Yedi Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Yedi. Here they are! All 40 of them:

Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Karın kasları feci gelişmişti. Mükemmeldi. Tamamen dokunulasıydı. On yedi yaşındaki bir erkekte (tahminimce yaşı buydu) görmeyi beklediğim türden bir karın değildi bu ama evet, şikâyetim yoktu. Konuşamıyordum. Öylece bakakalmıştım.
Jennifer L. Armentrout (Obsidian (Lux, #1))
Ters gidebilecek her şey, önce mutlaka ters gitmeyecekmiş gibi yapıp sonra yedi kat ters gidiyordu.
Hakan Günday (Daha)
Yedi cücelerin tek tıraş olanı Ahmak'tı. Bu bize, tıraş olmaktaki bilgelik hakkında bir fikir verebilir
Tom Robbins (Skinny Legs and All)
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Ölüm bütün gün odasından çıkmadı, kahvaltısını da, öğle yemeğini de, aksam yemeğini de hep odasında yedi. Geç vakitlere kadar televizyon izledi. Sonra ışığı söndürdü ve yatağına girdi. Uyumadı. Zira ölüm hiç uyumaz.
José Saramago (Death with Interruptions)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çiçek.
Antoine de Saint-Exupéry (The Little Prince)
On yedi yıl, üç ay, iki gün, beş saat, on dokuz dakika ve yirmi iki saniyedir birisinin bana söylediği ilk şey bu. dedi adam. Saydım.
Douglas Adams (Dirk Gently's Holistic Detective Agency (Dirk Gently, #1))
Ekmek ye Enkidu, yaşamın gereğidir bu, içki iç, halkın göreneğidir bu. Enkidu ekmek yedi doyuncaya dek, yedi çanak içki içti, içi açıldı, bağırdı keyfinden, gönlü sevinçle doldu, ışıdı yüz çizgileri.
Anonymous. (The Epic of Gilgamesh)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Okuduğun kitaptaki becerikli ve kederli kahraman bendim; mermer taşlar, iri sütunlar ve karanlık kayalar arasından rehberimle birlikte yeraltındaki kıpır kıpır hayatın mahkumlarına koşan ve yıldızlarla kaplı yedi kat göğün merdivenlerinden çıkan yolcu bendim; uçurumu aşan köprünün öteki ucundaki sevgilisine, "Ben senim!" diye seslenen ve yazarı onu kayırdığı için sigara küllüğündeki zehir izlerini çözen kül yutmaz dedektif bendim... Sen sabırsız, sessizce sayfayı çevirirdin. Aşk için cinayetler işledim, atımla Fırat Nehrini geçtim, piramitlere gömüldüm, kardinalleri öldürdüm: "Canım, ne anlatıyor o kitap öyle?" Sen evli barklı ev kadını, ben akşam o eve dönmüş kocaydım: "Hiç." En son otobüs, en boş otobüs bütün boşluğuyla evin önünden geçerken koltuklarımız karşılıklı titrerdi. Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Orhan Pamuk (The Black Book)
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
Anonymous
Yedi fersahlık çizme ve görünmezlik pelerini gibi şeylerin sahiden var olduğu Ingary ülkesinde üç kız kardeşin en büyüğü olarak doğmak büyük talihsizliktir. Üçünüz de kısmetinizi aramaya çıkarsanız, ilk olarak ve en kötü şekilde senin kaybedeceğini herkes bilir.
Diana Wynne Jones (Howl’s Moving Castle (Howl’s Moving Castle, #1))
ÜÇÜNCÜ ŞARKI Siz de benim gibi, Günleri Sevgiyle isteyerek Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde Gitmekten başka bir kavramı olmayan Cumhuriyet çocuğu olarak yayan, Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan) Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan İğrendirmediyse sizi, Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi, Kaybettiniz (benim gibi). Oysa, Aynı Hergele Meydanı’nda, Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden Berberleri görmeden Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın, Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa, İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma kaymak”tan tatmadınızsa (Aynı Hergele Meydanı’nda) Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim’in yanında) En bayağı ve en müstehcen (Fakat fiyatı ehven) Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa, Samanpazarı’na çıkan yokuşa Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu Ankara’da
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
- Elin baygın göğsümde geziyor; arayışın Boş, sevgilim, orası yağmalanmış bir yerdi Yırtıcı dişleri, tırnaklarıyla kadının. Aramayın yüreğimi artık; hayvanlar yedi. Yüreğim yıkık bir saray kalabalıklarından; İçmeler, adam öldürmeler, kavgalar dolu! - Bir korku yüzüyor çıplak göğsünüzü saran!..
