Yedi Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Yedi. Here they are! All 100 of them:

Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Karın kasları feci gelişmişti. Mükemmeldi. Tamamen dokunulasıydı. On yedi yaşındaki bir erkekte (tahminimce yaşı buydu) görmeyi beklediğim türden bir karın değildi bu ama evet, şikâyetim yoktu. Konuşamıyordum. Öylece bakakalmıştım.
Jennifer L. Armentrout (Obsidian (Lux, #1))
Ters gidebilecek her şey, önce mutlaka ters gitmeyecekmiş gibi yapıp sonra yedi kat ters gidiyordu.
Hakan Günday (Daha)
Yedi cücelerin tek tıraş olanı Ahmak'tı. Bu bize, tıraş olmaktaki bilgelik hakkında bir fikir verebilir
Tom Robbins (Skinny Legs and All)
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Ölüm bütün gün odasından çıkmadı, kahvaltısını da, öğle yemeğini de, aksam yemeğini de hep odasında yedi. Geç vakitlere kadar televizyon izledi. Sonra ışığı söndürdü ve yatağına girdi. Uyumadı. Zira ölüm hiç uyumaz.
José Saramago (Death with Interruptions)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çiçek.
Antoine de Saint-Exupéry (The Little Prince)
On yedi yıl, üç ay, iki gün, beş saat, on dokuz dakika ve yirmi iki saniyedir birisinin bana söylediği ilk şey bu. dedi adam. Saydım.
Douglas Adams (Dirk Gently's Holistic Detective Agency (Dirk Gently, #1))
Wieser Sokağı'ndaki bakkalın sahibi Bayan Johanna Püchi o sabah saat yedi buçuğa doğru dükkanın önüne çıktı.
Leo Perutz
Yedi iklimin en kana susamış cadısıyla evlenmişim,
J.D. Salinger (RAISE HIGH THE ROOF BEAM AND SEYMOUR)
Tanriyi yedi kat gokler ve yedi kat yer almaz; ama insanin kalbi alir. Onun icin aklini basina topla Aleksi, hayir duam seninle olsun, dikkat et, hic bir zaman insan yuregini yaralama!
Nikos Kazancakis (Zorba)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Ekmek ye Enkidu, yaşamın gereğidir bu, içki iç, halkın göreneğidir bu. Enkidu ekmek yedi doyuncaya dek, yedi çanak içki içti, içi açıldı, bağırdı keyfinden, gönlü sevinçle doldu, ışıdı yüz çizgileri.
Anonymous. (The Epic of Gilgamesh)
Ruhların ve manaların birliği ve benzerliği kalıpların karşı karşıya gelmesine nasıl bağlı olabilir ki, aynı aşıyı yemiş bir gül ağacı, yedi günlük yolda da yetmiş günlük yolda da aynı evsafı haizdir.
Sâmiha Ayverdi (Yaşayan Ölü)
... - Derken, bir akşam üstü o tatlı mektup gelir!... - Bu güzel akşamı artık kutlamak gerek, - Girersin bir kahveye gelsin bira, içkiler... - On yedi yaşlarında gelgeç oluyor yürek Yeşil ıhlamurların altı dünyaya değer.
Arthur Rimbaud (Rimbaud: Poems)
Okuduğun kitaptaki becerikli ve kederli kahraman bendim; mermer taşlar, iri sütunlar ve karanlık kayalar arasından rehberimle birlikte yeraltındaki kıpır kıpır hayatın mahkumlarına koşan ve yıldızlarla kaplı yedi kat göğün merdivenlerinden çıkan yolcu bendim; uçurumu aşan köprünün öteki ucundaki sevgilisine, "Ben senim!" diye seslenen ve yazarı onu kayırdığı için sigara küllüğündeki zehir izlerini çözen kül yutmaz dedektif bendim... Sen sabırsız, sessizce sayfayı çevirirdin. Aşk için cinayetler işledim, atımla Fırat Nehrini geçtim, piramitlere gömüldüm, kardinalleri öldürdüm: "Canım, ne anlatıyor o kitap öyle?" Sen evli barklı ev kadını, ben akşam o eve dönmüş kocaydım: "Hiç." En son otobüs, en boş otobüs bütün boşluğuyla evin önünden geçerken koltuklarımız karşılıklı titrerdi. Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Orhan Pamuk (The Black Book)
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
Anonymous
Yedi fersahlık çizme ve görünmezlik pelerini gibi şeylerin sahiden var olduğu Ingary ülkesinde üç kız kardeşin en büyüğü olarak doğmak büyük talihsizliktir. Üçünüz de kısmetinizi aramaya çıkarsanız, ilk olarak ve en kötü şekilde senin kaybedeceğini herkes bilir.
Diana Wynne Jones (Howl’s Moving Castle (Howl’s Moving Castle, #1))
ÜÇÜNCÜ ŞARKI Siz de benim gibi, Günleri Sevgiyle isteyerek Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde Gitmekten başka bir kavramı olmayan Cumhuriyet çocuğu olarak yayan, Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan) Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan İğrendirmediyse sizi, Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi, Kaybettiniz (benim gibi). Oysa, Aynı Hergele Meydanı’nda, Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden Berberleri görmeden Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın, Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa, İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma kaymak”tan tatmadınızsa (Aynı Hergele Meydanı’nda) Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim’in yanında) En bayağı ve en müstehcen (Fakat fiyatı ehven) Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa, Samanpazarı’na çıkan yokuşa Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu Ankara’da
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Buz dolabına adeta dans ederek gitti, içindeki açısından en az tüylü üç şeyi buldu ve onları bir tabağa koyarak iki dakika boyunca dikkatle izledi. Bu süre içinde hareket etmek için herhangi bir girişimde bulunmadıklarından dolayı onları kahvaltı oalrak adlandırdı ve yedi.
Douglas Adams
- Elin baygın göğsümde geziyor; arayışın Boş, sevgilim, orası yağmalanmış bir yerdi Yırtıcı dişleri, tırnaklarıyla kadının. Aramayın yüreğimi artık; hayvanlar yedi. Yüreğim yıkık bir saray kalabalıklarından; İçmeler, adam öldürmeler, kavgalar dolu! - Bir korku yüzüyor çıplak göğsünüzü saran!..
Charles Baudelaire (Les Fleurs du Mal)
Daha birkaç ay evvel, ne güzel, basit bir hayatım vardı. Dünyadan haberim olmadan, köpek gibi çalışarak, kıçı kırık bir oyuncuyu sevgilim sanarak yaşıyordum. Her şey ne kadar kolaydı o zaman. Keşke zamanı geri alabilseydik. Keşke Sinan beni Aylin’le aldatmasaydı… Şu masadan, yedi ay öncesine ışınlanabilmek için nelerimi vermezdim!
Arzum Uzun
Ben buraya bir aşüfte karı ile cümbüş etmeye mi geliyorum sanıyordun?
Ahmed Midhat Efendi (Henüz On Yedi Yaşında)
Neden?" sorusu her zaman yanıtlaması en güç soru olmuştur. Birisi size "Saat kaç?" ya da "1066 savaşı ne zaman başlamıştır?" ya da "Şu frene basıldığında sıkışan emniyet kemeri nasıl çalışır, baba?" sorularını sorduğunda durumunuz bellidir. Vereceğiniz yanıtlar kolaydır ve sırasıyla şöyledir. "Akşam yedi otuzbeş", "Sabah on çeyrekte" ve "Aptal aptal sorular sorma!
Douglas Adams (The Salmon of Doubt: Hitchhiking the Galaxy One Last Time)
Bana tek başına bir kadın veya erkek göster, sana bir aziz göstereyim. Sayıları ikiyi bulursa, aşık olurlar. Üç olursa "topluluk" adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir. Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler. Sayıları beş olursa biri dışlanır. Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler. Yedi kişi olurlarsa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler.
Stephen King (The Stand)
Senden daha iyi mühür çizen tek kişi Julian," dedi Emma. "Tabiî o bir sanatçı." "Julian, Julian, Julian," diye tekrarladı Cristina, alaylı bir ses tonuyla. "Julian bir ressam, Julian bir dâhi, Julian bunu nasıl tamir edeceğini bilirdi, Julian şunu yapabilirdi. Biliyor musun, son yedi haftadır Julian'a dair öyle harika şeyler duydum ki onunla tanışmadan anıda âşık olacağımdan korkmaya başladım.
