Yedi Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Yedi. Here they are! All 100 of them:

Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Karın kasları feci gelişmişti. Mükemmeldi. Tamamen dokunulasıydı. On yedi yaşındaki bir erkekte (tahminimce yaşı buydu) görmeyi beklediğim türden bir karın değildi bu ama evet, şikâyetim yoktu. Konuşamıyordum. Öylece bakakalmıştım.
Jennifer L. Armentrout (Obsidian (Lux, #1))
Ters gidebilecek her şey, önce mutlaka ters gitmeyecekmiş gibi yapıp sonra yedi kat ters gidiyordu.
Hakan Günday (Daha)
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Yedi cücelerin tek tıraş olanı Ahmak'tı. Bu bize, tıraş olmaktaki bilgelik hakkında bir fikir verebilir
Tom Robbins (Skinny Legs and All)
Ölüm bütün gün odasından çıkmadı, kahvaltısını da, öğle yemeğini de, aksam yemeğini de hep odasında yedi. Geç vakitlere kadar televizyon izledi. Sonra ışığı söndürdü ve yatağına girdi. Uyumadı. Zira ölüm hiç uyumaz.
José Saramago (Death with Interruptions)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çiçek.
Antoine de Saint-Exupéry (The Little Prince)
On yedi yıl, üç ay, iki gün, beş saat, on dokuz dakika ve yirmi iki saniyedir birisinin bana söylediği ilk şey bu. dedi adam. Saydım.
Douglas Adams (Dirk Gently's Holistic Detective Agency (Dirk Gently, #1))
Tanriyi yedi kat gokler ve yedi kat yer almaz; ama insanin kalbi alir. Onun icin aklini basina topla Aleksi, hayir duam seninle olsun, dikkat et, hic bir zaman insan yuregini yaralama!
Nikos Kazancakis (Zorba)
Ekmek ye Enkidu, yaşamın gereğidir bu, içki iç, halkın göreneğidir bu. Enkidu ekmek yedi doyuncaya dek, yedi çanak içki içti, içi açıldı, bağırdı keyfinden, gönlü sevinçle doldu, ışıdı yüz çizgileri.
Anonymous. (The Epic of Gilgamesh)
Ruhların ve manaların birliği ve benzerliği kalıpların karşı karşıya gelmesine nasıl bağlı olabilir ki, aynı aşıyı yemiş bir gül ağacı, yedi günlük yolda da yetmiş günlük yolda da aynı evsafı haizdir.
Sâmiha Ayverdi (Yaşayan Ölü)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Okuduğun kitaptaki becerikli ve kederli kahraman bendim; mermer taşlar, iri sütunlar ve karanlık kayalar arasından rehberimle birlikte yeraltındaki kıpır kıpır hayatın mahkumlarına koşan ve yıldızlarla kaplı yedi kat göğün merdivenlerinden çıkan yolcu bendim; uçurumu aşan köprünün öteki ucundaki sevgilisine, "Ben senim!" diye seslenen ve yazarı onu kayırdığı için sigara küllüğündeki zehir izlerini çözen kül yutmaz dedektif bendim... Sen sabırsız, sessizce sayfayı çevirirdin. Aşk için cinayetler işledim, atımla Fırat Nehrini geçtim, piramitlere gömüldüm, kardinalleri öldürdüm: "Canım, ne anlatıyor o kitap öyle?" Sen evli barklı ev kadını, ben akşam o eve dönmüş kocaydım: "Hiç." En son otobüs, en boş otobüs bütün boşluğuyla evin önünden geçerken koltuklarımız karşılıklı titrerdi. Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Orhan Pamuk (The Black Book)
Behzat Ç‘nin hayatında çoğu insan bir başkasının yerini tutabilirdi. Harun‘la Cevdet yer değiştirebilirdi mesela. Ya da Ağbisi Şevket‘le Tahsin yer değiştirse, hemen hemen hiçbir şey değişmemiş olurdu. Ama Şule giderse, biri sahiden gitmiş olurdu. Maçın ilk dakikalarında on kişi kalmak gibi bir şey, akşam Tekel bayisinde 216 bulamamak gibi bir şey. Ya da hiç beklemediği bir anda, O‘nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hala nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14’lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir, yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde…
Emrah Serbes (Son Hafriyat)
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor. Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel O başkası yok mu bir yanındakine veriyor Derken karanfil elden ele. Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk Birleşiyoruz sessizce.
Anonymous
Yedi fersahlık çizme ve görünmezlik pelerini gibi şeylerin sahiden var olduğu Ingary ülkesinde üç kız kardeşin en büyüğü olarak doğmak büyük talihsizliktir. Üçünüz de kısmetinizi aramaya çıkarsanız, ilk olarak ve en kötü şekilde senin kaybedeceğini herkes bilir.
Diana Wynne Jones (Howl’s Moving Castle (Howl’s Moving Castle, #1))
ÜÇÜNCÜ ŞARKI Siz de benim gibi, Günleri Sevgiyle isteyerek Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde Gitmekten başka bir kavramı olmayan Cumhuriyet çocuğu olarak yayan, Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan) Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan İğrendirmediyse sizi, Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi, Kaybettiniz (benim gibi). Oysa, Aynı Hergele Meydanı’nda, Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden Berberleri görmeden Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın, Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa, İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma kaymak”tan tatmadınızsa (Aynı Hergele Meydanı’nda) Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim’in yanında) En bayağı ve en müstehcen (Fakat fiyatı ehven) Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa, Samanpazarı’na çıkan yokuşa Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu Ankara’da
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Buz dolabına adeta dans ederek gitti, içindeki açısından en az tüylü üç şeyi buldu ve onları bir tabağa koyarak iki dakika boyunca dikkatle izledi. Bu süre içinde hareket etmek için herhangi bir girişimde bulunmadıklarından dolayı onları kahvaltı oalrak adlandırdı ve yedi.
Douglas Adams
- Elin baygın göğsümde geziyor; arayışın Boş, sevgilim, orası yağmalanmış bir yerdi Yırtıcı dişleri, tırnaklarıyla kadının. Aramayın yüreğimi artık; hayvanlar yedi. Yüreğim yıkık bir saray kalabalıklarından; İçmeler, adam öldürmeler, kavgalar dolu! - Bir korku yüzüyor çıplak göğsünüzü saran!..
Charles Baudelaire (Les Fleurs du Mal)
Daha birkaç ay evvel, ne güzel, basit bir hayatım vardı. Dünyadan haberim olmadan, köpek gibi çalışarak, kıçı kırık bir oyuncuyu sevgilim sanarak yaşıyordum. Her şey ne kadar kolaydı o zaman. Keşke zamanı geri alabilseydik. Keşke Sinan beni Aylin’le aldatmasaydı… Şu masadan, yedi ay öncesine ışınlanabilmek için nelerimi vermezdim!
Arzum Uzun
Ben buraya bir aşüfte karı ile cümbüş etmeye mi geliyorum sanıyordun?
Ahmed Midhat Efendi (Henüz On Yedi Yaşında)
Neden?" sorusu her zaman yanıtlaması en güç soru olmuştur. Birisi size "Saat kaç?" ya da "1066 savaşı ne zaman başlamıştır?" ya da "Şu frene basıldığında sıkışan emniyet kemeri nasıl çalışır, baba?" sorularını sorduğunda durumunuz bellidir. Vereceğiniz yanıtlar kolaydır ve sırasıyla şöyledir. "Akşam yedi otuzbeş", "Sabah on çeyrekte" ve "Aptal aptal sorular sorma!
Douglas Adams (The Salmon of Doubt: Hitchhiking the Galaxy One Last Time)
Bana tek başına bir kadın veya erkek göster, sana bir aziz göstereyim. Sayıları ikiyi bulursa, aşık olurlar. Üç olursa "topluluk" adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir. Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler. Sayıları beş olursa biri dışlanır. Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler. Yedi kişi olurlarsa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler.
Stephen King (The Stand)
Senden daha iyi mühür çizen tek kişi Julian," dedi Emma. "Tabiî o bir sanatçı." "Julian, Julian, Julian," diye tekrarladı Cristina, alaylı bir ses tonuyla. "Julian bir ressam, Julian bir dâhi, Julian bunu nasıl tamir edeceğini bilirdi, Julian şunu yapabilirdi. Biliyor musun, son yedi haftadır Julian'a dair öyle harika şeyler duydum ki onunla tanışmadan anıda âşık olacağımdan korkmaya başladım.
Cassandra Clare (Lady Midnight (The Dark Artifices, #1))
Zamanını ıvır zıvırla harcama!" demişti. "Dünya, günlerini çeşitli oyunlar oynayarak ve televizyon izleyerek harcayan insanlarla dolu. Ne yaptıklarını sorsan, can sıkıntısından kurtulmak için uğraştıklarını, zaman öldürmeye çalıştıklarını söylerler. Zamanın değerini bilmeyenler can sıkıntısı çekme ye mahkûmdur. Hayatlarının her anında eğlendirilme ihtiyacı içinde olanlar can sıkıntısı çekmeye mahkûmdur.
Berrak Yurdakul (Senin Hakkında Yedi Şey Düşündüm)
Polislerin canı cehenneme.güvenimize ihanet ediyorsunuz! elini bir çocuğun pantolonuna sokan rahiplerin canı cehenneme. onları koruyan, bizi kötülüğe yönelten kiliselerin canı cehenneme. konu açılmışken, İsa'nın da canı cehenneme. paçayı ucuz kurtardı. çarmıhta bir gün, cehennemde hafta sonu boyunca kaldı ve meleklerin ilahileri sonsuza dek onun için söylenecek. Otisville' de yedi yıl yaşamayı denesene İsa!
David Benioff (The 25th Hour)
Hakkı'yla otuz taksitte parasını ödedikleri hantal büfeyi hamallar yüklendiler. Çatı katına çıkan dar merdivenlerden zorlukla yukarı çıkardılar büfeyi. Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Küçük Prens çölü geçerken bir çiçeğe rastladı yalnız.Üç taçyapraklı önemsiz bir çiçekti bu. -Günaydın, dedi Küçük Prens. -Günaydın, dedi çiçek. -İnsanlar nerede? diye kibarca sordu Küçük Prens. Çiçek eskiden bir kervan görmüştü. -İnsanlar mı? diye tekrarladı.Galiba altı yedi tane insan var.Yıllar önce görmüştüm.Ama kim bilir şimdi neredeler?Rüzgarla sürüklenmişlerdir.Kökleri yok, hayatları güç oluyor bu yüzden. -Hoşçakal, dedi Küçük Prens. -Hoşçakal, dedi çicek.
Antoine de Saint-Exupéry
... Türk erkeklerinin bir numaralı özelliği sinirlenince hız yapmalarıdır. Bu yüzden hiçbirisiyle direksiyon başındayken tartışmayacaksın. Her yıl yedi bin kişinin öldüğü kazalarda, aile kavgalarının çok önemli yer tuttuğunu düşünürüm hep. Kadın söylenir adam gaza basar, kadın biraz daha söylenir adam biraz daha gaza basar ve aile yarı bilinçli bir intihara sürüklenir. Olan, arka koltukta oturan ve trafikteki diğer araçlara el sallayan, her şeyden habersiz masum çocuklara olur.
Zülfü Livaneli
Büyük bir yıldız tüm yakıtını (hidrojeni) tükettiğinde sönmeye başlar. Geriye kalanlar, yanmadan kaynaklanan ısıyla ayakta kalamaz, kendi ağırlığıyla çöker, uzayı o kadar güçlü bir biçimde eğer ki gerçek bir deliğe düşer. Bunlar ünlü karadeliklerdir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
Faraday ve Maxwell, Newton'un soğuk dünyasına yeni bir unsur kattı: elektromanyetik alan. Her yere yayılmış, radyo dalgalarını taşıyan, uzayı dolduran, bir gölün yüzeyi gibi titreşip dalgalanabilen ve elektrik kuvvetini "taşıyan" bu alan, gerçek bir olguydu.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Bunun, diye düşündü, sebebini bilmiyorum. Tarihin kurbanları değil vasıtaları olmak istiyorlar. Kendilerini Tanrı' nın gücüyle özdeşleştirip tanrısal olduklarına inanıyorlar. Bu onların temel deliliği. Bir arketip tarafından ele geçirilmişler; egoları psikotik olarak öyle genişlemiş ki kendilerinin nerede başladığını ve tanrısallığın nerede bittiğini anlayamıyorlar. Bu aşırı bir gurur değil; bu egonun mutlak sınırına ulaşması- tapanla tapılanın birbirine karıştırılması. İnsan Tanrı' yı yemedi; Tanrı insanı yedi.
