Yeri Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Yeri. Here they are! All 100 of them:

Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.
Sait Faik Abasıyanık (Semaver)
Sizler özel değilsiniz, sizler güzel yada eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, sizler her şey gibi çürüyen birer organik maddesiniz... bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden yeri geldiğinde dalga geçen yeri geldiğinde gülüp geçen pislikleriyiz. " Tyler Durden
Chuck Palahniuk (Fight Club)
Yolun gittiği yeri unutanı hatırla.
Heraclitus (Fragmanlar)
Zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu.
Michael Ende (Momo)
bomonti, ne garip sokak adı: oralarda böyle sokak adı olması garip. çok giderdi, az bahsederdi: her zaman yaptığı gibi. beni ona anlatmaz, onu bana anlatmaz: herkesin bir yeri var. gülümsedi
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Bu en kötü zamanda, onu 'benim' diye çağırma umudum olmasa bile Margaret'ın büyüyüp kendisi olduğu yeri görmek istedim...
Elizabeth Gaskell (North and South)
Keşke sana ne kadar yalnız olduğumu anlatabilsem. Burasının ne kadar soğuk ve sert olduğunu. Her yerde bir çelişki ve cefa var. Tanrı'nın bu yeri unuttuğunu düşünüyorum. Sanırım cehennemi gördüm ve o beyaz, cehennem sevgili Edith, kar beyazı..." E. Gaskell - Kuzey ve Güney
Elizabeth Gaskell
Cennetin hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri
Etgar Keret (The Bus Driver Who Wanted to be God and Other Stories)
Gerçekte hep iki zaman arasındayızdır: Gövdenin ve bilincin zamanı arasında. Bütün öbür kültürlerdeki ruh ve gözde arasındaki ayrım işte buradan kaynaklanır. Öncelik her zaman ruhundur ve yeri bir başka zamanın aktığı çizgidedir.
John Berger (And Our Faces, My Heart, Brief as Photos)
İnsanın et olmayan tek yeri beyni değil mi? Et beyinli! Bir insan için söylenebilecek en ağır horlama sözü. Et beyinli!
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Hani, çok önceleri, "Sadakat nedir?" diye sormuştun bana; ben de şöyle bir şey söylemiştim:- 'Sadakat', kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeriş hep onun için korumasıdır; 'sadakatsizlik' de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır; 'ihanet' ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması- "Olur mu ki bu-" demiştin sen de: " başka bir kişiyi sokamaz ki o yere, o kişi; onun için açmışken o yeri- başka bir kişi giremez ki oraya...?
Oruç Aruoba (ile)
Aşk evlilikten sonra gelir. Unutma: Evlenmeden önce alevlenen aşk yangını evlilikle söner ve geriye boş ve kederli bir yangın yeri kalır. Evlendikten sonra duyulan aşk da biter elbette, ama onun yerini mutluluk alır. Buna rağmen bazı aceleci budalalar evlenmeden önce âşık olup yana yana bütün aşkı tüketirler. Niye? Çünkü hayatta en büyük amacı aşk sanarlar.
Orhan Pamuk (My Name Is Red)
Bırak Aşk kavrasın Yas'ı, Boğulmasın ikisi birden, Bırak karanlık kuzgununu parıldatsın, Ah, kaybettiklerinle sarhoş olmak ne tatlıdır, Ölümle dans etmek, ayaklarınla yeri dövmek.
Alfred Tennyson
Rehberde deniyor ki uçmak bir sanatmış." dedi Ford, "ya da daha çok bir marifet. Aslında bütün marifet kendini yere doğru fırlatıp yeri ıskalamakta yatıyor.
Douglas Adams (Hayat, Evren ve Her Şey (Otostopçunun Galaksi Rehberi, #3))
Fyodor Dostoyevski, insanın ancak acı çekerek olgunlaşacağını söyler. Bu açıdan bakınca İstanbul'un benim hayatımda çok önemli bir yeri var. Çünkü ben bu şehirde olgunlaştım.
Zülfü Livaneli (Serenad)
O gidince hayatlarınızın yabani bitkiler gibi yıllarca birbirine doğru büyüyüp iç içe geçtiği yeri, bu müşterek alandaki şahsi hikayeni, yani onun yanında seni de kaybediyordun. Karşılıklı oturduğunuz masaları kaybediyordun mesela. Sadece ona anlatacağın şeyleri kaybediyordun. Onu bir sabah kahvaltıya çağırma ihtimalini.Ondan ödünç alacağın ve vermeyi unutup unutup sonunda el mecbur senin edilen giysileri.Günlerdir içini kemiren bir meseleyi gecenin bir vakti kapısını çalıp anlatma şansını ve onun verdiği akılla belli bir yönde alacağın kararları.Yüz yıldır tanıdığın birine iç rahatlığıyla şımarma, kızma, surat asma, bozuk çalma, onunla kavga etme hakkını.Birinin sen leb demeden leblebi diyecek olmasını kaybediyordun. O, seninkilere dolanmış köklerini söküp alırken, seni de yerinden ediyordu.Aynı bahçenin çiçekleri olmak böyle bir şeydi.
Melisa Kesmez (Nohut Oda)
Deniz kenarında yapılan her şeye kumdan kale deniyor lakin bizimki bir vakitler kumdan kale olan bir yapının harabesine benziyordu daha çok. Tarihi görkemini çoktan yitirmiş bir kumdan kale. Surlarında kumdan berduşların şarap içtiği, dibine kumdan köpeklerin işediği, her yeri kumdan çöplerle dolu, yolunu şaşırmış birkaç kumdan turistin gördüklerine göreceklerine pişman oldukları bir kale işte. (Denizin Çağrısı / Erken Kaybedenler)
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Yine de sıradan bir genelleme yapacak olursam, mükemmel olmayan yaşamlarımızda boşa harcanmış zamanların da yeri önemli değil midir? Eğer bu mükemmel olmayan yaşamlarımızdan tüm bu boşa harcanmışlıkları çıkaracak olursak, yaşamlarımız mükemmel olmama özelliğini bile yitiriverir.
Haruki Murakami (Sputnik Sweetheart)
Bir gün bir şeyi istersin, ertesi gün tutkuyla, ölesiye ona bağlanırsın, daha ertesi gün onu istediğinden utanırsın, arzun yerine geldiği için hayata lanet edersin. İşte insan hayatta kendi isteğinin peşinden serbestçe giderse böyle olur. Bastığımız yeri yoklayarak yürümeliyiz; bazı şeylerden gözlerimizi çevirmeliyiz, mutluluk hülyalarına kapılmamalıyız, mutluluk elimizden kaçarsa isyan etmemeliyiz; hayat budur işte...
Ivan Aleksandrovič Gončarov (Oblomov)
Ve kadınlar bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız
Nâzım Hikmet (Poems of Nazım Hikmet)
İki yıl boyunca bütün sınıflandırmaları kadın ve erkek başlıkları altında yapmaya zorlamıştı. Halbuki bulutlar da var, kediler de, herdemyeşil bitkiler, binlerce yıldır yeri değişmeyen taşlar, mutfakta bulaşıklar, kenarı kıvrılan kilimler, kar altında kalanlar, sınıflandırmalara tabi olmayanlar...
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
Yürümeye devam ediyordu Hikmet. Vazgeçe vazgeçe ilerliyordu. Bir bakıyor çenesine kadar gelmiş su. Çünkü herkesi kendisi gibi sandı. Her şeyi bu sanının üzerine kurdu. Başka bir şey daha: Bütün sevgili anların, geçmişindeki bütün güzel yaşantıların bir gün geri döneceğine inandırmıştı kendisini. Yoksa, yani bu doğru değilse, yaşamanın anlamı ne? Burnu sızladı. Gözleri doldu. Hayat hızla boşaltıyordu içini, ruhuhun bedeninde gizlendiği her yeri. İçi boş bir...
Barış Bıçakçı (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...)
yürekten sevdiğim, sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum. kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. aşkım da öyle. zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: o, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. ama aşk -feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor... dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel. ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? senin tatlı çehrende sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim. hoşça kal canım. seni ve çocukları binlerce kere öperim. senin, karl manchester, 21 haziran, 1865
Karl Marx
Çiçekler, sıradan bir yeri büyülü bir saraya dönüştürmekte en büyük yeteneğe sahiptirler!
Mehmet Murat ildan
on seneden beri içlerinde yaşadığı halde bir türlü alışamadığı bu insanların arasında onun da sağlam bir yeri olmalıydı. Yalnız kendisine dayanan yalnız kendisinin olan bir yeri.