Cassandra Clare (Lady Midnight (The Dark Artifices, #1))
Zamanını ıvır zıvırla harcama!" demişti. "Dünya, günlerini çeşitli oyunlar oynayarak ve televizyon izleyerek harcayan insanlarla dolu. Ne yaptıklarını sorsan, can sıkıntısından kurtulmak için uğraştıklarını, zaman öldürmeye çalıştıklarını söylerler. Zamanın değerini bilmeyenler can sıkıntısı çekme ye mahkûmdur. Hayatlarının her anında eğlendirilme ihtiyacı içinde olanlar can sıkıntısı çekmeye mahkûmdur.
Berrak Yurdakul (Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm)
Polislerin canı cehenneme.güvenimize ihanet ediyorsunuz! elini bir çocuğun pantolonuna sokan rahiplerin canı cehenneme. onları koruyan, bizi kötülüğe yönelten kiliselerin canı cehenneme. konu açılmışken, İsa'nın da canı cehenneme. paçayı ucuz kurtardı. çarmıhta bir gün, cehennemde hafta sonu boyunca kaldı ve meleklerin ilahileri sonsuza dek onun için söylenecek. Otisville' de yedi yıl yaşamayı denesene İsa!
David Benioff (The 25th Hour)
Hakkı'yla otuz taksitte parasını ödedikleri hantal büfeyi hamallar yüklendiler. Çatı katına çıkan dar merdivenlerden zorlukla yukarı çıkardılar büfeyi. Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çicek.
Antoine de Saint-Exupéry
... Türk erkeklerinin bir numaralı özelliği sinirlenince hız yapmalarıdır. Bu yüzden hiçbirisiyle direksiyon başındayken tartışmayacaksın. Her yıl yedi bin kişinin öldüğü kazalarda, aile kavgalarının çok önemli yer tuttuğunu düşünürüm hep. Kadın söylenir adam gaza basar, kadın biraz daha söylenir adam biraz daha gaza basar ve aile yarı bilinçli bir intihara sürüklenir. Olan, arka koltukta oturan ve trafikteki diğer araçlara el sallayan, her şeyden habersiz masum çocuklara olur.
Zülfü Livaneli
Büyük bir yıldız tüm yakıtını (hidrojeni) tükettiğinde sönmeye başlar. Geriye kalanlar, yanmadan kaynaklanan ısıyla ayakta kalamaz, kendi ağırlığıyla çöker, uzayı o kadar güçlü bir biçimde eğer ki gerçek bir deliğe düşer. Bunlar ünlü karadeliklerdir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
Faraday ve Maxwell, Newton'un soğuk dünyasına yeni bir unsur kattı: elektromanyetik alan. Her yere yayılmış, radyo dalgalarını taşıyan, uzayı dolduran, bir gölün yüzeyi gibi titreşip dalgalanabilen ve elektrik kuvvetini "taşıyan" bu alan, gerçek bir olguydu.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Bunun, diye düşündü, sebebini bilmiyorum. Tarihin kurbanları değil vasıtaları olmak istiyorlar. Kendilerini Tanrı' nın gücüyle özdeşleştirip tanrısal olduklarına inanıyorlar. Bu onların temel deliliği. Bir arketip tarafından ele geçirilmişler; egoları psikotik olarak öyle genişlemiş ki kendilerinin nerede başladığını ve tanrısallığın nerede bittiğini anlayamıyorlar. Bu aşırı bir gurur değil; bu egonun mutlak sınırına ulaşması- tapanla tapılanın birbirine karıştırılması. İnsan Tanrı' yı yemedi; Tanrı insanı yedi.
Philip K. Dick (The Man in the High Castle)
... irfanımızın engin harmanının emekçileri ... çoğu ik'le ve tik'le biten daha elli dalda, son iki yüzyıldır ya da daha uzun bir süredir, mükemmeliyetinin o doruğuna doğru emekliyor. Son yedi yıl içindeki gelişmelere bakarak bir tahminde bulunabilirsek, bu doruk ise pek de uzaklarda olmamalı. Bu sonuç gerçekleştiğinde, umulur ki, her türlü yazı son bulacak; her türlü yazının son bulması her türlü okumayı yok edecek; ve zamanla, -her tür bilgi ortadan kalkacak, ve, ardından, her şeye yeni baştan başlamamız gerekecek. Bir başka deyişle, tam başladığımız yere geri döneceğiz.
Laurence Sterne (The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman)
Türkiye’de körüklenmeye çalışılan ordu düşmanlığını büyük bir kaygıyla izliyorum ve bir dedektif mantığı ile kendime şu soruyu soruyorum: Türkiye’ye fenalık etmek isteyenlerin ilk yapmaları gereken nedir? Cevap belli. Bu ülkenin tek sağlam kurumunu ortadan kaldırarak ülkenin dağıtılmaya hazır bir yığın haline gelmesini sağlamaktır. O zaman hedef bellidir: Türk Silahlı Kuvvetleri. Bu hedefe yönelik hücumlar son yedi yıldır giderek azan bir şiddet ve kesafete ulaşmıştır. Bunu görmeyip gündelik tekil olaylara takılmak bir bilim insanının değil, ancak bir yobazın davranışı olabilir.
A.M. Celâl Şengör (Aptalı Tanımak)
Wittgenstein'ı bu duruma uyarlayacak olursak,dünyamızın sınırlarının,başkalarının bizi anlama sınırları tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz.Elimizde olmadan başkalarının algılarının parametreleri içinde var oluruz- başkalarının bizim komikliğimizi anlama sınırları içinde komiklik yaparız;onların zekası bizim zekamızı,cömertliği cömertliğimizi,ironisi ironimizi belirler.Karakter,hem okura hem de yazara ihtiyaç duyan bir dil gibi işler.Shakespeare, yedi yaşındaki çocuğun gözünde saçmalıktan ibarettir,eğer sadece yedi yaşındakiler tarafından okunacak olursa yedi yaşındaki birinin anlama kapasitesi ölçüsünde takdir edilir.
Alain de Botton (The Romantic Movement: Sex, Shopping, and the Novel)
Gözlerimi yumuyorum ve bir kuş sürüsü görüyorum. Görüntü bir saniye sürüyor, Belki de daha az; kaç kuş gördüğümü bilmiyorum. Sayıları belli miydi? Değil miydi? Bu sorun Tanrı var mı sorusunu akla getiriyor. Eğer Tanrı varsa kuşların sayısı belli, çünkü o kuş gördüğümü biliyor. Tanrı yoksa sayıları belli değil, çünkü bu hesabı kimse yapamaz. Bu durumda (diyelim ki) ondan az, birden fazla sayıda kuş gördüm; ama dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki kuş görmedim. Onla bir arasında bir sayıda, ama dokuz, sekiz, yedi, altı beş vb. değil. Bu tam sayı bilinmez; ergo** Tanrı vardır. **Öyleyse, dolayısıyla "Yaratan" kitabından
Jorge Luis Borges
Kimdi o kedi,zamanın eşyayı örseleyen korkusunda,eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan? Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana ? Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. Yine de, o, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğsüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu düşler maketinin, uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey , iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben !
Nilgün Marmara (Daktiloya Çekilmiş Şiirler)
Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde- zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi, ve o geldi diye biz sevicimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinlere mi benzer? Bir türlü anlayamadım. Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
yirmi yaşında mektekten kovulmuş Comte. meçhûl bir kadından bir çocuk peydahlamış, arada. meyhaneye girer gibi Saint-Simonizme girmiş. sonra bir başka fahişe bulmuş. kahramanımız yirmi yedi yaşındadır. metres hayatı yaşadığı kadınla evlenmiş resmen, tımarhaneye girmiş, oradan çıkınca bir de dinî nikah yaptırmış. Seine Nehri'ne atmış kendini, kurtarmışlar. nihayet olgunlaşmış, kırk altı yaşında, başka bir fahişe çıkmış karşısına, otuz yaşında bir kadın. 47 yaşında kadıncağızı kaybetmiş. bir biyograf zavallıyı kendisi öldürdü, diyor, yalan yanlış ilaçlar aldırarak öldürdü. dünyanın bütün ülkelerinde böyle bir adamın yeri ya tımarhanedir, ya hapishane. halbuki Auguste Comte düşünce tarihinin baş köşesinde.
Cemil Meriç (Jurnal: 1955-65)
Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasî mânasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman mânasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Merhaba" dedi içeri girince. Yüzünde o bildik, sıcak ama ayartıcı, kendinden emin ama mütevazı, girişken ama çekingen, güzel ama allah'ın belası, zıtların birliği gülüşle. Yüzünde derken, gözlerinde. Adam tam bir gözleriyle gülme uzmanı. Genel olarak da gözleriyle her şeyi yapabilir. Öyle x-ray-ban bir bakışı var ki. Merhaba derken o anki ruh halinden gelmişine geçmişine, yedi sülalene dek her şeyi anladığı hissi veriyor insana. Gözleriyle seni kendine aşık edebilir, çoraplarına kadar soyup yatağa yatırabilir, dünyanın en mutlu kadını yapabilir veya anandan doğduğuna pişman edebilir. Bu gözlerle öyle ortalarda dolanması resmen suç yani, günde kaç kadının kanına giriyor belli değil. Özetle, merhabası her zamanki gibi, en azından birkaç düğme çözdürme gücündeydi...