Philip K. Dick (The Man in the High Castle)
... irfanımızın engin harmanının emekçileri ... çoğu ik'le ve tik'le biten daha elli dalda, son iki yüzyıldır ya da daha uzun bir süredir, mükemmeliyetinin o doruğuna doğru emekliyor. Son yedi yıl içindeki gelişmelere bakarak bir tahminde bulunabilirsek, bu doruk ise pek de uzaklarda olmamalı. Bu sonuç gerçekleştiğinde, umulur ki, her türlü yazı son bulacak; her türlü yazının son bulması her türlü okumayı yok edecek; ve zamanla, -her tür bilgi ortadan kalkacak, ve, ardından, her şeye yeni baştan başlamamız gerekecek. Bir başka deyişle, tam başladığımız yere geri döneceğiz.
Laurence Sterne (The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman)
Wittgenstein'ı bu duruma uyarlayacak olursak,dünyamızın sınırlarının,başkalarının bizi anlama sınırları tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz.Elimizde olmadan başkalarının algılarının parametreleri içinde var oluruz- başkalarının bizim komikliğimizi anlama sınırları içinde komiklik yaparız;onların zekası bizim zekamızı,cömertliği cömertliğimizi,ironisi ironimizi belirler.Karakter,hem okura hem de yazara ihtiyaç duyan bir dil gibi işler.Shakespeare, yedi yaşındaki çocuğun gözünde saçmalıktan ibarettir,eğer sadece yedi yaşındakiler tarafından okunacak olursa yedi yaşındaki birinin anlama kapasitesi ölçüsünde takdir edilir.
Alain de Botton (The Romantic Movement: Sex, Shopping, and the Novel)
Gözlerimi yumuyorum ve bir kuş sürüsü görüyorum. Görüntü bir saniye sürüyor, Belki de daha az; kaç kuş gördüğümü bilmiyorum. Sayıları belli miydi? Değil miydi? Bu sorun Tanrı var mı sorusunu akla getiriyor. Eğer Tanrı varsa kuşların sayısı belli, çünkü o kuş gördüğümü biliyor. Tanrı yoksa sayıları belli değil, çünkü bu hesabı kimse yapamaz. Bu durumda (diyelim ki) ondan az, birden fazla sayıda kuş gördüm; ama dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki kuş görmedim. Onla bir arasında bir sayıda, ama dokuz, sekiz, yedi, altı beş vb. değil. Bu tam sayı bilinmez; ergo** Tanrı vardır. **Öyleyse, dolayısıyla "Yaratan" kitabından
Jorge Luis Borges
Kimdi o kedi,zamanın eşyayı örseleyen korkusunda,eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan? Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana ? Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. Yine de, o, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğsüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu düşler maketinin, uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey , iki adımlık yerküre Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben !
Nilgün Marmara (Daktiloya Çekilmiş Şiirler)
Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde- zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi, ve o geldi diye biz sevicimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinlere mi benzer? Bir türlü anlayamadım. Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
yirmi yaşında mektekten kovulmuş Comte. meçhûl bir kadından bir çocuk peydahlamış, arada. meyhaneye girer gibi Saint-Simonizme girmiş. sonra bir başka fahişe bulmuş. kahramanımız yirmi yedi yaşındadır. metres hayatı yaşadığı kadınla evlenmiş resmen, tımarhaneye girmiş, oradan çıkınca bir de dinî nikah yaptırmış. Seine Nehri'ne atmış kendini, kurtarmışlar. nihayet olgunlaşmış, kırk altı yaşında, başka bir fahişe çıkmış karşısına, otuz yaşında bir kadın. 47 yaşında kadıncağızı kaybetmiş. bir biyograf zavallıyı kendisi öldürdü, diyor, yalan yanlış ilaçlar aldırarak öldürdü. dünyanın bütün ülkelerinde böyle bir adamın yeri ya tımarhanedir, ya hapishane. halbuki Auguste Comte düşünce tarihinin baş köşesinde.
Cemil Meriç (Jurnal: 1955-65)
Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasî mânasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman mânasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Merhaba" dedi içeri girince. Yüzünde o bildik, sıcak ama ayartıcı, kendinden emin ama mütevazı, girişken ama çekingen, güzel ama allah'ın belası, zıtların birliği gülüşle. Yüzünde derken, gözlerinde. Adam tam bir gözleriyle gülme uzmanı. Genel olarak da gözleriyle her şeyi yapabilir. Öyle x-ray-ban bir bakışı var ki. Merhaba derken o anki ruh halinden gelmişine geçmişine, yedi sülalene dek her şeyi anladığı hissi veriyor insana. Gözleriyle seni kendine aşık edebilir, çoraplarına kadar soyup yatağa yatırabilir, dünyanın en mutlu kadını yapabilir veya anandan doğduğuna pişman edebilir. Bu gözlerle öyle ortalarda dolanması resmen suç yani, günde kaç kadının kanına giriyor belli değil. Özetle, merhabası her zamanki gibi, en azından birkaç düğme çözdürme gücündeydi...
Zehra Çelenk (Ruhumun Aynası)
Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanın delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
William Faulkner (The Sound and the Fury)
Bir gün buraya dönüp sana katılma teklifini tekrarlarsan muhtemelen kabul ederim Stu.İnsan ırkının laneti bu.Sosyallik.Aslında İsa şunu demeliydi. "Evet,hakikaten,iki ya da üçümüz bir araya geldiğinde bir başkasının canına okuyacak." Sana sosyolojinin bize insan ırkı hakkında bilgiler verdiğini söylememe gerek var mı?Bak şöyle anlatayım.Bana tek başına bir kadın ve ya erkek göster,sana bir aziz göstereyim.Sayıları ikiyi bulursa aşık olurlar.Üç olursa, 'topluluk' adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir.Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler.Sayıları beş olursa biri dışlanır.Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler.Yedi kişi olursa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler.İnsan,Tanrı'nın yeryüzündeki yansıması olabilir,ama insan toplumu,şeytanın yansımasıdır ve daima eve dönmeye çalışır.
Stephen King (The Stand)
Bir cümle ne kadar anlamlı, güzel kurulmuş olursa olsun, ancak tasasız, heyecansız kişileri etkileyebilir. Mutlu ya da mutsuz kişilere her zaman yetmez. Mutlulukla mutsuzluğun en iyi anlatış yolunun çoğunlukla sessizlik olmasının nedeni de budur. Aşıklar birbirini sustukları zaman daha iyi anlarlar, mezar başında söylenen ateşli, duygulu sözler ancak yabancıları etkiler, ölenin arkada bıraktığı karısına, çocuklarına soğuk, yavan gelir.
Anton Chekhov (Köpeğiyle Dolaşan Kadın: Otuz Yedi Seçme Öykü)
1. Göğüslerindeki, bacaklarındaki, belindeki, poposundaki çilleri hatırlıyorsun. Net rakam: iki yüz yirmi üç. Bin iki yüz yedi gün oldu, sayıları iki yüz yirmi üçtü. 2. Sana gönderdiği mesajları yeniden okuyorsun: Çok güzeller, komikler. Uzun paragraflar, canlı, karmaşık cümleler. Sıcak sözler. O senden daha iyi yazıyor. 3. Onu on dakikalığına görmek için beş saat araba kullandığını hatırlıyorsun. On dakika değildi, bütün bir akşamüstüydü ama on dakika olduğunu düşünmek hoşuna gidiyor. 4. Dalgaları, kayaları hatırlıyorsun. Sandaletlerini, ayağındaki yarayı. Gözlerinle bacaklarından kirpiklerine doğru hızla yol alışını hatırlıyorsun. 5. Onunla birlikte olmaya hiç alışamadın. Onsuz olmaya da hiç alışamadın. Sanki kendi kendine konuşur gibi fısıltıyla söylediği şeyi hatırlıyorsun: Her şey yolunda. A) 5 - 1 - 2 - 3 - 4 B) 4 - 5 - 1 - 2 - 3 C) 3 - 4 - 5 - 1 - 2 D) 2 - 3 - 4 - 5 - 1 E) 1 - 2 - 3 - 4 - 5
Alejandro Zambra (Multiple Choice)
Kendimi anında, ince ve uzun boylu olan ve bir o kadar da abartılı hikayeler anlatan, başı belaya giren, gündelik işlerini unutuveren Davy ile özdeşleştirdim. Babası Davy’nin incir çekirdeğini doldurmayacak biri olduğunu düşünüyordu. Sadece yedi yaşındaydım ve bu cümle aklımı başımdan aldı. Babası ne demek istemiş olabilirdi? Geceleri yatağa yattığımda bunu düşünüp durdum. İncir çekirdeği nasıl dolardı? O kadar mı değerli ve önemliydi yani? Herhangi bir şeyin çekirdeği Davy Crockett gibi bir oğlanla aynı değerde olabilir miydi? … Sonunda Davy Crockett’in paha biçilemez biri olduğunu anladım, babası tarafından bile. Tüm eksikliklere rağmen faydalı olabilmek adına delicesine çalıştı ve babasının tüm borçlarını ödedi. Yasak kitabı defalarca okudum, zihnimi beklenmedik yerlere götüren yollarda peşi sıra gittim. Yolda kaybolma ihtimalime karşılık yürürken önüme çıkan ıslak yaprak yığınının arasında bulduğum bir pusulam vardı. Eski ve paslıydı ama hala çalışıyor, yeryüzüyle gökyüzünü birleştiriyordu. Bana nerede durduğumu, batının neresi olduğunu söyledi ama nereye gittiğime ve benim değerime dair tek kelime etmedi.
Patti Smith (M Train)
Aslında fikir şu, er veya geç, dua dudaklardan ve baştan kalpteki bir merkeze iniyor ve, kalp atışlarıyla tam bir uyum halinde, kişinin otomatik bir işlevi oluyor. Derken, bir süre sonra, dua bir kez kalpte otomatik hale geldi mi, o kişinin eşyanın gerçekliği denen şeye girmesi beklenir. Bu konu her iki kitapta da ortaya atılmıyor aslında, ama, Doğu terimleriyle söylersek, bedende çakra adı verilen yedi hassas nokta vardır ve bunlardan kalple en yakından bağlantılı olanına da anahata adı verilir ki, bunun korkunç duyarlı ve güçlü olduğu kabul edilir ve harekete geçirildiği zaman da bu, kendi adına, iki kaş arasında yer alan ve acna adı verilen bir başka merkezi harekete geçirir-bu, epifiz bezidir aslında, daha doğrusu epifiz bezinin etrafını saran bir auradır- ve ardından- tombala, mistiklerin 'üçüncü göz' adını verdikleri bir açılma olur...Hindistan'da Allah bilir kaç yüzyıldır capam diye bilinen bir şeydir bu. Capam, Tanrının beşeri adlarından herhangi birinin tekrarlanmasıdır. Ya da onun insan ya da hayvan biçiminde yeryüzünde vücut bulmalarına- işin tekniğine girersen, avatarlara- verilen adların tekrarlanması. Bunun ardında yatan düşünce şu ki, bu adı yeterince söylersen, eninde sonunda bir cevap alacaksın demektir. Tam cevap da değil aslında, bir karşılık
J.D. Salinger (Franny and Zooey)
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız: "Lâfı bile efilmez, mikroskobik bir zaman." Bana sorarsanız: "On senesi ömrümün." Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene. Bir haftada yaza yaza tükeniverdi. Ona sorarsanız: "Bütün bir hayat." Bana sorarsanız: "Adam sen de, bir iki hafta." Katillikten yatan Osman, ben içeri düştüğümden beri, yedi buçuğu doldurup çıktı, dolaştı dışarlarda bir vakit, sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar, dün mektup geldi, evlenmiş, bir çocuğu doğacakmış baharda. Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar. Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları, rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan. Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan, hala çocuktur. Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde ben içeri düştüğümden beri. Ve bizim hane halkı bilmediğim bir sokakta görmediğim bir evde oturuyor. Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek ben içeri düştüğüm sene. Sonra vesikaya bindi, bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet yumruk kadar, simsiyah bir tayın için. Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız. Ben içeri düştüğüm sene, İKİNCİSİ başlamamıştı henüz. Daşav kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşima'ya. Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman. Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi ÜÇÜNCÜDEN bahsediyor Amerikan doları. Fakat gün ışıdı her şeye rağmen ben içeri düştüğümden beri. Ve "Karanlığın kenarından ONLAR ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular" yarı yarıya. Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştüğüm sene ONLAR için yazdığımı: "Onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar, korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar, ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır." Ve gayrısı, meselâ benim on sene yatmam, lâfü güzaf.
