Yaz Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Yaz. Here they are! All 100 of them:

Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
I'm so glad you’re not dumb, Yaz,” Neela said. Yazeed shot her a sidelong glace. “I thought you were going to say dead.” “That, too.
Jennifer Donnelly (Rogue Wave (Waterfire Saga, #2))
Ne rüzgar eserdi orada ne yağmur yağardı, kar bile düşmezdi, yaz günlerinin bulutsuz havası ve bembeyaz parlaklığı hüküm sürerdi; mutlu tanrılar işte orada tadını çıkarırdı günlerinin.
Homer (Odysseia)
Baharı yaz uğruna tükettik, aşkı naz uğruna
.. Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna;
 derken ‘ömrü’ tükettik bir hiç uğruna…
Sezai Karakoç
About a week ago I was sitting in L.A.'s chicest nightclub with a few friends and the DJ was playing Yaz and Bowie and the videos were on and I was on my third gin and tonic and I realized that no matter where I am it's always the same. Camden, New York, L.A., Palm Springs - it really doesn't seem to matter. Maybe this should be disturbing but it's really not. I find it kind of comforting.
Bret Easton Ellis (The Informers)
Sen Sen esirliğim ve hürriyetimsin, Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, Sen memleketimsin. Sen ela gözlerinde yeşil hareler, Sen büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
Nâzım Hikmet
Insan hicbir seylere aldirmamaya bir basladi mi. Ne kendi durumunu, ne de butun durumlari, ustunde durulmaya deger bulmadi mi? Bu bir kis uykusudur ki hicbir yaz sokemez...
Sevgi Soysal (Tante Rosa)
Bana sorarsanız gerçek mutluluk yaz yağmuru gibi birden boşanmaz insanın başına. Davranışımıza, çevremizdeki insanlarla ilişkimize her gün azar azar çekidüzen vererek eksiklerimizi tamamlarız. Yavaş yavaş biriken bir şeydir mutluluk.
Chingiz Aitmatov
Mutluluk,yaz yağmuruna benzemez. Umulmadık anda birden bire boşanmaz insanın tepesinden. Azar azar gelir. İnsanın hayata ve çevresine karşı davranışları getirir mutluluğu, Azar azar birike birike. Gerçek mutluluk böyle doğar.
Chingiz Aitmatov (Toprak Ana)
Yaz bakalım: Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür. "Birimi var mı Hikmet Amca?" "Birimi insandır.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Tasalanma, yavaş yavaş artan körlük pek trajik değil. Ağır bir yaz akşamı gibi.
Jorge Luis Borges (The Book of Sand and Shakespeare's Memory)
Each of us plunges through our own existence, punching me-shaped holes through days, through weeks, through conversations. We're none of us one thing or the other; we're legion. There's a different Yaz inside your skull for everyday of your life. We deceive others. We deceive ourselves. We keep secrets that even we don't know and hold beliefs we don't understand. And in that state of profound, fundamental, primal ignorance, we still think we can sculpt the clay of our own selves. We think we know what to cut away, that we understand the consequences of excising greed.
Mark Lawrence (The Girl and the Stars (Book of the Ice, #1))
Aşk bir çocuktur derler ya, nedeni budur işte, Öyle çok yanılır ki yaptığı seçimlerde.
William Shakespeare (A Midsummer Night’s Dream)
Güzel bir aşkta güçlü kıskançlık, sıcak bir yaz ortasındaki sonbahardır!
Mehmet Murat ildan
Birkaç gün uzunluğundaki yaz günleri. Kış aylarındaysa gri bulutlar kentin üzerine inmiştir. Yağmur dolu bulutlar. Gün başlamış, ilerlemiştir bile...
Tezer Özlü (Çocukluğun Soğuk Geceleri)
Yaz, why do I have a stone for recharging vaginas in my house?” Max asked, which I thought was a reasonable question.
Susie Tate (Unperfect (Unperfect, #1))
Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Yaz shrugged. ‘People get like that if they live long enough to turn grey. They think they’ve seen it all and have answers for everyone. But they’re so distant from living life that they forget that we all have different paths.
Mark Lawrence (The Girl and the Stars (Book of the Ice, #1))
Bahar yolda; yaz yolda; fırtınalar yolda; savaşlar yolda; üzüntü ve mutluluk yolda; hepsi yoldalar, geliyorlar! Her şey yolda, hayat bir yoldur! Yolda ilerlerken, bütün öteki şeyler de bize doğru gelmektedir! Şeytan yolda; melek yolda! Yolda sağlam dur!
Mehmet Murat ildan
Kimi zaman öyle geliyor ki, hayatım boyunca katı hale geçemedim ben, durmadan masaların, koltukların, sehpaların altına ve yetişkinlerin ayaklarının dibine çöken, bereket versin havadan ağır bir gaz olarak yaşadım bunca yılı. Yirmi altı yılı. Ve bu yirmi altı yıl boyunca tek bir şeyi istedim, tek bir şeyin peşinden koştum, koş dedim ruhuma, koş alçak, koş pislik, o da koştu…Karşıma çıkan herkesin, kadın erkek, çoluk çocuk, herkesin bana aşık olmasını istedim. İşte benim basit gerçeğim! Ama artık, içkili ve kalabalık bir akşam yemeği hayal ediyorum. Açık havada, çıplak ampullerin altında. Güzel şeyler yiyip içmişiz. Nefis bir yaz gecesi. Masada kalan son kişi ben olmak istiyorum. Eşlerin birlikte kalkmasını seyrediyorum sessizce. Sonra erkeklerden yemeğe yalnız gelmiş kadınları evlerine bırakmalarını rica ediyorum. Masada tek başıma kalmak istiyorum. Rüzgarla sallanan çıplak ampüllerin altında. Ağustosböceklerini dinliyorum ve bir parça kuru ekmek atıyorum ağzıma.
Barış Bıçakçı (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...)
Her çiçek meyve olmak ister, Her sabahın arzusu akşamdır. Her şey fanidir bu dünyada, Değişimden, kaçıştan başka. En güzel yaz bile ister, Hissetmeyi sonbaharı ve solduğunu. Sessizce dur yaprak, sabırla dur. Kaçırmak isterse rüzgar seni Oyna oyunlarını, savunma kendini. Bırak olsun ne olacaksa, Bırak, seni kıran rüzgarın esintisi Uçursun seni yuvana.
Hermann Hesse (Ağaçlar)
Yaz çiçeklerini seven insan,yazın ölürmüş derler. Acaba doğru mudur ?
Osamu Dazai (The Setting Sun)
Bir yılda dört mevsim vardır: Kış, İlkbahar, Yaz ve Renk!
Mehmet Murat ildan
I'm so glad you're not dumb, Yaz," Neela said. Yazeed shot her a sidelong glance. " I thought you were going to say dead." "That too." "Hey, thanks.
Jennifer Donnelly (Rogue Wave (Waterfire Saga, #2))
Hiçbir takdir beklemeden işini iyi yap; sonra göreceksin ki bütün takdirler susamış çiçeklerin üzerine gelen yaz yağmurları gibi üzerine gelecektir! Sadece işini iyi yap!
Mehmet Murat ildan
Kış, ölüdür; ilkbahar, çılgındır; yaz, neşelidir ve sonbahar bilgedir!
Mehmet Murat ildan
Romy Madley Croft from the xx. Number two: Alison Moyet from Yaz. And number three: Johnette Napolitanos from Concrete Blonde.
Kim Holden (Bright Side (Bright Side, #1))
Yaşadıklarım Schopenhauer'in söylediği gibi, "Kalabalık, kirlenmenin olduğu her yerde var, tıpkı yaz aylarındaki sinekler gibi".
Amanda Michalopoulou (God's Wife)
Let's be honest, Yaz - the majority of people here have stinky personalities," I stated, biting into my apple. "Ameen to that!
Aishabella Sheikh (Converting The Bad Boy)
Tekrar bahar geldi, arkasından yaz. Kimsesizlerin sahibi güneş tam zamanında yetişti.
