattaki sayısız başka şeyden feragat ederek bunların sağından solundan geçip gitmek zorunda kalırız.
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
Ne yaparsan yap, demek istedim, aşırı mutlu olma. O zaman başından aşağı ateşler yağar.
Madeline Miller (Circe)
dünyaya mutluluk ve zevk beklentisiyle dolu olarak adım atarız ve kader bizi hoyrat bir şekilde yakalayıp hiçbir şeyin bizim olmadığını, her şeyin ona ait olduğunu gösterene kadar bunu gerçekleştirmeye yönelik o aptalca umudu koruruz
Arthur Schopenhauer (Mutlu Olma Sanatı)
Doğruluk yolunu seçişim, doğru olma duygusundan çok gerçeği sevmeme dayanır; gerçekten, uygulamada, eğriyle doğrunun soyut kavramlarını değil, vicdanımın ahlak alanındaki yolunu izledim. Çoğu kez, masal anlattım; ama pek az yalan söyledim.
Jean-Jacques Rousseau (Bir Yalnız Gezerin Düşleri)
Genc adam, "Sen."dedi. Sanki aciklamayi yapmak zor geliyormus gibi kuruyan dudaklarini yaladi. "Sen orada, oylece duruyorsun. Hicbir caba harcamiyorsun. Sadece bana bakiyorsun ve ben sanki ringde bir boksor tarafindan mideme sayisiz yumruk yemis gibi hissediyorum. Sanki bedenimi karincalar istila etmis gibi her yanim karincalaniyor." Uzanip burnunu burnuna surttu. "Bedenim seninle bir olma, bana dokunman icin ihtiyac icinde yaniyor. Kendimi taniyamiyorum. Ve sen bunlari oylece durup, bana bakarak yapiyorsun.
Selvi Atıcı (Pinokyo'nun Rüyası (Kayıp Şehir, #2))
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
O gün kapkaranlık sokaklarda dolaştım sokaklarda.İçimde, bu şölen sofrasına çıkarıp "bu da benden!" diye koyacak birşey yoktu.Renkli giysileri içinde güzel bacaklarını,muhallebi karınlarını,göğüslerini gösteren,saçlarından ışıltılar saçılan kızlar bende yalnızca ve yalnızca bir keşiş olma isteği uyandırıyordu.Bu istek de öfkelendiriyordu beni.İnsanın en temel meselelerinden birine, "Arzu etme acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere,insanları gömdükleri gibi meselelerini de gömebileceklerini düşünen kazma-kürek erbabına öfke duyuyordum.
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
Her ikisi de bu halde yıllardır duruyormuş gibi ruhlarının heyecanla titrediğini hissettiler. Bu heyecanla birlikte her ikisi de peş peşe yaşam bilincini kaybettiler. Aşklarının azabını ve aşklarının kurbanı olma duygusunu aynı anda tatmışlar, aynı zamanda gerçeklerin farkına varmışlardı.
Natsume Sōseki (And Then)
Ama ne yazık ki tarihte hep aynı trajedi tekrarlanmaktadır, çünkü fikir adamları zamanı gelince, dava adamı olma sorumluluğunu üstlenmekte zorlanırlar ve pek nadir durumlarda harekete geçerler. Düşün dünyası zengin, yaratıcı insanlarda bu ikilem her zaman ortaya çıkar: Çünkü yaşadıkları dönemin saçmalıklarını en iyi görenler ve gözleyenler onlardır ve bir coşku anında, kendilerini büyük bir tutkuyla siyasi mücadelenin içine atarlar, ama öte yandan da zorbalığa zorbalıkla karşılık vermekte çekinir, tereddüt ederler. Duydukları sorumluluk onları şiddete başvurmaktan, kan dökmekten alıkoyar; o bir anlık tereddüt, saygılı geri duruş, şiddeti teşvik ederek onların elini kolunu bağlar ve tüm güçlerini yok eder.