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
80 ihtilali öncesi... Hacıhüsrev. Çocuğum o zamanlar. Devrimci abiler vardı, hava karardıktan sonra cami duvarına yazı yazıyorlardı, ellerinde koca koca Marshall boya kutuları olurdu. Geceleri onları beklerdim, gizli gizli seyrederdim. Bir gece gördüler beni, ne arıyorsun lan burda deyip, çıkıştılar. Ben de onlara boyanız bittiyse boya kutularınızı istiyorum dedim. Niye diye sordular. Darbuka yapacağım abilerim dedim. Gülüp gittiler. Ertesi sabah, camiye benim için darbuka bırakmışlar. Bakırdan, kocaman, güzel bir darbuka... Sonraları sordum o boyacı abilere, kim bıraktı diye... Mahir Çayan'ın emriyle aldıklarını söylediler. O söylemiş arkadaşlarına, çocuğa darbuka alınssın diye... Allahn rahmet eylesin, ilk darbukamı Mahir Çayan almıştı yani... İlk gerçek darbukam oydu." Kim bunları anlatan? Balık Ayhan. Mahir Çayan? Devrimci Öğrenci Lideri. İsrail İstanbul Başkonsolosu'nu kaçıdı, evi basıldı, yaralandı, yakalandı, Meltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı, Ünye radar istasyonunda çalışan iki İngiliz bir Kanadalı teknisyeni kaçırdı, karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un bırakılmasını istedi, Tokat'ın Kızıldere Köyü'nde oldukları tespit edildi, baskın yedi, alnından vurularak öldürüldü. Gel zaman git zaman... Mahir'in darbukası, gariban roman çocuğunun hayatını değiştirmişti. İdealist motiflerle bezenen öykü, Mahirlerin kelleyi kotuğa aldığı dönemlerde araziye uyan entel dantel takımının malzemesi oldu. Mahir'i sokakta görse tanımayacak tipler, romantik manzumeler döşendi. İdealist cenazeler, alabildiğine sömürüldü. "Kardeşim saçmalamayın, dümbeleklik yapmayın" diyenlerin itirazları "ırkçı"lıkla suçlandı. Balık da, işi ilerletmiş, "müzik değil, felsefe yapıyorum" falan demeye başlamıştı. Velhasılıkelam... Balık Ayhan, Balık Ayhan oldu. Gel zaman git zaman... AKP geldi, açılım yapıldı. Devrimci romatizm... Roman'tizme dönüştü. Başbakanımız "kırmızıyı severler, birbirini överler" dedi. "Birbirini överler" lafını duyan Kiboş, dayanamadı, "Çuk yakışıklı adamsın, üstüne tanımam anacım" dedi. Faytoncular Derneği Başkanı ile Kırkpınar cazgırı Pele Mehmet'in manilerinden sonra sahneye çıkan Balık Ayhan, noktayı koydu: "Sen adamın kralısın, kasım kasım Kasımpaşalısın!" E haliyle... Siyasete kulaç attı Balık. AKP'den mebus adayı oldu. Olunca ne oldu? Şu oldu... Yıllar önce "İlk darbukamı Mahir Çayan aldı." diye röportaj verdiği gazeteye, gene röportaj verdi: "Hayatım roman olur. Hayatımın film olması için yazdığım senaryolar var. Hatta, ilk darbukamı Mahir Çayan aldı diye yazdım, herkes gerçek sandı. Oysa senaryoydu!" Atasın palavracıkları... Kafalayasın medyacıkları. Enteller alkışlarken... "Beni Mahir Abi yarattı." Takunyalılar alkışlarken... "Mahir falan tanımam anacım." Sayfa:265-267
Yılmaz Özdil
Genel isteme aradığı yolu göstermeli,onun özel istemlerin aldatıcı etkisinden korumalı, başka zamanlarda ve yerlerde ki olayları birbiriyle kıyaslatmalı, önündeki yararların çekiciliği ile uzak ve gizli kötülüklerin tehlikesini karşılaştırmalı. Tek tek kişiler iyiliği görürler, ama teperler onu, Halksa iyiliği ister ama görmez. Birini, istemini aklına uydurmaya zorlamalı, öbürünün de ne istediğini bilmesini öğretmeli. İşte o zaman halkın aydınlanması sonucu olarak politik bütünde akılla istem birleşir ve böylece taraflar elbirliği eder, politik bütün de gücünün en yüksek noktasına varır. Yasacıya olan gereksinim işte buradan gelir.” “Uluslara uygun gelecek en iyi toplum kurallarını bulup çıkarmak için, insanların bütün tutkularından geçtiği halde hiçbirine kapılmayan, insan doğasını adamakıllı bildiği halde, onunla hiçbir ilişkisi olmayan üstün bir zeka gerekir. Öyle bir zeka ki mutluluğu bizimkine bağlı olmamakla birlikte, mutluluğumuz için çalışmayı istesin ve zamanın akışı içinde, uzak bir onur payıyla yetinsin, bir yüzyılda çalışıp, bir başka yüzyılda keyfedebilsin.” “Bir ulus ancak yasaları çökmeye başladığı zaman ün kazanmaya başlar.” “Büyük bir krala binde bir rastlandığı doğruysa, büyük bir yasacıya ne kadar az rastlanılacağını varın kıyaslayın. Kralın yapacağı şey, yasacının göstereceği örneğe göre davranmaktır sadece. Yasacı makineyi bulan mühendistir, kralsa onu kurup işleten bir işçiden başka bir şey değildir” “Toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar, sonra da kurumlar başları yetiştirir.” Motesquieu “Her yurttaş tek başına bir hiçse, ancak öbür yurttaşlarla birlikte bir şey yapabiliyorsa ve bütünün elde ettiği güç bütün bireylerin doğal gücüne eşit yada ondan üstünse, işte o zaman yasa koyma işi ulaşabileceği en yüksek olgunluğa varmış demektir.” “Gerçekte hiçbir memlekette olağanüstü bir yasacı yoktur ki, tanrıya başvurmuş olmasın; yoksa koyduğu yasaları kimse kabul etmezdi. Gerçekte bilge kişinin bildiği pek çok yararlı bilgi vardır. Ama bu bilgilerde başkalarını inandıracak ölçüde açık birtakım nedenler yoktur.” (Machiavelli) “Politikayla dinin aynı amacı olduğu sanısına kapılmamalı. Ulusların ilk kuruluş günlerinde bunlardan biri öbürüne sadece aracılık eder.” “Özgürlük elde edilebilir ama, kaybedildiği zaman bir daha ele geçmez artık.” “Devleti insanlar kurar, insanları da toprak besler. Halkın geçinmesine yetecek kadar toprak, toprağın besleyebileceği kadar da insan bulunacak. Toprak gereğinden çok olursa savunma savaşlarına yol açar. Toprak yeter ölçüde değilse saldırı savaşlarına götürür.” “Eski bir ulusun dayanıklılığı ile, yeni bir ulusun uysallığını birleştiren bir ulus yasa koymaya elverişlidir.” “Her yasama sisteminin yararı ÖZGÜRLÜK ve EŞİTLİK tir.” “Meksika İmparatorluğunun toprakları içinde sıkışıp kalmış olan Thlascala Cumhuriyeti, Meksikalılardan tuz satın almaktansa hiç tuz kullanmamaya karar vermiş, hatta bedava bile almamıştı. Çünkü bu cömertliğin altındaki tuzağı gördüler, özgür yaşadılar ve büyük imparatorluğun içinde kapalı kalan bu küçük devlet sonunda Meksikanın başını yedi.” “Eşitlik denildiğinde, güç ve zenginlik derecelerinin herkes için aynı olması değil, bu gücün hiçbir zorbalığa kaçmaması ve ancak mevki ve yasalar gerektikçe kullanılması, varlık bakımından da hiçbir yurttaşın ne başkasını satın alacak kadar zengin, nede kendini satmak zorunda kalacak kadar yoksul olmaması gerektiği anlaşılmalıdır. Bu da büyüklerin mal mülk ve saygınlık, küçüklerinde cimrilik ve açgözlülük bakımından ölçülü olmalarını gerektirir.” “Devleti sağlamlaştırmak için ne çok varlıkların bulunmasına göz yumun nede çok yoksulların. İki ucu elden geldiğince birbirine yaklaştırın. Birbirinden ayrılamayan bu iki durum ortak yarara aynı ölçüde zararlıdır. Birinden zorbalığı kışkırtanlar, öbüründen de zorbalar çıkar. Halk özgürlüğünün alım satımı hep bunlar arasında olur, bir satın alır, biride satar.
Jean-Jacques Rousseau (The Social Contract)
Tek başıma da kalsam, dünyanın bütün hükümetleri ve onlara oy verenler bana karşı da olsa, dünyanın bütün hükümetlerine karşı ayaklananlar ve onlara destek verenler bana karşı da olsa; bütün dünya, yedi milyar küsur insan tek tek bana karşı da olsa, yedi milyar küsur insan tek tek bana gıcık da olsa, Hindistan ormanlarındaki filler bile bana gıcık olsa, bir tek kız kardeşim hak versin bana.
Emrah Serbes (Deliduman)
Allah sizi sürüm sürüm süründürsün! Yetmiş yerde yetmiş türlü belaya tuş olasınız da can verip kurtulamayasınız! Hepinizin yedi ceddine lanet olsun! Gözünüzün elifi sönsün! Ocağınız tütmez olsun! Ömrünüz âhla vâhla geçsin! Kolunuz çolak başınız kabak olsun! Allah size bilinmez dertler versin! Can evinize kurşun rastlasın! Zindanlarda leşiniz kalsın! Tuttuğunuz oruç boşa gitsin! Kanlı kefenleriniz elime geçsin! Bre zalimler!
Anonymous
itibaren artık reis bile değilsin! Seni buradan atıyorum. Artık tayfayla birlikte baş kasarada kalacaksın. Âdi bir gabyar gibi, seyir güvertesine adım bile atamayacaksın. Bunu böyle bil! Nuh! Nuh!" İhtiyar marangoz kapıyı açınca Efendimiz kükredi: "Çağır nöbetçilerden ikisini. Atın bu adamı dışarı!" Güverte nöbetçileri gelip kendisini yaka paça dışarı atarlarken Ali Reis haykırıyordu: "Asıl sen şunu bil ki nerede olursam olayım, seçtiğin bu adamı düşman belleyeceğim. Hazreti İbrahim'i yakmayan ateşe ve cehenneme, yeni doğan hilâle ve batan güneşe, yedi kat göğe ve parlayan bütün yıldızlara, karanlık geceye ve aydınlık güne, kara bulutlara ve yıldırımlara and olsun ki onu mahvetmek için elimden geleni yapacağım. Bu konuda seninle bahse bile tutuşabilirim! Çıktığımız şu uğursuz seferin sonuna kadar süre ver bana! İşte o zaman göreceksin, kendine vekil seçtiğin bu yaratığın ne mal olduğunu!
