“
Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak bende artık inanmak kuvveti bırakmamıştı.
”
”
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
“
İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır.
”
”
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
“
Dünyada bir tane kahraman bulunmalı. Tek başına yaşayanlara cesaret vermek için.
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazen o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve sefadan, lezzet ve şehvetten bir alem kurup, keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı.
”
”
İhsan Oktay Anar (Puslu Kıtalar Atlası)
“
Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir; asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!
”
”
Ahmet Hamdi Tanpınar (Huzur)
“
Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.
”
”
Aslı Erdoğan (Kabuk Adam)
“
Važno je,možda,i to da znamo
Čovek je željan tek ako želi
I ako sebe celoga damo
Tek tada i možemo biti celi.
Saznaćemo-tek ako kažemo
Reči iskrene,istovatne
I samo onda kad i mi tražimo
Moći će neko i nas da sretne
”
”
Miroslav Antić
“
Četrdeset mi je godina, ružno doba: čovjek je još mlad da bi imao želja a već star da ih ostvaruje. Tada se u svakome gase nemiri, da bi postao jak navikom i stečenom sigurnošću u nemoći što dolazi. A ja tek činim što je trebalo učiniti davno, u bujnom cvjetanju tijela, kad su svi bezbrojni putevi dobri, a sve zablude korisne koliko i istine. Šteta što nemam deset godina više pa bi me starost čuvala od pobuna, ili deset godina manje pa bi mi bilo svejedno. Jer trideset godina je mladost, to sad mislim, kad sam se nepovratno udaljio od nje, mladost koja se ničega ne boji, pa ni sebe.
”
”
Meša Selimović (Death and the Dervish)
“
Hayat işte. Evde hayal kuruyor, sonra sokağa çıkıyor ve hepsini tek tek gömüyorsun bir yerlere.
”
”
Melisa Kesmez (Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz)
“
Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini,gülünçlüğünü göreli beri,gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi.
”
”
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
“
Tek tavan gökyüzüdür. Gerisi her yerde aynı.
”
”
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
“
İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer.Benim bildiğim tek sınır bu.
”
”
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
“
Mi smo vremenom prožeti, a ono tek po nama ima svoj smisao.
”
”
Miroslav Krleža (On the Edge of Reason (Revived Modern Classic))
“
Bugünün dersi birbirinizi öldürmek; ta ki tek kişi kalana kadar.
”
”
Koushun Takami
“
Her şeyi bildiğim için vasiyetim tek bir cümle olacaktı:
"Beni yüzüstü gömün. Çünkü yeterince gördüm!
”
”
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
“
Rastojanje između nas definitivno se više nije moglo preći tek tako, prostim svakodnevnim koracima...
”
”
Đorđe Balašević
“
...dünyanın iki buçuk milyar nüfusundan yalnız bir tek insan üzerinde ısrarın bir monomaniden başka adı var mıdır?
”
”
Peyami Safa (Yalnızız)
“
İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, , asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir
”
”
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
“
İstanbul ile Ankara karşılaştırması yaptı. İstanbul'a giden herkes dönüşte böyle bir kıyaslama getirir, lokum gibi ya da pişmaniye, saray helvası, Bolçi. "İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen bile dişlerini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
”
”
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
“
Imao sam puno takvih dana u životu i pamtim ih samo po tome što sam ih zaboravio...
Oni su kao slike u decijim farbankama koje ožive tek kad se oko njih potrudiš, i ja sam, kao i svi, preskocio mnogo stranica tragajuci za slikama koje cu lakše obojiti.
”
”
Đorđe Balašević
“
Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.
”
”
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
“
Bir gün sana dünya da katlanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.
”
”
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
“
Sreća, kad je doživljujemo, nikad nije potpuna. Tek u sjećanju postaje potpuna...
”
”
Erich Maria Remarque (The Night in Lisbon)
“
Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek.
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.
”
”
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
“
Cula su naelektrisala vrhove prstiju kojim sam joj doticao kozu i pratio besprekornu liniju glatkih ramena, tragajuci uzalud za malom, najmanjom greskom. Mirisala je na Indiju, na breskvu, na izvor, biseri su virili iz tek odskrinute skoljke njenih usana, osetio sam u bradi laki drhtaj, jeku jedne davne groznice za koju sam mislio da umire kad te obuzme i da se vise ne moze vratiti ako je jednom prebolis.
Da, zeleo sam je, jako sam je zeleo...
Dodirnuo sam joj mali prst na nozi, bezuspesno pokusao da nadlanicom uklonim beleg iz detinjstva sa njenog levog kolena, udubio se u cudni raspored sicusnih mladeza na tilu vitkih ledja...I trgao se.Uplasen...Koliko to na njoj ima tajnih mesta koja bih zeleo da poljubim? Ali ne sad. Jednom. Mozda...
Ja sam momak staromodan. Prevazidjen. Po mojoj religiji, moja zelja je samo pola zelje...
Lepo sanjaj, mali misu nabareni. Ko zna da li ces mi ikad vise biti tako blizu? Mozda cu se kajati, mozda cu morati da se napijem svaki put kad se setim ove noci...Neka...
Ako ikad budemo spavali zajedno, to ce biti onako kako sam zamislio. I kako Bog zapoveda. I niko nece spavati za vreme tog spavanja...
Laku noc, njene pospane oci...
”
”
Đorđe Balašević (Tri posleratna druga)
“
Bahkan dalam banyak kepercayaan dan agama, hal yang musikal dianggap lebih awal dan lebih akhir ketimbang teks kata-kata maupun rupa.
”
”
Sujiwo Tejo (Ngawur Karena Benar)
“
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmak
Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak
-Freud diye bir şey yoktur.
Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-Haydi iç de çay koyayım.
”
”
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
“
Seni öldürmeye çalışacaklar.’’
‘’İyi ki öldürülmem zor.’’ Beni tek bir şey ilgilendiriyordu. ‘’Ya sen?’’
‘’Asla.Ben daima koruyacağım seni.İhtiyacın olduğu her an seni becerip kendine getireceğim.Ölmene asla izin vermeyeceğim.
”
”
Karen Marie Moning (Shadowfever (Fever, #5))
“
You would have realized that it wasn't Mumtaz, a muslim, a friend of yours, but a human being you had killed. I mean, if he was a bastard, by killing him you wouldn't have killed the bastard in him; similarly, assuming that he was a Muslim, you wouldn't have killed his Muslimness, but him.
”
”
Saadat Hasan Manto (Toba Tek Singh: Stories)
“
Güven, güven, güven...
Güvendiğim tek şey, bir gün ölecek olmam.
”
”
Şule Gürbüz (Kambur)
“
Ama ben seni hiç üzemem
Deliririm yalnızca
Sessizce tek başıma deliririm
Beni Lape'ye koyarlar
Koyu Türk çayı içerim orada
yalnızca
”
”
Lâle Müldür (Ultra-Zone'da Ultrason)
“
İnsan, yüzü kızaran ya da kızarması gereken tek hayvandır.