Zehra Çelenk (Ruhumun Aynası)
Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanın delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
William Faulkner (The Sound and the Fury)
Bir gün buraya dönüp sana katılma teklifini tekrarlarsan muhtemelen kabul ederim Stu.İnsan ırkının laneti bu.Sosyallik.Aslında İsa şunu demeliydi. "Evet,hakikaten,iki ya da üçümüz bir araya geldiğinde bir başkasının canına okuyacak." Sana sosyolojinin bize insan ırkı hakkında bilgiler verdiğini söylememe gerek var mı?Bak şöyle anlatayım.Bana tek başına bir kadın ve ya erkek göster,sana bir aziz göstereyim.Sayıları ikiyi bulursa aşık olurlar.Üç olursa, 'topluluk' adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir.Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler.Sayıları beş olursa biri dışlanır.Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler.Yedi kişi olursa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler.İnsan,Tanrı'nın yeryüzündeki yansıması olabilir,ama insan toplumu,şeytanın yansımasıdır ve daima eve dönmeye çalışır.
Stephen King (The Stand)
Bir cümle ne kadar anlamlı, güzel kurulmuş olursa olsun, ancak tasasız, heyecansız kişileri etkileyebilir. Mutlu ya da mutsuz kişilere her zaman yetmez. Mutlulukla mutsuzluğun en iyi anlatış yolunun çoğunlukla sessizlik olmasının nedeni de budur. Aşıklar birbirini sustukları zaman daha iyi anlarlar, mezar başında söylenen ateşli, duygulu sözler ancak yabancıları etkiler, ölenin arkada bıraktığı karısına, çocuklarına soğuk, yavan gelir.
Anton Chekhov (Köpeğiyle Dolaşan Kadın: Otuz Yedi Seçme Öykü)
1. Göğüslerindeki, bacaklarındaki, belindeki, poposundaki çilleri hatırlıyorsun. Net rakam: iki yüz yirmi üç. Bin iki yüz yedi gün oldu, sayıları iki yüz yirmi üçtü. 2. Sana gönderdiği mesajları yeniden okuyorsun: Çok güzeller, komikler. Uzun paragraflar, canlı, karmaşık cümleler. Sıcak sözler. O senden daha iyi yazıyor. 3. Onu on dakikalığına görmek için beş saat araba kullandığını hatırlıyorsun. On dakika değildi, bütün bir akşamüstüydü ama on dakika olduğunu düşünmek hoşuna gidiyor. 4. Dalgaları, kayaları hatırlıyorsun. Sandaletlerini, ayağındaki yarayı. Gözlerinle bacaklarından kirpiklerine doğru hızla yol alışını hatırlıyorsun. 5. Onunla birlikte olmaya hiç alışamadın. Onsuz olmaya da hiç alışamadın. Sanki kendi kendine konuşur gibi fısıltıyla söylediği şeyi hatırlıyorsun: Her şey yolunda. A) 5 - 1 - 2 - 3 - 4 B) 4 - 5 - 1 - 2 - 3 C) 3 - 4 - 5 - 1 - 2 D) 2 - 3 - 4 - 5 - 1 E) 1 - 2 - 3 - 4 - 5
Alejandro Zambra (Multiple Choice)
Kendimi anında, ince ve uzun boylu olan ve bir o kadar da abartılı hikayeler anlatan, başı belaya giren, gündelik işlerini unutuveren Davy ile özdeşleştirdim. Babası Davy’nin incir çekirdeğini doldurmayacak biri olduğunu düşünüyordu. Sadece yedi yaşındaydım ve bu cümle aklımı başımdan aldı. Babası ne demek istemiş olabilirdi? Geceleri yatağa yattığımda bunu düşünüp durdum. İncir çekirdeği nasıl dolardı? O kadar mı değerli ve önemliydi yani? Herhangi bir şeyin çekirdeği Davy Crockett gibi bir oğlanla aynı değerde olabilir miydi? … Sonunda Davy Crockett’in paha biçilemez biri olduğunu anladım, babası tarafından bile. Tüm eksikliklere rağmen faydalı olabilmek adına delicesine çalıştı ve babasının tüm borçlarını ödedi. Yasak kitabı defalarca okudum, zihnimi beklenmedik yerlere götüren yollarda peşi sıra gittim. Yolda kaybolma ihtimalime karşılık yürürken önüme çıkan ıslak yaprak yığınının arasında bulduğum bir pusulam vardı. Eski ve paslıydı ama hala çalışıyor, yeryüzüyle gökyüzünü birleştiriyordu. Bana nerede durduğumu, batının neresi olduğunu söyledi ama nereye gittiğime ve benim değerime dair tek kelime etmedi.
Patti Smith (M Train)
Aslında fikir şu, er veya geç, dua dudaklardan ve baştan kalpteki bir merkeze iniyor ve, kalp atışlarıyla tam bir uyum halinde, kişinin otomatik bir işlevi oluyor. Derken, bir süre sonra, dua bir kez kalpte otomatik hale geldi mi, o kişinin eşyanın gerçekliği denen şeye girmesi beklenir. Bu konu her iki kitapta da ortaya atılmıyor aslında, ama, Doğu terimleriyle söylersek, bedende çakra adı verilen yedi hassas nokta vardır ve bunlardan kalple en yakından bağlantılı olanına da anahata adı verilir ki, bunun korkunç duyarlı ve güçlü olduğu kabul edilir ve harekete geçirildiği zaman da bu, kendi adına, iki kaş arasında yer alan ve acna adı verilen bir başka merkezi harekete geçirir-bu, epifiz bezidir aslında, daha doğrusu epifiz bezinin etrafını saran bir auradır- ve ardından- tombala, mistiklerin 'üçüncü göz' adını verdikleri bir açılma olur...Hindistan'da Allah bilir kaç yüzyıldır capam diye bilinen bir şeydir bu. Capam, Tanrının beşeri adlarından herhangi birinin tekrarlanmasıdır. Ya da onun insan ya da hayvan biçiminde yeryüzünde vücut bulmalarına- işin tekniğine girersen, avatarlara- verilen adların tekrarlanması. Bunun ardında yatan düşünce şu ki, bu adı yeterince söylersen, eninde sonunda bir cevap alacaksın demektir. Tam cevap da değil aslında, bir karşılık
J.D. Salinger (Franny and Zooey)
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız: "Lâfı bile efilmez, mikroskobik bir zaman." Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün." Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene. Bir haftada yaza yaza tükeniverdi. Ona sorarsanız: "Bütün bir hayat." Bana sorarsanız: "Adam sen de, bir iki hafta." Katillikten yatan Osman, ben içeri düştüğümden beri, yedi buçuğu doldurup çıktı, dolaştı dışarlarda bir vakit, sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar, dün mektup geldi, evlenmiş, bir çocuğu doğacakmış baharda. Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar. Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları, rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan. Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan, hala çocuktur. Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri. Ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor. Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek ben içeri düştüğüm sene. Sonra vesikaya bindi, bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için. Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız. Ben içeri düştüğüm sene, İKİNCİSİ başlamamıştı henüz. Daşav kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşima'ya. Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman. Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi ÜÇÜNCÜDEN bahsediyor Amerikan doları. Fakat gün ışıdı her şeye rağmen ben içeri düştüğümden beri. Ve "Karanlığın kenarından ONLAR ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular" yarı yarıya. Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştüğüm sene ONLAR için yazdığımı: "Onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar, korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar, ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır." Ve gayrısı, meselâ benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