Sabahattin Ali (Kuyucaklı Yusuf)
Hayat boşluk kaldırmıyordu çünkü, boş bıraktığın yeri gelip kendi dolduruyordu.
Mahir Ünsal Eriş (Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...)
Herkes avluya giriyor ve öğretmenin bulunduğu yeri arıyor. Öğretmen bizi dörder dörder sıraya diziyor, koyunlar gibi sınıfa giriyoruz.
José Mauro de Vasconcelos (درخت زیبای من)
Güzel havalarda eline bir kitap alır, yeşilliklerle örtülü bir yeri kendine okuma yeri yaparsın...
Emily Brontë (Ugultulu Tepeler)
Her insanın düşünmek için sakin bir yeri olmalıdır. Eğer böyle bir yerin yoksa bir tane bulmalısın!
Mehmet Murat ildan
Ne dünyada ne de evrende bir ağacın bir yeri daha güzel bir mekâna dönüştüremeyeceği hiçbir yer yoktur!
Mehmet Murat ildan
İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir.
Anonymous
Akıllı bir kadın, psişik ortamını düzenli tutar. Bunu, zihnini açık tutarak, çalıştığı yeri temiz bırakarak, fikirlerini ve tasarılarını tamamlamaya çalışarak gerçekleştirir
Clarissa Pinkola Estés (Women Who Run With the Wolves)
İnsan Evrende ne kadar daha hızlı ve ne kadar uzağa giderse Evrendeki yeri de o kadar önemsiz görünüyor.
Douglas Adams (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (Hitchhiker's Guide to the Galaxy, #1))
Sen iyi misin?" dedi çocuk. "Hayır," dedi Arthur. "Peki, sakalında neden bir kemik var?" dedi çocuk. Onu, koyduğum yeri sevmesi için eğitiyorum.
Douglas Adams
Beni narince, taparcasına öptü; kalabalığı, olduğum yeri, zamanı, sebebi, her şeyi unuttum... Tek hatırladığım onun beni sevdiği, istediği ve artık onun olduğumdu.
Stephenie Meyer (Breaking Dawn (The Twilight Saga, #4))
Var idiyse bir kuş Kalbinden başka yeri olmayan vurulacak Vuruş değil de vuruluş kilidi kırsaydı Kendi sorgusu yüzünden ayağa kalkıyor insan Arıyor.
İsmet Özel
Ne yazık onlara ki çıkarlarına dokunulmadıkça doğru yola girmezler ve Allahın kendilerine sunacağı nimetleri bilmezler. Ne yazık onlara ki kalpleri temiz olmadığı için herkesi kötü sanırlar ve günahsıza ve günahkâra bir fark gözetmeden kötülük ederler. Ne yazık onlara ki duygulu çekingenliği korkaklık, samimiyeti yaltaklanma ve yardımı bir baskı sayarlar. Ne yazık onlara ki kendilerine açılan saf bir kalbi zaaflarından istifade edilecek, istismar edilecek bir akılsız sayarlar. Onların, geleceği yaratan insanlar arasında yeri yoktur. Unutulacaklardır.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Dünya uzaklarda - derin bir mezara indirilmiş-, yeri, bir çöl gibi ve yapayalnız. Göğsünün tellerinden derin bir hüznün esintileri yükselmekte. Çiğ taneleriyle birlikte ta aşağılara damlamak ve küllere karışmak istiyorum. -Anıların uzaklığı, gençliğin arzuları, çocukluktaki düşler, bütün bir yaşamın kısacık sevinçleri ve nafile umutları, güneşin ardından etrafı saran akşam sisi gibi, sırtlarında kurşuni giysilerle gelmekteler. Başka yerlerde ışık, neşeli çadırlarını kurmuş. Ya onu masumiyetin inancıyla beklemekte olan çocuklarına bir daha hiç dönmezse?
Novalis (Hymns to the Night)
...En temiz duygulardan biriydi bu. Yaşayışımızda yeri olmayan, sırf ender oldukları için beslenen, yitirilmelerinin verdiği üzüntü, elde etmenin verdiği zevkten daha güçlü olan duygulardı...
Gustave Flaubert
Kalbinize aldığınız insan boş yeri daraltmaz, aksine, kalbinizi büyütür, ve bilirsiniz: Sizi tuvaletteyken arıyorsa dost olmuşsunuzdur, eğer arka planda ıkınma sesi varsa, yaşam boyu bağlanmışsınız demektir.
Mithat Terje (Oda)
İnsanlar ne yana gitseler, ölümlerine doğru giderler," demişti bir gün Şeyh Edebâli... Salt ölümün yeri, biçimi değişiyordu. Rahat yatağında ölmek... Eşkıya tarafından tutulmuş boğazları zorlarken ölmek, en iyi dostunun pususunda...
Kemal Tahir (Devlet Ana)
Ya a zavallı, sen ne arıyorsun? Bu yoğunluk, bu maddiyat, bu görünür hayaller bir ruhu ezmeye, bir vicdanı zıt fikirlerin sergi yeri yapmaya, bir idraki boğmaya kafi değilmiş gibi bir de manevi hayaletler arkasında mı koşmak istiyorsun?
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (A'mâk-ı Hayal)
Hoyrattır bu akşamüstüler daima. Gün saltanatıyla gitti mi bir defa Yalnızlığımızla doldurup her yeri Bir renk çığlığı içinde bahçemizden, Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan Lavanta çiçeği kokan kederleri; Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Ahmet Muhip Dıranas
Aslanı kafese alıştırmak için onu yavruyken tutup içeri atarlar... Bizi, kırk yaşında kafese koysalar, üçüncü günü yerimize alışırız. Ve on sene kafeste kaldıktan sonra dışarı salsalar on yıl yattığımız yeri üç hafta içinde unutuveririz...
Nâzım Hikmet (Kan Konuşmaz (Romanlar 1))
İdareci sınıfın ne düşündüğüne hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir çukuru kazınca, haydi bakalım doldur orayı derler; doldurursunuz, bu kez de aynı yeri kaz bakalım, derler. Sıkıntıya katlananlar hep benim gibi, görev yerinde çalışanlar olur.
Haruki Murakami (Hard-Boiled Wonderland and the End of the World)
...Leon'un gözünde Emma artık tam bir erişilmez nokta idi. Öyle erdemli, öyle ulaşılmazdı ki... Artık bütün ümitlerini yitirmiş haldeydi. Fakat gariptir ki vazgeçişin etkisiyle Emma biraz daha yükseliyor, en yüce makamlara çıkıyordu Leon'un gönlünde. Artık genç kadın gözle görülür her güzellikten arınıyor, bir meleği andırıyordu. En temiz duygulardan biriydi bu. Yaşayışımızda yeri olmayan, sırf ender oldukları için beslenen, yitirilmelerinin verdiği üzüntü, elde etmenin verdiği zevkten daha güçlü olan duygulardı...
Gustave Flaubert
Belirli bir Kutsal Toprak yoktur, dünyadaki bütün topraklar kutsaldır çünkü toprak olmadan var olamayız! Sadece belirli bir yeri Kutsal Toprak diye adlandırmayı bırak! Yerel ve dar zihnini evrensel ve geniş olanla değiştir! Dünyadaki bütün topraklar kutsaldır!
Mehmet Murat ildan
Onun için zaman, bütün müesses şeyleri temellerinden sarsan inkılap rüzgarıydı; onun için zaman, kalplerdeki ihtilaç (Çırpınma, çarpıntı) ve yüzlerdeki endişeydi; herkes, arkasından mütemadiyen itildiğini hissediyor; fakat, ne iteni, ne de gittiği yeri biliyordu.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Kiralık Konak)
Önerme şudur: Beyin, sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir, üretici değil. Her insan, her an kendi başına gelenleri anımsamak ve evrenin her yerinde olan her şeyi algıama yeteneğine sahiptir. Beyin ve sinir sisteminin işlevi büyük oranda yararsız ve ilgisiz bu bilgi kütlesinin her yeri kaplamasından ve kafamızı karıştırmasından bizi korumaktadır, bunu da doğal olarak her an anımsayacağımız veya algılayacağımız şeylerin çoğunu dışarıda bırakarak ve uygulamada yararlı olabilecek görünenlere özel bir seçim sonucu çok az yer açarak yapar.
Aldous Huxley (The Doors of Perception & Heaven and Hell)
Bu adam,' diye düşündüm, 'okula gitmediği için beyni bozulmamış. Çok şeyler yapıp çok şeyler görmüş ve çekmiş; açılmış, kalbi ilkel cesaretini kaybetmeden genişlemiş. Bizim için dallı budaklı ve çözülmez olan bütün sorunları o, hemşehrisi Büyük İskender gibi bir kılıç vuruşuyla çözüveriyor. Onun açık vermesi zordur. Çünkü tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor. Afrika vahşileri yılana tapar, çünkü bütün vücutları toprağa değer ve böylece toprağın bütün sırlarını bilirler. Bu sırlara karnı, kuyruğu, edep yeri ve başıyla varmıştır o. Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz.