”
”
Mark Twain
“
Mos e zevendeson perceptimi yne i se shkuares vete te shkuaren? Me fjale te tjera, a nuk eshte e shkuara pikerisht sic e kujtojme ne dhe jo si ka qene ne te vertete? Tek e fundit, e shkuara jeton vetem ne kujtesen tone, ne jemi ruajtesit e saj te vetem, ne tjeter vend ajo nuk ekziston. Asgjekundi.
Atehere... c'eshte realiteti i se shkuares?
”
”
Anatoly Toss
“
Kertenkeleler dünyadan tamamen yok olsa da ekosistemde hiçbir değişiklik olmaz, bu yüzden kertenkeleler dünyanın tek tam bağımsız canlılarıdır ve bende onların kralı Jim Morrison’ um.
”
”
Jim Morrison
“
The amazing thing is that chaotic systems don't always stay chaotic," Ben said, leaning on the gate. "Sometimes they spontaneously reorganize themselves into an orderly structure."
"They suddenly become less chaotic?" I said, wishing that would happen at HiTek.
"No, that's the thing. They become more and more chaotic until they reach some sort of chaotic critical mass. When that happens, they spontaneously reorganize themselves at a higher equilibrium level. It's called self-organized criticality.
”
”
Connie Willis (Bellwether)
“
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’de birleştiğini görünce ona kızıyoruz.
Bu zübükler heryerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orada...
”
”
Aziz Nesin (Zübük)
“
Tek jesen je pokazala kako su plitkog korena i kratkog veka bile moje obmane. I ne samo jesen. Jelene je nestalo iz svih mojih godišnjih doba.
”
”
Ivo Andrić (Jelena, žena koje nema)
“
Biz de deniz gibiyiz." dedi Başak, "tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
”
”
Barış Bıçakçı (Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra)
“
Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
”
”
Didem Madak (Ah'lar Ağacı)
“
Gerçekten bize ait olan bir şeyi Adine, hiçkimse elimizden alamaz. Gerçekten bize ait olan, er veya geç bizim olur. Bu yüzden, senindi benimdi cinsinden bütün hasisçe kaygılar değersizdir. Yapmamız gereken tek şey yolumuza devam etmektir; bize ait olan birlikte gelir, bizimle beraber yürümeyeninse bizi durdurmasına izin vermemeliyiz.
”
”
Lou Andreas-Salomé (Arayışlar)
“
Mengatakan bahwa sebuah teks bermakna 'tunggal' - oleh ibu guru - merupakan suatu perkosaan terhadap prinsip pluralitas makna yang dimungkinkan prinsip pluralitas makna yang dimungkinkan di dalam semiotika. Mengatakan bahwa makna sebuah teks atau gambar harus mengikuti pemaknaan golongan tertentu merupakan satu bentuk represi tekstual.
”
”
Y.B. Mangunwijaya
“
Ni za jednu životnu stazu ne postoji vodič, svaka je neispitana, neponovljiva, zato je u životu avantura pravilo, a ne izuzetak, jer je putovanje kroz neispitane predjele, koje niko poslije nas ne može ponoviti, sve se staze potiru, uvijek nanovo se stvara nova konfiguracija, uvijek se ukazuje drugi pejzaž, druga klima, za svakog posebno. Zato moram da budem svoj vlastiti vodič, prvi i posljednji putnik na putu kojim samo ja mogu proći. Lako ću pregaziti opasne bujice ne gazeći ni do članaka, ili ću se udaviti u smiješnom potočiću, kao niko. Ali ne mogu da čekam, ne mogu da stojim, i sve ću vidjeti tek kad se desi.
”
”
Meša Selimović (Tišine)
“
PREDOSEĆANJE
Poznala sam te kad sneg se topi,
topi, i duva vetar mlak.
Blizina proleća dušu mi opi,
opi, pa žudno udisah zrak.
S nežnošću gledah stopa ti trag,
trag po snegu belom;
i znadoh da ćeš biti mi drag,
drag u životu celom.
Poznala sam te u zvonak dan,
dan pijan, svež i mek.
Činjaše mi se već davno znan,
znan kad te poznadoh tek.
S nežnošću gledah stopa ti trag,
trag po snegu belom;
i znadoh da ćeš biti mi drag,
drag u životu celom.
Poznala sam te kad kopni led,
led, dok se budi proletnji dah;
kad dan je čas rumen, čas setan, bled,
kad sretno se i tužno u isti mah.
S nežnošću gledah stopa ti trag,
trag po snegu belom;
i znadoh da ćeš biti mi drag,
drag u životu celom.
”
”
Desanka Maksimović
“
Bu manasız ve yabancı hayatta bir tek şeye hakikaten sarılmış, hakikaten inanır gibi olmuştu. Bu da karısı idi. Muazzez'in varlığı Yusuf için büyük, boşlukları dolduracak mahiyette bir şey değildi, fakat onun yokluğu müthişti. Onun bu kadar sebepsiz yere, bu kadar insafsızca Yusuf'un hayatından koparılması çıldırtacak kadar acı idi. Hayatında asıl aradığı şeyin Muazzez olmadığını biliyordu, fakat Muazzez olmadan bunu aramaya muktedir olamayacağını sanıyordu.
”
”
Sabahattin Ali (Kuyucaklı Yusuf)
“
Ona se verovatno tačno seća na kom smo se sastanku poljubili… Ja, priznajem, ne… Jer svoj život sam počeo da brojim tek od tog poljubca, pa nadalje.
”
”
Đorđe Balašević
“
Ayaklarımızın altında bir zemin yok artık. Bir çatımız da. Gelecek yok. Geçmişin izleriyse çoktan silinmeye başladı. Aşk, bize bu sonsuz boşlukta ev olacak tek şey.
”
”
Melisa Kesmez (Nohut Oda)
“
Sizler, tanımadığım okurlarım, sizler bize oranla muhtemelen çocuksunuz (sonuçta bizim arkamızda TekDevlet var ve haliyle insan için en mümkün en yüksek doruklara erdik). Ve tıpkı çocuklar gibi, acı şeyleri ancak tatlı ve kalın bir macerayla kaplayıp verirsem yutacaksınız.
”
”
Yevgeny Zamyatin (We)
“
Onda sam ja rekao da se ja to samo šalim i da nikad ne treba da mi vjeruješ, da je sve što kažem tek onako, da prođe vrijeme, da me ne uzimaš za ozbiljno, da bih se ja ubio kad bi me ljudi počeli tako shvatati, da ja već u sljedećem trenutku zaboravim šta sam maločas rekao, da mi je zajebancija u krvi..
Ti si rekla da se ništa ne brinem, da ti to znaš bolje od mene, da sam prokužen od prvog momenta našeg susreta i smijala si se.
”
”
Dario Džamonja (Ako ti jave da sam pao...)
“
Tek ajo shtepi nis dhe mbyllet gjithcka imja. Jashte saj ndihem si nje kermill qe ka dale nga guaska, e ka humbur dhe perpiqet me kot ta rigjeje. Nje kermill ne kerkim te guaskes se humbur...
”
”
Fatos Kongoli (Jetë në një kuti shkrepësesh)
“
Ovde se smatra čašću i viteškom vrlinom kad poniziš do samrti sve sto te nadvisuje spretnošću, snagom, lukavstvom i umom.
A kako ti se tek dive, kako ti zavide smrtnici kad im prineses dokaze da si ubio boga.