Orhan Kemal
Dünya kadına, erkeklere dediği gibi 'istersen yaz, umurumda değil' demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, 'yazmak mı' diyordu. 'yazman ne işe yarıyor?' Entelektüel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiir de entelektüel özgürlüğe bağlıdır. Kadınlarsa hep yoksul olmuşlardır, sadece iki yüzyıldır değil, dünya kurulalı beri. Kadınlar Atinalı kölelerin çocukları kadar bile entelektüel özgürlüğe sahip olmadılar. O zaman kadınların şiir yazmak için en ufak bir şansları bile yoktu. İşte bu yüzden paranın ve kendine ait bir odanın önemini vurguladım.
Virginia Woolf (A Room of One's Own / Three Guineas)
Yaz yağmurusun sen. Beklenmedik bir zamanda gelirsin, ansızın fena ıslatırsın. Üşütmez, hoş kokularla güzel bir serinlik de getirirsin. Sonra da çeker gidersin. Ardından insanı güneşin kavuruculuğuna bırakarak.
Adalet Ağaoğlu (Üç Beş Kişi)
Korkma," diye mırıldandım. "Biz birbirimize aidiz." Kendi kelimelerimin doğruluğuyla ben de bir anda şaşkına dönmüştüm. Bu an öyle kusursuz, öyle gerçekti ki, hakkında şüphe etmenin yolu yoktu. Kolları bana dolanmış, beni öyle sarmalamışken, kış ve yaz gibiydik. Vücudumdaki her hücrenin gerçekten canlı olduğunu hissedebiliyordum. "Sonsuza kadar," diyerek onayladı ve sonra beni nazikçe daha derin sulara doğru çekti.
Stephenie Meyer (Breaking Dawn (The Twilight Saga, #4))
gönlümüzde kaygılar, kollarımızda boşluk, geçici zevkler ve bitmek bilmez dert, kışın güller, yaz ortasında buz, belirsiz umut önümüzde ve kısa süren sevinç, pişmanlık ve elem, ardımızda bıraktığımız (aşkın utkusu iii, 115-119)
Francesco Petrarca (Trionfi)
-Sıcak yaz günlerimi üst üste sıralanmış dallarında rüzgarın ninnisini dinleyerek geçirdiğim iki ulu köknarın ortadan yok oluşu dikkatimi çekiyor. Onlar da ha! Oysa ben onları kalıcı, yıkılmaz sanırdım.- O, Ermişler Bayramı Mantarı.
Michel Tournier (The Midnight Love Feast)
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar Muş – Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
Turgut Uyar
In the half-reclined bed, Yaz slept, mouth open, snoring—probably doped. Mike turned on the TV. For twenty minutes, he watched retired generals on CNN discussing Afghanistan and troop surges as though they knew what the hell war was all about.
Pete Barber (When A Warrior Comes Home)
What are you doing after this?” Yaz asked, still smiling, “Fancy a walk?” “Er… my friend Mary’s outside…” Yaz shrugged, “You see her all the time. Come for a walk with me.” “Um. Yes. Ok.” Oh wow. Now it was happening, she had no idea what to do at all. “The… bruise?” “Oh yeah,” Yaz laughed, tossing back her head and touching a finger to her jaw line, “Just here…” Marlene leaned forward to see, and Yaz turned her head smoothly, catching her in a kiss, full in the lips. Butterflies.
MsKingBean89 (All the Young Dudes: Christmas Compilation)
Konuşmaları başkaları tarafından hazırlanan bir lider, lider değildir; sadece boş ve aptal bir şişedir! Kendi fikirlerini, kendi beynini kullan; kendi konuşmanı yaz, tıpkı Gandi, Churchill ya da Nehru gibi! Bu gerçekten iyi bir ahlak ve iyi bir şereftir!
Mehmet Murat ildan
Böylece aşıktım işte. O çılgınca, yemeyi unutturan, sersem gibi ortalıkta dolaştıran, bütün gece telefonda konuşturan, her sabah onu görmek için yataktan fırlamaya yol açan türden aşk. Yaz fırtına gibi geçerken, her gün onu sevdiğim başka bir yanını keşfediyordum.
Cynthia Hand (Unearthly (Unearthly, #1))
Her zaman başka bir savaş çıkar, Robert. Kökleri hiçbir zaman tamamen kazınmaz. Savaşları ne alevlendirir? Güç arzusu, insan doğasının belkemiği. Şiddet tehdidi, şiddet korkusu ya da şiddetin kendisi bu dehşet verici arzunun aracıdır. Güç arzusunu yatak odalarında, mutfaklarda, fabrikalarda, sendikalarda ve devletlerin sınırlarında görebilirsin. Bunu iyi dinle ve aklına yaz. Ulus-devlet insan doğasının şişirilip devasa boyutlara getirilmiş halidir, o kadar. İşte bu yüzden, uluslar kanunları şiddetle yazılmış birimlerdir. Her zaman da öyleydiler, her zaman da öyle olacaklar. Savaş, Robert, insanlığın iki ebedi dostundan biridir.
David Mitchell (Cloud Atlas)
Hani bilirsiniz göğe asılı gibi duran gündüzlerin, etrafında su sinekleri uçuşan, çiçekler açmış bir çalılığın çevresinde gelişen, güzel, ağır kokulu öğleden sonraların ya da bir tepeciğin eteklerinde başıboş gezerken dalıverip alt üst ettiğiniz yaz akşamüstlerinin sıcaklığı gibi; kürklü bir sıcaklık, altın rengi su sinekleri...
Vladimir Nabokov (Lolita)
Genelde maddi koşullar buna karşıdır. Köpekler havlayacaktır; insanlar çalışmasını yarıda kesecektir; para kazanmak gerekecektir; sağlık durumu bozulacaktır. Üstüne üstlük tüm bu güçlükleri belirginleştirip katlanılmasını daha da güçleştiren, dünyanın o meşum vurdumduymazlığı vardır. O vurdumduymazlık insanlardan şiirler, romanlar, tarihler yazmalarını istemez; onlara gereksinimi yoktur... Keats ve Flaubert ile öbür erkeklerin güçlükle katlandıkları dünyanın aldırmazlığı, kadınların durumunda aldırmazlık değil düşmanlıktı. Dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor demiyordu. Dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. Yazmak senin neyine?..
Virginia Woolf (Kendine Ait Bir Oda - Zamansız Eserler 8: Zamansız Eserler - 8)
Saçma bir düşünceydi ama bu yaz göğü, Westminister'ın tepesindeki tepesindeki bu gökyüzü kendisinden bir parça taşıyordu. Perdeleri araladı, dışarı baktı. Şaşılacak şey!- karşıdaki evdeki ihtiyar kadınla göz göze gelmişti! Yatıyordu galiba. Ve gök. Koyu bir gök olacak, diye düşünmüştü, güzel yüzünü öte yana döndüren hüzünlü bir gökyüzü. Oysa soluk külden bir gök duruyordu karşısında- seyrek koca bulutlar durmadan yarışıyorlar. Yeni görüyordu. Rüzgar çıkmıştı herhalde. Karşıki odada ihtiyar yatıyordu. Onun dolaşışını, odayı geçişini, pencereye gelişini gözlemek büyülüyordu, herkes gülüp konuşurken bu ihtiyarın usulca tek başına yatmaya hazırlanışını görmek büyülüyordu insanı.
Virginia Woolf
Desene kader yine aldı dizginleri eline, Boşa gidiyor bağlılık için tüm çabalar, Bu yüzden yeminine sadık kalan bir kişiye karşılık Yeminini bozan bir milyon kişi var
William Shakespeare (A Midsummer Night’s Dream)
Çünkü herşey yasaklanabilir ama hayaller yasaklanamaz. Ne kocalar karılarına, ne anne babalar çocuklarına, ne devlet yurttaşlarına böyle bir yasak koyabilir.
Kürşat Başar (Yaz)
Evet, kadınların hayalleri var ve biz onları ancak yıkabiliyoruz.
Kürşat Başar (Yaz)
İnsan bir zaman gelince galiba herkesin yaptıklarını yapıyor ve kendisinin çok da farklı olmadığını anlıyor. Herhalde büyümek böyle bir şey.