Anonymous
Türkiye yedi yılda bir kriz yaşıyor. 1994, 2001, 2008 ve 2015. Bakalım 2022 nasıl olacak? Kriz zamanlarından önce gayrimenkul satmak ve likit kalmak çok önemlidir. Çok büyük yatırımlar yapıp bundan çıkma zamanı geldiğinde işin değeri on katına çıkmış olsa bile bundan çıkamayan insanlar gördüm.
Haluk Ziya Türkmen (Milyon Dolarlık Sözler)
Bir: Tanrı demek, fedakarlık demektir. Bu dünyada acı çek, öteki dünyada mutlu olursun. İki: Eğlenen insanlar çocuk gibidir. Sen her zaman huysuz ol. Üç: Bizden fazla deneyimi olan insanlar, bizim için neyin iyi olacağını bilirler. Dört: Görevimiz, başkalarını mutlu etmektir. Büyük özverilerde bulunmak zorunda kalsak da onları hoşnut kılmalıyız.. Beş: Mutluluk kadehinden içmemeliyiz; ondan hoşalanabiliriz ama onu her zaman elde edemeyebiliriz. Altı: Bütün cezaları kabul etmeliyiz. Suçluyuz. Yedi: Korku bir uyarıdır. Riske atılmamalıyız. Bunlar, hiçbir ışığın savaşçısının uyamayacağı emirlerdir.
Paulo Coelho
Son derece yumuşak başlı bir yaradılışım vardır. Arzularım şunlar; mütevazı bir kulübe, sazdan dam fakat iyi bir yatak ve yemek, tazecik süt ve tereyağı, pencerede çiçekler, kapının önünde birkaç güzel ağaç; ve yüce Tanrı beni tam anlamıyla mutlu kılmak istiyorsa, bu ağaçalarda şöyle altı-yedi düşmanımın sallandığını görme sevinci verir bana. Ölmelerinden önce, mütessir bir halde, bana yaşamda çektirmiş olduklarının hepsini affedeceğim. Evet, insan düşmanlarını affetmelidir fakat ancak onlar asıldıktan sonra.
Henrich Heine
Bizim tefeci-bezirgân finans-kapital toplumu burjuvazinin özgür girişimi, ilerici, özgürlükçü aşamasını tatmadı. Batılı aydının geçmişinde, burjuvazinin, batı burjuvazisinin ilerici çağının büyükleri yatıyor. Bacon var, Descartes var, Montaigne, Rabelais, Diderot var o düşüncenin temelinde. Bizde kapitalizm en gerici yanıyla, tekelci biçimde, finans-kapitalizmi olarak geldi çöktü yedi bin yıllık Babil artığı tefeci-bezirgân toplumumuza. Kırım Harbi’nden bu yana, örtülü ya da açıkça para babalarının elindedir kapılar. Kapayıverirler. Aydın işsizlik korkusunda, açlık korkusunda, can korkusunda. Öyle büyümüş ki bu korku; nedeni, türü, nerden, nasıl çıktığı da unutulmuş da salt korku kalmış. Put olmuş korku, beyinleri sınırlıyor.
Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına)
Nazım'ın bir Paris gezisinde yaşanan müthiş bir olay var: O zamanlar Abidin Dinolar Seine Nehri kıyısında, asansörsüz bir evin yedinci katında oturuyorlarmış. Moskova'dan gelecek olan büyük şaire, güzel bir memleket sofrası hazırlamışlar ama kalp hastası olduğu için o yedi katı çıkmasından kaygılanıyorlarmış. Şöyle bir çözüm bulmuşlar sonunda: Her kata iki sandalye yerleştirmişler. Yaşar Kemal, Nazım'ı getirecek, sonra her katta mola vererek anlattığı hikayelerle onu oyalayacak, böylece Nazım'ın merdivenleri dinlene dinlene çıkması sağlanacakmış. Öyle de olmuş. Yaşar Abi memleket hasretiyle içi yanan Nazım'a her katta hikayeler anlatmış. Bu olay bende hayranlık uyandırmıştır hep; ne güzel roman olur diye düşünmüşümdür. Adı belli: Yedi Kat Hikayeleri. Bölümler de belli: Birinci Kat, İkinci Kat, Üçüncü Kat... Keşke yazsaydı.
Zülfü Livaneli (Gözüyle Kartal Avlayan Yazar: Yaşar Kemal)
On küçük Zenci yemeğe gitti, Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz. Dokuz küçük Zenci geç yattı, Sabah biri uyanmadı. Kaldı sekiz. Sekiz küçük Zenci Devon'u gezdi, Biri geri dönmedi. Kaldı yedi. Yedi küçük Zenci odun yardı, Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı. Altı küçük Zenci bal aradı, Birini arı soktu. Kaldı beş. Beş küçük Zenci mahkemeye gitti, Biri idama mahkûm oldu. Kaldı dört. Dört küçük Zenci yüzmeye gitti, Birini balık yuttu. Kaldı üç. Üç küçük Zenci ormana gitti, Birini ayı kaptı. Kaldı iki. İki küçük Zenci güneşte oturdu, Birini güneş çarptı. Kaldı bir Zenci. Bir küçük Zenci yapayalnız kaldı. Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.
Agatha Christie (And Then There Were None)
Mustafa kahve yap bize oğlum... Lan ne rahat adamsın!" Gökdeniz'in söylenmesi ile mutfağa geçen Mustafa, giderayak homurdanıyordu. "Şu evlilik işi bir an evvel olsun bari de, bu işlerden kurtaralım. .." O anda kafasına yedi yastığı adam. "Az ye de uşak tut lan!" Ve içeriden son isyan geldi... "Abi tutacaktım tutturmadın ya, istemem diye!
Öykü Odabaş Kanneci (Paluri)
Uyuşukluğuma, şişmiş gözlerime, karnıma, mağaradan henüz çıktığım havasına karşın, durmadım asla. Acelem var. Her zaman acelem vardı. Vızıldar gece gündüz, kafatasımda, arı. Zıplarım sabahtan akşama, uykudan uyanışa, kargaşadan yalnızlığa, şafaktan alacakaranlığa. İşe yaramaz, her bir mevsimin, zengin masasını sunması bana; işe yaramaz, şafak ötüşü kanaryanın, yazın bir nehir gibi sevimli yatak, o ergenlik ve gözyaşı, sonbaharda kesilmeye yüz tutan. Boşunadır öğle ve billur sapı, onu süzen yeşil yapraklar, onu saymayan taşlar, yontan gölgeler. Hızlandırıyor beni, yavaş yavaş, tüm bu bolluklar. Gidiyorum ve uçuyorum, dönüyor ve yatıp yuvarlanıyorum, çıkıyor ve giriyorum, görünüyorum, müzik dinliyorum, kaşınıyorum, düşünüyorum, benle konuşuyorum, beddua ediyorum, giysi değiştiriyorum, güle güle diyorum ne olduğuma, olacak olanla vakit geçiriyorum. Durduramaz beni hiç bir şey. Acelem var, gidiyorum. Nereye? Bilmiyorum, hiç bir şey bilmiyorum –yerimde olmadığım dışında. Farkına vardım, gözlerimi açtığımdan beri, yerimin burası, bulunduğum yer olmadığının, şu an ve başka zaman asla olmadığım bir yer olsa da. Boş bir yer var bir yerlerde ve benimle dolacak o boşluk ve ben oturacağım o oyukta, benimle taşan duygusuzca, benimle dolan, bir kaynağa ya da fıskiyeye dönene dek. Ve kendisiyle dolacak, boşluğum, şu an bulunduğum boşluğum benim, varlıkla dolu, kıyılara dek. Acelem var olmak için. Arkamdan koşuyorum, yerimin arkasından, arkasından oyuğumun. Kim ayırdı benim için bu yeri? Nasıl çağrılır kaderim? Kimdir ve nedir hareketlendiren beni ve kimdir ve nedir kendisini ve beni bütünlemesi için bekleyen, varışımı? Bilmiyorum, acelem var. Kalkmasam da sandalyemden, doğrulmasam da yatağımdan. Dönüp dönüp dursam da kafesimde. Bir isimle çivilenmiş, bir işaretle, bir tikle, kıpırdanıyorum ve tekrar kıpırdanıyorum. Bu ev, bu arkadaşlar, bu memleketler, bu eller, bu ağız, nereden gelir bilmediğim, önceden uyarmadan açılan ve beni göğsümden vuran bu görüntüyü oluşturan bu harfler, benim yerim değiller. Ne bu ne o, yerimdir benim. Tel ağıdır, duvardır, bütün beni tutan ve kendimi tutuşumu tutan. Hepsinden fırlar acelem. Vücudunu veriyor bana bu vücud, yedi dalga, yedi çıplaklık, yedi gülüş, yedi beyaz köpük çekiyor içinden bu deniz. Teşekkürlerimi sunuyorum ve açılıyorum. Evet, çok eğlenceliydi gezinti, öğreticiydi sohbet, erkendi yine de, görev bitmedi ve sonucu bilmekte hiç bir şekilde gözüm yok. Üzgünüm: acelem var. Acelemden bağımsız olmaya can atıyorum, acelem var yatağa uzanmaya ve kalkmaya, güle güle demeden: acelem var.
Ulaş Başar Gezgin (¿Águila o Sol?)
insan on altı-on yedi yaşında nasıl bu asılış arzusunu duyabilir kendini asmanın dışında, hiç anlamadım. insan yirmi yaşında nasıl muhabir, eczacı, koca... olmaya razı olur, nasıl ister anlamadım. ben peygamber olmak istiyordum, ya da hiçbir şey. ama olamadığım peygamber olamamak olsun istiyordum bir yandan da. s.17
Şule Gürbüz (Zamanın Farkında)
Einstein'ın denklemi uzayın durağan olamayacağını, genişlemek zorunda olduğunu gösterir. (...) Aynı denklem genişlemenin minicik ve çok sıcak genç bir evrenin patlamasıyla tetiklendiğini de öngörür: Bu da Büyük Patlama'dır.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Heisenberg elektronların her zaman var olmadığını düşünüyordu. Elektronlar yalnızca biri ona baktığında ya da daha doğru bir ifadeyle, bir başka şeyler etkileştiklerinde var olur. Bir şeye çarptıklarında, hesaplanabilir bir olasılıkla, bir yerde maddeleşirler. Bir yörüngeden diğerine meydana gelen "kuantum sıçramaları", onların gerçek olabilmeleri için tek yoldur: Bir elektron, bir etkileşimden diğerine sıçramaların bütünüdür. Kimse onu rahatsız etmediğinde hiçbir belirli yerde değildir. Herhangi bir konumda bulunmaz.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Çevremizdeki uzayda hareket eden her şeyi oluşturan unsurlar elektronlar kuarklar, fotonlar ve gluonlardır. Bunlar parçacık fiziğinin araştırdığı "temel parçacıklar"dır.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Uzay - zamanın kuantum dalgalanmalarının yarattığı basıncın maddenin ağırlığını dengelediği bir yıldızın yaşamının bu varsayımsal sona erme durumuna "Planck yıldızı" adı verilir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Geçmiş ile gelecek arasındaki fark yalnızca ısı söz konusu olduğu zaman vardır. Geleceği geçmişten ayıran temel olay, ısının daha sıcak nesnelerden daha soğuk nesnelere geçmesidir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Dolayısıyla olasılık, cisimlerin değişimiyle ilgili değildir. Başka cisimlerle etkileştiklerinde, cisimlerin özellik alt sınıflarının değerlerinin değişimiyle ilgilidir.