Charles Baudelaire (Les Fleurs du Mal)
Daha birkaç ay evvel, ne güzel, basit bir hayatım vardı. Dünyadan haberim olmadan, köpek gibi çalışarak, kıçı kırık bir oyuncuyu sevgilim sanarak yaşıyordum. Her şey ne kadar kolaydı o zaman. Keşke zamanı geri alabilseydik. Keşke Sinan beni Aylin’le aldatmasaydı… Şu masadan, yedi ay öncesine ışınlanabilmek için nelerimi vermezdim!
Arzum Uzun
Neden?" sorusu her zaman yanıtlaması en güç soru olmuştur. Birisi size "Saat kaç?" ya da "1066 savaşı ne zaman başlamıştır?" ya da "Şu frene basıldığında sıkışan emniyet kemeri nasıl çalışır, baba?" sorularını sorduğunda durumunuz bellidir. Vereceğiniz yanıtlar kolaydır ve sırasıyla şöyledir. "Akşam yedi otuzbeş", "Sabah on çeyrekte" ve "Aptal aptal sorular sorma!
Douglas Adams (The Salmon of Doubt: Hitchhiking the Galaxy One Last Time)
Zamanını ıvır zıvırla harcama!" demişti. "Dünya, günlerini çeşitli oyunlar oynayarak ve televizyon izleyerek harcayan insanlarla dolu. Ne yaptıklarını sorsan, can sıkıntısından kurtulmak için uğraştıklarını, zaman öldürmeye çalıştıklarını söylerler. Zamanın değerini bilmeyenler can sıkıntısı çekme ye mahkûmdur. Hayatlarının her anında eğlendirilme ihtiyacı içinde olanlar can sıkıntısı çekmeye mahkûmdur.
Berrak Yurdakul (Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm)
Polislerin canı cehenneme.güvenimize ihanet ediyorsunuz! elini bir çocuğun pantolonuna sokan rahiplerin canı cehenneme. onları koruyan, bizi kötülüğe yönelten kiliselerin canı cehenneme. konu açılmışken, İsa'nın da canı cehenneme. paçayı ucuz kurtardı. çarmıhta bir gün, cehennemde hafta sonu boyunca kaldı ve meleklerin ilahileri sonsuza dek onun için söylenecek. Otisville' de yedi yıl yaşamayı denesene İsa!
David Benioff (The 25th Hour)
Hakkı'yla otuz taksitte parasını ödedikleri hantal büfeyi hamallar yüklendiler. Çatı katına çıkan dar merdivenlerden zorlukla yukarı çıkardılar büfeyi. Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çicek.
Antoine de Saint-Exupéry
Büyük bir yıldız tüm yakıtını (hidrojeni) tükettiğinde sönmeye başlar. Geriye kalanlar, yanmadan kaynaklanan ısıyla ayakta kalamaz, kendi ağırlığıyla çöker, uzayı o kadar güçlü bir biçimde eğer ki gerçek bir deliğe düşer. Bunlar ünlü karadeliklerdir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
Faraday ve Maxwell, Newton'un soğuk dünyasına yeni bir unsur kattı: elektromanyetik alan. Her yere yayılmış, radyo dalgalarını taşıyan, uzayı dolduran, bir gölün yüzeyi gibi titreşip dalgalanabilen ve elektrik kuvvetini "taşıyan" bu alan, gerçek bir olguydu.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Bunun, diye düşündü, sebebini bilmiyorum. Tarihin kurbanları değil vasıtaları olmak istiyorlar. Kendilerini Tanrı' nın gücüyle özdeşleştirip tanrısal olduklarına inanıyorlar. Bu onların temel deliliği. Bir arketip tarafından ele geçirilmişler; egoları psikotik olarak öyle genişlemiş ki kendilerinin nerede başladığını ve tanrısallığın nerede bittiğini anlayamıyorlar. Bu aşırı bir gurur değil; bu egonun mutlak sınırına ulaşması- tapanla tapılanın birbirine karıştırılması. İnsan Tanrı' yı yemedi; Tanrı insanı yedi.