Kürşat Başar (Yaz)
Dünya üzerinde birbirini en az anlayabilecek iki kişi, birbirine delice aşık olan iki kişidir.
Kürşat Başar (Yaz)
İnsanlar çok kez kızılmayacak şeylere darılır, kırılınacak şeylere sarılırlarmış.
Erhan Bener (Sisli Yaz)
Beni artık kimseler arayıp da bulmasın beyaz harmanilerin göklere açık sofrasında yıktığım saltanatın dizinde inlediğim aşkın en tabanında yattığım anlaşılmasın çünkü ben çok gizli bir yanlışın dehşetengiz yeteneğini ölçmek için yepyeni bir hata için iniyorum Akdeniz'e Meryemoğlu sanıp ben zavallı ademi çarmıha çaktılar orda çok zaman önce. Kara yaz! Karanlık yaz! Kararan vücutlardan rıhtıma varmayan ceset elbette hatırlanmaz.
İsmet Özel
Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğumun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kentin, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Gerginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar benim için cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de bir şeyler değişmişti. Yarını gözlerken kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.
Albert Camus
Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kenti, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Gerginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar, benim için, cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen, hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de bir şeyler değişmişti. Yarını gözlerken, kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.
Albert Camus (The Stranger)
Hasretim olsun, arzularım olsun hem günden güne artıyor hem de günden güne bedbinleşiyorum. Yaz geçiyor sen gelmiyorsun. Belki bir gün geleceksin ama o kadar geç gelmiş olacaksın ki seni gördüm mü görmedim mi, doğru dürüst anlayamadan kalkıp geri gideceksin. Benim için tahammül edilmez bir devir daha başlayacak. Üstelik o devir kim bilir ne kadar uzun sürecek. Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz?
Orhan Veli Kanık
Berlin, 6 Kasım 1982 ... Her şey can sıkıcı. İstanbul'un sıcak yaz gecelerindeki uzun, törensel gecelerini düşündüm. Güzel Türkiye'nin her zaman bir tutukevi olduğunu, tutukevi olarak kalacağını düşündüm. Bizler içinse, yani gerçekten tutuklu, ya da kendi seçmeleriyle tutuklu olmuş olanlar içinse, hiçbir yerde kurtuluş olmadığını. Oradaki uzun yaşamamız bitmeyen bir kavga gibi gelmiştir bana. Orada uzun yıllar, neredeyse otuz yıl, hiç huzur bulamadığımı düşündüm. Gürültünün, müziğin, komşu kavgalarının ne kadar acı verici olduğunu, yıllar boyu beni ezdğini düşündüm. Ben Anadolu'dan Grunewald'a kadar gelmek zorundaymışım meğer sessizliği algılamak için. Ayağımın altına hışırdayan yaprakların sesini duymak için. ...
Tezer Özlü (Kalanlar)
Senyorlar, izin verin de geçeyim, valiliği bırakıp eskiden olduğu gibi, özgürlüğüme geri dönüyorum. Çünkü bir insan mutlu olmak istiyorsa, özgür olmalıdır. Şunu anladım ki ne valilik yapabilirim ne de adayı savunabilirim, bu işler için yaratılmamışım. Yasalar koyup düzeni sağlamak, savunma planları hazırlamaktan çok, ekin ekmeyi, toprak bellemeyi ve asma budamayı beceririm. Çapayı valilik asasından daha iyi kullanırım. Ayrıca çeşit çeşit lezzetli yemek yemek için saygısız bir doktordan izin almaktansa, istediğim zaman ve dilediğim gibi kuru ekmek yemeyi tercih ederim. Bir köylünün gönül rahatlığıyla içtiği çorba sizin yemeklerinizden iyidir. Yaz sıcağında hiçbir şey düşünmeden gölgede uyumayı, adayı yönetmek sorunlarıyla dolu bir kafayla, keten çarşaflar ve ipekli örtülerle hazırlanmış lüks bir karyolada geceyi göz kırpmadan geçirmeye tercih ederim. " "Sevgili Sancho, Tanrı tarafından insanlara bahşedilmiş en büyük nimet, hiç şüphesiz özgürlük. Dünyada kazanılan hiçbir servet, insanların uğrunda can verdiği özgürlüklerle kıyaslanamaz...Özgürlüğün en büyük düşmanı esarettir. Dük hazretlerinin şatosundaki bolluk ve refahı, şerefimize çekilen o muhteşem ziyafetleri, bize gösterilen saygıyı gördün. ama bütün bunlara rağmen kendimi rahat hissetmiyordum; çünkü gördüğümüz iyilikler serbestçe hareket etmemize engel olan bir bağdır. Kuru ekmekten başka bir şeyi olmayıp da yalnız Tanrı'ya karşı minnettar olan bir kişi daha mutlu olur." dedi.
Miguel de Cervantes Saavedra (Don Kişot)
Mümkün müdür, henüz hiçbir Gerçek ve Önemli, görülmemiş, bilinmemiş, söylenmemiş olsun? Mümkün müdür, görmek, düşünmek ve yazmakla binlerce yıl geçmiş bulunsun ve binlerce yıl, tereyağlı bir dilim ekmekle bir elma yenen bir okul teneffüsü gibi kaybedilmiş olsun? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, icatlara, ilerlemelere rağmen, kültüre, dine, felsefeye rağmen hayatın yüzeyinde kalınsın? Mümkün müdür, bilinmesi yine de bir kazanç olan bu yüzey bile; yaz tatillerinde salon mobilyaları gibi, aklın alamayacağı kadar yavan bir kılıfla kaplansın? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, bütün dünya tarihi yanlış anlaşılmış olsun? Mümkün müdür, ölen ölen yabancıdan bahsedecek yerde, etrafına üşüşen kalabalığı anlatır gibi, daima yığınların lafı edildiği için, geçmiş yanlış olsun? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, insanlar doğmadan önce geçen şeyleri tekrar yaşamak zorunda olduklarını sansınlar? Mümkün müdür, her birine, kendinden önceki insanlardan geldiğini hatırlatmak gereksin ve herkes bunu bilsin de başka türlü söyleyenlerin dediklerine kanmasın? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, bütün bu insanlar, asla var olmamış bir geçmişi tamamen bilsinler? Mümkün müdür, bütün hakikatler, onlar için bir şey olmasın? Mümkün müdür, hayatları, boş odalardaki saat gibi her şeyden kesilmiş, geçsin? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, yaşayan kızlar bilinmesin? Mümkün müdür, “kadınlar” densin, “çocuklar” densin ve bu kelimelerin çoktandır çoğulları yoktur, sayısız tekilleri vardır, farkına varılmasın (tekmil okumuşluğa rağmen farkına varılmasın)? Evet, mümkündür. Mümkün müdür, “Tanrı” diyen ve Tanrı’nın ortak bir şey olduğunu sanan insanlar bulunsun? Okul çağında iki çocuk düşünelim: Biri bir çakı satın alsın, arkadaşı da aynı günde, bu çakıya tıpatıp benzeyen bir başka çakı satın alsın. Aradan bir hafta geçsin, iki öğrenci, çakılarını birbirlerine göstersinler; şimdi ancak pek uzak bir benzerlik vardır arasında — başka başka ellerde çakılar ne kadar değişmiştir. (Çocuklardan birinin annesi şöyle der hatta: Sizin elinizde zaten ne sağlam kalır ki…) Evet, evet: İnsanın bir Tanrı’sı olsun da kullanmasın, mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bütün bunlar, mümkün olduğu, hiç değilse bir imkân zerresi taşıdıkları takdirde, ne pahasına olursa olsun, bir şey yapmalı. Herhangi birisi, yani insanı tedirgin eden bu şeyleri ilk düşünen birisi, ihmal edilmiş işleri telâfiye başlamalıdır; hatta rasgele birisi olsun, bu işin tam ehli olmasın: bu işi yapacak başka kimse yok ki. Bu genç, âciz yabancı, Brigge, beşinci katta oturup yazacaktır; gece gündüz: Evet, yazmalıdır; bunun sonu bu olacak.