Uši sam zalepio lišćem.
”
”
Miroslav Antić
“
Zar nas tek velika nesreća zaista vraća sebi? (...) Ima nečega istinski velikog, za um i dušu velikog, u svakoj pravoj nesreći. Samo u njoj postoji jedna životna istina koje se više ne bi lišio. Nikad.
”
”
Dobrica Ćosić (Vreme smrti, knjiga III)
“
Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir.Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek.Başka bir insanı bahtiyar edebilmek ,kendini bahtiyar edebilmekte daha güç fakat daha insancadır.Bugün böyle düşünenlere saf hatta enayi derler.Fakat ne derlerse desinler ,biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız.
”
”
Sabahattin Ali (Canım Aliye, Ruhum Filiz)
“
Provukla se kroz gužvu naizgled lako (kao da se priseća polke?), gaseći cipelicama neke zamišljene pikavce na podnom mozaiku, ali ja sam znao kako joj teško pada tih par koraka ka meni. U zadnji čas sam odlučio da ipak ne kažem glasno da ih je možda prekasno napravila? Rastojanje između nas definitivno se više nije moglo preći tek tako, prostim svakodnevnim koracima...
”
”
Đorđe Balašević
“
Nedir asıl sorun diye düşünüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi? Asıl öğrenmemiz gereken şey sevgisiz bir yaşam düzeni mi?
Gitmekle ne iyi ettin. Haklı olan senmişsin! Ben romantik, yanlış kitaplarla, kötü yaşam örnekleriyle aldatılmış, yaşamanın anlamını kavramaktan yoksun, kibirlinin biriymişim. İnsan tek başına yaşamı karşılamak zorunda, bense ille de bir sevgiliyle el ele verip değiştirecektim dünyayı! Ne ham hayal, ne zırvalık.
”
”
Leylâ Erbil (Mektup Aşkları)
“
Susarken, yürürken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, boşalırken. Bu duyguyu yitirmediği sürece insanın bunalımı bile anlamlı. Duygular, bir kişi olarak belirlenmese de. Ama insan bu duygularını birinin tenine, bedenine aktarabilse, bunu başardığı an yaşam inandırıcı oluyor. İnsan hiç geçmesin istiyor varoluşu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. İnsanda biçimlenmese de. Bu duygu beni yenen, içimde yaşayan ve ölen canlıyı yenen tek duygu.
”
”
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
“
Senin eşsizliğin, bulunmazlığın üzerine ne söylesem eksik kalır. Sadelikten korkmayan bir kadınsın bir kere. O köprünün altında vb. satılan balık-ekmekten alıp yemek istemen beni en çok gönendiren şeylerden biri. Sana ondan almak istemeyimişimin tek nedeni midenin sağlığını düşündüğümdendir. Bunu kaç kez söyledim de sana. Adapazarı'ndaki kızla -neydi adı onun?- çektirdiğin fotoğrafta senin bütün hayat tavrın gizli. En gösterişsiz koşullarda da sen, o koşullardan hiç utanmadan, hiç yüksünmeden, bir ayağını gözüpek bir rahatlıkla ileri atabilirsin. Beni nasıl savunursun sonra. Birisi bana çok şişmanladığımı söylemişti de, hemen saldırıya geçmiş, şişman olmadığımı ileri sürmüştün. Oysa pekala fazla okkalanmıştım o günler. Sen busun işte. Sevdiğini her durumda savunursun, onun kusurlarını görmezsin. Ne sevgilisin sen.
”
”
Cemal Süreya (On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları)
“
Gerçekten de bir demokrasiydik artık. Lider yalan söyleyerek yönettiğini sanıyor, halk uyduğu bütün kanunların kendi iyiliği için konduğuna inanıyor, ülkede ki tek yayın organı olan radyonun spikeri de her şeyi görüyor, ancak deli taklidi yapıyordu.
”
”
Hakan Günday (Daha)
“
Artık yeni insanları sevmekte güçlük çektiğin yaşlara geldiğinde, daha az müşkülpesent ve muhtemelen daha cesur olduğun yaşlarında bir yolunu bulup çok sevmeyi başardığın birini havaalanına bıraktıktan sonra, o dev ayrılık makinesinin kapısından çıkıp bir kaç saat önce birlikte geçtiğiniz yollardan, bu defa tek başına elin kolun bomboş dönerken kuru ekmek gibi ufalanıyordu için.
”
”
Melisa Kesmez (Nohut Oda)
“
İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen de dişini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
”
”
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
“
... Çünkü sevmek, sessiz ve tek başına bir şeydir. Sevmek yalnızlıktır. O'nu eskisi kadar sevmeyeceğinden korkuyordu. O'nu uyandırmaktan korkuyordu.
Eskisi kadar sevemeyecekti, belki de hiç sevemeyecekti. Çünkü arada o orman, o karanlık, o geçitvermez, o yeşermekten kararmış orman olmayacaktı artık. Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.
”
”
Murathan Mungan (Üç Aynalı Kırk Oda)
“
I shall never love any as I love thee, Moonbrow!” she cried.
He nuzzled her, very gently. “Nor I you, Ryhenna,” he said. “Tek is my mate. I love her. You are my shoulder-friend, and I love you. I love you both, but differently. And when in a year or two years’ time, you dance court within this glade, it will be with one whom you love in a way entirely other than the way that you love me. I am your companion, your friend, Ryhenna, just as you are always and ever mine. Stand fast with me,” he said, “and no foe shall ever part us.
”
”
Meredith Ann Pierce (Dark Moon (Firebringer, #2))
“
Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere , daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardi. Dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. Oysa Uzun Ihsan Efendi, Dünya' nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. Kuran'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. Dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk bu Dünya'nın şahidi olmaktı.
”
”
İhsan Oktay Anar (Puslu Kıtalar Atlası)
“
Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla
düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız
incecik yas dumanı herkese ulaşıyor
sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda
tek başınayız.
”
”
İsmet Özel (Bir Yusuf Masalı)
“
Nisam birao saigrače po grbu na prsima, birao sam ih po grbu u prsima, po nekom Našem Grbu, koji se ne skida tek tako, s majicom ... I svaka čast svakom ... Ali Nacionalnost je ipak samo jedna romantična stavka životnog formulara.. Amateri su definitivno morali ispuniti daleko više od toga da bi zaslužili da budu u ekipi samnom...
”
”
Đorđe Balašević (Jedan od onih života)
“
Sesaat ia terhenyak oleh teks wasiat Habib Hasan Al Bahr.
Menghadaplah kepada Allah dengan hati luluh. Hindarkan dirimu dari sikap ujub dan angkuh. Pergaulilah manusia yang jahat dengan baik, karena pada hakikatnya kamu sedang bermuamalah dengan Allah yang Maha Besar. Ulurkan tanganmu kepada orang-orang fakir dengan sesuatu yang dikaruniakan Allah kepadamu. Lalu bayangkanlah, bahwa Allah-lah yang pertama kali menerima pemberianmu itu, sebagaimana dituturkan dalam berbagai ayat Al-Qur'an dan hadits Nabi. Kelak hatimu akan merasa sangat senang dan bahagia dengan Allah.