Stefan Zweig (Decisive Moments in History: Twelve Historical Miniatures)
Erkeklerin kendilerini erkekliklerini kanıtlamak zorunda hissettiklerini, oysa kadınların kadın sayılmak için kadınsılıklarını doğrulamak zorunda olmadığını hiç fark ettin mi? Bunun neden böyle olduğunu biliyor musun? İzin ver de, bir annenin ve bir kadının bilgeliğiyle bunu sana açıklayayım. Kadın olmak, insanların olması gerektiği gibi, sevgi ve huzur dolu olmaktır (...) oysa erkek olmak doğal olmayan, doğanın asla niyetlenmediği bir işe girişmek demektir. Erkek olma çabası, sürekli bozulan makineyi aşırı derecede zorlar (...) şiddet, cüretkarlık, hilekarlık, erkeğin kendini kanıtlamak için giriştiği bütün bu kibir dolu acınası bahaneler 'erkekçe eylemler' sayılıp değer verilir. Bunlar olmazsa o erkek olamaz. Tabii ki olamaz!
Susan Sontag (Rüyalarının Esiri)
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
Ivan Goncharov (Oblomov)
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını, onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek, onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş, dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi düşünülürse, gerçek zafer budur aslında: Victoria nulla est Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus) Zafer zafer değildir Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe
Montaıgne
Ne zaman senden beklenenin sınırına gelsen karşına aynı sorun çıkar – kendin olma sorunu! Bu yönde attığın ilk adımla artı ya da eksi diye bir şey olmadığını idrak eder, patenleri fırlatıp yüzmeye başlarsın. Acı diye bir şey yoktur artık çünkü güvenliğini tehdit edecek bir şey kalmamıştır. Başkalarına yardım etme isteği bile duymazsın – hak etmeleri gereken bir ayrıcalıktan neden mahrum edesin onları? Yaşam muazzam bir sonsuzlukla andan âna esner durur. Hiçbir şey, düşlediğinden daha gerçek olamaz. Evren sen ne olduğunu sanıyorsan odur; sen, sen ve ben de ben olduğumuz sürece başka bir şey olmasına olanak yoktur. Eylemlerinin meyvelerinde yaşarsın. Eylemlerin düşüncelerinin haşatıdır. Düşünce ve eylem birdir çünkü onun içinde yüzersin. Olmasını arzuladığın her şeydir, ne eksik ne fazla. Sonsuzlukta her kulacın değeri vardır. Isıtma ve soğutma tek sistemdir. Oğlak Dönencesi ile Yengeç Dönencesi birbirlerinden sadece hayali bir çizgiyle ayrılır.
Henry Miller
Doğruluk yolunu seçişim, doğru olma duygusundan çok gerçeği sevmeme dayanır; gerçekten, uygulamada, eğriyle doğrunun soyut kavramlarını değil, vicdanımın ahlak alanındaki yolunu izledim. Çoğu kez, masal anlattım; ama pek az yalan söyledim.” Bu ilkeye uymakla başkalarına birçok silah vermiş olsam da, kimseye zararım dokunmadığı gibi, kendime ed hak ettiğimden çok hiçbi üstünlük vermedim. Bana göre, gerçeğin erdem olması, yalnızca bu yolla sağlanır. Başka herhangi bir yolsa gerçek, ne iyiliğe ne de kötülüğe hizmet eden bir kavramdır.
Jean-Jacques Rousseau (Bir Yalnız Gezerin Düşleri)
Böyle bir toplum, kimseye güç vermez. Güçlü erkek güçlü doğmamıştır, güçlü olma yolunda giderken kendisini yavaşlatan her şeyden feragat etmiştir ve seni büyüleyen budur. Sana bir kadın olarak sahip olduğun hiçbir erdemi terketmemen öğütlendiğinden, seni yavaşlatan şeylerle dolusundur ve bu bahsettiğim erkeği gördüğünde nasıl senin olamadığın kadar görkemli ve güçlü olduğuna, bir tavus kuşuna bakan küçük bir çocuğun gözleriyle bakıyor olacaksın. Onun gibi güçlü olmayı isteyeceksin, olamadığını gördüğünde, eğer öyle güçlü biri seni severse, en az onun kadar güçlü olacağına inanacaksın. Oysa bilmiyorsun: Öyle güçlü bir erkek, kimseyi sevemediği için öyle güçlüdür ve yanıldığını gördüğün an çok feci düşeceksin. O erkeği gördüğünde gözlerini kocaman, kötü cadıdan kaçan bir masal kahramanı gibi aç. Çünkü hayal kırıklığını bir yenisini kurarak, yaralarını ise sararak iyileştirebilirsin ama kalp kırığını göremeyeceksin. Göremediğin şeyden korkacaksın ve korkunun utanca, tükenişe dönüştüğüne şahit olurken büyüyen kırıkla birlikte, sen de en başta ilerliyor olman gereken yoldan geri dönemeyeceğin kadar uzakta olacaksın.