Rainer Maria Rilke (The Notebooks of Malte Laurids Brigge)
Her şeyden önce ekimdi, oğlanlar için ender bir ay. Bütün aylar ender olmadığından değil. Ama kötüsü vardır ve iyisi vardır, korsanların dediği gibi. Eylülü ele alın, kötü bir ay: Okul başlar. Ağustosu düşünün, iyi bir aydır: Okul henüz başlamamıştır. Temmuz, eh, temmuz gerçekten iyidir: Okulun hiçbir şansı yoktur. Haziran, hiç şüphe yok, haziran içlerinde en iyisidir, çünkü okul kapıları sonuna kadar açılır ve eylül bir milyar yıl ötededir.
Ray Bradbury (Something Wicked This Way Comes)
Zuan Ziu doğadan bahsediyor Kış geldiği zaman, ağaçlar yapraklarının döküldüğünü görünce üzüntüyle iç geçiriyor olmalı. Kendi kendilerine şöyle diyorlardır: Bir daha asla eskisi gibi olamayacağız. Elbette. Yoksa kendilerini yenilemenin ne anlamı kalır? Yeni çıkacak olan yaprakların kendi kişilikleri olacaktır, onlar yeni gelen ve bir öncekiyle asla aynı olmayacak bir yaz mevsimine ait olacaklardır. Yaşamak değişmektir; ve mevsimler bize bu dersi her yıl tekrar öğretir. Değişim bir depresyon döneminden geçmek demektir: Eskiden olduğumuz şeyi unutmak zorundayızdır ve yeni geleni de bilemeyiz. Ama biraz sabırlı olursak, bahar sonunda mutlaka gelir ve o zaman çaresizce geçirdiğimiz kışı unuturuz. Değişim ve yenilenme hayatın kanunlarıdır. Sadece bize mutluluk getirmek için var olan şeyler yüzünden acı çekmektense, onlara alışmak daha iyidir. (tarafından 16 Nisan 2006 Pazar tarihinde yazılan bir makaleden alınmıştır)
Paulo Coelho
each adult would, at a time chosen by the wind, go out and walk the ice alone. The aim of such journeying was to find the kyzat, the perfect place, a spot that on all the ice had been ordained by the Gods in the Sky and in the Sea for that individual alone as the place where all the elements of their life find meaning, giving a vision of such clarity that the air itself becomes ice and the wisdom of Sky and Sea finds a place in the seeker’s heart, allowing them to endure the hardships of the years ahead. Quell had admitted to Yaz in a private moment that his own journey to find his kyzat, a walk that had lasted four days, had brought him to an ice spike at the juncture of three pressure ridges. Here he was visited by the epiphany that, having run out of his allotted ration of angel-fish, if he did not turn back he would lose first his toes then his fingers to the wind. Yaz had wondered if that wasn’t the wisdom that the ritual was designed to impart. That there is nothing but ice and more ice, and that if you are too stubborn to admit it and turn back, you will die and your malcontent will no longer burden your clan.
Mark Lawrence (The Girl and the Mountain (Book of the Ice, #2))
Yine öldürgen bir intihar sabahı, yirmi miligram nobraksin almama karşın, ellerimin titremesini önleyemiyorum; kaydın bay Muannit Sahtegi, yapma, seni konuşmak değil, yazmak kurtarır derken, yani günlük adı altında üç beş tümcenin yazıldığı günden tam üç yıl sonra, yeniden başlamayı deniyorum. Yoksa, galiba, dün gördüğüm, yanı başında sulandırılmış rakı şişesi, dilenen ihtiyardan beter yıkılmış olacağım. Neyi, nasıl, niçin kurtarmak? Neden bunca korkmak yıkılmaktan, yok olmaktan. Canlılık rastlantısal oluşumu, geciktirebilir avuntusuna sığınmayacağım, tek kuşkulu güvencem, gücüm bu. Hadi çabuk, iç çek biraz, zayıflığını kimse görmüyor nasıl olsa. Sonra bırakma, salma kendini, yaz ince eleyip sık dokumadan, kim ne derse desin. Ardına kalmamayı erdem saymak, hele günübirlik kime ne'lik yaşamaları kağıda geçirmemek; unutulurum kaygısıyla başvurulan sığ yöntemlere tepki burnubüyüklüğüdür; bunca ertelemek, durup dururken kesivermek de belki. Kolay suçlanabilen: zaman. Beni geride bırakan, koyup giden. Ne atbaşı koşabiliyoruz, ne yarışı önde götürebiliyorum. Böyle amansız, çılgın, yenik boğuşma. Yazarken sözde dural olan, kaçıyor elimin altından. Nasıl ileneyim bilmem! Hani sövgü öfkeni uyarır ya da yatıştırır. Neden bunca doğuştan uygarsın. Hiç insanca yanın yok. Sevemiyorsun. Savın boş. Nesin sen? Oysa isteyebilsen, istemeyebilirdin de. Hadi oradan, bilinçsizliğimin aç bilinci!
Vüs'at O. Bener (Bay Muannit Sahtegi'nin Notları)
Evet, haklıydım, bahar ve yaz Cambridge'de de hemen hemen her sene görülen olaylardandı (o anlaşılmaz "hemen hemen" pek hoşuma gitmemişti). Evet, Sebastian Cam deresinin üzerinde bir kik'e uzanıp uyuklamaktan oldukça hoşlanırdı. Ama en çok sevdiği şey alacakaranlıkta kırları çevreleyen kimi yollar boyunca bisikletle gezinmekti. Orada bir çitin üzerinde oturur, akşamın solgun göğünde sombalığı pembesi tül gibi bulutların donuk bakır rengine dönmelerini seyrederken aklından birçok şeyler geçirirdi. Ne gibi şeyler? Bir gün kırda peşine düşüp laf attığı, öpüştükten sonra bir daha hiç görmediği, ipeksi saçları hala örgülü duran o Cockney kızı mı? Belli bir bulutun biçimini mi? Rusya'nın kara köknar ormanlarından birinin ardındaki puslu günbatımını mı (ah, böyle bir anıyı tazelemesi için neler vermezdim!)? Otlarla yıldızların gizli anlamlarını mı? Sessizliğin bilinmeyen dilini mi? Bir çiğ damlasının korkunç ağırlığını mı? Hepsinin kendi başına anlamı olan -neydi anlamları peki?- milyonlarca milyonlarca çakıltaşından birinin insanın içini burkan güzelliğini mi? Alacakaranlıkta insandan gitgide uzaklaşan ve hiçbir zaman gerektiğince tanıyamadığımız Tanrı'nın dünyasına sığmayan o eski mi eski "sen kimsin" sorusunu mu? Belki de o çitin üzerinden otururken Sebastian'ın aklından geçenlerin sözcüklerle hayallerin, bölük pörçük hayallerle yetersiz sözcüklerin karmaşası olduğunu, bunun da yaşamının tek gerçeği, biricik gerçeği olduğunu ve yakında aşacağı bu hortlaksı savaş alanının çok ötesinde kaderinin kendisini beklediğini bildiğini söylersem gerçeğe daha çok yaklaşmış oluruz.