Nikos Kazantzakis (Zorba the Greek)
Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen de, ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar,
Anonymous
Joe gibilerin "her şeyi berbat etmesine" izin verilemezdi. Peki neydi bu "her şey?" Bu, bir yaşam biçimiydi, denizde sürdürülen bir yaşam biçimi; eşitlikti, paylaşımdı, birliktelikti, ortak huzurdu... Kötülük edenin icabına hemen bakıldığı, adil insanların duracakları yeri bildikleri, kaya gibi sağlam bir kardeşlikti muhakkak.
Jack Kerouac (The Sea Is My Brother)
Bu da şu gerçeği açığa kavuşturur ki, hepimiz bütün bu acıları bizi daha fazla olgunlaştırsınlar diye çekiyoruz. Var olmak için gösterdiğimiz çılgın uğraşlarla, sonsuz olan bir şeylere sahip olmak istiyoruz. Bu yüzden de zihnimizi bir sürü süprüntü ve gerçekle dolduruyor, bulunduğumuz yeri kaybetmemek için saçma umutlar büyütüyoruz.
Oscar Wilde (The Picture of Dorian Gray)
Hatta kendi yaşamını anlamsız bularak, kendisinin önemsiz olduğuna inanan biri bile, bütün bunları Momo'ya anlatırken, nasıldır bilinmez, daha konuşması sona ermeden söylediklerinin gerçek olmadığını, insanlar arasında onun da bir yeri olduğunu ve dünyada kendisinin de bir önemi bulunduğunu kavrardı. Momo işte böyle usta bir dinleyiciydi!
Michael Ende (Momo)
Daha ne isteyebilrdi ki? Bu soruyu sesli sordum. Cevap vermek farzdı. Kendimi gücendirmek istemedim. Aynaya baktım ve, "Daha fazla kadın," dedim. O kadardı. Düzdü. Derinini düşünmemek gerekti. Çünkü bazen derini düşünmek, olmayacak bir yeri kazımaya benziyordu. Aslında biz kazıyana kadar olmayan bir derinliği, kendi ellerimizle yaratabiliyorduk.
Sinem Sal (Dank)
Bu bencil dünyada bir sürü insan size duygularla ilerlenemeyeceğini, ahlak kurallarına fazla saygı göstermenin yürüyüşü geciktirdiğini söyleyeceklerdir; kendisine hiçbir yararları olmadığı bahanesiyle, bir küçüğü inciten, yaşlı bir kadına karşı kabalık suçu işleyen, iyi bir yaşlı adamın yanında bir sıkıntıya katlanmaya yanaşmayan, görgüsüz, bilgisiz ya da geleceği göremeyen insanlar göreceksiniz; daha sonra, bu adamların kırıp geçemeyecekleri dikenlere takıldıklarını, hiç uğruna yaşamlarını yaktıklarını göreceksiniz; oysa görev kuramına erkenden alışmış insan hiçbir engelle karşılaşmayacaktır; belki de o denli çabuk erişemeyecektir amacına, ama yeri sağlam olacak, ötekilerinki yıkıldığı zaman onunki kalacaktır.
Honoré de Balzac
Her şey yabancıydı, güzel ve biraz da anlamsız; okul kitaplarından ve kartpostallardan çıkarıp alınmış manzaralar benziyordu. İnsanın daha önce bir kez gördüğünü anımsar gibi olduğu, ama gerçekte kendisiyle hiç ilgisi olmayan manzaralar. Bütün bunlar gurbeti oluşturuyordu işte ve bundan böyle Klein'ın yeri bu gurbetti, eve dönüş diye bir şeyin sözü edilemezdi artık
Hermann Hesse (Klein und Wagner)
İsa duasının tek ama tek bir amacı vardır. O da, duayı okuyan insanı Hazreti İsa Bilinciyle donatmak. Yoksa, şöyle sıcacık, kibirli bir buluşma yeri kurup, içine de seni kollarına alarak bütün ödevlerinden azad edecek ve bütün o pis dünyevi dertlerini ve Profesör Tupperlarını bir daha geri gelmeyecekleri şekilde defedecek şöyle yapış yapış, muhteşem bir göksel şahsiyet koymak değil onun amacı.
J.D. Salinger (Franny and Zooey)
Bir beden, küçük bir yara ya da sancıyan bir yeri dışında bütünüyle sağlıklı ve iyiyse, bütünün sağlığı bilince yansımaz da, insanın dikkati sürekli yaralı yerin sancısı üzerine yönelir ve toplam yaşam duygusunun tadı kaçar. Bunun gibi, tüm işlerimiz bizim istediğimiz gibi gidiyor, ancak içlerinden bir tanesi istediğimiz gibi gitmiyorsa, çok önemsiz bile olsa kafamızı sürekli bu bir tanesi kurcalar.
Arthur Schopenhauer
Zaman tasarruf edeyim derken aslında başka şeylerden tasarruf ettiğinin kimse farkında değildi. Yaşamlarının gittikçe daha zavallı, daha tekdüze ve daha soğuk geçtiğini kavramak istemiyorlardı. Bu gerçeği sadece çocuklar, taa yüreklerinde hissettiler. Çünkü artık kimsenin onlara ayıracak zamanı yoktu. Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu.
Michael Ende (MOMO VORAMAR (Catalan Edition))
Benim dünyam olan bu yer neresi ? Ruhum hangi karanlıkları barındırıyor ? Aydınlıkta, derimi siyah görüyorum; karanlıkta ise söküp atamadığım bu hiddetin sıcaklığı ile bembeyaz parlıyor. Bu yeri ya da bu yaşamı terk edip gidecek cesareti mi, yoksa benim ve ırkımın dünyası olan bu yanlışlığa açıkça karşı duracak cüreti mi bulmalıyım ? İnandıklarıma ve değerli inancın doğruluk olduğuna ters düşmeyen bir varoluş mu aramalı ?
Zaknafein Do'Urden
Bir gün gelir ve yüreğimizi bir şey ele geçirir. Bunu yapan herhangi bir şey olabilir; hatta küçük bir şey de olabilir. Bir gülün tomurcuğu, kaybettiğimiz şapka, çocukken sevdiğimiz bir kazak, eski bir Gene Pitney plağı... Artık gidecek bir yeri kalmamış mütevazı şeylerin listesi. O şeyi iki üç gün yüreğimizde hissederiz, sonra eski yerine döner... Karanlığa. Yüreklerimizde hep bir kuyu vardır. Ve o kuyunun üzerinde kuşlar uçar.
Haruki Murakami (Pinball, 1973 (The Rat, #2))
Kitaplara ne kadar çok yer verirseniz verin, asla yetinmezler. Önce, duvarları işgal ederler. Ardından adım attıkları her yeri işgal etmeye başlarlar. Kitapların işgalinden nasibini almayacak evin tek köşesi tavanlardır. Yeni kitaplar eve gelmeyi sürdürürler ve siz tek bir eski kitabı bile başınızdan atma fikrine tahammül ede­mezsiniz. Bir de bu arada, yavaş yavaş ve hiç çaktırma­dan, yeni ciltler kendilerinden öncekileri itelerler. Aynı buzullar gibi.
Zoran Živković
Dark, cenneti keşfedilecek bir yer olarak görmüyordu. İnsanı oraya götürecek haritalar yoktu, insanı o ülkenin kıyılarına götürecek denizcilik araçları da bulunmuyordu. O ülke daha çok insanın kendi içindeydi: insanın günün birinde burada ve şimdi yaratabileceği bir öte düşüncesi. Çünkü ütopya hiçbir yerdeydi; hatta Dark'ın açıkladığı gibi o "sözcük"te bile yoktu. Ve eğer insan bu hayal edilmiş yeri yaratabilecekse bu ancak onu kendi elleriyle inşa etmesiyle mümkündü.
Paul Auster
Ait olduğu yeri bulamamıştı çünkü. Kendini bulduğu her yere uyum sağlamış, işte ve eğlencede iyi olması sebebiyle, hakları için savaşma ve karşısındakine saygı uyandırma isteği ve yeteneği sayesinde her zaman ve her yerde sevilen biri olmuştu. Ama hiçbir yere kök salamamıştı. Etrafındakileri memnun edecek kadar uyum sağlamış ama kendisi tatmin olamamıştı. Her zaman bir huzursuzluk hissiyle altüst olmuş, daima ötelerden gelen bir çağrıyı duymuş, kitapları, sanatı ve aşkı bulduğu ana kadar hep dolaşmış ve aramıştı.