”
”
Habiburrahman El-Shirazy (Ayat-Ayat Cinta 2)
“
Mahkümluk serüvenimn son gecesinn siniriyle hamağımda dönüp duruyorm. Yerimden kalkıyor,son aylarda çok iyi baktığm bahçemde geziniyorum.Ay ışığı ortalığı gün gibi aydınlatıyor. Nehrin suyu, gürültü etmeden denize doğru akıyor. Kuş sesi duyulmuyor, hepsi uykuda. Gökyüzü yıldızlarla kaplı, ama ay öylesine parlak ki yıldızları görebilmek için ona sırt çevirmek gerek. Tam karşımda sık orman, tek açıklık..El Dorado köyünün yapıldığı yer. Doğanın bu derin sessizliği beni dinlendiriyor. İçimdeki telaş yavaş yavaş diniyor, bu anın durgunluğu…ihtiyaç duyduğum huzuru sağlıyor bana
”
”
Henri Charrière (Papillon)
“
Satranç hayat gibidir David," demişti babası. "Her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işe yarar, bazılarıysa sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu. Satrancın güzelliği budur işte. İşler her an tersine dönebilir. Kazanmak için yapman gereken tek şey tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmek.
”
”
Adam Fawer
“
Ali nocu, tek nocu, kad ozive i planu nebesa, otvara se, beskrajnost i silna snaga toga sveta u kom se ziv covek gubi i ne moze da se priseti ni sama sebe ni kuda je posao ni sta hoce ni sta treba da radi. Tu se samo zivi, istinski, vedro i dugo; tu nema reci koje tesko obavezuju za ceo zivot, ni smrtonosnih obecanja ni bezizlaznih polozaja, sa kratkim rokom koji neumoljivo tece i istice, a sa smrcu ili sramotom kao jedinim izlazom na kraju. Da, tu nije kao u dnevnom zivotu, gde ono sto je jednom receno ostaje neporecivo, a obecano neizbezno. Tu je sve slobodno, beskrajno, bezimeno i nemo.
”
”
Ivo Andrić (The Bridge on the Drina (Bosnian Trilogy, #1))
“
Dünyanın beni ilgilendiren tek bir yanı var: Otuz yıl üstünde yaşadığım bu toprağa karşı duyduğum belirli bir borç ve yüklendiğime inandığım bir görev; duyduğum bu şükran borcuna karşılık desen ya da resim olarak birkaç andaç bırakmak istiyorum geride -birtakım sanat akımlarının hoşuna girmek için değil, gerçek, içten, insancıl duyguları dile getirmek için. İşte, yaşamdaki amacım bu.
”
”
Vincent van Gogh (The Letters of Vincent van Gogh)
“
Daha kolay yaşamalıyım, metruk evlerde yaşayan 'tam işte o kelimeydi' dediğim insanların arasında. Daha kolay ama nasıl, onu da bilmiyorum. Aşk iki de bir ellerimi tutmak istiyor. 'bir gün sen de cezanı çekersin' diyor. Boşuna, ellerimi verme! uyutmayacağım seni, ninniler büyütmuyor çünkü. Bahçende sıçrayan ağustos böcekleri hala saçlarımın içinde. Bir tek ben kanadım, bir tek sen gördün beni.
"Artık özgürüm, öyle yalnızım ki".
”
”
Umay Umay (Orospu Kırmızı)
“
Sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmansworth'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti.
Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti.
Bu, o kızın öyküsü değil.
”
”
Douglas Adams (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (Hitchhiker's Guide to the Galaxy, #1))
“
Postoji muka odlučivanja, kao i muka čekanja, a svijet je zatvoren i otkriva se tek kad uđemo u igru, kad ostvarujemo mogućnosti. Ni za jednu životnu stazu ne postoji vodič, svaka je neispitana, neponovljiva, zato je u životu avantura pravilo, a ne izuzetak, jer je putovanje kroz neispitane predjele, koje niko poslije nas ne može ponoviti, sve se staze potiru, uvijek nanovo se stvara nova konfiguracija, uvijek se ukazuje drugi pejzaž, druga klima, za svakog posebno.
”
”
Meša Selimović (Tišine)
“
İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da,savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da... Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise kimseyi öldürmüş sayılmazsın.
”
”
İhsan Oktay Anar (Amat)
“
Sen yokken, yani sen evde aşk acısıyla, bittikçe altüst edilen bir kum saati gibi damla damla tükenirken, bu insanların hepsi yaşamaya devam ediyorlar. Elektrik faturası yatırıyorlar, sinemaya gidiyorlar, araç muayenesi yaptırıyorlar, kat karşılığı arsa için müteahhitlerle pazarlık ediyorlar, arabalara, dolmuşlara, teknelere, trenlere biniyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar, kavga ediyorlar, ter kokuyorlar, ayakkabı boyatıyorlar... Bir sen yoksun içlerinde ve bunun farkında bile olmuyorlar. Seni bu hale koyan bile onların arasında dolaşıyor, yaşıyor, ediyor ama sen evde oturmuş, dünya durdu sanıyorsun. "Ben çok yoruldum, biraz ara verelim mi?" dediğinde onlar da mola verdi sanıyorsun. Öyle olmuyor ama. Geç kalırlarsa, hayatta yer kalmayacakmış gibi can havliyle sokaklara koşuyorlar, yaşıyorlar. Uzun süre evden çıkmayınca dışarıdaki ademoğlu kalabalığını kabul etmek zor geliyor işte bu yüzden. Önce hepsini yabancılıyorsun, sonra her birini bir zamanlar bir yerlerde tanımışsın da unutmuşsun gibi gelmeye başlıyor. Öyle bakıyorsun yüzlerine tek tek, bir şeyler arar gibi.
”
”
Mahir Ünsal Eriş (Olduğu Kadar Güzeldik)
“
Ponekad mi se ucini da mi beze pod nogama putevi i daljine. I kadgod mi se dogodi da dospem u daleko, i stanem nasred njega i mislim: konacno, evo me; ako podignem oci, vidim da svako najdalje ima svoje jos dalje. Mozda je to i sreca. Mozda imam u sebi nesto duze od krajeva. Mozda imam u sebi toliko mnogo sveta, da se nikada, nigde, nec...e moci zavrsiti. Nije rec o zivotu, nego o njegovom dejstvu. Jer neke stvari se ne mogu saznati samo ocima. Postoje u meni mnoga, neverovatna cula. Cula vode i vazduha, metala, ikre, semenja,... Oni koji me srecu, misle da ja to putujem. A ne putujem ja. To beskraj po meni hoda. Od koje sam ja vrste? Znam jednu novu igru. Zaustavim se naprasno i ne micem se satima. Pravim se kao da razmisljam i da u sebi rastem. Cinim to dosta uverljivo. Dok imitiram drvece, neko sa strane, neupucen, stvarno bi pomislio da sam pustio korenje. Razlistavam se sluhom. Zagrljajima. Disanjem. Cak se i ptice prevare, pa mi slete u kosu i gnezde mi se na ramenu. Pravim se da sam trom sanjar. Nespretan penjac. Spor saputnik. Pravim se da mi je tesko da se savijam preko belih ostrica realnog. Pravim se da mi nedostaje hitrina iznenadnog skracivanja u tacku i produzetka u nedogled... Ja ne upoznajem svet, vec ga samo prepoznajem. Ne idem da ga otkrivam, nego da ga se prisetim, kao nekakve svoje daleke uspomene. Jer mnogo puta sam bio gde nisam jos koracao. I mnogo puta sam ziveo u onom sto jos ne poznajem. I mnogo puta sam grlio to sto ce tek biti oblici. Zato izgledam izgubljen i neprestano se osvrcem. A u sebi se smeskam. Jer, ako niste znali, svet je cudesna igracka. Moze li se izgubiti neko u nekakvom vremenu i nekakvom prostoru, ako u sebi nosi sva vremena i prostore?... Smeta mi krov da sanjam. Smeta mi nebo da verujem...