Vladimir Nabokov (The Real Life of Sebastian Knight)
Eski karımı görmeye giderken başka kızlarla konuşup bana ne vaat edebileceklerini görmek istiyordum. Sıkıcıydı. Taşrada, verandada mısır patlatarak geçirdikleri akşamlardan bahsetti. Bir zamanlar bu, ruhumu sevinçle doldururdu; ama tüm bunlardan keyifle bahsetmediği için, sırf yapmış olmak için yaptığı şeyleri anlattığını biliyordum. ‘’Ee, eğlenmek için ne yapıyorsun?’’ Sevgili ve seks konusunu açmaya çalıştım. Kocaman siyah gözleriyle bana boş boş ve yapmak için yanıp tutuştuğu şeyi yapamamaktan kaynaklanan, kuşaklar öncesinden gözlerine yerleşmiş bir hüsran duygusuyla baktı…neyse ne işte, herkes biliyor ne olduğunu. ‘’Hayattan ne bekliyorsun?’’ Onu sarsıp zorla içinden çıkarmak istiyordum bunu. Ne beklediği hakkında en ufak fikri yoktu. Bazı işlerden, filmlerden, yazın büyükannesinin yanına gitmekten, New York’a gidip Roxy’yi ziyaret etmek istediğinden ve ne giyeceğinden bahsetti, geçen Paskalya’da giydiği gibi bir şey olacakmış: beyaz başlık, güller, gülrengi topuklular ve deri gabardin pardösü. ‘’Pazar öğleden sonraları ne yaparsın?’’ diye sordum. Verandasında oturuyor, yoldan geçen arabaları izliyordu. Annesiyle beraber mısır patlatıyordu. ‘’Baban yaz akşamları ne yapar?’’ Çalışıyordu, bir kazan fabrikasında gece vardiyasında. ‘’Kardeşin yaz akşamları ne yapar?’’ Bisikletine biniyor, gençlerin gittiği büfenin önünde takılıyordu. ‘’Ne yapmak için yanıp tutuşuyor? Hepimiz ne için yanıp tutuşuyoruz? Ne istiyoruz?’’ Bilmiyordu. Esnedi. Uykusu vardı. Bu muhabbet ona çok gelmişti. Bu cevapları asla kimse veremezdi. Kimse asla veremeyecekti. Her şey bitmişti. On sekiz yaşındaydı, çok güzeldi ve kaybolmuştu.
Jack Kerouac (On the Road)
ÖLÜME DAİR Buyrun, oturun dostlar,  hoş gelip sefalar getirdiniz.  Biliyorum, ben uyurken  hücreme pencereden girdiniz.  Ne ince boyunlu ilâç şişesini  ne kırmızı kutuyu devirdiniz.  Yüzünüzde yıldızların aydınlığı  başucumda durup el ele verdiniz.  Buyrun, oturun dostlar  hoş gelip sefalar getirdiniz. Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?  Osman oğlu Hâşim.  Ne tuhaf şey,  hani siz ölmüştünüz kardeşim.  İstanbul limanında                kömür yüklerken bir İngiliz şilebine, kömür küfesiyle beraber        ambarın dibine... Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı  ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız       simsiyah başınızı.  Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...  Ayakta durmayın, oturun,  ben sizi ölmüş zannediyordum,  hücreme pencereden girdiniz.  Yüzünüzde yıldızların aydınlığı  hoş gelip sefalar getirdiniz... Yayalar-köylü Yakup,        iki gözüm,                                             merhaba.  Siz de ölmediniz miydi?  Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp  çok sıcak bir yaz günü  yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?  Demek ölmemişsiniz? Ya siz?  Muharrir Ahmet Cemil?  Gözümle gördüm                             tabutunuzun                                                 toprağa indiğini. Hem galiba  tabut biraz kısaydı boyunuzdan.  Onu bırakın Ahmet Cemil,  vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,  o ilâç şişesidir                         rakı şişesi değil.  Günde elli kuruşu tutabilmek için,  yapyalnız  dünyayı unutabilmek için                                           ne kadar çok içerdiniz...  Ben sizi ölmüş zannediyordum.  Başucumda durup el ele verdiniz,  buyrun, oturun dostlar,  hoş gelip sefalar getirdiniz... Bir eski Acem şairi :  «Ölüm âdildir» — diyor,—  «aynı haşmetle vurur şahı fakiri.» Hâşim,  neden şaşıyorsunuz?  Hiç duymadınız mıydı kardeşim,             herhangi bir şahın bir gemi ambarında                                              bir kömür küfesiyle öldüğünü?... Bir eski Acem şairi :  «Ölüm âdildir» — diyor.  Yakup,  ne güzel güldünüz, iki gözüm.  Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...  Fakat bekleyin, bitsin sözüm.  Bir eski Acem şairi :  «Ölüm âdil...»  Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.  Boşuna hiddet ediyorsunuz.  Biliyorum,  ölümün âdil olması için  hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz... Bir eski Acem şairi...  Dostlar beni bırakıp,  dostlar, böyle hışımla                             nereye gidiyorsunuz?
Nâzım Hikmet (Kuvâyi Milliye: Şiirler 3)
Kitap kağıdının tutuşup yanma sıcaklığı Fahrenheit 451” “Henüz var olmayanın dünyasını yazma dünyasını mümkün kılan 3 ifade vardır. YA ŞÖYLE OLSA…..? KEŞKE…… BU BÖYLE SÜRERSE…. YA ŞÖYLE OLSA ifadesi bize değişiklik verir, bizi hayatımızdan uzaklaştırır. KEŞKE ifadesi yarının görkemli yönlerini ve tehlikelerini keşfetmemizi sağlar. BU BÖYLE SÜRERESE ifadesi günümüz hayatından bir unsuru, net bariz ve normalde tedirgin edici bir şeyi alır ve o şey, o tek şey büyüse, her tarafa yayılsa, düşünme ve davranış tarzımızı değiştirse ne olacağını sorar.” “Çizgili kağıt verirlerse, yan çevirip yaz.” Juan Ramon Jimenez “Anayasanın dediği gibi , herkes hür ve eşit doğmaz ama herkes eşit hale getirilir. Her insan diğer herkesin suretidir; o zaman herkes mutlu olur çünkü sinmelerine yol açacak, kendilerini kıyaslayacakları dağlar yoktur.” “Kalıtım ve ortam tuhaf şeydir. Okulda yapmaya çalıştığın her şey ev ortamında bozulabilir. Anaokulu yaşını bu yüzden her sene azalttık, artık neredeyse beşikten alıyoruz.” “Kitaplar unutmaktan koktuğumuz bir sürü şeyi depoladığımız kapların bir türüydü yalnızca. Sihir sadece kitapların söylediklerinde, evrenin parçalarını nasıl dikerek bizim için giysi haline getirdiklerinde.” “Bir kitabın gözenekleri var, özellikleri var. Bu kitap mikroskopla incelenebilir.Camın altında sonsuz çoklukla akıp giden hayatı görürsün. Gözenekler ne kadar çok olursa, bir sayfaya santimetrekare başına o kadar çok sayıda doğru kaydedilmiş hayat ayrıntısı sığdırabilirsin.Kitaplar hayatın yüzündeki gözenekleri gösterdiği için onlardan o kadar çok korkulur.” “Düşünmeye zamanımız oluyor mu? Saatte 160 km hızla araba sürüyorsun ve sadece korktuğunu düşünüyorsun. Yada oyun oynuyorsun veya bir odada dört duvarlı televizyon alıcısı ile oturuyorsun… ki onunla tartışamazsın. Televizyon alıcısı gerçektir, anlıktır, boyutu vardır. Sana ne düşüneceğini söyler, bangır bangır kafana sokar. O haklı olmalıdır. Öyle haklı görünür ki, vardığı sonuçları sana öyle peş peşe söyler ki zihninin itiraz etmeye, -ne saçma- demeye vakti olmaz.” “Kitapların bize faydası olabilir mi?Bize üç gerekli şey verilirse. Birincisi nitelikli bilgi. İkincisi onu hazmetmek için gerekli serbest zaman. Üçüncüsü de ilk ikisinin karşılıklı etkileşiminden öğrendiklerimizde temellenen eylemlerde bulunma hakkımız.” “İnşa etmeyenler yakmalıdır. Tarih ve çocuk suçlular kadar eskidir bu.” “Bilgi kaba kuvvetin üstesinden gelmeye yeterde artar bile.” “Belirsizliği belirliliğe yeğleyen insan akıllı değildir.” “Herkes ölünce ardında bir şeyler bırakmalı. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir veya bir duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Veya ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece.” “Gözlerini mucizelerle doldur., hayatı on saniye sonra ölecekmişsin gibi yaşa. Garanti isteme, güvenlik isteme.