Mithat Terje (Oda)
ey susam!.. ey karanlık!.. ey borçlarını ödemeyenler!.. sen o ses misin en aşağılardan gelen!.. karıştırın bütün otları o aşağlarda yıkın benim güvenimi, soğuk bir at olsun seslendigim ses, yıkın!.. ben koşarım aşağlara, koşarım yıkanacak boğulacak su bulsam... ey her şey!.. ey beni gülünç eden bitki sapları!.. sessiz katlanmalarıyla... içimde ölmüş çocukları sallayan vazgeçilmez uğursuz şarkının salıncağı!.. ben durmadan en utandırıcı şeyleri hatırlasam. nasıl camsı gürültülerle olacak her şey, ve sularla, ve nasıl artık arınamaz kirlenmiş olurum o zaman, yıkın!.. ben koşarım aşağlara, koşarım yıkanacak boğulacak su bulsam ey bütün kadınlar uzak!.. güneşi övmüyorum. ve kanım ne güzel akıyor... ıslak taşlıklarda. sanki her şey, sanki her şey!.. katıyürekli kârcıların, yani büyük tecimenlerin uzaklardan getirip sunduğu kanlı pahalı bir tabak... ey yanan bir şey, yanan ve içilen bir şey, karanlıktı kanım bir şey, güneşe başkaldırmıştı kanım (.....) sanarak. ben artık büyük kıyıları boylasam. ben koşarım aşağlara, koşarım yıkanacak boğulacak su bulsam... ey kimse yok!..ey bir mavinin unutulmasından arta kalan!.. ey sen var mısın? ey olma!.. ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak ah, yağmur başlayacak gece olsa da sussam... ben koşarım aşağlara koşarım yıkanacak boğulacak su bulsam... ey sür atlarını bacaklarımdan bağlayıp karışık ölümsıkıntııslakgülünçlüğü renkli camların!.. bir göl bulacağız sonunda, develerin suyunu içip tuzunu bıraktığı, kirli ayakparmak aralarını yıkadığı cünüp adamların, burunları kıllı... benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak öbürkülerin yanında, camlar nasıl olsa kırılacak sonra yatacağı geceye gidecek herkes ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam... senden haber ver, ey yaralı kahraman atlar!.. ey büyütüp yaralarını yalayan atlar!.. otoburlukla kana karışmayan atlar!.. arabanızı çekiyordunuz, aygırlarınızı iştahla uyandıran kalçalarınızda büyük yaralar... kuyulara eğiliyoruz, ve büyük övgüsünü yapıyoruz küçük yıkıntısının soğuk ışıklı kulüplerin, ve kara küplerin ve etekleri kısa, koltukları tüylü kadınların ve kötü dükkanlar karanlığının... eğilmiş, çiçek toplayan bir çocuk bulsam... ben koşarım aşağlara, koşarım yıkanacak boğulacak su bulsam...
Turgut Uyar
İnsanlar dünyanın düzenli ve güvenli bir yer olması için yıllarca çalıştılar. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun, ne yaptığının kaydının tutulduğunu düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek gibi. Film izlemek gibi. Ama bunlar yine de sahte heyecanlardı. Dinazorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok. Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar. Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız. Her şey berbat bir hal almadığı sürece, yoluna da girmeyecek. Bürokrasimiz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi. Kölelerden oluşan bir jenerasyon yetiştiriyoruz. Çocuklarımıza çaresiz olmayı öğretiyoruz. Öyle planlanmış vaziyetteyiz ve ince ince yönetiliyoruz ki, burası artık dünya olmaktan çıktı. Burası lanet olası bir sahil güvenlik teknesi oldu.
