“
Pero kung lahat na lang sasabihan mo ng 'corny' kasi sosyal ka -- iba nga panlasa mo, mamamatay ka namang malungkot.
”
”
Bob Ong (Lumayo Ka Nga Sa Akin)
“
Devrim
Devrim tinsel bir fenomendir.Politik devrim,sosyal devrim veya ekonomik devrim diye bir şey yoktur. Devrim sadece bireysel ruhlar için mümkündür.Sosyal devrim sahte bir olgudur çünkü toplumun kendine ait bir ruhu yoktur.Tek devrim ruhun devrimidir,bireyseldir.Ve eğer milyonlarca birey değişirse bunun sonucunda toplum da değişir;tersi olmaz.Önce toplumu değiştirip ardından bireylerin değişmesini bekleyemezsiniz.Devrimlerin başarısız olmasının sebebi budur çünkü devrime çok yanlış bir noktadan bakıyoruz.Eğer toplumu değiştirirsek bir gün bireylerin,toplumu oluşturan her bir öğenin de değişeceğini düşünürüz.Bu aptalcadır.
”
”
Osho (Aydınlanmanın ABC'si)
“
Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, bizim trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin 'muhalefet yapmak' olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir 'mış gibi yapmak' tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya... mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz.
”
”
Oğuz Atay (Günlük)
“
Halk istedi!'' iddiasının yakıcı ateşi karşısında, dinin, mülkün, bilimin, hukukun, törenin, evrensel uygarlık düşüncesinin, sosyal ayrıcalığın, yerel geleneğin uzun süre ayakta kalmaları güçtür.
”
”
Sevan Nişanyan (Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru)
“
Az biraz tarih bilen herkes büyük sosyal devrimlerin kadınların katılımı olmadan gerçekleşemeyeceğini bilir. Toplumsal gelişim bizzat daha güzel olan bu cinsiyetin (çirkinler dahil) toplumsal konumuna bakılarak ölçülebilir.
”
”
Karl Marx (Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!)
“
Ne var ki, hayatın en önemsiz ayrıntıları açısından bakıldığında bile, insan herkesin gözünde özdeş, isteyenin bir şartnameyi ya da vasiyetnameyi inceler gibi inceleyebileceği, maddi bir bütün teşkil etmez; sosyal kişiliğimiz başkalarının düşüncesinin yarattığı bir şeydir.
”
”
Marcel Proust (Swann’s Way (Marcel Proust's "In Search of Lost Time" Collection Book 1))
“
Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlara arabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havaalanları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbirşey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir.
”
”
John Perkins (Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları)
“
Bu uzun zamanda hiç ona bakmadım. Aynalara hiç bakmadığım gibi. O hiç bana ulaşmaya çalışmadı. Hiç sosyal hesaplarımı telefonuma kurup onu aramadım. Aranmadım, aramadım, aramadı. İstedim evet, onun fotoğraflarını görmeyi çok istedim. Onu çok istedim. Bir tek onu... Ama yapmadım.
Akıllandım.
”
”
Kemal Hamamcıoğlu (Birini Pencere Kenarına Çiçek Koyacak Kadar Sevmek Lazım)
“
Burada ki gizem avcısı benim ama onlar ne yapıyorlar? Gidip senin gibi İngiliz Edebiyatıyla kafayı bozmuş anti-sosyal kişiliği vampire dönüştürüyorlar! Dizideki vampir avcısı Buffy'nin bile yüreği cız etmiştir.Gerçi..." deyip değerlendiren gözle beni süzdü. "Senden çok iyi araştırma malzemesi, olurdu.
”
”
Chloe Neill (Some Girls Bite (Chicagoland Vampires, #1))
“
Evrimsel hümanistlere göre tüm insan deneyimlerinin eşit değerde olduğunu iddia edenler ya korkak ya da aptaldır. İnsanlığın gelişimine, kültürel görelilik ya da sosyal adalet adı altında ket vurmak gibi korkakça ve bayağı girişimler insan türünün yozlaşmasına, hatta soyunun kurumasına bile yol açabilir.
”
”
Yuval Noah Harari (Homo Deus: A History of Tomorrow)
“
Dezenformasyonun bu kadar hızlı yayılmasının birçok sebebi var. En önemlisi Mutlu Binark’ın tabiriyle “benzerseverlik”. Yaygınlaşma zemini ise kimi zaman yaygın medya kimi zaman sosyal medya. Mevzu savunulan iddiayı güçlendirecek en ufak bir bilgi ortaya çıktığında onu yaymaksa, mecra farketmeksizin yanlış bilgi her yerden fışkırabilir.
”
”
Anonymous
“
İnsanların doğru bildikleri yolda sıkıntıya katlanıyor olmaları, rizikoyu göz almaları benim için önemli ve değerli bir şeydi (halen öyledir). Bir de buna yasakların cazibesini eklemek gerekir sanırım. Engeli aşmama yardımcı olan ikinci unsur, ruhumda yer etmiş bulunan kadirşinas itaatsizliğim ve tevarüs edilmemiş asaletimdi. İçinde yaşadığım topluma borcumu ödemenin yolu, bu toplumun önyargılarına itaatten geçmediğini peşinen kabul etmiştim zaten. Şair, ressam veya müzisyen de olsam toplumun hazır kalıplarıyla zıtlaşmayı göze alarak işe başlayacağımı biliyordum. Şimdi bir de toplumun siyasi, sosyal ve iktisadi yapısıyla zıtlaşmayı, uyumsuzluğu gerektiren bir durum söz konusuydu. Bir macera tadı getiriyordu bütün bunlar. Öte yandan asaletim de kışkırtıyordu beni. İşin aslını anlayan azınlığa mensub olmak! Anladıklarının bekçisi olmayı şeref bilmek! Başını ''benim başımı yakarlar'' korkusundan uzak tutmak! Dik tutabilmek! Toplum önyargıları hangi engelleri koymuş olursa olsun, okumuşlar katından gelen (hiç şüphesiz devletin bir kanadınca sağlamlığı teminata bağlanmış) meşruiyyet duygusunun payı büyüktü.