”
”
Miroslav Antić
“
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi!
”
”
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
“
Ve işte bazen, hastayken, mutsuzken, aşıkken, fecibir kabus gördüğümüzde, genel olarak normdan uzaklaştığımız durumlarda iki kişi olduğumuzu açık seçik duyarız: Yani ben tek kişiyimdir ama içimde biri daha vardır. Bu gizemli "o" sık sık mırıldanır, bazen ağlar, içinden çıkıp uzak bir yere gitmek ister, canı sıkılır, korkar. Görürüz ki iki kişiyiz ve birbirimizden bıkmışız. Bilincimiz çift değil tek olduğunda bir hafiflik, özgürlük duyarız, manasız bir hayvan cennetine düşmüşüz gibi.
”
”
Andrei Platonov (Mutlu Moskova)
“
Sen şimdi bu sözlerinle benim kararımı takviye ettin...Sana teşekkür borçluyum evlat...Bana dünyanın hakikaten suratına tükürülmeye bile değmez olduğunu ve bu dünyada suratına tükürülmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadığını sağlam bir şekilde ispat ettin.Böyle biri mevcut olsa o sen olurdun ve şimdi buraya gelinceye kadar içimde bir şüphe vardı.Şu kainatta belki bir de iyi taraf vardır,fakat görmek bize nasip olmuyor diyor ve seni düşünüyordum.Bir daha teşekkür ederim.Beni boş hayallerle avunmaktan,yaptığıma pişman olmaktan kurtardın.Ben de kendimi adam tanır birşey zannederdim.Senin suratına bakınca melanet dolu ruhunu göreceğime yüreği çarpan bir insan görüyordum.Nah,bunak kafa...
”
”
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
“
bazen karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor.
kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belkide insanın terk edemediği bir oda.
ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak, ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.
işte bu yüzden, üzücü yanlış anlamalar ortaya çıkıyor...
”
”
Franz Kafka (Lettres à Milena)
“
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi…
Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir…
”
”
Hakan Günday (Az)
“
Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir... Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.
Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim nan(ekmek) adiliktir. Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur...
”
”
Khaled Hosseini (The Kite Runner)
“
Odjebi, JNA...
Dao sam ti jednu dobru godinu života...
Najbolju, možda?
Veliki Vračevi Medicine rascepe grudi kao narandžu i spuste novo srce u njih (pažljivo, zatvorenih šaka, kao da vraćaju vrapčića u gnezdo), razdvoje skalpelom svetlo od tame u mutnom jezgru zenice, bajaju, pokretnu nepokretno, čudotvore na ljudima, pa opet, ni oni ne mogu da mi vrate moju otrgnutu devetnaestu....
Nikad više...
Ali...
Proklet da sam...
Ja sam bar imao dvadesetu. Dvadeset prvu. I još neke dvadeset-tridesete...
Za razliku od dečaka na čije crno uokvirene fotografije svakodnevno nailazim na predzadnjim stranicama štampe...
Oni ostadoše negde u devetnaestoj...
Zaljubljeni...
Zaigrani...
Zbunjeni...
Ne dospevši da svoje olovne vojnike razdvoje od olovnih zrna, koje su im Zli Starci tako bezbožnički podmetnuli u džepove...
Ne, Brate Kaine, ne zovi me u polje...
Ne mami me, zalud, da prošetamo minskim poljem, moj grešni sivomaslinasti brate...
Poturi nekog drugog Dobrovoljca na branike svoje nesposobnosti...
Okači drugu metu na svoje kartonske bedeme...
Nema Mojih u ovom Ratu Naših...
Ma znam...
Ne može to tek tako...
Čičak Izdaje se kači na sve strane. I meni će ga već neki mangup prilepiti na leđa, onako u prolazu, tapšući me po ramenu, tobož prijateljski...
Razmišljao sam o tome...
Koga izdati kad mi ostane da biram između nas dvoje?
I, žalim...
Ali prestar sam da bih izdao sebe, još jednom...
Zato odjebi, JNA...
Dosta je bilo...
”
”
Đorđe Balašević (Jedan od onih života)
“
Eğer sana âşık olmamı istemiyorsan, bu kadar tatlı görünmeye bir son vermelisin. Yarın ilk iş, hizmetçilerine senin için patates çuvalı diktireceğim!"
Koluna vurdum. "Kes sesini Maxon."
"Şaka yapmıyorum. Bu kadar güzel olman senin için zararlı. Buradan ayrıldığın zaman seninle birlikte birkaç muhafız göndermemiz gerekecek. Asla tek başına hayatta kalamazsın, zavallı şey." Tüm bunları şakasına, bana acıyormuş gibi söylemişti.
"Buna engel olamam." İç çektim. "Kimse dünyaya mükemmel bir şekilde gelmeye engel olamaz." Sanki çok güzel olmak yorucuymuş gibi suratımı yelledim.
"Hayır, bunu engelleyebileceğiniz sanmıyorum."(sf:231.)
”
”
Kiera Cass (The Selection (The Selection, #1))
“
..Ona se verovatno tačno seća na kom smo se sastanku poljubili?...
Ja, priznajem, ne... Jer svoj život sam počeo da brojim tek od tog poljupca, pa nadalje...
Bilo je od našeg prvog izlaska milion penala, onih filmskih situacija, pri susretu, u kolima, na stepeništu, ali nekako sam se plašio da je poljubim, slutio sam da bi to moglo da pokvari sve? I bio sam u pravu...
Prvim poljupcem, kao tamnocrvenim carskim pečatom, u momentu je poništila haotičnu hrpu mojih uspomena, i iz pretenciozne Biografije Mog Momčenja prezrivo iscepila sve one stranice na kojima se pominju devojke, ljubav, strast... Koliko samo promašenih tema? Iz jedne naizgled prozaične popodnevne gužve nadošla je lagano i nezadrživo, kao talas, osmehnula se, potopila me zagrljajem, i tiho se povukla ka tamnoj pučini svoje tajanstvenosti...
Da...
A more ume nemilosrdno da se primiri...
Katkad me, eto, oseka danima i danima ostavi nasukanog i samog...
Ali delići Onog Talasa zapali su u svaku božiju pukotinu Ove Stare Stene...
I, ma šta da se desi...
U meni će zauvek ostati ona so...