Carlo Rovelli (Fizik Üzerine Yedi Kisa Ders)
Risale-i Nurların Önemi Said Nursi'nin yazdıklan, Risale-i Nur adı altında derlenerek yayınlanmıştır. Bunlar, Said-i Nursi'nin başlattığı Nurculuk tarikatının (veya Ceza Kanunu hükümlerine çarpmayacak bir deyimle, akımının) temel kaynaklarını oluşturmuştur. Said Nursi, Kuran'ın çeşitli ayetlerinde Risale-­i Nurların haber verildiği kanısındadır. Hicr Suresi'nin 87'nci ayetinde "And olsun ki, sana her zaman tekrarlanan yedi ayetli Fatihayı ve büyük Kuran'ı verdik" denilmektedir. Nursi'ye göre, burada da Risale-i Nur'a işaret ediliyormuş. Said Nursi'nin ve nurcuların Risale-i Nurlara atfettikleri önemin sınırı yoktur. Nursi'ye göre, İkinci Dünya Savaşı'na girmemizi önleyen Risale-i Nur olmuştur; Risale-i Nur okuyanların evi yangından kurtulur; Risale-i Nur'u çekirgeler, kuşlar bile dinler. Said-i Nursi bununla da kalmamakta, Risale-i Nurları sanki Kuran ile eşdeğerli veya onun benzeri bir kaynak olarak belirlemektedir. Risale-i Nur'un, Said Nursi'ye Allah tarafından verildiği ileri sürülmektedir. Oysa, İslam'da Tanrı tarafından verildiğine inanılan kutsal kitapların sonuncusu Kuran'dır ve İslam'ın Peygamberine verilmiştir. Said Nursi'ye göre "Kur'an'ı Kerim'in ruhu, Risale-i Nur'un cesedine girmiştir"; ve Risale-i Nur, Kur'an'ın bir aynasıdır". Öte yandan, nurcular inanırlar ki "Risale-i Nur, Kur'an'ı Kerim'den süzülmüştür"; ondan bir "sızıntı"dır. Rusale-i Nur hakkında ortaya konulan bu değerlendirmelerin, Tanrı "kelam"ı olduğuna inanılan Kuran'a eşit veya ortak olan bir başka şeyin varlığına inanmak anlamına geldiği açıktır. Böylece, Peygambere ve Kuran'a "şirk" koşulmuş; yani, İslamiyet'in en büyük günah saydığı bir fiil işlenmiş olmaktadır. Çünkü, İslam'ın temel inançlarına göre, Hazret-i Muhammet en son peygamberdir ve Kuran, eşsizdir, benzeri yoktur. Bu nedenledir ki Nurculuğu İslam dininden ayrılmış veya sapmış bir akım olarak görenler, açık ve kesin bir haklılık kazanmış olmaktadırlar.
Alpaslan Işıklı (Said Nursi Fethullah Gülen ve Laik Sempatizanları)
Alevi dedeleri bir dönem biraz gevşemişti, bilen bilir... Biz Malatyalılar'da da vardır böyle dede hikayeleri. Dersim'de dede evin gelinine gözünü dikmiştir. Akşam eve gider. Dedenin onuruna yemek verecektir genç çift. Ve tabii gelin anlar durumu. Kocası komşulara daveti haber vermeye gidince başlar dedeyle sual etmeye: - Dede bir insan kirvesine gönül verse ne olur? - Haşa de, o nasıl söz, hiç öyle şey olur mu? - Dede bir insan peki pirine gönül verse ne olur? - Haşaa o nasıl söz? - Peki bir insan dedesine gönül verse ne olur? - Ohooo, sen cennetin yolunu bulmuşsun! Dede boyle hınzır gülünce, genç kadın elindeki kepçeyle dedenin kafasına bir tane indirir. Komşular da gelmeye başlarlar. Sofa indirilir, herkes dededen icazet bekler yemek için. Dede küsmüştür, yemez. Cemaat ısrar edince gelin dayanamaz, "O sizden önce bir kepçe yedi" der. İşte Dersim., Her şeyiyle, meşeleri, yılanları, gülen yüzü, efsaneleri ve evliyalarıyla...
Evrim Alataş (Biz Bu Dağın Çiçeğiydik...)
Felsefe Penceresinden Ülkücülerin/cemaatlerin güdümünde hareket eden Patronu Savaş Yanık, hiç tanımadığı Onun yedi günlük nişanlısı hakkında, Şizofren iftirası attı. Bu iftiraya maruz kalan zat da Patron ve metres ilişkisini öğrendi; Ve parmağındaki nişan yüzüğünü attı. Düşünen – sorgulayan halk da Patron ve metres ilişkisinin farkına vardı; Ve ikisini lanetledi. Bu rezalet daha dün gibi kafalarda; Hafızalarda hiç silinmedi. Deniz Sarıtop
Deniz Sarıtop
Vaktiyle Avrupa'ya gidip geldikçe memleket sınırlarından içeri girerken şapkamızı bavula koyar, buruşuk fesimizi çıkarıp başımıza geçirirdik. Şimdi de Anadolu yolculuğuna çıkan memur, asker veya eğitmen kadınları, eğer kocaları içtimai hürriyet kahramanı kesilmeye karar vermemişlerse, şapkalarını hatta açık kollu esvaplarını evlerinde bırakmaktadırlar. Geçen gün bir askerimiz bana, yedi sekiz yaşlarında adırlar. açık kollu esvap giydiği için, İstanbul'a pek de uzak olmayan bir vilayet merkezinde tecavüze uğradığını söylemiştir. Pekiyi bu halk, eski halk değil mi? Halkta değişen bir şey yok. İrtica, saldırıcıdır. Onun için vicdan hürriyeti demek, işte bu tecavüz hürriyeti demektir. Din, özürlüye oruç tutmamakta izin verir. İrtica, vermez.
Falih Rıfkı Atay (Niçin Kurtulmamak?)
BÖLÜM 80 Bayezid Han oğlu Sultan Mehmed Han'ın fani dünyadan sonsuzluk sarayına yürüdüğü zaman, oğul ve kızları kaç tane idi. Padişah olduktan sonra nasıl vefat etti bunları bildirip açıklar. Sultan Mehmed'in dört oğluyla yedi kızı kaldı. Kendisi Edirne'de vefat etti. Başını yastığa kor komaz vezirlerini topladı. "Çabuk büyük oğlum Murad'ı getirin." dedi. Derhal o saatte Çaşnigirbaşı Elvan Bey'i gönderdiler. Padişah, "Ben artık bu döşekten kalkmam ve Murad Han gelmeden ölürüm, memleket birbirine girmeden, bu işlerin çaresine bakın. Murad Han gelinceye kadar da benim ölümümü duyurmayın." dedi. Vezirleri Hacı İvaz Paşa, Bayezid Paşa ve İbrahim Paşa bir yere toplanıp, "Eğer durum böyle olursa ne yapmak gerek?" diye birbirlerine danıştılar. Kapının hafiflemesi için Hacı İvaz Paşa, "Geliniz, kulu maslahata gönderelim, ondan sonra bir çaresine bakarız." dedi. Hemen divanı topladılar ve "Padişahımız İzmiroğlu'nun üzerine sefere çıkıyor ve kulum olanlar gitsin Anadolu beylerbeyiyle Biga'da buluşsunlar dedi. Hiç vakit kaybetmeden çıkın." dediler. Ayrıca ulufelerini verdiler. Anadolu beylerbeyine de, "Çabuk orduyu Biga'da topla." diye haber gönderdiler. Askeri eğlemeden hemen gönderdiler, gitti. Amma her gün kapıda divan toplayıp sancak ve tımar verip almalar ve çeşitli işlerin görülmesi, doktorların girip çıkmaları ve bunların tedavi yönüyle paşalardan, padişaha ilaç etmek için, çeşit çeşit otlar istedikleri görülüyordu. Diğer yandan durmadan çaşnigirbaşı Elvan Bey'e, "Üzerine aldığın vazifeyi yerine getir." diye posta çıkarmaları dikkat çekiyordu. Bir gün asker toplanıp paşaların üzerine gelerek, "Padişahımız nerede, ne oldu? Hiç çıkmıyor." dediler. Buna karşı paşalar da, "Bu hekimler çıkmaya bırakmıyorlar." cevabını verdiler. Ağalara da tehditle, "Elbette girer, padişahımızı görürüz." dediler. Hacı İvaz Paşa, "Şimdi bugün sabredin, yarın çıkaralım, gelip görün" dedi. Acemden gelmiş Gûrdüzen adında bir hekim vardı. Yıldırım Han'ın da hekimi idi. Gidip bir çare düşündü. Meyyitin arkasına bir oğlan oturttu. Ustaca bir şey düzdü. Oğlan meyyitin arkasında oturup ölünün elini hareket ettirdi. Ölü kendi eliyle sakalını okşayıp sıvar durumda görüldü. Hekim gelip tülbentini yere vurarak paşalara, "Padişahı iyi olması için kendi haline bırakmazsınız ki. Bizim nice zamandır çalışıp yaptıklarımızı boşa giderirsiniz." dedi. Bu durumda paşalar ağalara, "Yüce Allah sağlık versin, Biz Tanrı'dan ümidimizi kesmiş değiliz." dediler. Ağalar da padişahın kendi eliyle sakalım tuttuğunu ve okşadığını görünce gidip kendi işlerine baktılar. Sonra paşalarla hekim, padişahın koluna girerek alıp saraya götürdüler. Şiir Âlem yine bin çeşit yüzle göründü, İnsanlar artık karış murış olacaklar. Bu diller yeni sözler söyleyecek, Bu kalem de yeni bir defter yazacaktır. Neşe ve sıkıntı koşulup geldiler; Sevinç ve gönül hoşluğuna üzüntü ve keder de yoldaş olur. Nakkaş, yaratan Allah dünyanın nakışlarını böyle işledi. Bu, gece olsun gündüz olsun aynı şekilde nakışlandı. Murad Han padişah olup tahta kavuşunca, Pek çok sözler ve söyleyenler susup dilsiz kesildi.
Âşıkpaşazâde (Tevarih-i Al-i Osman)
Geçenlerde, âdet döngüsünün etkisiyle ruh hali diplere vurmuş bir arkadaşım, yorgun bir gülümsemeyle bana şöyle dedi: "Biliyorsun, her ay birkaç gün boyunca ben, ben değilim." Kendisi de bir nörobilimci olan bu arkadaşım, sonra bir an durdu, düşündü ve devam etti: "Ya da belki ben gerçekte buyum ve ayın geri kalan yirmi yedi gününde de başka biriyim." İkimiz de güldük. Kendisini, vücudundaki kimyasalların bir toplamı olarak görmek, onu hiçbir şekilde ürkütmüyordu. Kendisini 'kim' olarak gördüğümüzün, zamansal bir ortalamaya bağlı olduğunun farkındaydı.
David Eagleman (Incognito: The Secret Lives of the Brain)
-Evet,Türk an’anesinde üçler kutlu bir rakamdır. Bir Türk ihtiyarı, bir Türk kadını, bir de Türk delikanlısı birleşince üçler doğar… Bu üçlerin doğuşu istiklalin ilk temel taşıdır. Üçler, yedi olursa silahlanır, dağa çıkarlar… Yediler dağda kırklar olursa, düşmanla savaşa başlarlar… Üçlere yedilere kırklara bütün bir millet karışır… Halk bütün inancıyla bu davaya karıştığı gün… Halkın dilediği olur…. Halkın sesi Tanrı’nın sesidir.!
Enver Behnan Şapolyo (Yayla Gülü)
Geçenlerde, adet döngüsünün etkisiyle ruh hali diplere vurmuş bir arkadaşım, yorgun bir gülümsemeyle bana şöyle dedi: "Biliyorsun, her ayın birkaç gün boyunca ben, ben değilim." Kendisi de bir nörobilimci olan bu arkadaşım, sonra bir an durdu, düşündü ve devam etti: "Ya da belki ben gerçekte buyum ve ayın geri kalan yedi gününde de başka biriyim." İkimiz de güldük. Kendisini, vücudundaki kimyasalların bir toplamı olarak görmek, onu hiçbir şekilde ürkütmüyordu. Kendisini kim olarak gördüğümüzün, zamansal bir ortalamaya bağlı olduğunun farkındaydı. Tüm bunlar özbenliğimizle ilgili tuhaf denebilecek bir anlayışa götürür bizi. Biyolojik çorbamızda müdahale edemediğimiz dalgalanmalar nedeniyle kendimizi kimi günler diğer günlere göre daha sinirli, esprili, hoşsohbet, sakin, enerji dolu ya da akıllı bulabiliyoruz. İç yaşamımız ve dış davranışlarımız, ne doğrudan bir tanışıklığımız ne de doğrudan bir erişimimiz olan biyolojik kokteyllerce yönlendiriliyor.