Chuck Palahniuk (Choke)
Sevilebilmek için hayatını riske atmak gerektiğini düşündü. ... Annecik ciddi bir ses tonuyla "Sanat asla mutluluktan doğmaz" dedi. ... ...ve çocuk bir resmin, bir heykelin veya hikayenin, sevilen birinin yerini alabileceğini sanacak kadar aptal. ... ...bu yüzden eğer bunu okumanın sizi kurtaracağını sanıyorsanız... Herhangi bir şeyin sizi kurtaracağını sanıyorsanız... ... ...Bence annesi ölene dek bir erkeğin hayatındaki diğer kadıınların hiçbiri metres olmaktan öteye geçemez. ... ...Tamamlayamadığım şeylerle dolu hayatımda, bir tamamlanmamış olay daha. ... Hayatımın, Zen Budizmi öğrencilerine meditasyon yapmaları için ödev olarak verilen ve mantıksal çözümü olmayan problemlerden hiçbir farkı yok. ... Radyoda, duran aracın polise bildirildiği söylendi. Annecik radyonun sesini köledi. "Kahretsin" dedi. "Lütfen bizden bahsetmediklerini söyle bana." "Metalik sarı bir Duster'dan söz ediyorlar" dedi çocuk. "Bu bizim arabamız." Annecik, "Bu senin ne kadar az şey bildiğini gösteriyor" dedi. Kendi kapısını açtı ve çocuğa sürücü tarafına geçip arabadan inmesini söyledi. Yanlarından hızla geçen araçları kontrol etti. Ve, "Bu bizim arabamız değil" dedi. ... "Dünyayı parçalara ayırdık" diyor, "ama parçalarla ne yapacağımızı bilemiyoruz..." ... "Vaktimizin çoğunu başkalarının yarattığı şeyleri yargılayarak geçirdiğimizden, kendimiz hiçbir şey yaratamadık." ... ...hissettiğimden daha zavallı bir şey görmek iyi geliyor. ... Her bağımlılık aynı sorunu çözmek için bulunmuş bir yöntemdir, dedi. Uyuşturucular, obezite, alkol veya seks, huzuru bulmak için kullanılan farklı farklı yöntemlerdi. Bildiklerimizden kaçmak için. Eğitimimizden. Elmayı ısırmış olmaktan. ... İnsanlar dünyanın güvenli ve düzenli bir yer olması için yıllarca çalışırlardı. Ama hiç kimse bunun ne kadar sıkıcı olabileceğinin farkında değildi. Bütün dünyanın parsellendiğini, hız limitleri konduğunu, bölümlere ayrıldığını, vergilendirildiğini ve düzenlendiğini, bütün insanların sınavlardan geçirildiğini, fişlendiğini, nerede oturduğunun ne yaptığının kaydının yapıldığını düşünün. Hiç kimseye macera yaşayacak bir alan kalmadı, satın alınabilenler hariç. Lunaparka gitmek, Film izlemek gibi. Ama yine de bunlar sahte heyecanlardı. Dinozorların çocukları yemeyeceğini bilirsiniz. Büyük bir sahte afetin olma şansı bile oy çoğunluğuyla ortadan kaldırıldı. Gerçek afet veya risk ihtimali olmadığından, Gerçek kurtuluş şansı da ortadan kalkmış oldu. Gerçek mutluluk yok. Gerçek heyecan yok. Eğlence, keşif, buluş yok. Bizi koruyan kanunlar aslında bizi can sıkıntısına mahkum etmekten başka bir işe yaramazlar. Gerçek karmaşaya ulaşamadığımız sürece, asla gerçekten huzurlu olamayacağız. Her şey berbat bir hal almadığı sürece yoluna da girmeyecek. Bunlar Anneciğin ona anlattığı şeylerdi. "Keşfedilmemiş tek alan, elle tutulamayanların dünyasıdır. Bunun dışındaki her şey çok sıkı örülmüştür" derdi. Çok fazla kanunun içinde hapsolmuş durumdayız. Elle tutulamayanlar derken interneti, filmleri, müziği, hikayeleri, sanatı, dedikoduları, bilgisayar programlarını, yani gerçek olmayan her şeyi kastediyordu. Sanal gerçeklikten bahsediyordu. Yalandan inanılan şeylerden. Kültürden. Gerçekdışı şeyler, gerçeklikten daha güçlüdür. Çünkü sadece elle tutulamayan fikirler, mefhumlar, inanışlar ve fanteziler kalır. Taşlar ufalanır. Ağaçlar çürür. İnsanlar da maalesef ölürler. Fakat bir düşünce, bir rüya, bir efsane gibi aslında son derece kırılgan şeyler yaşarlar da yaşarlar. ... "...Beni mahkum etmeniz çok gereksizdi. Bürokrasiniz ve kanunlarımız dünyayı temiz ve güvenli bir toplama kampına çevirdi" diye b