Jack London (Martin Eden)
Bu mübarek memleket… Kuvayi milliyecinin sırtından çıkarıp sattığı paltosuyla, yurtsever müftünün kefen parasıyla kuruldu. Ve bugün, hırsız imam sandıktan oy çalıyorsa, kutsal kitabımız miting meydanlarında parti broşürü olarak kullanılıyorsa, kandil mahyalarında milletvekili yapılıyorsa, camiler seçim bürosu haline getirilmişse… Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk diyanet işleri başkanı Börekçizade Rifat'ın makamında oturan Görmezgillerin, yaşayacak sarayı, binecek Mercedes'i vardır ama, yatacak yeri yoktur! (Adam, s.37)
Yılmaz Özdil (Adam)
Günlük yaşam içinde çok büyük bir sır vardır. Herkesin bunda bir payı bulunur ve herkes onu bilir, ama pek az kimse bu konuya kafa yorar. Çoğu kimse onu olduğu gibi benimser ve ona asla şaşırmaz. Bu büyük sır zamandır. Onu ölçmek için saatler ve takvimler yapılmıştır, ama bunlar hiçbir şey ifade etmez. Herkes çok iyi bilir ki, bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Çünkü zaman, yaşamın kendisidir. Ve yaşamın yeri yürektir.
Michael Ende (Momo)
Bruno bir birey sayılabilir miydi? Organlarının çürümesi onun sorunuydu, fiziksel çöküşü ve ölümü bireysel olarak yaşayacaktı. Öte yandan yaşama hazcı açıdan bakışı, bilincini yapılandıran etki alanları ve arzuları onun tüm kuşağına özgüydü. Deneysel bir hazırlık yapılması ve bir ya da daha çok gözlenebilir öğenin seçimi, atomik bir dizgenin - kimi zaman cisimsel, kimi zaman dalgalı- belli bir davranış biçimi kazanmasını sağlıyorsa, Bruno da bir birey gibi görülebilir, ama başka bir açıdan da, yalnızca, tarihsel bir açılımın edilgen bir öğesidir. Güdülenmeleri, değerleri, arzuları: bunların hiçbiri, çok az da olsa, onu çağdaşlarından ayıran özellikler değil. Yoksunluk içindeki bir hayvanın ilk tepkisi, genellikle, var gücüyle hedefine ulaşmaktır. Örneğin, aç bir tavuk, yem yemesi kafesle engellendiğinde, giderek artan çılgınlıkta bir çaba harcayarak bu kafesin öte yanına geçmeye çabalar. Ama yavaş yavaş, bu davranışın yerini, görünüşte amaçsız bir davranış alır. Örneğin güvercinler aradıkları yemi bulamazlarsa, yiyecek bir şey bulunmayan yeri sürekli olarak gagalarlar. Yalnızca boşu boşuna gagalamakla kalmazlar, sürekli olarak kanatlarını da temizlerler.
Michel Houellebecq (The Elementary Particles)
Dill yine kopmuştu. Düşlerle dolu kafasında güzel şeyler uçuşuyordu. Ben bir kitap okuyuncaya kadar o ik tane okurdu ama o kendi uydurduğu şeylerin büyüsünden hoşlanıyordu. Yıldırım gibi toplama çıkarma yapabilirdi ama kendi alacakaranlık dünyasını tercih ederdi; bebeklerin uyuduğu, sabah zambakları gibi toplanmayı beklediği dünyayı. Ağır ağır konuşarak uykuya dalarken beni de yanında götürüyordu ama onun o sisli adasının sessizliğnde kederli kahverengi kapılı gri bir evin imgesi belirdi. "Dill?" "Hıı?" "Sence Öcü Radley neden hiç kaçmadı?" Dill derin derin içini çekti, arkasını döndü. "Belki de kaçacak yeri olmadığı içindir...
Harper Lee
On üçüncü yüzyılın son yıllarında yaşayan bir leopar, sabahın şafağından akşamın alacakaranlığına kadar birkaç kalas, birkaç demir parmaklık, durmadan değişen erkek ve kadın yüzleri, bir duvar ve belki de kuru yapraklarla dolu taş bir yalak gördü. Sevgiyi ve yırtıcılığı, avını parçalamanın harlı zevkini, geyik kokuları getiren rüzgârı özledi­ğini bilemedi, bilemezdi. Gene de içinde bir şeyler tıkandı, bir şeyler isyan etti ve Tanrı ona rüyasında şunları söyledi: “Kullarımdan biri seni şu kadar kere görsün ve seni evrenin düzeninde yeri önceden belli bir şiirde bir suret ve simge olarak kullansın diye bu hapishanede yaşayacak ve öleceksin. Şimdi tutsaksın, ama şiire bir sözcük katmış olacaksın.
Jorge Luis Borges (The Garden of Forking Paths)
yirmi yaşında mektekten kovulmuş Comte. meçhûl bir kadından bir çocuk peydahlamış, arada. meyhaneye girer gibi Saint-Simonizme girmiş. sonra bir başka fahişe bulmuş. kahramanımız yirmi yedi yaşındadır. metres hayatı yaşadığı kadınla evlenmiş resmen, tımarhaneye girmiş, oradan çıkınca bir de dinî nikah yaptırmış. Seine Nehri'ne atmış kendini, kurtarmışlar. nihayet olgunlaşmış, kırk altı yaşında, başka bir fahişe çıkmış karşısına, otuz yaşında bir kadın. 47 yaşında kadıncağızı kaybetmiş. bir biyograf zavallıyı kendisi öldürdü, diyor, yalan yanlış ilaçlar aldırarak öldürdü. dünyanın bütün ülkelerinde böyle bir adamın yeri ya tımarhanedir, ya hapishane. halbuki Auguste Comte düşünce tarihinin baş köşesinde.
Cemil Meriç (Jurnal: 1955-65)
...aslında bütün marifet kendini yere doğru fırlatıp yeri ıskalamakta yatar. ----- 'Cennet bahçesi. ağaç. elma. o ısırık, hatırlıyor musun?' 'Evet, elbette hatırlıyorum.' 'Sizin tanrınız, bir bahçenin ortasına bir elma ağacı koyar ve der ki, 'hey arkadaşlar ne isterseniz yapın, ama bu elmayı yemeyin.' sürpriz, sürpriz, elmayı yerler ve o da saklandığı çalının arkasından fırlayarak bağırır 'yakaladım, yakaladım.'oysa yemeselerdi de sonuçta bir şey değişmeyecekti.' 'Niye değişmesin?' 'Çünkü eğer karşındaki, kaldırıma içinde tuğla bulunan şapkaları bırakmaktan hoşlanan bir zihniyete sahipse, gayet iyi bilirsin ki bundan vazgeçmez, er ya da geç seni gafil avlar.' 'Sen neden söz ediyorsun?' 'Boş ver, meyveyi ye
Douglas Adams (The Hitchhiker's Guide to the Galaxy: The Hexagonal Phase)
En iyi ve en etkili çarelerden biri, ele geçiren kişinin gidip orada yaşaması olacaktır. Bu, ele geçirilen yeri daha güvenli ve daha sürekli kılar, Tıpkı Türk’ün yunanistan’da yaptığı gibi: O devleti elinde tutmak için aldığı öteki bütün önlemlere rağmen, eğer gidip orada oturmasaydı bu devleti elinde tutması mümkün olmazdı. çünkü orada olursan sorunları doğduğu anda görür hemen önlemini alabilirsin orada olmazsan sorunlardan ancak ciddi bir hal aldıklarında ve artık herhangi bir çare kalmadığında haberin olur. üstelik görevlilerin bölgeyi soyamaz prense doğrudan başvurabilme uyrukları hoşnut eder böylece iyi olmak isteyenlerin prensi sevmek için başka türlü olmak isteyenlerin ise ondan korkmak için daha çok gerekçeleri olur.
Niccolò Machiavelli (Hükümdar)
En çok neye şaşılır biliyor musun? Bana gelmek isteğine! -Ezgi ölçülerine göre- söylentilere kulak vermez inersen yanıma batarsın, yanını yöreni göremez olursun; tuhaftır, ama sen buna düşme demeyeceksin, insan gücünün üstünde bir çabayla başını dik tutmak için çırpınacak didinecek, öylesine kullanacaksın ki gücünü, parça parça kopacaksın, yok olacaksın. (Ben de seninle birlikte elbet.) Olduğum yerin çekici yanı yok; ne mutluluk var, ne de mutsuzluk, iyilikten de yoksun, suçtan da; oraya koydukları için oturmuş kalmışım, ezginin insanlık basamaklarında, yurdunun dolaylarındaki savaş öncesi bunakları gibiyim (bir çalgıcı bile değilim, o bile değil!); hem bu yeri alnımın teriyle de edinmedim, öyle de olsa, övülecek yanı yok bu yerin.