80 ihtilali öncesi... Hacıhüsrev. Çocuğum o zamanlar. Devrimci abiler vardı, hava karardıktan sonra cami duvarına yazı yazıyorlardı, ellerinde koca koca Marshall boya kutuları olurdu. Geceleri onları beklerdim, gizli gizli seyrederdim. Bir gece gördüler beni, ne arıyorsun lan burda deyip, çıkıştılar. Ben de onlara boyanız bittiyse boya kutularınızı istiyorum dedim. Niye diye sordular. Darbuka yapacağım abilerim dedim. Gülüp gittiler. Ertesi sabah, camiye benim için darbuka bırakmışlar. Bakırdan, kocaman, güzel bir darbuka... Sonraları sordum o boyacı abilere, kim bıraktı diye... Mahir Çayan'ın emriyle aldıklarını söylediler. O söylemiş arkadaşlarına, çocuğa darbuka alınssın diye... Allahn rahmet eylesin, ilk darbukamı Mahir Çayan almıştı yani... İlk gerçek darbukam oydu." Kim bunları anlatan? Balık Ayhan. Mahir Çayan? Devrimci Öğrenci Lideri. İsrail İstanbul Başkonsolosu'nu kaçıdı, evi basıldı, yaralandı, yakalandı, Meltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı, Ünye radar istasyonunda çalışan iki İngiliz bir Kanadalı teknisyeni kaçırdı, karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un bırakılmasını istedi, Tokat'ın Kızıldere Köyü'nde oldukları tespit edildi, baskın yedi, alnından vurularak öldürüldü. Gel zaman git zaman... Mahir'in darbukası, gariban roman çocuğunun hayatını değiştirmişti. İdealist motiflerle bezenen öykü, Mahirlerin kelleyi kotuğa aldığı dönemlerde araziye uyan entel dantel takımının malzemesi oldu. Mahir'i sokakta görse tanımayacak tipler, romantik manzumeler döşendi. İdealist cenazeler, alabildiğine sömürüldü. "Kardeşim saçmalamayın, dümbeleklik yapmayın" diyenlerin itirazları "ırkçı"lıkla suçlandı. Balık da, işi ilerletmiş, "müzik değil, felsefe yapıyorum" falan demeye başlamıştı. Velhasılıkelam... Balık Ayhan, Balık Ayhan oldu. Gel zaman git zaman... AKP geldi, açılım yapıldı. Devrimci romatizm... Roman'tizme dönüştü. Başbakanımız "kırmızıyı severler, birbirini överler" dedi. "Birbirini överler" lafını duyan Kiboş, dayanamadı, "Çuk yakışıklı adamsın, üstüne tanımam anacım" dedi. Faytoncular Derneği Başkanı ile Kırkpınar cazgırı Pele Mehmet'in manilerinden sonra sahneye çıkan Balık Ayhan, noktayı koydu: "Sen adamın kralısın, kasım kasım Kasımpaşalısın!" E haliyle... Siyasete kulaç attı Balık. AKP'den mebus adayı oldu. Olunca ne oldu? Şu oldu... Yıllar önce "İlk darbukamı Mahir Çayan aldı." diye röportaj verdiği gazeteye, gene röportaj verdi: "Hayatım roman olur. Hayatımın film olması için yazdığım senaryolar var. Hatta, ilk darbukamı Mahir Çayan aldı diye yazdım, herkes gerçek sandı. Oysa senaryoydu!" Atasın palavracıkları... Kafalayasın medyacıkları. Enteller alkışlarken... "Beni Mahir Abi yarattı." Takunyalılar alkışlarken... "Mahir falan tanımam anacım." Sayfa:265-267
Yılmaz Özdil
Genel isteme aradığı yolu göstermeli,onun özel istemlerin aldatıcı etkisinden korumalı, başka zamanlarda ve yerlerde ki olayları birbiriyle kıyaslatmalı, önündeki yararların çekiciliği ile uzak ve gizli kötülüklerin tehlikesini karşılaştırmalı. Tek tek kişiler iyiliği görürler, ama teperler onu, Halksa iyiliği ister ama görmez. Birini, istemini aklına uydurmaya zorlamalı, öbürünün de ne istediğini bilmesini öğretmeli. İşte o zaman halkın aydınlanması sonucu olarak politik bütünde akılla istem birleşir ve böylece taraflar elbirliği eder, politik bütün de gücünün en yüksek noktasına varır. Yasacıya olan gereksinim işte buradan gelir.” “Uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için, insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde, onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zeka gerekir. Öyle bir zeka ki mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içinde, uzak bir onur payıyla yetinsin, bir yüzyılda çalışıp, bir başka yüzyılda keyfedebilsin.” “Bir ulus ancak yasaları çökmeye başladığı zaman ün kazanmaya başlar.” “Büyük bir krala binde bir rastlandığı doğruysa, büyük bir yasacıya ne kadar az rastlanılacağını varın kıyaslayın. Kralın yapacağı şey, yasacının göstereceği örneğe göre davranmaktır sadece. Yasacı makineyi bulan mühendistir, kralsa onu kurup işleten bir işçiden başka bir şey değildir” “Toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar, sonra da kurumlar başları yetiştirir.” Motesquieu “Her yurttaş tek başına bir hiçse, ancak öbür yurttaşlarla birlikte bir şey yapabiliyorsa ve bütünün elde ettiği güç bütün bireylerin doğal gücüne eşit yada ondan üstünse, işte o zaman yasa koyma işi ulaşabileceği en yüksek olgunluğa varmış demektir.” “Gerçekte hiçbir memlekette olağanüstü bir yasacı yoktur ki, tanrıya başvurmuş olmasın; yoksa koyduğu yasaları kimse kabul etmezdi. Gerçekte bilge kişinin bildiği pek çok yararlı bilgi vardır. Ama bu bilgilerde başkalarını inandıracak ölçüde açık birtakım nedenler yoktur.” (Machiavelli) “Politikayla dinin aynı amacı olduğu sanısına kapılmamalı. Ulusların ilk kuruluş günlerinde bunlardan biri öbürüne sadece aracılık eder.” “Özgürlük elde edilebilir ama, kaybedildiği zaman bir daha ele geçmez artık.” “Devleti insanlar kurar, insanları da toprak besler. Halkın geçinmesine yetecek kadar toprak, toprağın besleyebileceği kadar da insan bulunacak. Toprak gereğinden çok olursa savunma savaşlarına yol açar. Toprak yeter ölçüde değilse saldırı savaşlarına götürür.” “Eski bir ulusun dayanıklılığı ile, yeni bir ulusun uysallığını birleştiren bir ulus yasa koymaya elverişlidir.” “Her yasama sisteminin yararı ÖZGÜRLÜK ve EŞİTLİK tir.” “Meksika İmparatorluğunun toprakları içinde sıkışıp kalmış olan Thlascala Cumhuriyeti, Meksikalılardan tuz satın almaktansa hiç tuz kullanmamaya karar vermiş, hatta bedava bile almamıştı. Çünkü bu cömertliğin altındaki tuzağı gördüler, özgür yaşadılar ve büyük imparatorluğun içinde kapalı kalan bu küçük devlet sonunda Meksikanın başını yedi.” “Eşitlik denildiğinde, güç ve zenginlik derecelerinin herkes için aynı olması değil, bu gücün hiçbir zorbalığa kaçmaması ve ancak mevki ve yasalar gerektikçe kullanılması, varlık bakımından da hiçbir yurttaşın ne başkasını satın alacak kadar zengin, nede kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Bu da büyüklerin mal mülk ve saygınlık, küçüklerinde cimrilik ve açgözlülük bakımından ölçülü olmalarını gerektirir.” “Devleti sağlamlaştırmak için ne çok varlıkların bulunmasına göz yumun nede çok yoksulların. İki ucu elden geldiğince birbirine yaklaştırın. Birbirinden ayrılamayan bu iki durum ortak yarara aynı ölçüde zararlıdır. Birinden zorbalığı kışkırtanlar, öbüründen de zorbalar çıkar. Halk özgürlüğünün alım satımı hep bunlar arasında olur, bir satın alır, biride satar.