Ray Bradbury (Fahrenheit 451)
Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır Değişen bir dünyaya karşı Kerpiç duvarlar gibi katı Çakır dikenleri gibi susuz Kayıtsızca direnerek yaşarlar. Aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgarı ve güneşi Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden Düşünemezler... Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek Topraklarını büyütmeye çalışırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar karılarını döverler Seslerinin tonu yumuşak değildir Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler. Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar. Adım başı pınar olsa da köylerinde Temiz giyinmez ve her zaman Bir karış sakalla gezerler. Çocuklarını iyi yetiştiremezler Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur. Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler. Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler. Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar. Binlerce yılın kalın kabuğu altında Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır. Aldanmak korkusu içinde Sürekli birbirlerini aldatırlar. Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse Karılarından en az on adım önde yürürler Ve bir erkeklik işareti olarak Onları herkesin ortasında döverler. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler Kendilerinden olanlarla alay edip Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar. Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir. Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar. Yiğittirler askerde subay dövecek kadar Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır- Ezim ezim ezilirler. Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler. Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler. Dindardırlar ahret korkusu içinde Ama bir kadının topuklarından Memelerini görecek kadar bıçkındırlar Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez Şehre giderler! Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar. Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar. Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki Zengin bir akrabalarından söz ederler. Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler.. Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar. Yarı gecelerde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur. Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler. Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa- Sonuçlarını görmeden inanmazlar. Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur. Mülk düşkünüdürler amansız derecede Bir ülkenin geleceği Küçücük topraklarını ipoteği altındadır. Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden Zamanın derin ırmakları önünde... KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM?
Şükrü Erbaş
Yaz, sıcaklığıyla bizi ısıtır; kış, güzelliğiyle bizi ısıtır!
Mehmet Murat ildan
Once we’re all set and no one is killing anyone, Mari and Yaz finish bringing the dinner in.
Charissa Weaks (City of Ruin (Witch Walker, #2))
Sevdiğim yaz geldi yine Karıncalar ve sineklerle çıktık yeryüzüne Barbunla lüferle marulla zeytinle Uzaklarda kaldı nisanları basan sis, bun, yağmur Karadeniz'de bir mavi, çocuklar sevinsin diye Şairler sevinsin diye sevdiğim, yaz geldi yine
Gülten Akın (Sevdiğim Yaz Geldi Yine)
Evet, sonbahar yeniden geldi, hep yaz olacak, hayat böyle gidecek sandın ama işte sonbahar geldi ve sana yine hatırlatıyor: Hayatın kışı var, hayatın sonu da var!
Mehmet Murat ildan
Ama bu yaz gözlerim kelimelere odaklanamıyordu adeta. İcat edilmiş dünyalar, kurmacanın bütün uydurmalığı ve çalıntılığı, tüm karakterler... Sundukları her şey nihayetinde çok kıt ve acınası geliyordu. Tarihlere, gerçeklere, sayılara, istatistiklere ihtiyacım vardı. Silahlara yani. İşte burası yaşadığımız dünya ve bu dünyada bunlar oldu.
Julia May Jonas (Vladimir)
Terli bir ağustos günüydü diyelim tanıştıkları. Ortak bir yakınma büyüyordu kentten, yeşillikten ve bayat sandviçlerden. Bu yakınmayı iki ucundan tutup sahiplendiler, önce böyle başladı tanışıklıkları, sonra olağan ve kendiliğinden saydılar. Küçülttü yakınma kendini, arayı boşalttı, el ele kaldılar. (s.116)
Feyza Hepçilingirler (Kırlangıçsız Geçti Yaz)
Derilmeyen gülümseyişler kurudu kaldı, adam kopardı onları, ortalığı temizliyorum diye kaldırıp attı (s. 118)
Feyza Hepçilingirler (Kırlangıçsız Geçti Yaz)
Kış gelir, yazı beklersin; yaz gelir, kışı beklersin! Emekli olmayı beklersin, hükümetin değişsin diye beklersin, fırtına dinecek, sis dağılacak güneş çıkacak diye beklersin, beklersin de beklersin! Bekleme, dostum, bıkmadın mı beklemekten? Beklemekten yaşlandın! Beklemeden yaşa, kışı, sisi, şunu bunu bırak, bekleme!
Mehmet Murat ildan
Kalkıp yundum. Çadırlarımızın yakınında bulunan, her ordugâhta mutlaka kurulan çergenin buğulu sıcaklığında kendime geldim. Yeni giysilerimi giydim. Temizliğe çok önem veririz. Ordugâhların yakınına çerge kurulur erlerin yıkanması için. Oradaki hizmet kişileri kadınlar; azanlarda yaz kış sürekli sıcak suyu hazır ederler. Bölmelidir çerge. Bir yanı da sayrı evidir. Benim gibi seçme, sürekli savaşçıların giysileri orada yunar. Yenileri hazır edilir. Diğer savaşçılar ise kendi giysilerini kendileri yıkarlar. Yine burada hazırlanan bir giyitlikten yeni ve temiz giysiler alırız yıkandıktan sonra.
Ahmet Haldun Terzioğlu (Mete Han)
Yaz and Meyer didn’t know whether to shit once, twice, go blind, or die – though the latter
Michael Stephen Fuchs (ARISEN : Raiders, Volume 4 – Duty: (The Special Ops Military Apocalypse Epic))
Benim aklımdan geçenler Neden Küçük erik ağacının Aklından geçmesin Yaz yağmuru Beyaz Çiçeklerini dökerken
Arif Damar (Yoksulduk Dünyayı Sevdik)
Yaz startled as he heard two muted shotgun blasts
Michael Stephen Fuchs (ARISEN : Raiders, Volume 4 – Duty: (The Special Ops Military Apocalypse Epic))
Pencerenin çerçevelediği balkonun sarı ışığında oturmuş, eşyanın tabiatı marifetiyle aynı fotoğraf karesine girmekle yükümlü ama gerçekte birbirlerinden kilometrelerce uzak annemle babama baktım. Beni bu dünyaya getiren iki insana. Bir yaz gecesinin ortasında, bir balkonun ya eserse ihtimaline sığınmışlar, plastik bir balkon masasının hatırına aynı metrekarede buluşmuşlardı. Herhalde ev mobilyalarını tasarlarken bunu amaçlamıştı birileri; biraz cereyanda kalsa hastalanmaya teşne çekirdek ailenin parçalanmasına, her bir parçanın kopup uzay boşluğunda birbirinden uzağa sürüklenmesine engel olmak içindi mobilyalar. Bir masanın en az iki sandalyesi oluyordu mesela. İkili koltuk hakeza. Hele iki kişilik yatak. İnsanı sokakta yanından geçip gideceği bir adamla ya da kadınla ömür boyu birlikte uyumaya mecbur kılmaktan başka neydi ki bu kötü fikrin özü? Her gece aynı yorganın altında uyuyan iki insan değil kopmaya, kopmayı aklının ucundan geçirmeye dahi nasıl cesaret edebilirdi. Ailemizi aynı çatı altında kenetleyen şey eşyaydı sanki; tek sandalyesini kullanmadığımız dört kişilik yemek masamızdı, odalarımızı birbirine bağlayan koridorlardı, yüzümüzü birbirimizin ıslaklığına kuruladığımız havluydu, paltolarımızı birbirine sarılma mesafesinde muhafaza eden portmanto, çamaşırlarımızı birbirimizin kirli sularında döndürüp duran çamaşır makinesi...
Melisa Kesmez (Nohut Oda)
Sokak lambalarının ışıltısı altında yağmurla ıslanmış sokaklar kış, hep dışarda olmaktı yaz.
Ursula K. Le Guin (So Far So Good: Final Poems: 2014-2018)
Senin somurtmandaki hüner, gülümsememde niye yok sanki!
William Shakespeare
Ne de çabuk unuturuz yaz gelince kışı, kara bulutlar gidince korkunç fırtınayı, yağmur dinince berbat selleri, güneş doğunca karanlığın karabasanlarını ne de çabuk unuturuz! Unut, dostum, unut, ama unutma ki unuttuğun şey sana her zaman yeniden hatırlatılacaktır!