Anonymous
Bu tecrübeden edindiğim aslında daha önemli bir başka çıkarım daha vardı. Bir fahişe gerçekte kimseyle yatmıyordu. Kandınlığını kimseyle paylaştığı falan yoktu. Zırvalık. Her şey sevgilisine aitti. Her gün gördüğü bazı erkeklerle birkaç saniyeliğine de olsa flört eden karın, sevgilin kadarını bile bilmiyorlardı. Sen sadece vajinasından içeri giriyordun. Anlamsız bir şeydi ve ona kaybettirdiği hiç bir şey yoktu. Her gün farklı yemekler yiyorsun. Ağzından içeri bir şeyler alıyorsun. Bedeninin dünyaya açık tek yeri vajinası değildi. Bunu hepimiz yapıyorduk. Fiziksel bir eylem olarak arada fark yoktu. Yemek yemek gibi bir eylemdi onun için, o kadar. Bir kadını kadın yapan tüm şeyler, tek bir adama aitti. Bunları alamayacağını göz önüne alırsan, şişme bir kadın gerçekten de çok mantıklıydı.
Mehmet Ada Öztekin (Veronica Pompa İstiyor)
Keçi gibi olma! Koyun atlamış su arkından kuyruğu kalkmış, keçi gülermiş, niye gülüyorsun demişler, koyunun edep yeri göründü demiş..halbuki keçininki hep açık!...hiç kapanmaz onunki!...böyle olma sakın ha!! Kimle konuşursan konuş kendini ondan dûn gör! "Belki bu zât Allah'a benden daha yakındır" diyeceksin..Konuştuğun genç ise yine böyle düşüneceksin, diyeceksin ki "bu adam gençtir, benim kadar günah işlememiştir bunun günahı benden azdır" Kendinden yaşlı ile konuşacaksın, şöyle düşüneceksin; diyeceksin ki "bu benden yaşlıdır, ben bunun kadar Allah demedim, Allah'a bu kadar ibadet etmedim, bunun ibadeti benden fazladır" diyeceksin! böyle düşüneceksin! Kâfirle konuştuğun vakit, şunu da hatırlayacaksın; diyeceksin ki "bu adama son nefeste iman nasib olursa, bu ehl-i saadetten olur, ya benim imanın selb olursa, halim nice olur" diyeceksin!!
Muzaffer Ozak (Irshad: Wisdom of a Sufi Master (Ashki Book))
Tarih boyunca Paris görkemliliği ile herkesin dikkatini çekmiştir. Pacsal'ı, Régniers'i, Corneille'i Descartes'i, Jean Jacques'i, Voltaire'i, Molier'i, Montesquieu'ı ile insanlık hayatına damgasını vuran bir şehirdir. Sanatçısı ile sanatıile bir örnek şehirdir Paris. Paris diğer şehirlerle nasıl kıyaslanamazsa kenar mahallelerinde yaşayan sokak çocukları da o denli kıyaslanamaz. Tehlikelerden korkmayan bu çocuklar iç çamaşırı kullanmazlar. Ayrıca ayaklarında ayakkabı, üstlerinde palto yoktur. Külhanbeyi gibi dolaşırlar. Arkadaşları meyhaneciler, sarhoşlar ve hırsızlardır. Paris'in çocukları annelik kavramını bilmez. Yatacak yeri yoktur. Yatakları kaldırımlar, yorganları gökyüzüdür. Bütün suçlarına rağmen Paris'in çocukları on üç yaşına kadar suçsuzdurlar. On üç yaşına kadar ellerinden tutulduğunda diğerleri gibi birer dürüst vatandaş olurlar. Paris halkı özellikle kenar mahallelerinde kendini gösterir.Gerçek Parisli oradadır.
Victor Hugo (Jean Valjean - Les Misérables - V (Les Misérables, #5))
kızmadan kızmış gibi yapabilir miyim? işte, bir biçare olduğum ortaya çıkıyor. her normal insanın kızıp köpüreceği sorunlar karşısında ben kayıtsız kalabiliyorum. çünkü içimden gelsin diye bekliyorum, içimden de bir şey geldiği yok. bunun bir nedeni olmalı. nedir o? buldum: ayla’yı sevmiyorum ben. sevseydim, deli ederdi beni bu konu. peki sevmediğim birine niçin katlanıyorum? bugünkünden daha iyi bir dünya düşünemiyorum da ondan. bunu bildikten sonra harekete geçmek niye? bir romanda okumuştum, irade teorisi yapan bir düşünür, bir tekerleğin orta yeri gibi sakin kalmaya alıştırıyordu kendisini. hayat gümbür gümbür dönüyor, ama o, orta yerde, istifini bile bozmadan hakaretsiz kalabiliyor. gerçekten büyün bir başarı. yalnız o adamla benim aramda önemli bir ayrım var: o bunu çaba ile elde etmek istiyor, bense doğuştan öyleyim galiba. doğuştan iradeliyim. öyle mi? yok, bununla kendimi kandıramam. davranışlarımın içimden gelmesini beklememeliyim, çünkü içim yok benim. belki kimsenin yok. herkes, yalan yanlış, daha iyi bir dünyanın ardına düşmüş, o dünya için, boşuna da olsa çırpınıyor, çalışıyor. üst yanı aylaklıktır. bizim ev de hep aylaklarla doluydu. gerçi şükrü’nün iddiaları var, ama ne yapıyor? bu iddiaları ile birtakım aylakların arasında vakit geçiriyor. demek ki o da aylaklık ediyor. anneannemin bu durumu sürdürmekten başka amacı yoktur. davut bey düşler ardında oyalanır. dündar bey dünü değerlendiriyor, ama bu değerlendirmesini bugün için kullanmıyor, belki de kullanmak istemiyor. nesime’ye gelince, içimizde en canlı olan odur bence, basit şeyler bekliyor yaşamaktan ve başka türlü düşünmeye yanaşmıyor: şükrü evlenmeye razı olursa, nesime de evlenir, ilerisi ne olur pek kurcalamaz. bir evi olsun, o ev şöyle böyle dönsün, yeter ona. kimi gün güler, kimi gün ağlar ve yaşamak budur der, o kadar. evinin temellerini sarsacak nedenler üzerinde durmaz. biz de durmadık. yeni bir ev, yaşamaya yeniden başlamak demektir, diye yazmıştım bu günlüğün başına. bense bu yeni evde düşünmeye başladım. çünkü öteki evimizin yıkılması beni uyandırdı. demek ki aylaklıktan ilk kurtulan ben olacağım bu evde. bunu sağlam bir temel olarak alıp oradan işe başlamalıyım." [aylaklar, melih cevdet anday, everest yayınları, syf. 177-178]
Melih Cevdet Anday
Gerçekten hazineyi bulduğumuzu sanmıştım ben de..." Kullandığı kelime Ralph'ı şaşırttı; gökkuşağının solgun ışıklarına gömülü hayal, altın küpü, altın post, define canlandı bir an gözünde ve arayışının ilkelliğini kavrayarak sarsıldı. Keskin bir sel dememiş, kendi çizdiği haritaların altın vaat ettiği her yeri kazmıştı. Kurumuş çam ağacının beş adım doğusu, kütüphane kapısından beş pano içeride, gıcırdayan basamağın altında, armut ağacının köklerinin arasında, asmalı çardağın altında altın ve gümüş külçelerle dolu küp gömülüydü. Laura daha önce yüzlerce kez yaptığı gibi taburenin üzerinde dönerek zayıf kollarını Ralph'a uzattı. Artık genç değildi, Ralph altınları bulmuş, onu kaygılardan, sürekli çalışmaktan kurtarmış olsa görünebileceğinden daha solgun, daha zayıf görünüyordu. Gülümsemesi, çıplak omuzları arzunun temel taşları olan anlaşılmaz şekillerle simgeleri harekete geçiriyordu; lambanın ışığı hem aydınlatıyor hem ısıtıyor hem de bahar güneşinin her tür yorgunlukla umutsuzluğa kazandırdığı sebepsiz memnuniyeti, iyi niyeti saçıyordu sanki etrafa. Laura'ya duyduğu arzu Ralph'ı hem mutlu ediyor hem kafasını karıştırıyordu. İşte buradaydı, hepsi buradaydı; altının parıltısı Laura'nın kollarını sarmalıyormuş gibi geldi ona.