Jean-Jacques Rousseau (The Social Contract)
1) Besmele'nin -Neml/30 ayeti müstesna-Kur'andan ve özelde Fatiha Süresi'nden bir cüz/bir ayet olup olmadığı meselesi üzerinde ihtilaf edilmiştir. Şafii mezhebine göre, Besmele başında bulunduğu her süreden birer ayettir ve Fatiha Süresi'nin yedi ayetinden birincisi deBesmele'dir. Maliki mezhebine göre, Besmele -Neml/30 ayeti müstesna- ne Kur'an'dan ve ne de Fatiha Sıiresi'nden bir cüz/bir ayettir; sadece sürelerin aralarını fasletmek için ve teberrüken yazılmıştır. Hanefilere göre ise, Besmele başında bulunduğu her surede başlı başına, münferid bir ayettir ve Kur'andandır, fakat sürelerin hiç birinden bir cüz/bir ayet değildir! (1/11 15-17)
Elmalılı M. Hamdi Yazır (Kur'an-ı Kerim Türkçe Meali: The Quran Translated in Turkish)
Uzay - zamanın kuantum dalgalanmalarının yarattığı basıncın maddenin ağırlığını dengelediği bir yıldızın yaşamının bu varsayımsal sona erme durumuna "Planck yıldızı" adı verilir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Bulduğumuz şey, evrenin aşırı derecede sıkışmış olduğu zamanlarda, kuantum mekaniğinin geri itici bir kuvvet yarattığıdır ve bunun sonucunda Büyük Patlama'nın aslında Büyük sekme, Big Bounce olabileceğidir; Evrenimiz kendi ağırlığıyla büzüşmüş ve sonunda çok küçük bir uzaya sıkışmış, sonra da "sekip" yeniden genişlemeye ve çevremizde gördüğümüz genişleyen evrene dönüşen daha önceki bir evrenden doğmuş olabilir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Geçmiş ile gelecek arasındaki fark yalnızca ısı söz konusu olduğu zaman vardır. Geleceği geçmişten ayıran temel olay, ısının daha sıcak nesnelerden daha soğuk nesnelere geçmesidir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Isı, sıcak nesnelerden soğuk nesnelere mutlak bir yasanın zorlamasıyla geçmez: Yalnızca bu yöndeki geçişi daha yüksek bir olasılıkla olur. Bunun nedeni iste şudur: Sıcak nesneye ait daha hızlı bir atomun daha soğuk bir atoma çarpması ve enerjisinin birazını bırakması ve bunun tersinin olmaması, istatistiksel olarak daha yüksek bir olasılıktır.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Özgür olmak, davranışlarımızın doğanın yasaları tarafından belirlenmediği anlamına gelmez. Beynimizde etkin olan doğa yasaları tarafından belirlendiği anlamına gelir. Özgür kararlarımız beynimizdeki milyarlarca nöron arasındaki çok kısa süreli ve çok zengin etkileşimlerin sonuçlarına bağlı olarak özgürce belirlenir: Kararlarımız, onları belirleyen nöronların bu etkileşimi var olduğu zaman özgür olur.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Dünyanın "maddi" bileşenlerinden biri oldu, dalgalanan, eğrilen, kıvrılan, bükülen bir madde. Kaskatı ve görünmez bir yapı içinde bulunmuyoruz: Esnek bir yumuşakçanın içine gömülüyoruz. Güneş, etrafındaki uzayı büker ve dünya da onun etrafında, gizemli bir kuvvet tarafından çekildiği için değil, eğilen bir uzayda bir doğru üzerinde hızla yol aldığı için döner. Tıpkı bir huni içinde dönen bir bilge gibi: Huninin merkezinden kaynaklanan gizemli "kuvvetler" yoktur, huninin çeperinin eğri olması bilyenin dönmesini sağlar. Uzay eğildiği için gezegenler güneş etrafında döner, cisimler yere düşer.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Uzay maddenin var olduğu yerde eğrilir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Ama bükülen yalnızca uzay değildir; zaman da bükülür. Einstein zamanın yüksekteki bir konumda, dünyaya yakın, daha alçak bir durumdan daha hızlı aktığını öngörür.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Einstein'ın denklemi uzayın durağan olamayacağını, genişlemek zorunda olduğunu gösterir. (...) Aynı denklem genişlemenin minicik ve çok sıcak genç bir evrenin patlamasıyla tetiklendiğini de öngörür: Bu da Büyük Patlama'dır.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Evrenlerin patladığı, uzayın çıkışı olmayan delikler içine çöktüğü, zamanın bir gezegene inildikçe yavaşladığı, yıldızlararası uzayın uçsuz bucaksız enginliğinin deniz yüzeyi gibi dalgalandığı renkli ve şaşırtıcı bir dünya...
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Max Planck sıcak bir kutu içinde denge durumunda bulunan elektrik alanını hesaplar. Bunun için küçük bir hileye başvurur: Alanın enerjisinin "kuantumlar" yani enerji paketçikleri, topakları biçiminde dağıldığını varsayar.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Einstein ışığın paketlerden, ışık parçacıklarından oluştuğunu gösterdi. Bunlara bugün "fotonlar" diyoruz.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Bir ışık ışınının enerjisinin uzayda kesiksiz biçimde yayılmadığı, uzayın noktalarında yer alan belirli sayıda "enerji kuantumlarından" oluştuğu, bölünmeden hareket ettikleri ve bir birim olarak üretilip soğuruldukları varsayımını göz önünde tutuyorum.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Ama bütün çocuklar gibi kuram da kendi yoluna gitti, Einstein da onu artık tanıyamaz oldu. 1910'lar ve 1920'ler boyunca büyümesine yön verense Danimarkalı Niels Bohr oldu. Işık enerjisi gibi atomlardaki elektronların belirli bir enerjiyle yalnızca bir atom yörüngesinden diğerine "sıçrayabileceğini", bunu yaparken de bir foton saldığını veya soğurduğunu anlayan odur.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Heisenberg elektronların her zaman var olmadığını düşünüyordu. Elektronlar yalnızca biri ona baktığında ya da daha doğru bir ifadeyle, bir başka şeyler etkileştiklerinde var olur. Bir şeye çarptıklarında, hesaplanabilir bir olasılıkla, bir yerde maddeleşirler. Bir yörüngeden diğerine meydana gelen "kuantum sıçramaları", onların gerçek olabilmeleri için tek yoldur: Bir elektron, bir etkileşimden diğerine sıçramaların bütünüdür. Kimse onu rahatsız etmediğinde hiçbir belirli yerde değildir. Herhangi bir konumda bulunmaz.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Kuantum mekaniğinde, bir başka cisimle çarpışmadığı sürece hiçbir cismin belirli bir konumu yoktur.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Copernicus, gezegenlerin dansının merkezinde dünyanın değil, güneşin olduğunu anladı ve bunu kanıtladı. Gezegenimiz diğerleri gibi bir gezegen konumuna geldi.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Çevremizdeki uzayda hareket eden her şeyi oluşturan unsurlar elektronlar kuarklar, fotonlar ve gluonlardır. Bunlar parçacık fiziğinin araştırdığı "temel parçacıklar"dır.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Çok hızlı hareket eden dalgacıklardır. Kuantum mekaniğinin garip kurallarına göre yok olup yeniden ortaya çıkarlar, var olan şeyler hiçbir zaman kararlı bir durumda olmaz; bir etkileşimden diğerine gerçekleşen bir sıçramadan başka bir şey değildirler.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Dolayısıyla olasılık, cisimlerin değişimiyle ilgili değildir. Başka cisimlerle etkileştiklerinde, cisimlerin özellik alt sınıflarının değerlerinin değişimiyle ilgilidir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Hollandalı felsefeci Baruch Spinoza'nın 17. yüzyılda müthiş bir sağduyuyla anladığı gibi, bu ikisi aynı şeydir. "Ben" ve "beynimdeki nöronlar" diye iki ayrı şey yoktur. Bu ikisi aynıdır. Bir birey, karmaşık ama sıkı sıkıya bütünleşik bir süreçtir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Newton nesnelerin uzayda hareket ettiğini, uzayın da boş bir kap, evren için büyük bir kutu olduğunu hayal etmişti. Newton tarafından icat edilen bu "uzay"ın, dünyanın kutusunun neden yapıldığı da belli değildi.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Kütle çekim alanı uzayda yayılmış değildi, çekim alanı uzayın ta kendisiydi.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Biz ahir zamanlık kâbusu ile gözlerimizi açardık. Bu devlet kurtulmaz, bu millet adam olmaz, Moskof ve Avusturya gâvuru bizi yaşamağa bırakmaz, ilk gençlikte hep işittiğimiz sözler bunlardır. İstanbul'da hayat denilebilecek ne varsa Hristiyanlarda ve yabancılardadır. Kapitülâsyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve Müslüman halkın az çok aydıncalarını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır, ve yılda birkaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri âdeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriattan ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine ''yedi düvele'' karşı koyarız ama, padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa, derler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk'ü dediğimiz, milletlerinden de vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hâli içindedirler. Halk Mehdi bekler. Orta sınıf yarı umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler. Üst takım hiçbir şey beklemez. Saray ve vezirler idaresi bir "idâre-i maslahat"tan ibaret. Günü gününe iş görmek. Günlük çarelerle zorlukları atlatmak.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Elbette büyük eserler çıktı, şunlar oldu, bunlar oldu. Mesela Lord Kinross'un bir kitabı vardır. Tarih Kurumu'nda bir gün, ben üye değilim, fakat arkadaşlarımızdır orada daima bulunuruz. Kinross da geldi, toplanıldı. Afet Hanım da toplantıyı idare etti, Kinross'un kitabında bazı hatalar var. Buna işaret ettik. Kinross işin içinden sıyrılmayı gayet iyi bildi. Ben yazar değil, gazeteciyim, dedi. Zaten Kinross değil yazan, daha çok Halide Edip'in kitabı ve Falih Rıfkı'nın kızı çalışmıştır bu konularda. Hatalar vardır... Lâyıkıyla ifade edilmeyen taraflar vardır... Şimdi Tarih Kurumu yeni bir neşriyat üzerinde ki bu güzel, bu ilk defa yabancı kaynaklardan, şahıs kaynağı değil, devlet kaynağından bir eser neşredildi. Mustafa Kemal ve Millî Mücadele Ötesinde Atatürk, İngiltere Hariciye Nezareti'nin belgeleri. Büyük kalın bir cilt halinde. Birinci cilt çıktı. Ama uzundur, yedi-sekiz cilt çıkacak. Burada çok aydınlanıyoruz. O zamanki İngiltere hükümetinin ve Erkân-ı Harbiye'sinin nokta-i nazarları, düştükleri tereddütler vs. Buradan verilen raporlar, bu Amiral Vesbek ki, ilk defa ve bizim en zayıf zamanımızda Anadolu'nun, Türkiye bir cumhuriyete gidiyor diye. Hariciye yazabilmiştir. İlk anlayanlardan biridir. Türkiye'de Atatürk yeni bir hükümetten ve cumhuriyetten söz etmemiştir. Yalnız Sakarya Harbi'nden sonra Sivrihisar'da Yakup Kadri, İsmet Paşa'ya 'Bu işin sonu ne olacak, Paşam?- deyince 'Ne olacak, cumhuriyet olacak... Bu demek ki arada takarrür etmiş bir şey ama, bir sır olarak... Şimdi bu İngiliz vesikaları çok enteresan, Sefirlerin kitapları var. Sonra kadın gazetecilerin, polis'in var.