Philip K. Dick (The Man in the High Castle)
... irfanımızın engin harmanının emekçileri ... çoğu ik'le ve tik'le biten daha elli dalda, son iki yüzyıldır ya da daha uzun bir süredir, mükemmeliyetinin o doruğuna doğru emekliyor. Son yedi yıl içindeki gelişmelere bakarak bir tahminde bulunabilirsek, bu doruk ise pek de uzaklarda olmamalı. Bu sonuç gerçekleştiğinde, umulur ki, her türlü yazı son bulacak; her türlü yazının son bulması her türlü okumayı yok edecek; ve zamanla, -her tür bilgi ortadan kalkacak, ve, ardından, her şeye yeni baştan başlamamız gerekecek. Bir başka deyişle, tam başladığımız yere geri döneceğiz.
Laurence Sterne (The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman)
Wittgenstein'ı bu duruma uyarlayacak olursak,dünyamızın sınırlarının,başkalarının bizi anlama sınırları tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz.Elimizde olmadan başkalarının algılarının parametreleri içinde var oluruz- başkalarının bizim komikliğimizi anlama sınırları içinde komiklik yaparız;onların zekası bizim zekamızı,cömertliği cömertliğimizi,ironisi ironimizi belirler.Karakter,hem okura hem de yazara ihtiyaç duyan bir dil gibi işler.Shakespeare, yedi yaşındaki çocuğun gözünde saçmalıktan ibarettir,eğer sadece yedi yaşındakiler tarafından okunacak olursa yedi yaşındaki birinin anlama kapasitesi ölçüsünde takdir edilir.
Alain de Botton (The Romantic Movement: Sex, Shopping, and the Novel)
Kimdi o kedi,zamanın eşyayı örseleyen korkusunda,eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan? Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana ? Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. Yine de, o, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğsüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu düşler maketinin, uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey , iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben !
Nilgün Marmara (Daktiloya Çekilmiş Şiirler)
Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde- zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi, ve o geldi diye biz sevicimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinlere mi benzer? Bir türlü anlayamadım. Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Merhaba" dedi içeri girince. Yüzünde o bildik, sıcak ama ayartıcı, kendinden emin ama mütevazı, girişken ama çekingen, güzel ama allah'ın belası, zıtların birliği gülüşle. Yüzünde derken, gözlerinde. Adam tam bir gözleriyle gülme uzmanı. Genel olarak da gözleriyle her şeyi yapabilir. Öyle x-ray-ban bir bakışı var ki. Merhaba derken o anki ruh halinden gelmişine geçmişine, yedi sülalene dek her şeyi anladığı hissi veriyor insana. Gözleriyle seni kendine aşık edebilir, çoraplarına kadar soyup yatağa yatırabilir, dünyanın en mutlu kadını yapabilir veya anandan doğduğuna pişman edebilir. Bu gözlerle öyle ortalarda dolanması resmen suç yani, günde kaç kadının kanına giriyor belli değil. Özetle, merhabası her zamanki gibi, en azından birkaç düğme çözdürme gücündeydi...
Zehra Çelenk (Ruhumun Aynası)
Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanın delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
William Faulkner (The Sound and the Fury)
Bir cümle ne kadar anlamlı, güzel kurulmuş olursa olsun, ancak tasasız, heyecansız kişileri etkileyebilir. Mutlu ya da mutsuz kişilere her zaman yetmez. Mutlulukla mutsuzluğun en iyi anlatış yolunun çoğunlukla sessizlik olmasının nedeni de budur. Aşıklar birbirini sustukları zaman daha iyi anlarlar, mezar başında söylenen ateşli, duygulu sözler ancak yabancıları etkiler, ölenin arkada bıraktığı karısına, çocuklarına soğuk, yavan gelir.