John Cheever
Böyle zamanlarda darağaçları kurulur. Bir geniş alana toplanır ahali. Bir ortada duran -aslında kendisi de asılmış bir adama benzeyen- darağacına bakarlar, bir dönüp meydana gelen yola... Bakarlar: Birisini asacaklar... * Savaş günleri gibi her ortalık karıştığında, duygular yağmalanıp, yüreklerin kapısı kırıldığında... Suçlar işlendiğinde... Bir de bakarsınız birisini “suçlu” diye kollarından yakalamışlar. Şaşkın şaşkın sorarsınız: “Ne yapacaklar?..” Yanıt her zaman aynıdır: “Birisini asacaklar...” * Çatışma kızıştıkça, vuruşlar sıklaştıkça, kıyım hızlandıkça, saldırı yoğunlaştıkça, infazın yeri-yurdu yoktur... Yaşarken insanları asarlar: Gazetecileri, yazarları, dekanları, rektörleri, patronları, askerleri, aydınları, Atatürkçüleri, cumhuriyetçileri, yurtseverleri... * Kimi zaman bir onurlu-namuslu-yürekli insanı çırpınırken görürüm darağacına giden yolda. Cellatlar sürüklemektedir onu, insanlar biraz korku, biraz merakla öyle bakarlar... O anlatmaya çalışır; neden suçlu olmadığını, neden asılmayı hak etmediğini... Ama en çok; neden kendisini asmak istediklerini... Anlatmak ister, fakat... Kararını vermiştir cellat... * Biat etmeyenleri tek tek asıyorlar... Her suç işlediklerinde... Her izanlarını, vicdanlarını, akıllarını yitirdiklerinde... İşledikleri suça bir “suçlu” bulmak gerektiğinde... İlmiği bir başkasının boynuna geçiriyorlar. Asılanların boynunda hep aynı yafta var... Ortalık yine karışık. Birisini asacaklar... Sayfa:49-51
Bekir Coşkun (Başın Öne Eğilmesin)
Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey bir halkı dizlerinin üstünde görmekten gönenen sahte eşitlik! Ey korkuyu sevgi sanan aşağılık duygusu. Siyah ve beyaz dışında renk tanımayan alacakaranlık. İki yanında iki süngüyle şımarık cesaret. Konuşmak yerine bağıran özgürlük. Ey gülerken ısıran iyilik, aşağılayan özveri, cezasız suç. Ey dağları düzlükle ölçmeye kalkan sığlık. Çokluğuna güvenen yanlışlık. Bir suçu, daha büyük bir suçla hafifleten tükeniş. Kendinden korkan öfke. Kan ter uykulara yastık olan taş. Ey başkasının bahçesindeki gergedan. Bir halkın türküsünü odalarda boğacağını sanan sağırlık. Ey dağları evlerin üstüne yıkan cinnet. Ey narcissus. Kan ve gözyaşı. Yalnız gövdesiyle var olan sevgisizlik. Kendi ışığıyla yanan pervane. En yüce değeri zulüm olan ahlak! Ordularıyla soluk alan haksızlık. Bir halkın onuruna yağan kar. Size, BARIŞ deniliyor. Artık ölülerimizin ışıksız gözlerinden değil, güneşle yunmuş pencerelerden bakmak istiyoruz dünyaya. Ciğerlerimiz soldu dağlardan kopalı. Evimiz gökyüzüydü sizden önce. Bahçelerimizi yeniden kurmak istiyoruz. Göçersek biz istediğimiz için göçelim. Öleceğimiz yeri biz seçelim. Siz nasıl kendinizle göneniyorsanız, deniliyor, biz de kendimizle gönenelim. Bu rüzgar bizim türkülerimizi de taşısın. Sokaklarımızdan çekin soğuk gölgelerinizi. Avlularımızda asker görmekten bıktık artık. Bulutların sesini unutturdu uçaklarınız. Çocuklarımızın evlerdeki boşluğu mezar taşlarından büyük. Kadınlarımız külden yataklarda yatmaktan bembeyaz kesildi. Ölerek değil, yaşayarak çoğalmak istiyoruz. Yoksulluğumuzu özlettiniz bize. Ömrümüz üzerine bizden başka herkes konuşuyor. Sizin kentlerinizin varoşları olmak istemiyoruz. Hapishanelerinizde bizim çocuklarımız var, ama onlar sizin boynunuzda asılı gerçekte. Hiçbir sevgi tutsaklıkta yeşermez. Eşitlik özgür ilişki ister. Türkülerimize nefreti karıştırmak istemiyoruz. Biz de kendimizi sevelim, kimliğimize sahip çıkalım, deniliyor. Bizi değil, kendinizi yıkıyorsunuz. Görmüyor musunuz, her gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz. Size, BARIŞ deniliyor. Bizim de kahramanlarımız var. Biz de geleceğe onurla bakmak istiyoruz. Örselersiniz, ama gülü karanfile benzetemezsiniz. Bir halk, deniliyor, ancak başka bir halkla zenginlik ve güzellik kazanır. Kimse kimseyi kendine benzetecek kadar üstün değildir. Çok değil, bizim size duyduğumuz saygı kadar saygı istiyoruz. Ölüm korkusuyla, yaşama sevincini unutan insan, dünyaya nasıl iyilikler katabilir. Birine korku verenin korkusu daha büyüktür. Hiçbir yanlışlık susarak çözümlenmez. Sizin özgürlüğünüz bizim BARIŞ’ımızdan geçiyor, tutsaklığınızı görmüyor musunuz? Ey ölüm terzileri, ev yıkıcılar, sürgün ustaları… Ey kardeşliğin süreğen kışı. Bir halkın onuruna yağan kar. Ey bahçemizdeki gergedan. Ey narcissus. Aşağılayan özveri… Eşitlik zayıflık değil bilgeliktir. İyi olmaktan bu kadar korkmayın. Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya. Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz. BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır. Çıkarın kulaklarınızdan körlüğün tıkaçlarını…
Şükrü Erbaş
Hastanın, yaşamın anlamının ne olduğunu sorması halinde ne yapabileceğimize bir bakalım. Yaşamın Anlamı Bir doktorun bu soruya genel terimlerle cevap verebileceğinden kuşkuluyum. Çünkü yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle önemli olan genelde yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir anda bir insanın yaşamının özel anlamıdır. Sorunu genel terimlerle ortaya koymak, bir satranç şampiyonuna sorulan soruyla kıyaslanabilir. “Söyleyin ustam, dünyadaki en iyi hamle nedir?”. Bir mAçtaki belli bir durumdan ve rakibin özel kişiliğinden bağımsız bir en iyi hamle ya da iyi bir hamle diye bir şey kesinlikle yoktur. Aynı şey insanın varoluşu için de geçerlidir. Kişinin, soyut bir “yaşamın anlamı” artışına girmemesi gerekir. Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşam tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir. Yaşamdaki her durum insana meydan okuduğu ve çözülecek bir sorun getirdiği için, yaşamın anlamı orunu gerçekte tersine çevrilebilir. Nihai anlamda kişinin, yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir, sadece sorumlu olarak bunu yapabilir. Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir.