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
Arkadaşlar, asırlardan beri miras alınagelen zihniyetleri, âdetleri ve ananeleri kökünden çıkarıp atabilmek için, itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir: müşkül bir meseledir. Mesela, ben kendimden bahsedeyim. Benim merhum anam beni terbiye ederken bana derdi ki, padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var. Ben zaten evliyanın ne olduğunu, büyük ve üzeri yeşil örtülü birtakım mezarlara bakaraktan çıkarmak istiyordum. Her halde büyük bir şey, manevi, semavi bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine sahip olan insan ne olacaktı? Müthiş bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklük timsalinin hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana vermiş olduğu terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kahabati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermiş. Onun da kabahati yoktur; ona da annesi aynı terbiyeyi vermiştir. Arzu ederseniz hanımefendiler, bu noktada sorduğunuz soruya cevap vereceğim. Arkadaşlar, Yaradan, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsleri yekdiğerinin lazımı ve melzumu olmak üzere yaratmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birlik halinde bir şeydir; çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva'nın nasıl yaratıldığına dair olan teoriler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız, herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonraki insanlık safhalarında her ne görürseniz kadının eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile belki hayatımın çok senelerini evham içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı çok ibadet ettim, çok dua ettim. Eğer annem bana böyle yanlış bir terbiye vermemiş olsaydı, belki çok zaman evvel başka türlü de düşünürdüm ve benim gibi herkes de başka türlü düşünürdü ve bu felaketlere uğramazdık. Arkadaşlar, bu birlik teşkil eden mevcudiyet hakikatte birtakım vasıfların ve şartların mevcudiyetini gerektirir ve karşılıklı olmasını gerektirir. Eğer bu mevcut olmazsa, belki birlik vardır ama bir taraflı vardır. İki şahıs arasında yapılacak olan bir mukayese, iki cinsten meydana gelen bir toplum için de aynen vakidir. Daha açık söyleyeyim; bir toplum, yalnız bu iki cinsten birinin insani icapları, asri icapları almasıyla yetinirse, bu toplum yandan daha aşağı bir zaaf içindedir. Tam yarıda da değil, yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. Toplumun kuvvetli olabilmesi, zayıf olmaması bu iki unsurun çok kuvvetli kaynaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla herhangi bir millet cidden ilerlemek, medenileşmek ve gelişmek isterse, bu arz ettiğim noktayı elif olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Çok kati ifade ederim ki, şimdiye kadar bizim milletimizin giriştiği mesaide muvaffak olamaması, bu arz ettiğim noktadaki kusurdan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
... Atatürk'ün karakteristik bir tarafı, anti-emperyalist oluşudur. 1907'de Ali Fuat Paşa'ya verdiği bir haritada, memleketimizin bilâhare Misak-ı Millîde kat'ileşen hududunu çizmiştir. Türkiye bu olacaktır, demiştir. O zaman Ali Fuat Paşa soruyor: 'Peki ama bunda Yunanistan yok. Arabistan yok. Bunları ne yapacağız? Kendi rızamızla verelim. Nasıl olsa ameliyat olacak... Emperyalizm devri, kolonizasyon devri geçmiştir. Bu bir maceradır. Kanlı ameliyatları dışardan gelmesini beklemeden biz kendimiz yaparak Anadolu ve Trakya'dan mürekkep vatan kuralım. Bunun dışındaki insanları, Arapları, Bulgarları, Yunanlıları kendi mukadderatlarını kendileri halletmelerine bırakalım.' Nitekim Misak-ı Millî'de de bu tasrih edilmiştir. Bu fikir Atatürk'te 1907'de mevcuttur. Ve bütün dünyaya da, Ankara'ya gelen sefirlere de kolonizasyon devrinin geçtiğini, müteaddit vesilelerle göstermiştir. Bu vesile ile 1932'deki bir konuşmasını size nakletmek isterim. Amerika'dan bir kadın gazeteci geliyor ve şu suali soruyor: 'İkinci bir Cihan Harbi olur mu?' Atatürk, olur ve maalesef olacaktır, diyor. 'Niçin çıkacak?' 'Çünkü kolonileri inhisar altında almakta ısrar eden İngiltere ve Fransa karşısında bir Almanya var ki millî izzeti nefsi zedelenmiştir. Mütemadiyen soyulmaktadır. Versay Muahedesi'yle. Millet tahammül edemeyeceği bir yük altında kalmıştır. Vatanından parçalar bölünmüştür. Korkarım ki bu millet, -ki büyük teknik kabili eti haizdir- yarın millî gururunu okşayacak bir demagogun eline geçerse dünyaya yeni bir harp getirebilir.' Gazeteci soruyor: Böyle bir harp olursa Amerika tarafsız kalabilir mi? Amerika harplerden bıkmış. Atatürk devam ediyor: Hayır, maalesef, diyor. 'Amerika bu harbe girecektir. Çünkü Amerika, Avrupa meselelerine artık angajedir. Kat'iyen buna seyirci kalamaz. Ticarî, ekonomik, sosyal münasebetler o kadar sıklaştırmıştır ki Avrupa'nın kaderine Amerika artık bigâne kalamaz ve o harbe Amerika girecektir.' Hattâ ilave ediyor: Sonunda da Amerika'nın dahil olduğu taraf harbi kazanabilir. Yani 1939'un macerasını yedi sene evvel sarahatle söylüyor ve asıl mühim olan da koloniler devrinin kan dökülmeyen bir solüsyona bağlanmasının lüzumlu olduğunu, evvelâ kendi vatanında yaptığı ameliyatla ortaya koyuyor ve telkin ediyor... 1932'de bu söze kulak asılsaydı dünyanın mukadderatı acaba başka türlü olmaz mıydı? Benim şahsî görüşüm, belki bunu biraz aşırı Atatürkçülük görebilirsiniz ama, hâlâ o kanaatteyim ki dünyanın kaderi biraz değişebilirdi. Nitekim 1938'de Ata'nın ölümünde söylenmiş olan sözlerin bence en mânâlısı Churchill'in sözüdür: O daha dünyaya lâzımdı.