David Eagleman (Incognito: The Secret Lives of the Brain)
Seyyah-ı alem nedim-i beni-adem Evliya Çelebi, XVII yüzyılda, üç kıtada, yedi iklimde,on sekiz padişahlıkta, yaklaşık yirmi beş milyon kilometrekarelik bir coğrafyada dolaşarak yazdığı Seyahatname’yi dünya kültürüne miras bırakıp son yolculuğuna çıktı. Sessiz sedasız… Bir de dileğimiz var… Gördüğü rüyada şefaat dileyecekken seyahat isteyen ve dünyayı dolaşan Evliya Çelebi’nin ebedi hayata giden bu son yolcuğunda çok sevdiği Peygamberimiz Hz.Muhammed’in şefaatine nail olması… Evliya kuluna şefaat ya Resullallah.
Şükrü Halûk Akalın (Seyyâh-ı Âlem Evliya Çelebi)
Bir dakika bekle, " dedi Naturelle. Mutfağa gidince Monty de gözleri kapalı bir halde, ağırlığını bir ayağından diğerine aktararak beklemeye koyuldu. Mutfaktaki musluktan sanki uzaklardan bir yerlerden bir alkış sesi geliyormuşçasına su damlıyordu. Naturelle elinde bir torba dolusu buzla gelip, torbayı Monty'nin yanağına bastırmasını işaret etti. Bir süre hiç kıpırdamadılar. Naturelle elini Monty'ninkinin üzerine koyup, bir süre bekledi. Monty kadının kendisine sımsıkı sarılmasını, kulağına kimsenin kendilerini bulamayacağı bir yer bildiğini fısıldamasını diliyordu. Ona arkasından geleceğine, Otisville' de bir iş bulup her hafta onu ziyaret edeceğine söz vermesini istiyordu. Yedi senenin kötü bir rüya gibi geçeceğini sonra yeniden birbirlerine kavuşacaklarını, önlerinde daha upuzun bir ömür olduğunu, filan söylemesini bekliyordu. Naturelle hiçbir şey söylemedi Monty de öyle. Sonunda Monty baş sallayıp, dönerek kapıyı arkasından kapattı. Poşeti ters çevirip içindeki buzların üç kat aşağı düşüşünü izledi. Sonra poşeti cebine koydu.
David Benioff (The 25th Hour)
Bu beceri setine Yedi Ölümcül Anahtar adını veriyorum - sağduyuyla ve dikkatle uygulandığında istediklerimize ulaşmamızda bize yardım edecek, modern yaşamın sorunlarına tepki vermektense yanıt vermemizi sağlayacak, bizi kötü biri haline getirmeden görünüşümüzü dize gelenden dize getirene dönüştürecek olan psikopatlığın yedi çekirdek ilkesi: Acımasızlık, Cazibe, Odaklanma, Zihinsel Sağlamlık, Korkusuzluk, Farkındalık, Eylem.
Kevin Dutton (The Wisdom of Psychopaths: What Saints, Spies, and Serial Killers Can Teach Us About Success)
Kârun. Hazreti Allah (C.C.) onu Kur'an'da uzun uzun buyurmuştur. Alabildiğine servet sahibi olanlara ne ibretli bir derstir. Hayatı yalnız zengin olma, şımarma emretme, çalım satma, gurur sahnesi sayanlar, akibetlerini bu adamda görebilirler. O en bilgindi. Madeni altın yapardı. Hazinelerinin anahtarlarını kırktan fazla katır taşıyamazdı. Lakin içten gelen kulluk olmadıktan, zekat vermekten çekindikten sonra neye yarardı bunlar. İlim, su yüzüne yazılmış kadar dağılıverirdi. Servet taşlaşırdı. Nitekim öyle oldu. Kârun, övündüğü herşeyiyle beraber yerin yedi kat dibine, cehennemine gömüldü. Bir de yine Kârun'a benzer, pek ibretlenecek ikinci bir adam var. Bel'am. Basur oğlu Bel'am. Bel'am bir avuç servet uğruna, onu kışkırtanlar tarafından Hz. Musa (A.S.)a beddua etmekten, iftirada bulunmaktan çekinmedi. Hz. Allah (C.C.) onun dilini ağzından dışarıya sarkıttı. Soluya soluya dolaşmaya mahkum etti. Bundan mütenebbih olmadı Bel'am, sapıklara kaçtı. Onların vaadettikleri servetlere imrendi. Hz. Yuşâ (A.S.)ın ordusuna beddua etmeye söz verdi. Lakin dili dolaştı, sapıklara yaptı bedduayı. Ve yine o dili göbeğine kadar uzadı. Soluya soluya sürünmesi arttı. İlk görünüşte Bel'am'ın başına gelenler basit sanılır. Hayır. O, lanete uğramış yahudilerin örneğinin ta kendisidir. Hz. Allah (C.C.) onlara az mı lütuflarda bulunmuştu! Bunları hep şerde kullandılar. Üç bin yıldan beri her biri birer Basur oğlu Bel'am'dılar. Yeryüzünde dilleri, yani fitne ve fesatları göbeklerine kadar sarka sarka, avare avare dolaşmakta ve solumaktadırlar. Basur oğlu Bel'am'ın iğrenç, insanlığın yüz karası bir itiyadı daha vardı. Kaçıp sığındığı sapıklar içinde pek cüce kaldığından evlenecek kadın bulamadı. Hayvanlaşarak, eşeğiyle düşüp kalktı. Bunu, Yahudi büyüklerinin emirleriyle karşılaştırınca, dehşet içinde kalırız ve tüylerimiz diken diken olur. Yahudilere şu emir verilmişti ve tatbik etmektedirler hala: "İnsanlar Yahudilerin binilecek eşekleridir, onlardan dilediğiniz gibi faydalanın." Yahudiler bu emre hep uydular. Yeryüzüne dağıldılar, süründüler ama madde dünyasını ellerinde tutarak, insanlara o hayvan muamelesini yaptılar. Öyle bir gözle baktılar. Hayvanlaşarak, Allah'a yapılacak kulluğun iffetini yırtmaya çalıştılar. Şimdiki Allahsızlar, putperestler, bozulan semavî dinler hep bunların namus hırsızlıklarının eseridir.
Ahmet Cemil Akıncı (Kâbe'ye Doğru Büyük Kısas-ı Enbiya/ Peygamberler Tarihi 18, Hz. Yûşâ)
Çünkü ezber hem çocuğun hafızasını geliştirir, hem de ona büyüklerine ve otoritesine saygı duymayı öğretir. Milli Eğitim Bakanlığımızın ders kitapları da aynı mantıkla yazılmıştır. Türkiye beş bölgeden oluşur. İneğin işkembesi dört kısımdan yapılmıştır. 1538 Preveze Deniz Muharebesi iki aşamaya ayrılır. Dünyada beş kıta ve 1699 Karlofça anlaşmasında yedi madde vardır. Osmanlı Devleti ve fetihleri beş nedenden bir duraklama devrine girmiştir. Türk alfabesinde yirmi dokuz harf, suyun içinde de iki eleman vardır.
Anonymous
Bu bozukluğun dibine inmek lazım. Bir gün dergiye genç bir çocuk geldi, bir şiir getirdi, şiire baktım, "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" taklidi bir şiir. Dedim nerede oturuyorsun, Lalahan dedi. O yıllarda Mamak gecekonduydu, Lalahan daha berbat bir yer. Gecekondu bile değil, Porto Riko’nun teneke kulübeleri gibi evler. Oralar çok yoksul yerler dedim, "sorma abi" dedi, bizim evin tuvaleti yok, bizim gibi yedi sekiz evin de yok, sabahları hepimiz maç kuyruğu gibi bir helanın kapısında kuyruk oluyoruz… Acımasız bir sosyal trajedi. İnsanın içini çarpan acımasız bir yoksulluk. Sen böyle yoksul bir hayat yaşıyorsun, bu "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" şiiri de ne oluyor? Bu Lale Devri'inde Nedim'in yazdığı, Osmanlı zenginlerinin, lüksünün, şatafatının anlatıldığı bir şiir. Sen niye buradasın dedim… Yazacaksan, "gidelim serv-i revanım yürü helaya" yaz. Muhtemelen komşu kızını da hela kapısında görüyorsun. Senin gerçekliğin sadabad değil, senin gerçekliğin yedi ailenin kuyruk olduğu hela kapısıdır. Sen bu acımasızlık üzerine şiir yaz, seni yoksullaştıran bu kültürü, bu siyaseti anlamaya ve anlatmaya çalış. Sağ ve muhafazakârlık aşırı romantizmden beslenir. "Bir zamanlar üç kıtaya hükmediyorduk" gibi. Bu; zaman zaman bizim de böbürlendiğimiz bir durum fakat gerçekliği örter. Milliyetçi romanlar da böyle, şimdi burada sadece Kırım Hanlığını anlatsak kendinden geçersin dinlerken, romantizmden ölürsün. Ama bu romantizmin içine düştüğün zaman bugünkü gerçekliğini unutursun. İstanbul’a gidecek uçak parası yokken, biz bu çocuğa "Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın" diyoruz. Bu yanlış değil, bunlar anlatılmalı, böyle bir inanç olsun ama bir de sosyal gerçekliği var bunun, bu kesim bu ağır romantik maskeden kurtulamadı. Siyasi hükümetin başında bir görgüsüzlük hakim. Bunların arkasındakilerin bugünkü Müslümanların aşırı israfçı, ayyuka çıkan hırsızlıkları, görgüsüz ve kültürsüz tarafını eleştirecek güçleri hiç olmamıştır...
Nihat Genç
lider ekibi toplantı zamanının verimsiz kullanımını engellemek için iki basit adım attı. Birincisi, standart toplantı süresini 60 dakikadan 30 dakikaya indirdiler. İkincisi, katılımcı sayısının yedi ya da daha az kişiyle sınırlandırılması prensibini benimsediler. 90 dakikayı ya da yedi kişi sınırını aşan toplantıların, toplantıyı organize eden kişinin yöneticisinin yöneticisi (yani iki üstü) tarafından onaylanması bir kural halini aldı. Bu sayede organizasyonel zaman bütçesinde, 200 tam zamanlı çalışanın altı aylık çalışma süresine tekabül eden çok büyük bir tasarruf sağlandı. Çoğu şirkette neredeyse herkes toplantı organize edebiliyor. Sonuç: Gelişigüzel ve yüksel maliyetli toplantılar.