Viktor E. Frankl
Gerilimden sarhoşa dönen, sessizliğin mucizevi derinliğinden etkilenen ve ölüm tutkusuyla kenetlenmiş kalabalığı hiçbir şeyin yerinden kıpırdatamayacağına inanan Jose Arcadio Segundo, ayaklarının ucuna basarak, başını önündekilerden daha yukarı kaldırdı ve ömründe ilk kez sesini yükseltti: -Sizi gidi hergeleler! diye bağırdı. -Verdiğiniz o bir dakikayı alın da kıçınıza sokun! Onun bağırmasından sonra olanlar kimseyi korkutmadı. Herkes hayal gördüğünü sandı. Yüzbaşı ateş emri verdi ve on dört makineli tüfek o anda emri yerine getirdi. Ama bütün bunlar gülünç bir oyun gibi görünüyordu. Sanki makineli tüfeklere boş kapsül doldurulmuş gibiydi. Çünkü tüfeklerin tarrakası duyulduğu ve ardı kesilmeden kurşun tükürdüğü görüldüğü halde, kalabalıkta en ufak bir tepki yoktu. Bir anda taş kesilmiş gibi duran kalabalıktan ne bir ses, ne bir soluk duyuluyordu. Birden istasyon tarafından yükselen bir ölüm çığlığı büyüyü bozdu. Duyulan, Aaah, anacığım, avazesi yeri göğü titreten bir ses, volkanik bir soluk, dünyalar değiştiren bir kükreme olup bomba gibi patladı kalabalığın ortasında. Panik içinde bir anda kaynaşan kalabalık, kadınla kucağındaki çocuğu yutup sürüklerken, Jose Arcadio Segundo, ancak öteki çocuğu yakalamaya fırsat bulabildi. Yıllarca sonra o çocuk, kendisini bunak bir ihtiyar yerine koymalarına aldırmaksızın o günü anlatacak, Jose Arcadio Segundo'nun kendisini nasıl havaya kaldırdığını, kalabalığın dehşeti üzerinden yüzercesine geçirerek yakındaki bir sokağa nasıl götürdüğünü ballandıra ballandıra anlatacaktı. Çocuk, herkesten yukarıda olduğu için, o anda alandaki çılgına dönmüş kitlenin köşeye doğru koşuştuğunu ve makinelilerin ateş açtığını görebilmiş, aynı anda birkaç kişinin birden, -Yere yatın! Yere yatın! diye bağırdıklarını duyabilmişti. Öndekiler, ilk kurşun dalgasıyla taranmış ve yere yıkılmışlardı bile. Sağ kalanlar yere yatacakları yerde ufak alana çekilmeye çalıştılar. Ne var ki, karşı sokaktaki makineliler de yaylım ateşine başlamışlardı. İki ateş arasında sıkışan kalabalık, iki yöne atılan bir ejder kuyruğuna benziyordu. Kitle devasa bir girdap gibi dönmeye başladı. Hiç kesilmeyen makinelilerin ateşiyle kat kat soyulan soğan gibi ortaya doğru azalıyorlardı. Çocuk, açıkta diz çökmüş bir kadının, gizemli bir güçle kurşunlardan korunarak, kollarını haç biçiminde tuttuğunu gördü. Jose Arcadio Segundo yüzü kana bulanarak yere yıkıldığı anda, çocuğu oraya bıraktı. Hemen sonra da büyük kalabalık, o boşluğu, diz çöken kadını, kurak gökyüzündeki ışığı, Ursula Iguara'nın yığın yığın hayvan biçiminde şekerleme sattığı bu orospu dünyayı örtüverdi.
Gabriel García Márquez (One Hundred Years of Solitude)
Atatürk Bizden Biridir Ne var ki, 10 yıl süren bir savaş sonucunda Anadolu yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmıştı. Elbette, bitkin ve yorgun bir ülkede savaşı kazanmış olmak yetmeyecekti, ülkeyi kalkındırmak ve ilerletmek gerekiyordu. Bu, düşmanı savaş alanlarında yenmekten de önemliydi. Üstelik yatırım yapacak para yokken, Osmanlı’nın borçları da ödeniyordu. Bu da yetmezmiş gibi, dünya ekonomik bunalımı çıkageldi. Bunalım, bir şeyler üreterek satmaya çabalayanları da yiyip bitirecekti. İşte bu koşullar altında kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan ondan dinlemek için, Gazi yurt gezisine çıktı. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Isparta üzerinden Antalya’ya ulaştı. Gazi, kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak’la birlikte çekilerek, kapıyı kapatır ve bir koltuğa yığılır. Çok yorgun ve sinirlidir. Elleri titreyerek sigarasını yakar ve şöyle konuşur: -“Bunalıyorum çocuk, büyük bir acı içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde devamlı dert, şikâyet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden aymaz, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük yeteneklere sahip olan zavallı halkımız ise, kendisine kutsal inanç şeklinde telkin edilen bir sürü temelsiz görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış... Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın aklında kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek alışkanlığıdır. İşte bu zihniyetle; herkes, her şeyi Allah’tan bekleyiş ve rahatlık içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; ama nihayetinde ben de bir insanım be birader, sihirli bir gücüm yok ki... Yeri geldikçe, her yerde tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, gönlü tok ve uzmanlık sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkân meselesidir. Bu itibarla evvelâ kafaları ve vicdanları yıpranmış, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşlerin uzmanı, idealist ve enerjik insanlardan kurulu, düzenli, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddi ve manevi her türlü doğal yetenek ve kaynaklarımızı harekete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacaktır. İleri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, insan gücünü üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?” Gazi, sözlerinin burasında duracaktı, gözleri dolmuştu, elleri titriyordu. Hasan Rıza’ya: -“Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel...” diyecekti. Hasan Rıza anlamıştı Gazi’nin gözlerinden yaşlar boşandığını kendisinin görmesini istemediğini. O da, kahve söylemek bahanesiyle dışarı çıktığında oyalanacak, hemen dönmeyecekti odaya. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Anılar, İstanbul 1973, s. 405–406.
Hasan Rıza Soyak (Atatürk'ten Hatıralar)
Bu dünyada hepimiz kaybederiz. Hayat kaybetmektir. Kaybetmeye razı olmaktır. İsteklerin bu dünyaya uymuyor. Sen nerede yaşadığını zannediyorsun, dünyanın cennet mi olduğunu sandın yoksa. Burası ne cennet ne de cehennem. Burası dünya, fani dünya. Gelip geçtiğimiz bir yer. Sadece bir durak, bir uğrak yeri. Kaybeden olmak istemiyorsan cennete gidersin ve artık orada hiç kaybetmezsin. Ama cennete gitmek istiyorsan, önce kaybedeceksin, her şeyini kaybedeceksin, ayrılmayı öğreneceksin, her şeyden ayrılmayı öğreneceksin, razı olacaksın, dünyanın ayrılık temeli üzerine kurulmuş olmasına rıza göstereceksin, teslim olacaksın. Çünkü burası kaybetmek için geldiğimiz bir yer. Kalmak için değil gitmek için buradayız.
Mustafa Ulusoy
Herkes tarafından bilinen yollar vardır ve hiç kimsenin bilmediği yollar vardır! İkinciyi seç, gizemli olanı, pek çok şan ve şerefin gizli olduğu yeri!
Mehmet Murat ildan
Toplu dileklere katılamıyorum; toplu dilekçelere imza atamıyorum, lösemili çocuklarla ilgilenemiyorum. Üye olamıyorum! Dernekler değnekleri çağrıştırıyor. Özür dilerim! Özürlerimin nazikçe karşılanması da canımı sıkıyor, öyleyse niçin diliyorum, bilmiyorum. BİTMEZ TÜKENMEZ GÖNÜL BORÇLARIYLA YAŞANIR MI? Ne istiyorum? Bir masal kahramanı olmak? Görünür olmak yoruyor beni, kesin. Yokmuşcasına var olmak, öyle istiyorum? Tabutuma çivi çakan çekicin sesini duyuyorum. İçim başıboş dolu, hangisini canlandırayım bugün? Hepsini sürgüne mi göndermeli? Ama hangi taşı kaldırsam altından "ben" çıkıyorum. Aynı anda birçok yer olabiliyormuşçasına... İşe yaramaz şeylerle gün geçiriyorum, küllendirmek için gerçeği. Gerçeğin bir yangın, insanın bir yangın yeri olduğunu bilenler biliyor da, ya bilmeyenler? Gittikçe semiren bir tiran, koca bir zorba var. Kazıklı Voyvoda mı desem, Kuyucu Murat Paşa mı? Azılı bir "isyan bastırıcı"yla karşı karşıyayım. Defterimin kenar süsü yapmak isterdim onu. Boynu bükük lalelerin arasında korkunçluğu azalırdı belki. Özellikle gece baskınlarının biricik kahramanı sayabilirim onu. Ben, gölgesini, odağını yitirmiş bir gezgin. İçimdeki çapulculara diş geçiremiyorum çoktandır. Ben, çırpındıkça batıyor, "civcivli günler"ime sığınıyorum. Kurtlarla kuzuları birbirine katıyorum aptalca. Çevre dostu, hayvansever olabilseydim keşke. HİÇBİR ŞEYİ KURTARMAYA ÇALIŞMIYORUM, KENDİMİ BİLE. Eskiden harp malulü (mamulü?) gazilere yer verirdim, nesli tükendi onların da. Kaç aydır hamile bir kadın da görmüyorum. Metroda yer vereceğim kimse kalmadı; yaşlanıyor muyum?
Murat Yalçın (Hafif Metro Günleri)
Aynı zamanda bir hekim olan CHP Kocaeli Milletvekili Mehmet Hilal Kaplan, TBMM’de, kapsamlı bir basın toplantısı düzenleyerek bonzai kaynaklı ölüm yaşının 10’a kadar düştüğüne dikkat çekti. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı İhsan Karaman ise yasal düzenlemelerin eksikliğinden ötürü gençleri büyük bir tehlikenin beklediğini açıkladı. Ama gelin görün ki TBMM’ye sunulan önerge, AKP’li milletvekillerinin oylarıyla reddedildi! Bu arada RTÜK, ilginç bir karara imza attı. ‘Bonzai kullanma yaşı çocuklara kadar düştü’ şeklinde haber yapan bazı televizyon kanallarına, binlerce TL’lik cezalar kesildi! Bonzai ölümlerinin artmasında, son dönemlerdeki polis tasfiyelerinin etkili olduğu tahmin ediliyor. Özellikle narkotik biriminde çalışan uzman polislerin yeri değiştirildiği için uyuşturucu tacirlerine gün doğdu.  