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
Efendiler, aradan yedi sene geçtikten sonra bugün Türk milletinin içinde bulunduğu vaziyet ve temas ettiği medeniyet sının memnuniyet verici değil midir? Henüz iddia etmiyorum ki, memleketin bütün servet kaynakları gelişmiş ve milleti layık olduğu saadet ve refaha ulaştırmak için Cumhuriyet hükümetinin istifadesi eline geçmiştir. Fakat bugüne kadar olduğu gibi milli teşebbüslerimizde iman ile, muvaffakiyete iman ile azimkârane yürüyecek olursak -ki yürüyeceğiz- bu son işaret ettiğim muvaffakiyet noktası dahi tamamen tecelli etmiş olacaktır. Dolayısıyla efendiler, sizin de içinde bulunduğunuz mesai ve teşebbüslerinizin hedefi, milletin hayati bir meselesini, ırki bir meselesini, medeni bir meselesini halle yönelik bulundukça, önünde tereddütlü durduğunuz maddi engelin kendiliğinden ortadan kalkacağına ve bütün önünüze çıkan müşkülatın kendiliğinden hallolunacağına şüpheniz kalmasın. Efendiler, cihanda spor hayatı, spor âlemi çok mühimdir. Bunu siz mütehassıslara izaha gerek görmüyorum. Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslahı ve gelişmesi meselesidir, seçkinleşmesi meselesidir ve hatta biraz da medeniyet meselesidir. Ben bu noktaları size ayrı ayrı izah etmek istemiyorum. Çünkü siz esasen bununla meşgulsünüz. Yalnız ben size millette, memleket evladında sporculuğun, nazarımda ne kadar mühim olduğunu izah için şunu diyebilirim ki, mukaddes vatanı, Türk milletinin yüksek şeref ve menfaatını müdafaa eden ordudur. Bundan daha mühim, daha yüce bir dayanak noktası tasavvur olunabilir mi? Bilhassa bugünkü Cumhuriyet ordusundan bahsolunurken bundan daha yüce bir kuvvet tasavvur olunabilir mi? İşte bu kıymetli, bu yüksek, bu yüce kuvvetin huzurunda size hitaben diyorum ki, bütün milleti ve bütün memleket evlatlarını sportmen yapmak için sarf olunan mesainin ehemmiyet ve kutsiyeti, aynı derecede kıymetli ve mühimdir. Ve şerefli ordumuza kıymetli bir kaynak teşkil edebilmek bakımından kahraman ordumuzca da en yüce hissiyat ile takdir, takdis ve himaye olunmaya değer ulu bir kaynak kutsiyetini kazanır.
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harika­sı değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Öööööğğğğğğğğ. Abi. Islak rüya gören çocuklar gibisin! Kaç yaşındasın sen, on yedi falan mı?
Lidia Yuknavitch (Dora: A Headcase)
Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü.
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Yedi yüz beyitten oluşan, temiz ve akıcı Sanskritiyle birçok Hint kutsal kitabı arasında özel bir yeri olan Bhagavadgita,
Anonymous
lider ekibi toplantı zamanının verimsiz kullanımını engellemek için iki basit adım attı. Birincisi, standart toplantı süresini 60 dakikadan 30 dakikaya indirdiler. İkincisi, katılımcı sayısının yedi ya da daha az kişiyle sınırlandırılması prensibini benimsediler. 90 dakikayı ya da yedi kişi sınırını aşan toplantıların, toplantıyı organize eden kişinin yöneticisinin yöneticisi (yani iki üstü) tarafından onaylanması bir kural halini aldı. Bu sayede organizasyonel zaman bütçesinde, 200 tam zamanlı çalışanın altı aylık çalışma süresine tekabül eden çok büyük bir tasarruf sağlandı. Çoğu şirkette neredeyse herkes toplantı organize edebiliyor. Sonuç: Gelişigüzel ve yüksel maliyetli toplantılar.
Anonymous
On küçük Zenci yemeğe gitti, Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz. Dokuz küçük Zenci geç yattı, Sabah biri uyanmadı. Kaldı sekiz. Sekiz küçük Zenci Devon'u gezdi, Biri geri dönmedi. Kaldı yedi. Yedi küçük Zenci odun yardı, Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı. Altı küçük Zenci bal aradı, Birini arı soktu. Kaldı beş. Beş küçük Zenci mahkemeye gitti, Biri idama mahkûm oldu. Kaldı dört. Dört küçük Zenci yüzmeye gitti, Birini balık yuttu. Kaldı üç. Üç küçük Zenci ormana gitti, Birini ayı kaptı. Kaldı iki. İki küçük Zenci güneşte oturdu, Birini güneş çarptı. Kaldı bir Zenci. Bir küçük Zenci yapayalnız kaldı. Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.
Agatha Christie (And Then There Were None)
Son derece yumuşak başlı bir yaradılışım vardır. Arzularım şunlar; mütevazı bir kulübe, sazdan dam fakat iyi bir yatak ve yemek, tazecik süt ve tereyağı, pencerede çiçekler, kapının önünde birkaç güzel ağaç; ve yüce Tanrı beni tam anlamıyla mutlu kılmak istiyorsa, bu ağaçalarda şöyle altı-yedi düşmanımın sallandığını görme sevinci verir bana. Ölmelerinden önce, mütessir bir halde, bana yaşamda çektirmiş olduklarının hepsini affedeceğim. Evet, insan düşmanlarını affetmelidir fakat ancak onlar asıldıktan sonra.
Henrich Heine
uANKARA (12 Temmuz 1921'de İkdam gazetesinde çıkmıştır-Y.K.K.) "Allah'a bin şükür nihayet Ankara'dayız. Yedi günlük ve altı gecelik yorucu bir yolculuktan sonra meşhur Çubuk Ovası'ndan geçilerek yalçın tepelerden müteşekkil dönüm dönüm bir dehlizden bu esrarlı şehre giriliyor. Benim yerimde bir Avrupalı gazete muhabiri kim bilir buraya erişebilmek için ne büyük fedakarlıklara katlanırdı. Dünyanın hangi şehri burası kadar merak ve tecessüs çekebilir? Bugünkü siyasi cihanın üç büyük ve mühim merkezinden birisi de bence Ankara'dır. Hatta son zamanlarda burası Moskova'dan ve Londra'dan daha ziyade ehemmiyet kesbetti. Avrupa ve Amerika gazetelerinden herhangi birini açınız görürsünüz ki, en çok ismi geçen diyar Anadolu ve onun merkezi olan Ankara'dır. Fakat zannetmeyiniz ki, Ankara'nın manzarası şehir itibariyle şu şöhret ve ehemmiyetle mütenasip bir heybet ve ihtişam arz ediyor. Türk öilliyetçilerinin Hükümet Merkezi bir yangın harabesinden başka bir şey değildir. Bütün dünyaya kafa tutan ve Garp aleminin mütecaviz ve müstevli dalgalarına karşı Şark'ın eşiğinde yegane geçilmez seddi teşkil eden Büyük Millet Meclisi bu harabenin bir kenarında tek katlı, mütevazi, küçük bir binaydı. On yıllık mütemaddi bir mücadeleden sonra hala sayısız düşmanlarla döğüşen Türk Milleti'nde azim, irade, kuvvet vekahramanlık, fazilet ve ümit namına ne varsa hep bu yalıtkan binanın içinde bulunuyor. Zarf ile mazruf arasında ne büyük tezat! Fakat, Türk'ün ruhundaki hayati ve ahlaki fazilete o emsalsiz ulviyet ve mahabeti veren asıl bu tezat değil midir? Eğer Ankara, Londra gibi muazzam ve tantanalı bir şehir ve Büyük Millet Meclisi, West Minister şehrinde bir saray olsaydı Anadolu'daki milliyet ve istiklal hareketinin manası bu kadar büyük görünür müydü? Türk askerine yirminci asır medeniyetinin icabı demir ve çelikten bin türlü cehennem aletlerine karşı koyabilmek kudretini veren şey onun büründüğü paçavralardır. Her hadiseyi zahiri sebepleriyle görmeye alışmışlar bu tecellinin sırrını anlıyamazlar. O gibi kimselere tavsiye ederim ki, Ankara'ya gelmesinler. Zira, buraya ne tarafından baksalar ayrı bir hayat inkisarına uğrarlar. Hatta, bunlar ne derece iyi niyet sahibi olurlarsa olsunlar kalblerndeki kuvvetin mutlaka sarsıldığını hissederler. ... Bir Frenk muharririne göre, dünyada bazı yerler vardır ki, orada bir ilahi nefha eser, Vahdaniler için, Kudüs, Mekke; Cihangirler için Roma, Kartaca; Sosyalistler için Leningrat, Moskova bu neviden yerler olsa gerekir. Mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer Anadolu'nın en harap bir kasabası olan Ankara'dır. Bundan anlamak lazımgelir ki, herhangi bir şehre azamet ve mahabet veren şey o şehrin binaları, yolları, kubbe ve sütunları dğeildir; ancak orada vukubulan hadise, orada doğan fikir, orada esen nefhadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Vatan Yolunda)
Zanaatkârlık Morgana’da aileden çocuklara geçer. Atalarının ortaçağda bile aynı mesleği yapmış olduğu berber, kuyumcu ve fırıncı ailelerin yanı sıra, yüzyıllardır aynı zanaatı yapan bir de kabile vardır: Bunlar her akşam bir kahvede öykü anlatırlar. Devlet başkanı Hadahek’in ailesi de yedi yüzyıldır aynı işi yapmaktadır: Morgana’yı yönetmek. Şaşırtıcı bir ailedir ve Morgana’da yaşamamış olsalar, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi onları da bir masalın içine katıverirdim. Uzun yıllar boyunca devletin tüm başkanlarının adı Hadahek olmuştur. Muhalefetin başkanı da Hadahek’tir, dağlardaki isyancıların da. Kim kazanırsa, o yönetir ve adı hep Hadahek olur. Hadahek Arapçada, “Bu böyledir” anlamına gelmektedir.