”
”
Đorđe Balašević (Jedan od onih života)
“
Ni za jednu zivotnu stazu ne postoji vodic, svaka je neispitana, neponovljiva, zato je u zivotu avantura pravilo, a ne izuzetak, jer je putovanje kroz neispitane predjele, koje niko poslije nas ne moze ponoviti, sve se staze potiru, uvijek nanovo se stvara nova konfiguracija, uvijek se ukazuje drugi pejzaz, druga klima, za svakog posebno. Zato moram da budem vlastiti vodic, prvi i posljednji putnik na putu kojim samo ja mogu proci. lako cu pregaziti opasne bujice ne gazeci do clanka ili cu se udaviti u smijesnom potocicu, kao niko. Ali ne mogu da stojim, i sve cu vidjeti tek kad se desi.
”
”
Meša Selimović (Tišine)
“
Eroinden söz ederken kendimi şaşırtıcı ölçüde iyi, sakin ve berrak hissediyordum.
"Tam olarak bilmiyorum, Tom, bilmiyorum. Bi şekilde her şeyi daha gerçekçi kılıyor. Hayat sıkıcı ve anlamsız. Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bi gün büyük sorulara cevap bulmadan öleceğimizi keşfederiz. Hayatımızın gerçeğini farklı biçimlerde yorumlayacak dolambaçlı düşünceler geliştiririz, bedenimizle büyük şeylere, gerçek şeylere dair kayda değer bi bilgiye uzanmaksızın. Aslında, kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu bi hayat yaşar, sonra da ölürüz. Kendimizi her şeyin tamamen anlamdan yoksun olmadığına inandırmak için hayatlarımızı bokla doldururuz; kariyerle, ilişkiyle falan. Eroin dürüst bir uyuşturucudur, çünkü bu yanılsamaları sıyırıp atar. Eroin çaktığında iyiysen, kendini ölümsüz hissedersin. Kötüysen zaten var olan sıkıntıyı artırır. Tek dürüst uyuşturucudur. Bilincini değiştirmez. Bi anda çarpar ve gevşetir. Ondan sonra dünyanın sefaletini olduğu gibi görür, kendini buna karşı duyarsızlaştıramazsın.
”
”
Irvine Welsh (Trainspotting (Mark Renton, #2))
“
Hayat beni sıkıyor..." dedi. "Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar... Hele kızlar... Hepsi beni sıkıyor... Hem de kusturacak kadar..."
Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: "Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsanlar bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Eliminizden ne yapmak gelir? Hiç!... Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında. Bu bile biraz palavralı bir rakam. Gecen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve 'hikmeti vücudumuz'u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatin bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akillimizin kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir suru bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları seklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç is bir insani nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bizde ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adi unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak yahut üç bin sene sonra kolsuz bacaksız, bir müzede teshir edilsin diye ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akilli isi gibi gelmiyor." Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı: "Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek is vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakla kullanmış oluruz. Ben ne diye bu isi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeeeh.
”
”
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
“
Ako ti Indijanac želi nešto pokloniti, on će to učiniti bez velike buke, jednostavno će dar ostaviti negdje gdje zna da ćeš ga pronaći.
Indijanac, objasnio mi je djed, digne ruku i pokaže dlan tako da njegov sugovornik vidi kako on ne nosi oružje. Ta gesta znači „mir“. Djed je to smatrao logičnim, ali bijelim ljudima je to bilo jako smiješno.
Djed mi je rekao da bijeli čovjek svoje miroljubive namjere pokazuje rukovanjem - vjerojatno stoga što se riječima bijelog čovjeka ne smije vjerovati pa prilikom rukovanja jedan drugom protresu ruku da vide je li onaj drugi zaista prijatelj kao što tvrdi ili u rukavu ima skriven nož. Djed se nije rado rukovao. Rekao je da mu se ne sviđa kada mu čovjek pokušava istresti nož iz rukava nakon što se predstavio kao prijatelj. Djed je rukovanje smatrao znakom nepovjerenja i uvredljivim. Što je logično.
Kad bijelci u Americi vide Indijanca, kažu „how!“ i onda se smiju. Djed je rekao da je „how“ tek prije nekoliko stotina godina postala indijanska riječ. „How“ je engleska riječ i znači kako. U ono vrijeme kada su prvi bijelci došli u Ameriku, svaki put kad bi sreli Indijance pitali su: kako si, kako je tvoja obitelj, kako ide, kako ovo, kako ono... Djed je rekao da su Indijanci zato povjerovali da je „how“ omiljena riječ bijelog čovjeka, a Indijanci su uljudan narod, svaki put kad bi sreli bijelog čovjeka rekli bi odmah na početku „how“, a onda bi pustili bijelca da govori.
Kad se ljudi sad tome smiju, rekao je djed, smiju se Indijancu koji pokušava biti uljudan i obziran.
”
”
Forrest Carter (Malo drvo)
“
Bu ten... Tam burası..." Parmakları, göğüs oluğuna doğru ilerledi. Ardından dudakları ellerinin çizdiği rotayı takip etti. "Sadece benim..." diye fısıldadı, dudakları oraya değmeden, ıslak öpücüklerinden birini bırakmadan hemen önce. "Sadece ben görmeliyim. Benim düşüncelerimi süslemeli tenin. Kokun... Yumuşaklığın... Bedeninin sıcaklığı..."
"Yağız..." diye fısıldadı Mira nefes nefese. "Hiç adil oynamıyorsun."
"Biliyorum. Ama aşkta her şey mubahtır, anlayamadın mı?"
"Sırf şu elbiseyi çıkarayım diye yapıyorsun."
Yağız hafifçe gülümsedi. Evet, bu da bir nedendi. Ama söz konusu karısı olunca, tek sebep asla bundan ibaret değildi.
"Yanılıyorsun, Mira'm. Sırf seni sadece kendime saklamak istediğimden yapıyorum. Bir tek ben göreyim diye... Bir tek ben seveyim diye...
”
”
Burcu Büyükyıldız (Çilek Mevsimi (Aşkın Renkleri #1))
“
...
Herhangi bir duyguyu öldürmenin yolu, onda ısrarcı olmaktır; üzerinde fazlaca durup o duyguyu abartmaktır. İnsanlığı sevmek konusunda ısrarcı olun, adım kadar eminim ki sonunda herkesten nefret etmeye başlarsınız...Çünkü hiç kimse " her zaman" sevilebilir değildir. Herkesin sevilebilir olduğu konusunda ısrarcı olursanız, bu onların üzerinde baskı yaratır ve daha az sevilebilir hale gelirler. Eğer sevilmeye değer olmadıkları halde kendinizi onları sevmeye zorlarsanız veya onları seviyormuş gibi yaparsanız, her şeyi bozarsınız ve sonunda nefret duygusunun içine düşersiniz. Herhangi bir duyguyu zorlamanın sonucu, o duygunun ölmesi ve tam tersi bir duygunun onun yerine geçmesidir...
Bu iyi bir şey değil. Duygularınızı zorladığınız her an kendinize zarar veriyorsunuz ve istediğiniz şey üzerinde tam tersi bir etki yaratıyorsunuz...Yapılacak tek şey, sahip olduğunuz gerçek hislerin farkında olmak ve onları değiştirmeye çalışmamaktır. Bu diğer insanı özgür bırakmanın tek yoludur...