Mehmet Murat ildan
Aşk gözleriyle değil, hayaliyle görür
William Shakespeare (A Midsummer's Night Dream)
Zafer ve öncesi tamamiyle unutulmuştu. Bir yaz gününün küçük bir hatırasnı nakledeyim. Köprüden vapura binmiş, Büyükada’ya gidiyorduk. Kâzım Şinasi, galiba Necmettin Sadak, rahmetli Cavit Bey ve ben güvertede beraber oturmuştuk. Moda iskelesinde vapura İttihat ve Terakki Merkez-i Umumî azasından rahmetli Dr. Nâzım bindi. Cavit alaycı ve tenkitçi idi. Anadolu’yu da, Ankara’yı da, Mustafa Kemal’i de pek hafife alıyordu. Milletvekilliği taslamamak için tartışma aramıyordum. Fakat Doktor Nâzım tam bir intikamcı ve kinci dili kullanıyordu. Hristiyan azınlıklarla Türkler arasında fark yapıldığından şikâyet edecek kadar kendini unutmuştu. Politika tartışmalarını hiç sevmiyen Kâzım Şinasi bile, eski Merkez-i Umumî günlerini hatırlıyarak, bir aralık: - Aman doktorcuğum, hiç olmazsa sen bunları söyleme... dedi. Doktor Nâzım: - Bizim zamanımız başka idi, şimdiki zaman başka... diye cevap verdi, sonra da: - Trabzon İttihat ve Terakki şubesinin evrakı neşrolunsun. Kuvay-ı Milliye’yi kim yapmıştır, öğrenirsiniz, diyordu. Cavit: - Evet Mustafa Kemal bir devlet adamı olamaz, siyaset bilmez, hükûmet işleri bilmez, fakat askerliğine de bir şey diyemezsiniz ya! diyecek olmuştu. Doktor Nâzım: - Askerlik mi? Ali İhsan Paşa ordunun başına geçsin. Plânları hazırlasın. Tam kumanda vereceği zaman sen gel, onu at, koşulu arabaya bin ve İzmir’e git... dedi. Hatta kendi aralarında birbirine zıt birçok cereyanlar, Mustafa Kemal’i yıkmakta birleşmişlerdi. Hiç kimsenin de bir programı yoktu. Mustafa Kemal yıkılıp da ne olacaktı?
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Atatürk denizi pek sevdiği ve eski devirden kalma çürük yatla bir iki tehlike atlattığı için hükûmet ona Savarona’yı almıştı. O yaz yatla gezintiler yapmağa pek hevesli idi. Yatağa düşünce: - Bu yatı bir çocuk oyuncağını bekler gibi beklemiştim. Bana hastahane mi olacaktı? demişti.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
şimdi burada kar yağıyorsa her yerde yağıyordur ve vakit dardır su geçirmez çizmeleri de vardır aman vermez yıldırımçekenleri de ve polisleri, polisten kaçanları ve düzgün cümle yapanları anayasaya giriş, felsefeye başlangıç ve statik okuyanları ağaç okşayanları, ekmek dilimlemeyi ve yemeyi sevenleri -arada bir ateş gibi yakıp geçmeden tarihin kundurası- mevsim sonu ucuz satışları, indirimli fiyatları ve hiç düşlemeden bir incir ağacının bütün bir yaz süren denizli rüyasını doğduğu yerin yitik anısını bulduğunu sanarak sevenler vardır dördüncü boyuta göre bile vakit dardır denizlere en tutkun adamın bile çok zaman uykusu vardır bir çırpıntı gibi gelip gider düşlerinin kumlarda yattığı o adsız şehir, halkının boylu boyunca kumlarda yattığı başkalarının o uğultulu şehre biraz kuzeyden baktığı ne kadar suya girseler ıslanmayan çımacıları, dalyan toplayanları, vapur yürütenleri suya bakıp rüzgâr söyleyenleri, yağmuru yanılmadan bilenleri yağmura şemsiyesiz çıkanları bakkal çıraklarını, meyhane komilerini, deniz adamlarını izinli yürüyüşleri, sağlıksız grevleri ve aynen lokavtları doğduğu yerin yitik anısını bulduğunu sanarak sevenler vardır vakit dardır her şeyin acısı birden gelişir ve hız verir kanına çiçeğin susuzluktan kuruması, kedinin açlığı ve eylül ortası bir yanlışlık, bir kırgınlık, bir izin akşamının ilk karası sıkılgan ölümün kuluçkadaki kuşunun çatlamayan ilk yumurtası işte akreple yelkonvanın, örümcekle sineğin saat onikideki arası ancak coşkunluğa vakit vardır ey onun adsız bir ot olarak yüzyıllardır sürgün veren sabrı durumunun dağlara bir akşam olarak vuran gölgesi ey usta berberlerin bileyli usturası, lâğımcılar kazması ey bileycilerin en hüzünlüsü, kıvılcımlar ustası ey en tıraşlı mücellit kalfası bir fakülte rozetinde gülümseyen kırmızı, uslu kırmızı gülüşünüz bir mağaranın karanlık tarihini aşıyor artık bir şehrin güneyi ve batısı vardır vakit dardır bizim tasalarımızın eskidir tarihçesi sonunda umutlanmak, başında gül bahçesi bir bayrama su veriyor bir gümüş çeşme çünkü dünyada artık vakit dardır
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Yaz...Bizi yaz.Her şeyin sonuna geldiğimizin kanıtı olan kitabı yaz.
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
1985 veya 86'ydı. O zaman Kahire'de gazeteciydim ben, eh, bizim gazetenin muhabiriyle bir şehirde. Bir gün havaalanından, İstanbul'dan gidiyorum, havaalanında Aziz Nesin'i gördüm. O yıllarda, eh, pasaportları alırlardı ellerinden Türklerin, işte uyuşturucu işine karışıyor Türkler falan filan diye bir saat falan bekletirler fakat bizim tabii Mısır basın kartı var, hemen gösterip pasaportla geçiyoruz. Baktım, Aziz Bey, Türk uçağından inmiş, eh, yerde oturuyor: - Aziz Bey, hayırdır? dedim. Tanışıyoruz tabii şeyden filan. - Oğlum, dedi, pasaportumu aldı bu adamlar da bekliyoruz, dedi, şeyden. Neyse, böyle alıkoydum arayı, aldım pasaportu. Bir yazarlar birliğinin toplantısı varmış, toplantı iptal edilmiş, adamcağız gelmiş fakat iptal edildiğini söylememişler, kimse de karşılamıyor. Eh, tabii ki eve götürdüm: - Bende kalın, dedim, temas ederiz adamlarla falan. Gittik işte, Aziz Bey dinç gözüküyordu ama yaşı ileriydi hayli. Eh, 1-2 saat dinlendi: - Gel, dedi, bir yürüyelim, dedi. Bende tabii şeyden tanıyorum onu, gençlik yıllarımızda Bayramoğlu'nda Basınköy vardı, oralarda, eh, her yaz beraberdik falan. Çıkıyoruz, hiç unutmadım bunu, asıl anlatacağım şey budur: Elleri şöyle arkadaydı Aziz Bey'in, böyle yürüyordu arkaya şey yapıp: - İyi ki, dedi, buraları kaybetmişiz, dedi, harpte, dedi. - Niye? dedin. - Şunlara bak, bunların hepsi bizim vatandaşımız olacaktı, dedi.
Murat Bardakçı
Ve bir sabah vakti, kimsesiz Bir limanda bulsam kendimi. Bir limanda, büyük ve beyaz... Mercan adalarda bir liman.. Beyaz bulutların ardından Gelse altın ışıklı bir yaz. Doldursa içimi orada Baygın kokusu iğdelerin. Bilmese tadını kederin Bu her alemden uzak ada.
Orhan Veli Kanık
Bilmek için, oku; öğretmek için, konuş; düşünmek için, yaz!
Mehmet Murat ildan
Sonbahar başlar, sonbahar biter; kış başlar, kış biter; ilkbahar başlar, ilkbahar biter; yaz başlar, yaz biter! İyi ki bitiyorlar yoksa onları nasıl bilebilirdik? Bazı şeyler bitmelidir ki bazı başka şeyleri bilebilelim!