Rafik Schami
Bu bozukluğun dibine inmek lazım. Bir gün dergiye genç bir çocuk geldi, bir şiir getirdi, şiire baktım, "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" taklidi bir şiir. Dedim nerede oturuyorsun, Lalahan dedi. O yıllarda Mamak gecekonduydu, Lalahan daha berbat bir yer. Gecekondu bile değil, Porto Riko’nun teneke kulübeleri gibi evler. Oralar çok yoksul yerler dedim, "sorma abi" dedi, bizim evin tuvaleti yok, bizim gibi yedi sekiz evin de yok, sabahları hepimiz maç kuyruğu gibi bir helanın kapısında kuyruk oluyoruz… Acımasız bir sosyal trajedi. İnsanın içini çarpan acımasız bir yoksulluk. Sen böyle yoksul bir hayat yaşıyorsun, bu "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" şiiri de ne oluyor? Bu Lale Devri'inde Nedim'in yazdığı, Osmanlı zenginlerinin, lüksünün, şatafatının anlatıldığı bir şiir. Sen niye buradasın dedim… Yazacaksan, "gidelim serv-i revanım yürü helaya" yaz. Muhtemelen komşu kızını da hela kapısında görüyorsun. Senin gerçekliğin sadabad değil, senin gerçekliğin yedi ailenin kuyruk olduğu hela kapısıdır. Sen bu acımasızlık üzerine şiir yaz, seni yoksullaştıran bu kültürü, bu siyaseti anlamaya ve anlatmaya çalış. Sağ ve muhafazakârlık aşırı romantizmden beslenir. "Bir zamanlar üç kıtaya hükmediyorduk" gibi. Bu; zaman zaman bizim de böbürlendiğimiz bir durum fakat gerçekliği örter. Milliyetçi romanlar da böyle, şimdi burada sadece Kırım Hanlığını anlatsak kendinden geçersin dinlerken, romantizmden ölürsün. Ama bu romantizmin içine düştüğün zaman bugünkü gerçekliğini unutursun. İstanbul’a gidecek uçak parası yokken, biz bu çocuğa "Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın" diyoruz. Bu yanlış değil, bunlar anlatılmalı, böyle bir inanç olsun ama bir de sosyal gerçekliği var bunun, bu kesim bu ağır romantik maskeden kurtulamadı. Siyasi hükümetin başında bir görgüsüzlük hakim. Bunların arkasındakilerin bugünkü Müslümanların aşırı israfçı, ayyuka çıkan hırsızlıkları, görgüsüz ve kültürsüz tarafını eleştirecek güçleri hiç olmamıştır...
Nihat Genç
Çünkü ezber hem çocuğun hafızasını geliştirir, hem de ona büyüklerine ve otoritesine saygı duymayı öğretir. Milli Eğitim Bakanlığımızın ders kitapları da aynı mantıkla yazılmıştır. Türkiye beş bölgeden oluşur. İneğin işkembesi dört kısımdan yapılmıştır. 1538 Preveze Deniz Muharebesi iki aşamaya ayrılır. Dünyada beş kıta ve 1699 Karlofça anlaşmasında yedi madde vardır. Osmanlı Devleti ve fetihleri beş nedenden bir duraklama devrine girmiştir. Türk alfabesinde yirmi dokuz harf, suyun içinde de iki eleman vardır.
Anonymous
Bu soğukların sebebini kitabî olarak anlatmaya başlar. Kıyamete inanmadıkları için helak olan Âd ve Semud kavminden bahseder. “Bunun doğrusu ise şöyledir: Hûd Aleyhisselâm zamanında yemen civarında Hadramut ve Badiye-i Ahkaf denilen yerlerde Âd kavmi namıyla bir cins insanlar vardı.” Âd kavmi, Âd-ı ûla ve Âd-ı âhir olmak üzere ikidir. Hud Aleyhisselâm Âd-ı ûlâ kavmine gönderilmiştir. Bu kavmin soyu da Âd bin Avs, bin irem, bin Sam, bin Nuh Aleyhisselâm’dır. Başka kavimlere verilmeyen boy pos, güç kuvvet de bu kavme verilmiş. Gayet verimli topraklar üzerinde yaşayan bu kavim iman etmediği için helak olmuştur. Bereketleri kesilmiştir. Bugün bu araziler Hadramut’tan Yemen’e kadar olan yerlerdir, yağmursuz ve kurak topraklardır. “Bunlar gökteki aya taparlardı. Aya tapmaktan vazgeçmeleri ve Hazreti Allah’a ibadet etmeleri için Hazreti Hûd bunları dine davet ettiyse de kabul etmediler. Hûd Aleyhisselâm’a türlü türlü ezâ ve cefâ eylediler. Bu sebeple, Hak Teala hazretleri bu Âd kavmini tahminen bundan 4438 sene evvel, (bu tarihe 120 yıl daha eklersek daha doğru olur. Yani günümüzden yaklaşık 4558 sene evvel) şubat ayının yirmi altıncı günü başlayan şiddetli soğuk ve fırtına ile helak edilmiştir.” Kıyamete inanmadıkları için helak oldular “Bu fırtına, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da El-Hâkka suresinde mealen: “Semud ve Âd kavimleri kıyameti yalanladılar. Semud kavmi korkunç bir nâra ile helak edilirken Âd kavmi azgın bir fırtına ile helak edildi. Allah o fırtınayı yedi gece, sekiz gün arka arkaya musallat etti.” beyan buyrulduğu üzere, sekiz gün yedi gece devam etmiş . Fırtınanın sonunda Âd kavmi ‘içleri kof hurma kütükleri gibi yıkılıp kalıvermişler.’ “işte bu sebeple her sene şubatın yirmi altıncı gününden itibaren sekiz gün yedi gece, takvimlerin bazısı ‘husum fırtınası’ yazar. Ayette geçen husumun lügat manası: Şeâmet, bahtsızlık, birdüziye (yeknesak) olan zarar ve fenalık. Husum kelimesi ile fırtınanın hiç kesilmeden art arda yedi gece devam ettiği manası anlaşılmıştır.
Anonymous
Bir avluya girdim ve yedi kapılı şahane bir yapı gördüm; binanın tüm ön yüzü geniş bir bahçeye bakan süslü pencerelerle kaplıydı.
Anonymous
Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Haran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz fıldişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz kilim, keçe, çullarımız... Haran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık. İnsanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası, Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere... Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harkulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylarınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bi
Anonymous
Allah sizi sürüm sürüm süründürsün! Yetmiş yerde yetmiş türlü belaya tuş olasınız da can verip kurtulamayasınız! Hepinizin yedi ceddine lanet olsun! Gözünüzün elifi sönsün! Ocağınız tütmez olsun! Ömrünüz âhla vâhla geçsin! Kolunuz çolak başınız kabak olsun! Allah size bilinmez dertler versin! Can evinize kurşun rastlasın! Zindanlarda leşiniz kalsın! Tuttuğunuz oruç boşa gitsin! Kanlı kefenleriniz elime geçsin! Bre zalimler!
Anonymous
itibaren artık reis bile değilsin! Seni buradan atıyorum. Artık tayfayla birlikte baş kasarada kalacaksın. Âdi bir gabyar gibi, seyir güvertesine adım bile atamayacaksın. Bunu böyle bil! Nuh! Nuh!" İhtiyar marangoz kapıyı açınca Efendimiz kükredi: "Çağır nöbetçilerden ikisini. Atın bu adamı dışarı!" Güverte nöbetçileri gelip kendisini yaka paça dışarı atarlarken Ali Reis haykırıyordu: "Asıl sen şunu bil ki nerede olursam olayım, seçtiğin bu adamı düşman belleyeceğim. Hazreti İbrahim'i yakmayan ateşe ve cehenneme, yeni doğan hilâle ve batan güneşe, yedi kat göğe ve parlayan bütün yıldızlara, karanlık geceye ve aydınlık güne, kara bulutlara ve yıldırımlara and olsun ki onu mahvetmek için elimden geleni yapacağım. Bu konuda seninle bahse bile tutuşabilirim! Çıktığımız şu uğursuz seferin sonuna kadar süre ver bana! İşte o zaman göreceksin, kendine vekil seçtiğin bu yaratığın ne mal olduğunu!
Anonymous