Anonymous
Borgenicht o çocuğun önlüğünü ilk kez gördükten sonra eve geldiğinde sevincinden dans etmişti. Henüz hiçbir şey satmış değildi. Hâlâ tek kuruşu bile yoktu, umutsuzdu ve fikrinden bir şey çıkarmanın yıllar sürecek ve belini bükecek bir emek gerektirdiğini biliyordu. Ancak coşkuluydu, çünkü yıllarca sürecek bu zorlu emek, içerdiği umutlar nedeniyle, ona bir yük gibi gelmiyordu. Bill Gates de Lakeside’da ilk kez bir klavyenin başına oturduğunda aynı şeyleri hissetmişti. Haftada yedi gece, gecede sekiz saat müzik yapacakları söylendiğinde Beatles dehşetle irkilmemişti. Karşılarına çıkan fırsatın üzerine atlamışlardı. Çok çalışmak, ancak hiçbir anlam taşımadığında bir hapis cezasıdır. Anlamı olduğunda, eşinizi belinden yakalayıp durmaksızın döndürmenize neden olacak türde bir şeye dönüşür. ========== Outliers (Malcolm Gladwell)
Anonymous
Bir dahaki sefere kimde toplanılacağı konuşuldu. Bir daha hazırlıksız davranmamaya karar verildi. Yeni toplantının iş bölümü yapıldı. Kimlerin hangi yemekleri getireceği tespit edildi. Bütün bunlar, görünür bir telaş olmadan yapıldı. Bu sefer Kirkor’dan getirilecek kap kaçak için Şoför Tahsin’in kamyonetinin kullanılması kararlaştırıldı. Muhasebeci Rüştü Beyin de hesapları tutması ve ziyafetten sonra, adam başına kaç para düştüğünü bildirmesi uygun görüldü. Bu sefer, eşit bir masraf dağılımı sağlanamamıştı. Bununla birlikte, en çok Hikmet’in harcamada bulunduğu açık olduğundan ve kimsenin durumu kimseden iyi olmadığı için hemen aralarında para topladılar ve Hikmet’e bıraktılar. Parayı Hikmet’e verme görevi oy birliğiyle Dumrul’a verildi. «Sakın itiraz etme, yoksa bir daha gelemeyiz,» sözü, bir sitem havasında, fakat gene de içten ve sevgi dolu bir ifadeyle aynı kişiye söyletildi. Bir sonraki toplantının daha geniş bir yerde yapılması ve çocuklarla o gün gelemeyen kadınların da çağrılması teklif edildi ve teklif, iki çekimser bir muhalif oya karşı çoğunlukla kabul edildi. (Hikmet hiç bir oylamaya katılmadı.) Sonra, evi geniş olanlar arasında, kura çekildi ve kura, bir itiraz üzerine tekrarlandı. Ergun kurayı kazandı. Bazıları bu kazanç değil kayıptır diyerek ona takıldılar. Adam başına düşen paranın hesabında, yedi yaşına kadar olan çocukların dörtte bir, yedi yaşından büyüklerin yarım sayılması teklifi, görüşme açılmadan aynen kabul edildi. İçki içen erkeklerin 1,25, içki içmeyen kadınların da 0,90 katsayısı ile çarpılması da aynı dostane hava içinde kararlaştırıldı. Yanlış anlaşılmalara ve gereksiz tartışmalara yol açmamak için, dereden tepeden ve havadan sudan yapılacak konuşmaların dışında kalacak konuların bir gündemle tespiti istendi ve edinilen tecrübeler de göz önünde tutularak teklif, değişikliğe uğramadan kabul edildi. Gündemi herkes cep defterine kaydetti ve gündemdeki maddeler üzerinde konuşmak isteyenlerin, konuları inceleyerek hazırlıklı gelmeleri de bir karar niteliğinde olmasa bile bir temenni olarak belirtildi. Yapılacak başka bir iş kalmadığından oturuma son verildi. Önce, evi uzakta olanlar, sırayla yola çıktılar. Herkes, ayrılmadan önce Hikmet’in elini sıktığı gibi, sokağa çıkınca da birer ikişer, sırayla el salladı. Hikmet, «Yalan söylüyorsunuz, günlük işlerle oyalanıyorsunuz, gerçeklerden kaçıyorsunuz!» diye herkesin arkasından bağırıyordu. Onlar da, daha önce alınmış olan gizli bir karar uyarınca, bu sözleri duymamış gibi yaparak, aynı biçimde ve hep birlikte gülümsüyorlardı. «İşte hepiniz gittiniz!» diye bağırdı Hikmet sonunda. «Cehenneme kadar yolunuz var!»
Anonymous
çok olmadığımız kesin çok olan tarafta değiliz çok olan tarafta olmayacağız türkiye'de kürt olacağız kürtlerde ermeni ermenilerde süryani gidip almanya'da türk olacağız hollanda'da surinamlı fransa'da cezayirli iran'da azeri amerika'da zifiri zenci olacağız çoğalan zencide mutlaka kızılderili israil'de filistinli köpeğin karşısında kedi kedinin karşısında kuş olacağız kuşun karşısında börtü böcek hakemler hep karşı takımı tutacak ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı çiçeklerden kamelya olacağız az kolumuzun tarafında solda olacağız bu itirazın ilk şartı solda da az olacağız devrimi çoğaltırken çünkü bir başka devrime hızla azalacağız bu da itirazın ikinci şartı.
Anonymous
Çar I. Nikola’nın iktidar döneminde (1825-1855) Fransız Devrimi’nin düşüncelerinden etkilenerek Çar’ın otoritesini bir anayasayla sınırlamak isteyen subay ve aydınlardan oluşan grubun darbe girişimi (Dekabrist Ayaklanması – 14 Aralık 1825) başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra, bu muhalif harekete destek veren kişilerin bir kısmı asılarak idam edilir; geri kalanlar ise Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Dönem, baskı dönemidir. İktidar, gitgide katılaşan tutumuyla ‘fikirleri özgürce ifade etme’ yollarının önünü kesmek için çaba sarfeder; Rus aydın katmanının (intelligentsia) üzerinde ödünsüz bir baskı kurmaya çalışılır. Sansür mekanizmasını işler hale getirmek için kurulan ‘gizli servis’ acımasızca görevini yerine getirir; sadece düşünmek ve yazmak bile mutlakiyete, serflik sistemine karşı ‘bir başkaldırı’ olarak değerlendirilir. Aydınlara nefes bile aldırmamak amacıyla var edilen uygulamalar, özellikle –Dostoyevski’nin de bir komploya katılmış olma suçlamasıyla önce kurşuna dizilerek idam edilmeye, ardından Omsk’da kürek mahkûmu olarak ceza çekmeye mahkûm edildiği– 1848 yılıyla Çar I. Nikola’nın ölümüne (1855) kadar olan dönemde doruk noktasına ulaşır. Bu dönem daha sonra Rus kültür tarihinde ‘Yedi Karanlık Sene’ olarak anılacaktır. Baskıcı uygulamaların, uzun sürgünlerin, acımasız cezaların zirveye ulaştığı bu dönemde edebiyat da dönemin siy reketin üzerine gidilir. Aynı dönemde Rusya’nın ulusal kimliği üzerine tartışmalar baş gösterir. ‘Ulus’tan kasıt nedir? Ulus denilen kesim, kendilerinden daha iyi eğitim almış ve genelde Avrupa geleneklerini benimseyen toprak sahiplerinin boyunduruğu altında yaşayan Rus köylülerinden oluşan geniş kitleden mi ibarettir, yoksa Rus toplumunun Fransızca konuşan elit kesiminin kültürü de bu kavramın bir parçası mıdır? Rusya kendi içine ve kendi geçmişine dönük bir tavır mı sergilemelidir, yoksa Avrupa’nın bir parçası mı olmalıdır? Bu tartışma özellikle 1840’lı yıllarda Slavcılar ve Batıcılar adıyla anılan iki grup arasında varolan fikir ayrılığının tam da merkezinde yer alır. Her iki grup da kendi fikirleriyle örtüştüğüne inandıkları iki farklı kenti ülkenin başkenti olarak görür: Eski Rusya’nın değerlerini yaşatan, sahip çıkan, yansıtan Moskova ve yeni, Batılı Rusya’yı temsil eden Petersburg. İşte Gogol, Rusya’da feodalizmin sarsılıp yerine kapitalizmin yapılanmaya başladığı, farklı görüşlerin hem iktisadi, hem siyasi, hem de kültürel alanda birbirleriyle kıyasıya çarpıştığı, aydın kesimin üzerindeki baskıların daha önce hiç olmadığı kadar yoğunlaştığı bir dönemde verir eserlerini; ve var olan sistemin savunucuları tarafından Rus insanının kötü yanlarını göstermekle, kendi halkına ihanet etmekle suçlanır her seferinde.
Anonymous
Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Haran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz fıldişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz kilim, keçe, çullarımız... Haran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık. İnsanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası, Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere... Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harkulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylarınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bi
Anonymous
Dünyada yedi milyar insan yaşıyor ve sayısız başka canlılar ve hepsinin milyarlarca hayalleri var, trilyonlarca hayalleri var, ya da seksilyonlarca veya oktilyonlarca ve hatta sentilyonlarca hayalleri! Yeryüzü bir hayaller okyanusudur!
Mehmet Murat ildan
Bir avluya girdim ve yedi kapılı şahane bir yapı gördüm; binanın tüm ön yüzü geniş bir bahçeye bakan süslü pencerelerle kaplıydı.
Anonymous
Bu soğukların sebebini kitabî olarak anlatmaya başlar. Kıyamete inanmadıkları için helak olan Âd ve Semud kavminden bahseder. “Bunun doğrusu ise şöyledir: Hûd Aleyhisselâm zamanında yemen civarında Hadramut ve Badiye-i Ahkaf denilen yerlerde Âd kavmi namıyla bir cins insanlar vardı.” Âd kavmi, Âd-ı ûla ve Âd-ı âhir olmak üzere ikidir. Hud Aleyhisselâm Âd-ı ûlâ kavmine gönderilmiştir. Bu kavmin soyu da Âd bin Avs, bin irem, bin Sam, bin Nuh Aleyhisselâm’dır. Başka kavimlere verilmeyen boy pos, güç kuvvet de bu kavme verilmiş. Gayet verimli topraklar üzerinde yaşayan bu kavim iman etmediği için helak olmuştur. Bereketleri kesilmiştir. Bugün bu araziler Hadramut’tan Yemen’e kadar olan yerlerdir, yağmursuz ve kurak topraklardır. “Bunlar gökteki aya taparlardı. Aya tapmaktan vazgeçmeleri ve Hazreti Allah’a ibadet etmeleri için Hazreti Hûd bunları dine davet ettiyse de kabul etmediler. Hûd Aleyhisselâm’a türlü türlü ezâ ve cefâ eylediler. Bu sebeple, Hak Teala hazretleri bu Âd kavmini tahminen bundan 4438 sene evvel, (bu tarihe 120 yıl daha eklersek daha doğru olur. Yani günümüzden yaklaşık 4558 sene evvel) şubat ayının yirmi altıncı günü başlayan şiddetli soğuk ve fırtına ile helak edilmiştir.” Kıyamete inanmadıkları için helak oldular “Bu fırtına, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da El-Hâkka suresinde mealen: “Semud ve Âd kavimleri kıyameti yalanladılar. Semud kavmi korkunç bir nâra ile helak edilirken Âd kavmi azgın bir fırtına ile helak edildi. Allah o fırtınayı yedi gece, sekiz gün arka arkaya musallat etti.” beyan buyrulduğu üzere, sekiz gün yedi gece devam etmiş . Fırtınanın sonunda Âd kavmi ‘içleri kof hurma kütükleri gibi yıkılıp kalıvermişler.’ “işte bu sebeple her sene şubatın yirmi altıncı gününden itibaren sekiz gün yedi gece, takvimlerin bazısı ‘husum fırtınası’ yazar. Ayette geçen husumun lügat manası: Şeâmet, bahtsızlık, birdüziye (yeknesak) olan zarar ve fenalık. Husum kelimesi ile fırtınanın hiç kesilmeden art arda yedi gece devam ettiği manası anlaşılmıştır.
Anonymous
17 yaşında bir erkek çocuk on yedi yaşında bir kız çocuğunun elini tutarsa, 35 yaşındaki erkek 17 yaşındaki kızın kocası da olsa şaşmamalıdır," dedim.
Sait Faik Abasıyanık (Semaver)
Eski küçük bir otel, yedi yıldızlı bir otelden çok daha değerlidir çünkü birincisinin bir ruhu ve edebi bir duruşu vardır!