Chuck Palahniuk (Choke)
Belli ki birisi piramitleri akılda bulundurmamızı istemiş çünkü piramit sembolü düzenli olarak ellediğimiz ya da gözlemlediğimiz şeylerde dikkat çekici bir biçimde yer alıyor. Herhangi bir gün içinde piyasada iki milyardan fazla bir dolarlık banknot dolaşır. Yüzyılın büyük bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri'nde içilen sigaraların yarısı Camel idi, yani yılda aşağı yukarı otuz milyar. Piramitlerin modern çağın en popüler iki nesnesini süslemesinin rastlantısal bir seçim olma ihtimali zayıf. Birisi dolaların ve sigaraların geniş çapta dolaşımda olacağını biliyordu ve piramitlerin de onlarla birlikte gezmesini sağlamıştı. Orijinal yapılardan mesafe ve zaman nedeniyle ayrı düşen bir kültüre piramitlerin, eğer almasını öğrenirsen bize verecek değerli bir şeye sahip oldukları hatırlatılacaktı. .... Gerçek hükümetler gece geç saatlerde, İran halılarının en zengin örnekleriyle döşeli penceresiz odalarda yıllanmış konyaklar ve Havana puroları içerek toplantı yapıyorlardı. .... Yirminci yüzyılın son çeyreğinin anonim barbarları gibi- .... Hakikat tınısı seslerin en güzelidir; gerçi kimi kadınlar yatakta kesinlikle onunla boy ölçüşecek gürültüler çıkarır. .... Berberiler şuna inanırdı: Mezarda bellek bulunmadığına göre defin yığınından alınan toprak insanın üzüntülerini, bilhassa mutsuz aşkın yol açtığı kalp kırıklığını unutmasına yardımcı olabilirdi. .... Esasen kitle güdülerini düzenlemek, yönlendirmek ve tatmin etmek üzere tasarlanmış bu toplumda insanın birey olarak sahip olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Din? Sanat? Doğa? Hayır, kilise, dini standart bir halk gösterisine dönüştürmüştür, müze de aynısını sanat için yapmıştır. Grand Canyon ile Niagara Şelaleleri'ne o kadar çok bakılmıştır ki, bu yerler bitkin düşmüş çok fazla sayıda aptal göz tarafından emilerek içleri boşaltılmıştır. İnsanın birey olarak sahp olduğu sessiz bölgelere sunulacak ne var? Geceyarısı kağır tabaka soğuk tavuk kemiğine ne dersiniz, emriniz doğrultusunda uzayan ya da kısalan alev rengi ruja ne dersiniz, hiç tanımadığınız bir "kuş" tarafından terk edilmiş suni köpükten bir kuş yuvasına ne dersiniz, sağanak yağmurda arabayla evinize giderken birbirini boş yere izleyen bir çift sileceğe ne dersiniz, sinemada koltuğun altından ayakkabınıza değen bir şeye ne dersiniz, körelmiş kurşunkalemlere, şirin çatallara, tombul küçük radyolara, kutular dolusu kravata ve küvet başında duran banyo köpüklerine ne dersiniz? Evet otistik görüş ile deneysel dünya arasındaki bağı kuran, bu şeylerdir, bu uçurtma ipleridir, zeytinyağı şişeleridir ve meyveli şeker ezmeleriyle dolu Sevgililer Günü kalpleridir. Bu şeyleri hakiki gizemli ışıklarında göstermektir Ay'ın amacı. .... İnsan vücudundan büyük nesneler aleni olma niteliği taşır. Ay, bir şey ne kadar aleni olabilirse o kadar alenidir. Fakat Ay, mahremiyet duygusu uyandırmakta nadiren başarısızlığa uğrar. .... Aramak, akılsız, nevrotik, deliye dönmüş bir halde ya da korkakça yapıldığında bir saklanma biçimi olabilir. .... -Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun? -Sanmam. Domates kelimesinin kökenini düşünüyordum. .... Haliyle çok yağmur yağıyordu. Meşhur Seattle yağmuru. Aşk, kalıcı olacaksa ayaklarının ıslanmasına hazırlıklı olmalıydı. .... Mutlu bir çocukluğa sahip olmak için asla geç değil.