Anton Chekhov (Köpeğiyle Dolaşan Kadın: Otuz Yedi Seçme Öykü)
1. Göğüslerindeki, bacaklarındaki, belindeki, poposundaki çilleri hatırlıyorsun. Net rakam: iki yüz yirmi üç. Bin iki yüz yedi gün oldu, sayıları iki yüz yirmi üçtü. 2. Sana gönderdiği mesajları yeniden okuyorsun: Çok güzeller, komikler. Uzun paragraflar, canlı, karmaşık cümleler. Sıcak sözler. O senden daha iyi yazıyor. 3. Onu on dakikalığına görmek için beş saat araba kullandığını hatırlıyorsun. On dakika değildi, bütün bir akşamüstüydü ama on dakika olduğunu düşünmek hoşuna gidiyor. 4. Dalgaları, kayaları hatırlıyorsun. Sandaletlerini, ayağındaki yarayı. Gözlerinle bacaklarından kirpiklerine doğru hızla yol alışını hatırlıyorsun. 5. Onunla birlikte olmaya hiç alışamadın. Onsuz olmaya da hiç alışamadın. Sanki kendi kendine konuşur gibi fısıltıyla söylediği şeyi hatırlıyorsun: Her şey yolunda. A) 5 - 1 - 2 - 3 - 4 B) 4 - 5 - 1 - 2 - 3 C) 3 - 4 - 5 - 1 - 2 D) 2 - 3 - 4 - 5 - 1 E) 1 - 2 - 3 - 4 - 5
Alejandro Zambra (Multiple Choice)
Kendimi anında, ince ve uzun boylu olan ve bir o kadar da abartılı hikayeler anlatan, başı belaya giren, gündelik işlerini unutuveren Davy ile özdeşleştirdim. Babası Davy’nin incir çekirdeğini doldurmayacak biri olduğunu düşünüyordu. Sadece yedi yaşındaydım ve bu cümle aklımı başımdan aldı. Babası ne demek istemiş olabilirdi? Geceleri yatağa yattığımda bunu düşünüp durdum. İncir çekirdeği nasıl dolardı? O kadar mı değerli ve önemliydi yani? Herhangi bir şeyin çekirdeği Davy Crockett gibi bir oğlanla aynı değerde olabilir miydi? … Sonunda Davy Crockett’in paha biçilemez biri olduğunu anladım, babası tarafından bile. Tüm eksikliklere rağmen faydalı olabilmek adına delicesine çalıştı ve babasının tüm borçlarını ödedi. Yasak kitabı defalarca okudum, zihnimi beklenmedik yerlere götüren yollarda peşi sıra gittim. Yolda kaybolma ihtimalime karşılık yürürken önüme çıkan ıslak yaprak yığınının arasında bulduğum bir pusulam vardı. Eski ve paslıydı ama hala çalışıyor, yeryüzüyle gökyüzünü birleştiriyordu. Bana nerede durduğumu, batının neresi olduğunu söyledi ama nereye gittiğime ve benim değerime dair tek kelime etmedi.
Patti Smith (M Train)
Aslında fikir şu, er veya geç, dua dudaklardan ve baştan kalpteki bir merkeze iniyor ve, kalp atışlarıyla tam bir uyum halinde, kişinin otomatik bir işlevi oluyor. Derken, bir süre sonra, dua bir kez kalpte otomatik hale geldi mi, o kişinin eşyanın gerçekliği denen şeye girmesi beklenir. Bu konu her iki kitapta da ortaya atılmıyor aslında, ama, Doğu terimleriyle söylersek, bedende çakra adı verilen yedi hassas nokta vardır ve bunlardan kalple en yakından bağlantılı olanına da anahata adı verilir ki, bunun korkunç duyarlı ve güçlü olduğu kabul edilir ve harekete geçirildiği zaman da bu, kendi adına, iki kaş arasında yer alan ve acna adı verilen bir başka merkezi harekete geçirir-bu, epifiz bezidir aslında, daha doğrusu epifiz bezinin etrafını saran bir auradır- ve ardından- tombala, mistiklerin 'üçüncü göz' adını verdikleri bir açılma olur...Hindistan'da Allah bilir kaç yüzyıldır capam diye bilinen bir şeydir bu. Capam, Tanrının beşeri adlarından herhangi birinin tekrarlanmasıdır. Ya da onun insan ya da hayvan biçiminde yeryüzünde vücut bulmalarına- işin tekniğine girersen, avatarlara- verilen adların tekrarlanması. Bunun ardında yatan düşünce şu ki, bu adı yeterince söylersen, eninde sonunda bir cevap alacaksın demektir. Tam cevap da değil aslında, bir karşılık
J.D. Salinger (Franny and Zooey)