Mehmet Murat ildan
Örneğin, orta boy bir armut, portakal, nar veya elma olabilir. Yaz aylarında, çilek (şeker ekilmeden), kiraz, böğürtlen veya ahududu günde 100-200 gr kadar yenebilir. Ayrıca en sağlık meyve zeytindir. Evet, zeytin yeryüzünde bulunan en sağlıklı meyvelerden biridir. Glisemik indeksi sıfırdır. Her sabah kahvaltıda 9-10 adet zeytin rahat rahat yenmelidir. Domates, salatalık ve biberler de (sebze grubunda olmalarına rağmen) o bitkilerin meyveleridir. Ceviz, fındık, fıstık, badem de kendi ağaçlarının meyveleridir ve bunların da glisemik indeksleri sıfırdır. Bu saydıklarımızı meyve olarak bilip tüketirsek, 24 saat içinde ne kadar çok ve sağlıklı meyve yediğimiz ortaya çıkacaktır. Ancak, glisemik indeksi çok yüksek olduğu için kavun, karpuz, dut ve taze incir (Gİ = 80-100) maalesef yenilmemelidir.
Anonymous
Bazıları için aşkın tanımı buydu. Derslerde en arkaya otururlar. Yaz günü 40 derece sıcakta giydikleri blazer ceketleri ve ucuz popülerliğin son moda pop şarkılarını bangırdattıkları, sanayiden 100 Lira’ya temin edilmiş çakma ses sistemleriyle donatılmış, viteslerine bir tespih geçirilmiş arabaları olur. Hocaya sordukları sorularla onu bozmaya çalışır ve kendi esprilerine vahşi bir hayvanın boru gibi sesiyle gülerler. Bütün cümleleri gramer teröründe gazi madalyası alacak kadar bozuktur ve sonlarına mutlaka bir küfür yerleştirirler. Anlaşılamaz ve yersiz bir özgüvene sahiptirler. İşte yüzlerinden bela akan, gittikleri her yerde ezelden oralıymış gibi davranan, at hırsızından dönme bu tip erkekler için her kızla yatmıyor olmak aşkın tanımıydı. Yatabilirlerdi. Ama yatmamayı tercih ederek asaletin pençesinde aşk ıstırabı çekerlerdi.
Mithat Terje (Oda)
Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış olmayalım?” Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık bakışlarıyla anne, kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu. Anne, saygılı sordu: “Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş.” Hademe kadın ilgisiz: “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir” dedi. “Hiç gecikmezler.
Füruzan (Yaz Geldi - Seçme Öyküler)
Ağustos Böceği Bir Meşaledir Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı Ağustos bu seste Bu durmayı unutmuş seste Çam diyor ağustos böceği Çamlara kasideler söylüyor Tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye Bu hanedanın Ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın Ey masalcı adam iftira ettin sen Bu harikalar harikası böceğe Onu suçladın tembellikle En çalışkan onu görüyorum ben Hiç bir karşılık beklemeden Yazı ağustosu çamı çınarı Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı Ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak Suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor Çiğ damlası bir zümrüttür diyor Susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor İlahiler okuyor güneşe gönderiyor Sen bunları levha levha kızart diyor Bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor Kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor Güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden Gölgede saklanma kurnazlığını reddeden Aç kalma pahasına olsa da öten Susamanın armonilerini en iyi bilen Matemden alevden bir gömlek giyen Yapraktan bir saray ören Sesini bir şehir gibi boşaltan nehre Dağlara kırlara ve ormanlara zerre zerre Sonra kış gelince karıncalar saklanır toprak altına Herkes bir önlem almıştır o hariç O hep iyiyi güzelliği yaşamış Özgürlüğe dalıp çıkmış yalnız özgürlüğe Öbürleri hep gerçeklik taslamış Ama o hep gerçeği aramış Gerçeği aramağa çağırmış Ve gerçeği yaşamış Sizin acımanıza gülüp geçiyor Sizi gidi faydacılar çıkarcılar sizi Üzülmeyin evi yok yuvası yok diye Kışlık erzak biriktirmemiş diye Sizin acımanıza yok onun ihtiyacı – Sahtedir zaten acımanız Siz ancak alay edersiniz acımasız– Özgürlüğün sesidir o ürkmez korkmaz Titremeden geçer gündüzden geceye Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde Tanrı’nın sırrıyla bir mucizeyle –Oysa nesli kesilmeliydi size göre– Ama hiç bir zaman hiç bir yerde Sönmez tanrının yaktığı meşale İstersen bir böcekte olsun o meşale Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren Adeta güneşle onların arasına bir perde geren Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren Çeşmelerden su sesleri alıp getiren Sesiyle – o ufacık gövdesinden tüten– Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen Dünya cehennemine cenneti karşı diken Işık kıyametine mızraklar havale eden Harbeler gönderen oklar atan sesinden Ağustos böceği deyip hor gördüğümüz Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan Hiç yere hiç bir şey yaratmamış olanın Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık Uyarıcı ve muştucu bir yaratık – Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı – Ateşle dans eder o güneşle dans eder Çırçıplak çıkar güneşin karşısına Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır
Sezai Karakoç
Çizgili Kağıt verirlerse,yan çevirip yaz.
Juan Ramón Jiménez
Bu bozukluğun dibine inmek lazım. Bir gün dergiye genç bir çocuk geldi, bir şiir getirdi, şiire baktım, "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" taklidi bir şiir. Dedim nerede oturuyorsun, Lalahan dedi. O yıllarda Mamak gecekonduydu, Lalahan daha berbat bir yer. Gecekondu bile değil, Porto Riko’nun teneke kulübeleri gibi evler. Oralar çok yoksul yerler dedim, "sorma abi" dedi, bizim evin tuvaleti yok, bizim gibi yedi sekiz evin de yok, sabahları hepimiz maç kuyruğu gibi bir helanın kapısında kuyruk oluyoruz… Acımasız bir sosyal trajedi. İnsanın içini çarpan acımasız bir yoksulluk. Sen böyle yoksul bir hayat yaşıyorsun, bu "gidelim serv-i revanım yürü sadabâd'e" şiiri de ne oluyor? Bu Lale Devri'inde Nedim'in yazdığı, Osmanlı zenginlerinin, lüksünün, şatafatının anlatıldığı bir şiir. Sen niye buradasın dedim… Yazacaksan, "gidelim serv-i revanım yürü helaya" yaz. Muhtemelen komşu kızını da hela kapısında görüyorsun. Senin gerçekliğin sadabad değil, senin gerçekliğin yedi ailenin kuyruk olduğu hela kapısıdır. Sen bu acımasızlık üzerine şiir yaz, seni yoksullaştıran bu kültürü, bu siyaseti anlamaya ve anlatmaya çalış. Sağ ve muhafazakârlık aşırı romantizmden beslenir. "Bir zamanlar üç kıtaya hükmediyorduk" gibi. Bu; zaman zaman bizim de böbürlendiğimiz bir durum fakat gerçekliği örter. Milliyetçi romanlar da böyle, şimdi burada sadece Kırım Hanlığını anlatsak kendinden geçersin dinlerken, romantizmden ölürsün. Ama bu romantizmin içine düştüğün zaman bugünkü gerçekliğini unutursun. İstanbul’a gidecek uçak parası yokken, biz bu çocuğa "Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın" diyoruz. Bu yanlış değil, bunlar anlatılmalı, böyle bir inanç olsun ama bir de sosyal gerçekliği var bunun, bu kesim bu ağır romantik maskeden kurtulamadı. Siyasi hükümetin başında bir görgüsüzlük hakim. Bunların arkasındakilerin bugünkü Müslümanların aşırı israfçı, ayyuka çıkan hırsızlıkları, görgüsüz ve kültürsüz tarafını eleştirecek güçleri hiç olmamıştır...
Nihat Genç
Yaz, kış geldiğinde kalplerimizde sonsuz bir şekilde parıldar!
Mehmet Murat ildan
Yaz olduğu sürece kışı seveceğiz! Yaz yeryüzünden kaybolduğu gün kıştan nefret edeceğiz!
Mehmet Murat ildan
Dünyanın en güzel şeyi de Allah’ın bize bir dua kadar yakın olması. Yaz bunu, güzel laf
Anonymous