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
Doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittir ler, toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. İnsanların başına gelen belaların başlıcası mal mülk tutkusundan doğmuştur. Ayrıca bir avuç güçlü insanın aşkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri çıkmıştır ortaya." "İnsanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı" "Üyelerinin her birinin canını, malını, bütün ortak güçle sa vunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan, hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. " "Toplum sözleşmesiyle her ortak, topluma mallarını ve aşa mını bırakır; önce doğal özgürlüğünü, sonra da istediği ve elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız hakkını. Ama buna karşılık, toplumsal özgürlüğü ve elindeki şeylerin sahiplik hakkını kazanır. Kişilerin devlete adadıkları canları bile, bu yoldan sürekli olarak korunmuş olur" "Genel istemin yürürlüğe konmasından başka bir şey olma yan egemenlik ne bırakılabilir, ne de bölünebilir. Genel istem yasalarla dile gelir." "Halka yol gösteren yüksek zekalı biri gerekir. Bu yasacıdan başkası değildir. Yasacı Rousseau'ya göre tanrısal bir varlıktır. İnsanlara yasalar koymak için Tanrılar gerek" "Hükümet gerek yasaları yürütmek, gerek toplum özgürlüğünü sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür. Üç çeşit yönetim biçimi vardır: Demokrasi, Aristokrasi ve Monarşi. Demokrasi küçük devletlere, aristokrasi orta derecede, monarşi ise varlıklı uluslara elverişlidir. Hükümet her za- man egemen varlığın denetimi altındadır. Genel istemin uygulanmasından başka bir şey olmayan egemenlik, yalnız halka, yeni egemen varlığa aittir.” “İnsanları oldukları gibi, yasaları da olabilecekleri gibi ele alıp, toplum düzeninde güvenilir ve haklı bir yönetim kuralı bulunup bulunamayacağını araştırıp, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını çıkarın gerektirdiğiyle uzlaştırmaya çalışmak gerek.” “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama, böyle sanması, onlardan daha da köle olmasına engel değildir.” “İnsanın ilk uyacağı yasa varlığını korumak; yapacağı ilk şey de kendine borçlu olduğu özeni göstermektir. İnsanın kendini bilecek çağa gelir gelmez, nefsini korumaya yarayan araçlara değer biçmede tek söz sahibi olduğu için, sonunda kendi kendisinin efendisi olur.” “İnsanlar eşit ve özgür doğdukları için, özgürlüklerinden ancak çıkarları uğruna vazgeçerler.” “Hobbes’e göre insanlar bir takım evcil hayvan sürülerine bölünmüştür. Her birinin başında onu parçalayıp yemek için koruyan bir baş vardır.” “Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Kölelik doğal bir duruma gelmişse, doğaya aykırı bir köleliğin sonucudur bu. İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkaklıkları olmuştur.” “En güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak kadar güçlü değildir. Güç maddesel bir şeydir. Güce boyun eğmek bir istem işi değil, bir zorunluluk; olsa olsa bir sıkıntı işidir. Ne bakımdan bir ödev olabilir bu. Hakkı doğuran güç ise, etkiyle birlikte etken de değişir. Bir öncekini alt eden bir güç, onun hakkını da elde eder. Madem güçlü her zaman haklıdır, öyleyse her zaman güçlü kalmalıdır. Güçlünün yok olmasıyla ortadan kalkan bir hakka hak diyemeyiz. İnsan boyun eğmeye zorlanıyorsa, boyun eğmek zorunda değil demektir. Görülüyor ki hak sözü güçe hiçbir şey eklemiyor, bu bakımdan hiçbir anlamda taşımıyor. Güç hak yaratmaz ve insan ancak haklı güce boyun eğmelidir.” “Keyfe bağlı bir yönetimin yasal bir yönetim olabilmesi için, halkın onu kabul etmeye ya da etmemeye yetkisi olmalıdır. Ancak o zaman yönetim keyfe bağlı olmaktan çıkar.
Jean-Jacques Rousseau (The Social Contract)