”
”
D.H. Lawrence (Pornografi ve Müstehcenlik)
“
Artık utanmıyordu. Söyleyebilirdi.
-Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından...
-Ya içmediğin zamanlar?
-O zaman ararım.
-Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...
-Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.
-Anlamadım.
-Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!
”
”
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
“
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.
Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.
Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.
Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.
Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.
”
”
Emrah Serbes
“
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi alevden;
Sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...
Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! gönlün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olsaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler...
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma "Kaabil";
İmkanı bulunsaydı, bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur,
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...
”
”
Hüseyin Nihal Atsız (Ruh Adam)
“
Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.
İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer.Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer).Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.
Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerini
de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar
dayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar.
Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini
görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için
avlanmaları tavsiye edilmez).
İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya
girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir
hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğu
için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir.
(Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler).Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarak
avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten
vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir).
Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldükten
sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da
tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir.
Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok
zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden
kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce,acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler.(Bir
keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da,tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerdedeonarahat vermemiştir
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
dur ruth,
aşkın karanlık yüzünde dur, öylece.
hep.
böyle dursun aşk her zaman hayatında.
karanlık yüzünde dur aşkın,
sus. tamamı buydu, de.
bütün yavanlığıyla süren insanların
kuytularında kal. orda kal.
unut ruth,
unut sen
ben sürdürürüm kalan kısmını, hattın bu ucunu
kervanlar ve sahrayla
kendime de sana da ağlarım.
sen sus ruth, sen konuşma,
sen yavan hayata katıl
orda sürdür mutsuzluğunu.
sahra nasılsa geçeceğin yer değil.
ah, ruth, hâlâ sevgili ruth,
ortalıkta dönen yalanlarını hissettim, hep.
isteseydim kolayca ortaya çıkardı.
istemedim. senin kendinden kaçırdığın şeyleri
ben nasıl ortaya koyardım!
sen kendini kandırıyordun,
seyircin oldum
yalanlarını oynayışını seyrettim.
son âna dek.
kendini ikna ettiysen beni de ikna et
istedim.
ruth, mutsuz meleğim.
sen inandırmakla, inandırmamak arasındaki
o siyah noktada durdun.
bunun adı işte: zulümdü.
bu zulümde sen beni bütün uçlarımdan çarmıha gerdin.
ben bütün uçlarımı kanatarak kopardım kendimi ordan.
tekrar tekrar,
tekrar tekrar kanattım ruth,
senin istediğinden fazla kanattım kendimi.
kendimi kendi zulmümde tuttum, orda kaldım.
onu çektim.
yapmasa mıydım ruth?
bunun cevabı artık anlamsız.
ben zaten ruth, bana gelecek olan o zulmü gördüm.
sendekini, sendekileri.
bendeki tamamlanmadı henüz.
son sözü benim söylemem neyi değiştirdi?
hiçbir şeyi.
bir çocuğun, senin çocuğunun ruth, kendini
kandırmasından başka neyi ifade eder bu?
hiçbir şeyi.
benim son sözü söylemem, bendekileri,
hâlâ bende kalanları
sana eksik gelenleri,
hâlâ söylenecek olanları bitiriyor mu?
hayır.
senin eksik kalanlarını, bana söyleyeceklerini
tamamlıyor mu?
hayır, ruth
eksik kalanlar çoğalıyor aramızda.
şimdi, bende kalan boşluğu doldurmak üzere
borçlu değil misin-kendi mutsuzluğunu da
benim mutsuzluğumu da borçlu değil misin bana?
ama bırak öyle kalsın.
insanın yüreğinden geçmeyen borçlar ödenmezler.
sen ruth, sevgilim ruth,
hattın öbür ucundaki derin sessizlik!
sus. istediğin kadar sus artık. öyle kal.
kervanları ben yalnız geçiririm sahradan
sen yalan hayatını sula.
aşksız hayatın kenarında dur.
sana verilecekleri bekle.
tamamı buydu, böyle de.
ama ruth, ben,
benim söylediklerime,
benim çığlıklarıma inanmayanların söylediklerine,
onların çığlıklarına artık inanmayacağım.
söz ruth.
bana en yakın uzaklık sendin.
bir tek sen duydun çığlıklarımı,
artık ruth,
senin söylediğin hiçbir şeye inanmayacağım
”
”
Birhan Keskin
“
onaltı dümen ve sürekli erdemlilik yılı. onaltı sıkıntılı yıl geride ne kaldı? yalıtılmış, ufak görüntüler. yeni kitapların kokuları, bir ekim resmini yaptığımız yapraklar, uygulamalı çalışmalarda kesilmiş kurbağanın formol kokulu iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının fark edildiği ve sınıfın daha tenha olduğu senenin son günleri. artık sebebini bilmediğimiz tüm o büyük korkular, sınav akşamları. düzenli bir alışkanlık. bununla sınırlıydı. artık biliyor musunuz bay brul, çocuklara onaltı yıl süren düzenli bir alışkanlığı dayatmak alçaklık? zaman bozuldu, bay brul. gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş ve mekanik değildir. gerçek zaman özneldir. içinde taşırsın. her sabah saat yedide kalkın. öğlen yemek yeyip, dokuzda yatın. asla kendinize ait bir geceniz olmaz. denizin alçalmayı bırakıp durduğu bir an, tekrar yükselmeden önce gecenin ve gündüzün birbirine karışıp eridiği ve nehirlerin okyanusla karşılaşmalarındakine benzeyen bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın varolduğunu asla bilemezsiniz. onaltı yıl gecelerimi çaldılar, bay brul. beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmemin tek ilerleyişim olması gerektiğine inandırdılar beni. son sınıfta bitirme sınavını vermem gerekiyordu. ardından bir diploma. evet bir amacım olduğunu sanıyordum bay brul. ama hiçbir şeyim yoktu. başlangıcı ve sonu olmayan koridorda, bir embesiller römorkunda, diğer embesilleri izleyerek ilerliyordum. hayatımızı diplomalarla geçiştiriyoruz. aynı zorlanmadan yutturmak için kapsüllerin içine acı tozlar konması gibi. görüyor musunuz bay brul, hayatın gerçek tadını sevebilirmişim bunu şimdi anlıyorum.
”
”
Boris Vian (L'herbe rouge - roman / Les lurettes fourrées - nouvelles)
“
Basının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle(şafak) başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranium’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor. Ey bahtsız! Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını değiştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve göz yaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ye seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan mânevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma: Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş. Gör ne var maverada ibrethiz.
”
”
Peyami Safa (Yalnızız)
“
Sana yirmi beş yaş dayanılmaz haşarılığını kanıtlayan yazılarından kopya ettiğim birkaçını gönderiyorum.Kızma!Biliyorum yanlıştı sana gelmem.Kalan yanlışlıklar değil midir zaten.Karşılaştığımız ilk gün gözlerinde beliren huysuzluğu duyumsamıştım.Seni değişmiş görmeyeceğim hiç.Görmek de istemiyorum.Hep o aynı aşk adamı,töre kaçkını delikanlı.Birdenbire gecikmiş çöküntüye dayanamayan Byron portresi.Ben çürüdüm senin adına durmadan bilerek.Ellerime baktım.Çoraktı,çatlaktı.Belki tek vurgunluğun gözlerimeydi.Onlardı eskitilemeyen.Yıpranmazdılar ben istesem bile.Bir süre oyalama gücü veren sana.Yakınmıyorum.
Yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de.Kin tutmaya ödün vermez bir ölüm olacak,umutlarıma.Bunalımlarını neye dayandırmak istersen iste,açılamazdın,açılmana yardım edemezdim.Tüm cayabileceklerimi birbirine tutuşturmaya kalkışsaydım,nasıl küçülürdüm biliyordum.O bilişi,onurlu alınganlığını yerleştirdiğin yüreğimin suçu ne?Biz bir varoluşun içinde ya da dışındaydık,onu hiçbir payanda ayakta tutamazdı.Susacaksın kuşkum yok,bu susku'yu senden önce salt unutulmuşluğa götürmeyi diliyorum.Kanayan tutkularında neyi parçalasan içinde ben varım,dahası ruhgöçüne uğrayarak ben olacağım !...Mutluyum nasıl isterdim bunu bilmeni.Bildiğini bilmek umudu,arttırmıyor mu sanıyorsun acımı.Aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı.Ne İskender'ler imgeledim,ne Salvador Dali'ler sende.Bir gün beni yersiz yücelterek içini rahatlatmaya zaman bırakacağımı da seziyorum.Kocadı artık yüreğim,durmaya gönüllü.Duymayayım da yanıl,kutsa benden sonra beni,bağışladım şimdiden.Masalımızı yazmayacaksın yaşadığıma inandıkça.İşin kötüsü,yok olduğuma da inanamayacaksın!Gene de esirgeyeceğim seni,kesin ardıma bırakacağım,senin dileğin de bu,öylesine hırpalıyorsun çünkü,değmez bulacak,insanlık tragedyası karşısına çıkarılmış clown fantezisi sayacaksın,bize göre dünyamızın çocuk kalmış sevdasını!Oysa,bir kez ölümlü bakışını durdurabilseydin zamansızlıkta...Dur,yokla bedenini,bak ne sıcacık!Hep kıskandın kendini,kendinden canım aptalım benim.Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!
”
”
Vüs'at O. Bener (Buzul Çağının Virüsü)
“
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.
”
”
Cemil Meriç
“
bedenlerin olmadığı bir kavgaya hazırlanman gerekiyor, her durumda karşı koymayı başarabileceğin, soyut bir kavgaya, diğerlerinin aksine düşe kalka öğrenilen bir kavgaya.
kusurların mı, telaşa gerek yok. düşüncesizlik edip onları düzelteyim deme. sonra yerlerine ne koyacaksın ki?
güçsüzlüğünü olduğu gibi sakla. yeni güç kazanmaya çalışma, hele senin için olmayan güçler, sana göre tasarlanmamış güçler, doğanın seni başka şeylere hazırlarken senden kaçındığı güçler söz konusuysa…
birinin gelip senin içinde yüzmesine, senin içine yerleşmesine, senin içine alçı dökmesine izin veriyorsun ve sen hala kendin olmak istiyorsun!
yanlışlarının sonuna kadar git, en azından bazı yanlışlarının, tam olarak hangi tür yanlış olduğunu iyice gözlemlemene imkan verecek biçimde. bunu yapmazsan, yarı yolda durursan, körlemesine gidersin ve tüm yaşamın boyunca hep aynı tür yanlışları tekrarlarsın, bazıları da çıkar buna senin “kaderinmiş” der. düşmanı, ki bu aslında kendi yapındır, zorla, açığa çıksın. eğer kendi kaderini değiştiremdiysen, o zaman kiralık bir daire olabilirsin yalnızca.
çok erken akıllı oldukları için aptallar. sen ise uyum göstermek için acele etme. yedekte hep bir uyumsuzluk sakla.
insanları hiç derinden tanımadın. onları gerçekten gözlemlemedin, hatta onları sonuna kadar sevmedin veya onlardan sonuna kadar nefret etmedin. sen yalnızca sayfaları şöyle bir karıştırmakla yetindin. öyleyse senin de sayfalarını karıştırmalarına ve birkaç yapraktan ibaret olmaya razı ol.
anımsa, kazanan her kazandığında kaybeder.
kendi küçük dünyanda hep daha fazla hüzmetkarım oldu diye düşünürken, muhtemelen sen daha fazla hizmetkar oluyorsun. kimin? neyin? eh işte artık ara, ara!
bir şey yakaladıysan ister istemez daha fazlasına sahip olmuşsun demektir. bu fazlalıktan hiç şüphe duymuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, aradan uzun bir zaman geçmeden de bilmeyeceksin. belki tüm bir dönem geçtikten sonra da bilmeyeceksin. o zaman çok geç olacak. evet, çok geç.
rahat olabilirsin, içinde berraklık kalmış. tek bir yaşamda her şeyi kirletememişsin.
kendi kendine bulaşıcısındır, bunu anımsa. senin sana galip gelmesine izin verme.
meleğinin sıkıcı hale gelmesi, seni bir iblis seçmeye zorladı, o da seni şeytanlaştırandan başkası değildir. onu iyi seçtin mi? olması gerektiği gibi şeytansıdır; ama şeytanın gücü senin cılız gücünle ille de orantısız değildir. göz kulak ol ona, sıkıca sarılırlar, bunu biliyorsun değil mi?
eğer bir kara kurbağası italyanca konuşabiliyorsa, zamanla neden fransızca konuşmasın niye konuşmasın?
aptallık edip kendini göstermiş olsan dahi, sakin ol, onlar seni görmediler.
bir insanın yaşamın da taşıyabileceği duygu yükü sonsuz değildir. Üstelik çoğu insan da çabucak sona varır. daha da vahim olanı, senin hissedebileceklerinin yelpazesi sınırlı bir açıklığa sahiptir. büyük zahmetle, büyük riskler alarak ya da şansın yardımıyla ya da büyük kurnazlıkla bu yelpazeyi bazı kereler biraz daha açmayı başarabilirsin, o da belli bir süre için. ama doğanın yelpazesi öyle yapılmıştır ki, eğer sürekli dikkat etmezsen, fazla geçmeden daralır, ta ki kapanıncaya kadar.
her allahın günü batan için ne yolcu gemisine ne de yolunu şaşırmış bir buzula ihtiyaç vardır, batmak, ilelebet batmak için. sahne düzenine ihtiyaç yoktur. ne titanic ne atlantis. eşlik yok, görecek bir şey de yok. yalnızca batıyorsun.
elde, kalptekinden daha fazla şefkat, kalpte de davranıştan daha fazla şefkat bulunur.
ona ait hareketleri bul. onun arzuladığı ve seni yeniden biçimleyecek hareketleri. elin dansı. şu andaki ve uzaktaki etkilerini gözlemle. bu çok önemlidir, özellikle hiç elleriyle hareket etmeyen bir insan olmuşsan. sende eksik olan buydu, boşu boşuna dışarıda aradıkların, incelemelerde ve derlemelerde değil. tanımsızca ele dön.
”
”
Henri Michaux