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız: "Lâfı bile efilmez, mikroskobik bir zaman." Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün." Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene. Bir haftada yaza yaza tükeniverdi. Ona sorarsanız: "Bütün bir hayat." Bana sorarsanız: "Adam sen de, bir iki hafta." Katillikten yatan Osman, ben içeri düştüğümden beri, yedi buçuğu doldurup çıktı, dolaştı dışarlarda bir vakit, sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar, dün mektup geldi, evlenmiş, bir çocuğu doğacakmış baharda. Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar. Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları, rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan. Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan, hala çocuktur. Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri. Ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor. Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek ben içeri düştüğüm sene. Sonra vesikaya bindi, bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için. Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız. Ben içeri düştüğüm sene, İKİNCİSİ başlamamıştı henüz. Daşav kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşima'ya. Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman. Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi ÜÇÜNCÜDEN bahsediyor Amerikan doları. Fakat gün ışıdı her şeye rağmen ben içeri düştüğümden beri. Ve "Karanlığın kenarından ONLAR ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular" yarı yarıya. Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştüğüm sene ONLAR için yazdığımı: "Onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar, korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar, ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır." Ve gayrısı, meselâ benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
80 ihtilali öncesi... Hacıhüsrev. Çocuğum o zamanlar. Devrimci abiler vardı, hava karardıktan sonra cami duvarına yazı yazıyorlardı, ellerinde koca koca Marshall boya kutuları olurdu. Geceleri onları beklerdim, gizli gizli seyrederdim. Bir gece gördüler beni, ne arıyorsun lan burda deyip, çıkıştılar. Ben de onlara boyanız bittiyse boya kutularınızı istiyorum dedim. Niye diye sordular. Darbuka yapacağım abilerim dedim. Gülüp gittiler. Ertesi sabah, camiye benim için darbuka bırakmışlar. Bakırdan, kocaman, güzel bir darbuka... Sonraları sordum o boyacı abilere, kim bıraktı diye... Mahir Çayan'ın emriyle aldıklarını söylediler. O söylemiş arkadaşlarına, çocuğa darbuka alınssın diye... Allahn rahmet eylesin, ilk darbukamı Mahir Çayan almıştı yani... İlk gerçek darbukam oydu." Kim bunları anlatan? Balık Ayhan. Mahir Çayan? Devrimci Öğrenci Lideri. İsrail İstanbul Başkonsolosu'nu kaçıdı, evi basıldı, yaralandı, yakalandı, Meltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı, Ünye radar istasyonunda çalışan iki İngiliz bir Kanadalı teknisyeni kaçırdı, karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un bırakılmasını istedi, Tokat'ın Kızıldere Köyü'nde oldukları tespit edildi, baskın yedi, alnından vurularak öldürüldü. Gel zaman git zaman... Mahir'in darbukası, gariban roman çocuğunun hayatını değiştirmişti. İdealist motiflerle bezenen öykü, Mahirlerin kelleyi kotuğa aldığı dönemlerde araziye uyan entel dantel takımının malzemesi oldu. Mahir'i sokakta görse tanımayacak tipler, romantik manzumeler döşendi. İdealist cenazeler, alabildiğine sömürüldü. "Kardeşim saçmalamayın, dümbeleklik yapmayın" diyenlerin itirazları "ırkçı"lıkla suçlandı. Balık da, işi ilerletmiş, "müzik değil, felsefe yapıyorum" falan demeye başlamıştı. Velhasılıkelam... Balık Ayhan, Balık Ayhan oldu. Gel zaman git zaman... AKP geldi, açılım yapıldı. Devrimci romatizm... Roman'tizme dönüştü. Başbakanımız "kırmızıyı severler, birbirini överler" dedi. "Birbirini överler" lafını duyan Kiboş, dayanamadı, "Çuk yakışıklı adamsın, üstüne tanımam anacım" dedi. Faytoncular Derneği Başkanı ile Kırkpınar cazgırı Pele Mehmet'in manilerinden sonra sahneye çıkan Balık Ayhan, noktayı koydu: "Sen adamın kralısın, kasım kasım Kasımpaşalısın!" E haliyle... Siyasete kulaç attı Balık. AKP'den mebus adayı oldu. Olunca ne oldu? Şu oldu... Yıllar önce "İlk darbukamı Mahir Çayan aldı." diye röportaj verdiği gazeteye, gene röportaj verdi: "Hayatım roman olur. Hayatımın film olması için yazdığım senaryolar var. Hatta, ilk darbukamı Mahir Çayan aldı diye yazdım, herkes gerçek sandı. Oysa senaryoydu!" Atasın palavracıkları... Kafalayasın medyacıkları. Enteller alkışlarken... "Beni Mahir Abi yarattı." Takunyalılar alkışlarken... "Mahir falan tanımam anacım." Sayfa:265-267