Mehmet Murat ildan
Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar. O da: “–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur. Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle hemen oradan ayrılır. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken görür. Âmâ hem de öylesine neşelidir ki, yanındaki arkadaşı ile aralarındaki konuşma, bu sebeple uzak mesafeden dahî rahatlıkla duyulacak derecede yüksek perdeden gerçekleşmektedir. Talebe de gayr-i ihtiyârî şu cümlelere kulak misâfiri olur: “–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de hiç vakit kaybetmeden meyhâneye gidip bir güzel demlendim…” Duyduğu bu ifâdeler talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbas Hazretleri onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler. Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi derhal îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren büyük bir merakla, o şahsı tâkibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar: “–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de neyin nesidir?” Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler: “–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, aslâ yapamayacağım bir işti. Bu ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; «Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…” Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurur: “–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtâca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukâbil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…
Anonymous
uANKARA (12 Temmuz 1921'de İkdam gazetesinde çıkmıştır-Y.K.K.) "Allah'a bin şükür nihayet Ankara'dayız. Yedi günlük ve altı gecelik yorucu bir yolculuktan sonra meşhur Çubuk Ovası'ndan geçilerek yalçın tepelerden müteşekkil dönüm dönüm bir dehlizden bu esrarlı şehre giriliyor. Benim yerimde bir Avrupalı gazete muhabiri kim bilir buraya erişebilmek için ne büyük fedakarlıklara katlanırdı. Dünyanın hangi şehri burası kadar merak ve tecessüs çekebilir? Bugünkü siyasi cihanın üç büyük ve mühim merkezinden birisi de bence Ankara'dır. Hatta son zamanlarda burası Moskova'dan ve Londra'dan daha ziyade ehemmiyet kesbetti. Avrupa ve Amerika gazetelerinden herhangi birini açınız görürsünüz ki, en çok ismi geçen diyar Anadolu ve onun merkezi olan Ankara'dır. Fakat zannetmeyiniz ki, Ankara'nın manzarası şehir itibariyle şu şöhret ve ehemmiyetle mütenasip bir heybet ve ihtişam arz ediyor. Türk öilliyetçilerinin Hükümet Merkezi bir yangın harabesinden başka bir şey değildir. Bütün dünyaya kafa tutan ve Garp aleminin mütecaviz ve müstevli dalgalarına karşı Şark'ın eşiğinde yegane geçilmez seddi teşkil eden Büyük Millet Meclisi bu harabenin bir kenarında tek katlı, mütevazi, küçük bir binaydı. On yıllık mütemaddi bir mücadeleden sonra hala sayısız düşmanlarla döğüşen Türk Milleti'nde azim, irade, kuvvet vekahramanlık, fazilet ve ümit namına ne varsa hep bu yalıtkan binanın içinde bulunuyor. Zarf ile mazruf arasında ne büyük tezat! Fakat, Türk'ün ruhundaki hayati ve ahlaki fazilete o emsalsiz ulviyet ve mahabeti veren asıl bu tezat değil midir? Eğer Ankara, Londra gibi muazzam ve tantanalı bir şehir ve Büyük Millet Meclisi, West Minister şehrinde bir saray olsaydı Anadolu'daki milliyet ve istiklal hareketinin manası bu kadar büyük görünür müydü? Türk askerine yirminci asır medeniyetinin icabı demir ve çelikten bin türlü cehennem aletlerine karşı koyabilmek kudretini veren şey onun büründüğü paçavralardır. Her hadiseyi zahiri sebepleriyle görmeye alışmışlar bu tecellinin sırrını anlıyamazlar. O gibi kimselere tavsiye ederim ki, Ankara'ya gelmesinler. Zira, buraya ne tarafından baksalar ayrı bir hayat inkisarına uğrarlar. Hatta, bunlar ne derece iyi niyet sahibi olurlarsa olsunlar kalblerndeki kuvvetin mutlaka sarsıldığını hissederler. ... Bir Frenk muharririne göre, dünyada bazı yerler vardır ki, orada bir ilahi nefha eser, Vahdaniler için, Kudüs, Mekke; Cihangirler için Roma, Kartaca; Sosyalistler için Leningrat, Moskova bu neviden yerler olsa gerekir. Mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer Anadolu'nın en harap bir kasabası olan Ankara'dır. Bundan anlamak lazımgelir ki, herhangi bir şehre azamet ve mahabet veren şey o şehrin binaları, yolları, kubbe ve sütunları dğeildir; ancak orada vukubulan hadise, orada doğan fikir, orada esen nefhadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Vatan Yolunda)
Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harika­sı değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Biz ahir zamanlık kâbusu ile gözlerimizi açardık. Bu devlet kurtulmaz, bu millet adam olmaz, Moskof ve Avusturya gâvuru bizi yaşamağa bırakmaz, ilk gençlikte hep işittiğimiz sözler bunlardır. İstanbul'da hayat denilebilecek ne varsa Hristiyanlarda ve yabancılardadır. Kapitülâsyonlar, yabancılar tarafından baskılar ve gündelik müdahaleler Türk ve Müslüman halkın az çok aydıncalarını iyileşmez bir aşağılık duygusu altında ezmektedir. İç idare üzerine evlere hiçbir iyi haber gelmez. Bir paşalar ve konaklar sınıfı dışında, memurların maaşları pek azdır, ve yılda birkaç ay çıkmaz. Hırsızlık, haksızlık, her türlü idare kötülükleri âdeta gözle görülür. Saray, can havli ile şeriatçılığa sarılmıştır. Medrese takımı, halka bu kara kaderin tek sebebi şeriattan ayrılmak olduğunu telkin eder. Halk cesaretini kaybetmemiştir. Biz yine ''yedi düvele'' karşı koyarız ama, padişahımızı kandıran dinsizler ve uğursuzlar olmasa, derler. Hamiyetli orta aydınlar, halk inanışı ile tatlı su Türk'ü dediğimiz, milletlerinden de vatanlarından da tiksinen alafranga takımın inançsızlığı arasında şaşkın bir ruh hâli içindedirler. Halk Mehdi bekler. Orta sınıf yarı umutsuzluk içinde bir başka mucize bekler. Üst takım hiçbir şey beklemez. Saray ve vezirler idaresi bir "idâre-i maslahat"tan ibaret. Günü gününe iş görmek. Günlük çarelerle zorlukları atlatmak.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Arkadaşlar, asırlardan beri miras alınagelen zihniyetleri, âdetleri ve ananeleri kökünden çıkarıp atabilmek için, itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir: müşkül bir meseledir. Mesela, ben kendimden bahsedeyim. Benim merhum anam beni terbiye ederken bana derdi ki, padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var. Ben zaten evliyanın ne olduğunu, büyük ve üzeri yeşil örtülü birtakım mezarlara bakaraktan çıkarmak istiyordum. Her halde büyük bir şey, manevi, semavi bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine sahip olan insan ne olacaktı? Müthiş bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklük timsalinin hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana vermiş olduğu terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kahabati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermiş. Onun da kabahati yoktur; ona da annesi aynı terbiyeyi vermiştir. Arzu ederseniz hanımefendiler, bu noktada sorduğunuz soruya cevap vereceğim. Arkadaşlar, Yaradan, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsleri yekdiğerinin lazımı ve melzumu olmak üzere yaratmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birlik halinde bir şeydir; çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva'nın nasıl yaratıldığına dair olan teoriler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız, herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonraki insanlık safhalarında her ne görürseniz kadının eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile belki hayatımın çok senelerini evham içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı çok ibadet ettim, çok dua ettim. Eğer annem bana böyle yanlış bir terbiye vermemiş olsaydı, belki çok zaman evvel başka türlü de düşünürdüm ve benim gibi herkes de başka türlü düşünürdü ve bu felaketlere uğramazdık. Arkadaşlar, bu birlik teşkil eden mevcudiyet hakikatte birtakım vasıfların ve şartların mevcudiyetini gerektirir ve karşılıklı olmasını gerektirir. Eğer bu mevcut olmazsa, belki birlik vardır ama bir taraflı vardır. İki şahıs arasında yapılacak olan bir mukayese, iki cinsten meydana gelen bir toplum için de aynen vakidir. Daha açık söyleyeyim; bir toplum, yalnız bu iki cinsten birinin insani icapları, asri icapları almasıyla yetinirse, bu toplum yandan daha aşağı bir zaaf içindedir. Tam yarıda da değil, yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. Toplumun kuvvetli olabilmesi, zayıf olmaması bu iki unsurun çok kuvvetli kaynaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla herhangi bir millet cidden ilerlemek, medenileşmek ve gelişmek isterse, bu arz ettiğim noktayı elif olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Çok kati ifade ederim ki, şimdiye kadar bizim milletimizin giriştiği mesaide muvaffak olamaması, bu arz ettiğim noktadaki kusurdan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
... Atatürk'ün karakteristik bir tarafı, anti-emperyalist oluşudur. 1907'de Ali Fuat Paşa'ya verdiği bir haritada, memleketimizin bilâhare Misak-ı Millîde kat'ileşen hududunu çizmiştir. Türkiye bu olacaktır, demiştir. O zaman Ali Fuat Paşa soruyor: 'Peki ama bunda Yunanistan yok. Arabistan yok. Bunları ne yapacağız? Kendi rızamızla verelim. Nasıl olsa ameliyat olacak... Emperyalizm devri, kolonizasyon devri geçmiştir. Bu bir maceradır. Kanlı ameliyatları dışardan gelmesini beklemeden biz kendimiz yaparak Anadolu ve Trakya'dan mürekkep vatan kuralım. Bunun dışındaki insanları, Arapları, Bulgarları, Yunanlıları kendi mukadderatlarını kendileri halletmelerine bırakalım.' Nitekim Misak-ı Millî'de de bu tasrih edilmiştir. Bu fikir Atatürk'te 1907'de mevcuttur. Ve bütün dünyaya da, Ankara'ya gelen sefirlere de kolonizasyon devrinin geçtiğini, müteaddit vesilelerle göstermiştir. Bu vesile ile 1932'deki bir konuşmasını size nakletmek isterim. Amerika'dan bir kadın gazeteci geliyor ve şu suali soruyor: 'İkinci bir Cihan Harbi olur mu?' Atatürk, olur ve maalesef olacaktır, diyor. 'Niçin çıkacak?' 'Çünkü kolonileri inhisar altında almakta ısrar eden İngiltere ve Fransa karşısında bir Almanya var ki millî izzeti nefsi zedelenmiştir. Mütemadiyen soyulmaktadır. Versay Muahedesi'yle. Millet tahammül edemeyeceği bir yük altında kalmıştır. Vatanından parçalar bölünmüştür. Korkarım ki bu millet, -ki büyük teknik kabili eti haizdir- yarın millî gururunu okşayacak bir demagogun eline geçerse dünyaya yeni bir harp getirebilir.' Gazeteci soruyor: Böyle bir harp olursa Amerika tarafsız kalabilir mi? Amerika harplerden bıkmış. Atatürk devam ediyor: Hayır, maalesef, diyor. 'Amerika bu harbe girecektir. Çünkü Amerika, Avrupa meselelerine artık angajedir. Kat'iyen buna seyirci kalamaz. Ticarî, ekonomik, sosyal münasebetler o kadar sıklaştırmıştır ki Avrupa'nın kaderine Amerika artık bigâne kalamaz ve o harbe Amerika girecektir.' Hattâ ilave ediyor: Sonunda da Amerika'nın dahil olduğu taraf harbi kazanabilir. Yani 1939'un macerasını yedi sene evvel sarahatle söylüyor ve asıl mühim olan da koloniler devrinin kan dökülmeyen bir solüsyona bağlanmasının lüzumlu olduğunu, evvelâ kendi vatanında yaptığı ameliyatla ortaya koyuyor ve telkin ediyor... 1932'de bu söze kulak asılsaydı dünyanın mukadderatı acaba başka türlü olmaz mıydı? Benim şahsî görüşüm, belki bunu biraz aşırı Atatürkçülük görebilirsiniz ama, hâlâ o kanaatteyim ki dünyanın kaderi biraz değişebilirdi. Nitekim 1938'de Ata'nın ölümünde söylenmiş olan sözlerin bence en mânâlısı Churchill'in sözüdür: O daha dünyaya lâzımdı.
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)