Anonymous
Arkadaş" diyorsun ya hani, Sözcük temas ediyor hücrelerime, Çarpıyor, dağılıyor, dağıtıyor. Girdiği her yeri ele geçiriyor. Serserisin işte, Entellektüel bir serseri!
Zoya Seksenyedi (Karanlıkta Kör Dokunuşlar)
Çay və dəniz ona görə dağlardan yüzlərlə axan sellərin ağasıdır ki, Yeri əcəb aşağıdır – ona görə dağlardan yüzlərlə axan sellərin ağasıdır. Buna görə Arif Aqil İnsanlardan üstün olmaq istəsə – böyük-böyük danışmamalıdır, İnsanların öndəri olmaq istəsə – özünü axırıncı hesab etməlidir. Onda, Arif Aqil insanların üstündə olsa da belə – onlara ağır olmaz, Arif Aqil insanların qabağında getsə də belə – onlara ağır gəlməz. Buna görə də, hamı ona hörmət etməyə şaddır və bundan çəkinmir. O mübahisə etmir, buna görə də dünyada onun rəqibi yoxdur.
Anonymous
Eğer bir yeri terk ettiğinde hiç kimse seni geri çağırmamışsa, oradan ayrılma kararın kesin olarak doğrudur!
Mehmet Murat ildan
Bir sahra bile olsa doğduğumuz yerleri mutlaka severiz. Fakat zevkimiz dünyanın güzellik hazinelerinde inceldikten sonra doğuş yerimizi en makbul güzellerle mukayese etmek ve sevgilinin üstünlüğünü görmek, bu, ne lezzettir! İnsan nerede ols aBoğaziçi'ni hasretle hatırlıyor. Onu Paris'in bin bir cazibesi içinde düşünüyordum. Uzak sevgilinin doyulmamış nazarları gibi ruh için, bir türlü modası geçmiyor!
Abdülhak Şinasi Hisar (Boğaziçi Yalıları)
Bakan göz aslında görülene görüldüğünü, bu dünyada bir yeri olduğunu, dolayısıyla var olduğunu hissettirmektedir. Görülmek, fark edilmek insanın özgüvenini perçinler, varlığını çoğaltır. Yaptıklarımızın başarısı ancak başkaları tarafından görüldüğünde bir anlam kazanır. İktidar aslında seyircinin gözündedir.
Leyla Navaro (Haset ve Rekabet)
Doğduğun limanı asla küçümsememelisin, çünkü ne kadar küçük ya da ne kadar kötü olursa olsun, orası evrene yelken açmaya başladığın yerdir!
Mehmet Murat ildan
Tekrar söylüyorum: Işığın savaşçısını bakışlarından tanırsın. Işığn savaşçılarının yeri dünyadır, dünyanın bir parçasıdır onlar. Dünyaya gelirken sırtlarında heybe, ayaklarında sandalet bulunmaz. Çoğu kez korkaklık gösterirler. Her zaman dürüst davranmazlar. En saçma sapan şeyler yaralar ışığın savaşçılarını, en önemsiz şeyler kaygılandırır, büyüyemeyeceklerine inanırlar. Işığın savaşçıları bazen kutsanmayı ya da mucizeleri hak etmediklerine inanırlar. Işığın savaşçıları, kendilerine sık sık bu dünyada ne aradıklarını sorarlar. Çoğu kez hayatlarını anlamsız bulurlar. İşte bu yüzden ışığın savaşçısıdır onlar. Başarısızlığa uğradıkları için. Soru sordukları için. Durmadna anlam aradıkları için. Ama sonunda o anlamı bulacaklardır.
Paulo Coelho
Son olarak, akademik felsefeyle pek ilgisi olmayan bir felsefeyle söyleyeceklerimi noktalamak istiyorum: Aya ilk giden astronotlardan birinin dönüşünde yapmış olduğu son derece basit ve zekice bir açıklamayı sizlere sunacağım (aklımda kaldığı kadarıyla söylüyorum): "Yaşamım boyunca başka gezegenler de gördüm, ama dünya içlerinde en iyisi." Bence bu, salt bir bilgelik değil, felsefi bir bilgeliktir. Bu harika küçük gezegende yaşadığımızı nasıl açıklayabileceğimizi, buna bir açıklama getirip getiremeyeceğimizi ve de gezegenimizi bu kadar güzel yapan yaşam denen şeyin niçin var olduğunu bile bilmiyoruz. Ama hepimiz buradayız ve şaşkınlığımızın ve müteşekkirliğimizin nedenini biliyoruz. Sonuçta bu, bir mucize. Bilimsel araştırmaların gösterdiğine göre, evren oldukça boş: Fazlasıyla boş alanı ve az maddesi olan bir yer; maddenin olduğu yerler ise, kaotik bir fırtınanın estiği ve yaşamın olmadığı yerler. Kuşkusuz üzerinde yaşam olan birçok gezegen vardır. Fakat evrende herhangi bir yeri ele aldığımızda, orada yaşayan bir cisim bulma olasılığının sıfır olduğunu görürüz (bu, günümüz evrenbiliminin hesaplarıdır.) O halde yaşamın seyrek görülen bir değer olduğunu söyleyebiliriz: Evet, yaşam çok değerlidir. Ne yazık ki bizler bunu unutup, rahatlıkla, yaşama gereken saygıyı göstermeme eğilimi içine girebiliyoruz; belki düşüncesizlikten ya da o güzelim dünyamızın fazla kalabalık oluşundan. Tüm insanlar birer filozoftur; çünkü hepsinin, yaşam ve ölüm hakkında şöyle ya da böyle bir fikri vardır. Kimilerine göre yaşam değersizdir, çünkü bir sonu vardır. Fakat onlar, iddialarının ters düşünüldüğünde yaklaşımlarının aynı biçimde savunulabileceğinin farkında değillerdir: Böyle bir son olmasaydı, yaşamın değeri de olmazdı. Ve onlar, günümüzde yaşamı yitirme tehlikesinin , aslında yaşamın değerini kavramamıza yardımcı olduğunu da görmezden geliyorlar.
Karl Popper
Sen dümensiz, küreksiz bir kayık gibi başı boş yelken açmış gidiyorsun. Halbuki hayat yolu, bir yarış ihtirasıyla koşularak geçilmez. Menzilin neresi? Dur biraz, dinlen, pusulanı aç, bak, gittiğin yeri gör!.. Herkes bir teknenin sahibidir ve hayat seferi esnasında onu idareden mesuldür. Sana dur biraz, etrafını araştır ve teknene görülmesi, bilinmesi icap eden kıymetleri bul ve yerleştir diyorum.
Sâmiha Ayverdi (İnsan ve Şeytan)
Adaların ve yarımadaların insan yazgısına benzeyen özellikleri vardı. Adalar dışarıya kapalı , kendi kendisiyle yetinmesini bilen, yalnızlığı kabullenmiş kişilerdi sanki; adalar korkutucu değildi. Yarımadalar korkutucuydu, oralarda yalnızlık benimsenemez, tek başınalık yaşanır... Evi yoktu , yeri yurdu yoktu , bir odası , bir yarımadası , bir kıyısı yoktu. Köksüzdü , iğretiydi toprakta . Bütünüyle boşluktaydı sanki. Bu oda , geride bıraktığı başka odalar, kendi odası , hayır , hiçbiri onun olmamıştı. Emine sonsuz bir gezgin gibiydi .
Selim İleri (Her Gece Bodrum)
Alıştığım ortamdan ayrılırsam sudan çıkmış balığa dönerim. İnsan alıştığı yeri bırakmamalı en iyisi, günleri yarı yarıya acı içinde bile geçse, yabancı bir yerden daha rahat eder alıştığı ortamda.
Fyodor Dostoevsky (Poor Folk)
İncil okuyordu. 'Günahkârlar kendi eserleri olan batağa batacaklar! Gizlenmek için örmüş oldukları ağlar, kendi ayaklarına takılacak. Tanrı, varlığını kullarına adaleti ile belli eder. Kötüler sonunda cezalarını kendi kendilerine bulacaklar. Günahkârların yeri cehennemdir!
Agatha Christie (And Then There Were None)