Yılmaz Özdil
Genel isteme aradığı yolu göstermeli,onun özel istemlerin aldatıcı etkisinden korumalı, başka zamanlarda ve yerlerde ki olayları birbiriyle kıyaslatmalı, önündeki yararların çekiciliği ile uzak ve gizli kötülüklerin tehlikesini karşılaştırmalı. Tek tek kişiler iyiliği görürler, ama teperler onu, Halksa iyiliği ister ama görmez. Birini, istemini aklına uydurmaya zorlamalı, öbürünün de ne istediğini bilmesini öğretmeli. İşte o zaman halkın aydınlanması sonucu olarak politik bütünde akılla istem birleşir ve böylece taraflar elbirliği eder, politik bütün de gücünün en yüksek noktasına varır. Yasacıya olan gereksinim işte buradan gelir.” “Uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için, insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde, onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zeka gerekir. Öyle bir zeka ki mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içinde, uzak bir onur payıyla yetinsin, bir yüzyılda çalışıp, bir başka yüzyılda keyfedebilsin.” “Bir ulus ancak yasaları çökmeye başladığı zaman ün kazanmaya başlar.” “Büyük bir krala binde bir rastlandığı doğruysa, büyük bir yasacıya ne kadar az rastlanılacağını varın kıyaslayın. Kralın yapacağı şey, yasacının göstereceği örneğe göre davranmaktır sadece. Yasacı makineyi bulan mühendistir, kralsa onu kurup işleten bir işçiden başka bir şey değildir” “Toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar, sonra da kurumlar başları yetiştirir.” Motesquieu “Her yurttaş tek başına bir hiçse, ancak öbür yurttaşlarla birlikte bir şey yapabiliyorsa ve bütünün elde ettiği güç bütün bireylerin doğal gücüne eşit yada ondan üstünse, işte o zaman yasa koyma işi ulaşabileceği en yüksek olgunluğa varmış demektir.” “Gerçekte hiçbir memlekette olağanüstü bir yasacı yoktur ki, tanrıya başvurmuş olmasın; yoksa koyduğu yasaları kimse kabul etmezdi. Gerçekte bilge kişinin bildiği pek çok yararlı bilgi vardır. Ama bu bilgilerde başkalarını inandıracak ölçüde açık birtakım nedenler yoktur.” (Machiavelli) “Politikayla dinin aynı amacı olduğu sanısına kapılmamalı. Ulusların ilk kuruluş günlerinde bunlardan biri öbürüne sadece aracılık eder.” “Özgürlük elde edilebilir ama, kaybedildiği zaman bir daha ele geçmez artık.” “Devleti insanlar kurar, insanları da toprak besler. Halkın geçinmesine yetecek kadar toprak, toprağın besleyebileceği kadar da insan bulunacak. Toprak gereğinden çok olursa savunma savaşlarına yol açar. Toprak yeter ölçüde değilse saldırı savaşlarına götürür.” “Eski bir ulusun dayanıklılığı ile, yeni bir ulusun uysallığını birleştiren bir ulus yasa koymaya elverişlidir.” “Her yasama sisteminin yararı ÖZGÜRLÜK ve EŞİTLİK tir.” “Meksika İmparatorluğunun toprakları içinde sıkışıp kalmış olan Thlascala Cumhuriyeti, Meksikalılardan tuz satın almaktansa hiç tuz kullanmamaya karar vermiş, hatta bedava bile almamıştı. Çünkü bu cömertliğin altındaki tuzağı gördüler, özgür yaşadılar ve büyük imparatorluğun içinde kapalı kalan bu küçük devlet sonunda Meksikanın başını yedi.” “Eşitlik denildiğinde, güç ve zenginlik derecelerinin herkes için aynı olması değil, bu gücün hiçbir zorbalığa kaçmaması ve ancak mevki ve yasalar gerektikçe kullanılması, varlık bakımından da hiçbir yurttaşın ne başkasını satın alacak kadar zengin, nede kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Bu da büyüklerin mal mülk ve saygınlık, küçüklerinde cimrilik ve açgözlülük bakımından ölçülü olmalarını gerektirir.” “Devleti sağlamlaştırmak için ne çok varlıkların bulunmasına göz yumun nede çok yoksulların. İki ucu elden geldiğince birbirine yaklaştırın. Birbirinden ayrılamayan bu iki durum ortak yarara aynı ölçüde zararlıdır. Birinden zorbalığı kışkırtanlar, öbüründen de zorbalar çıkar. Halk özgürlüğünün alım satımı hep bunlar arasında olur, bir satın alır, biride satar.
Jean-Jacques Rousseau (The Social Contract)