”
”
İsmet Özel (Waldo Sen Neden Burada Değilsin)
“
...Sana gelme nedenim, kardeşimin ölümünden sonra yaşadığım kaygıydı. Sosyal yaşantımın bununla hiçbir ilgisi yok.
Bunun üzerine son okumu da çıkardım. " Katılmıyorum. İkisi birbiriyle yakından ilişkili. İzin ver açıklayayım. Yaşanmamışlık ne kadar çoksa ölüm korkusunun da o kadar şiddetli olduğuna defalarca şahit oldum. İşte bu nedenle, şu anki yaşam kalitene odaklanmaya çalışıyorum.
”
”
Irvin D. Yalom (Creatures of a Day: And Other Tales of Psychotherapy)
“
Merhametim başkalarına mı yoksa kendime mi, tam bilmiyorum. Başkalarına duyulan merhameti, insanın kendine duyduğu merhametten açık seçik ayırmak mümkün değil. Bu merhametler (böyle denebilir mi?) çözülemez bir biçimde birbirine dolanmıştır. Kesin olan tek bir şey var: İnsan aynı zamanda kendine merhamet duymadan başkalarına acıyamaz. Ama merhamet neden bu kadar ayrımcılığa uğruyor? Onsuz edemeyeceğimiz bir sosyal duyumsamadan başka bir şey değil ki.
”
”
Wilhelm Genazino (Aşk Aptallığı)
“
Alevi inanç sisteminde ve sosyal yapısında kadınlara hemen her yerde rastlarsınız . Alevilikte kadınların alınmadığı, yok sayıldığı bir alan yoktur. Buna Alevilik inancında büyük değer atfedilen Kırklar Meclisi de dahil. Hz. Muhammed'in ancak tüm sıfatlarından soyunup sıradan bir insan olarak girebildiği Kırklar Meclisi'ni oluşturan 40 kişiden 17'si kadındır. Bu, kadınların her yerde ve kadın erkek ayrımı gözetmeden yan yana olması açısından çok önemlidir.
”
”
Gülfer Akkaya (Sır İçinde Sır Olanlar - Alevi Kadınlar)
“
Babamın gösteriş merakı... burjuvanın aristokratça gösteriş merakı!.. Ne soy!.. Hani yalnız zenginliklerini değil, iyi yaşam alışkanlıklarını, konfora ve her şeyin iyisine düşkünlüklerini de bir üstünlük sayıyorlar! Bu kişisel bir meziyet oluyor onlar için! Öyle bir meziyet ki birtakım sosyal haklar kazandırıyor kendilerine! Ve bundan ötürü başkalarının gösterdiği saygıyı en tabii hakları olarak görüyorlar! Otoritelerini ve başkalarını köleleştirmelerini de!..
”
”
Roger Martin du Gard (Les Thibault, Volume 2... (French Edition))
“
Tüketiciler ürün alırken ürünlerin temel faydalarına ek olarak, aynı etkiye sahip olacak kadar bu ürünlerin sembolik anlamlarına da ihtiyaçları olduğunu görürler. Sembollerin müşterilerin hayatında büyük bir yer kaplaması, markaların sosyal sembolik anlamlarının önemini ortaya çıkarmaya başladı. Markalar üzerinden kendi öz kimliğini belirlemeye ya da belirli bir sosyal topluluk içerisinde aidiyet hissetmeye çalışan tüketici, markaları faydalı bir araç olarak görür.
”
”
Anonymous
“
Tüketici artık ürün alırken, ürünlerin fonksiyonelliğinin yanı sıra o ürünlerin toplumda ya da sosyal çevrede verdiği mesaja da odaklanıyor. Bunun oluşmasının en büyük sebeplerinden biri de bireyin tek başına yapamayacağı etkiyi markalar aracılığıyla yapabileceğini bilmesidir. Böylece bu durumu fırsat olarak görüp kullanmak istiyor. Bunun sonucunda kültürel anlamları markalarda gören tüketiciler, öz kimlik inşasını yaparken kendisini en iyi yansıtacak markayı bulmaya ve kullanmaya özen gösteriyor.
”
”
Anonymous
“
Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, bizim trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin 'muhalefet yapmak' olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir 'mış gibi yapmak' tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya... mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıakrmak için didiniyoruz.
”
”
Oğuz Atay
“
Anne, son zamanlarda insanları hayvanlardan ayıran tek özelliğin ne olduğunu keşfettim. Biliyorum, insan konuşuyor, insan akıllı,insan düşünüyor,insanın sosyal bir düzeni var; ama bütün hayvanlarda bunlardan az çok yok mu? Belki hayvanların da inancı vardır. İnsan tüm Yaradılışın efendisi olmakla övünüyor; ama esasta, diğer yaratıklardan pek farkı olmadığı anlaşılıyor. Oysa insanın yine de bir ayrı özelliği var. Belki beni anlamıyorsunuz. Hayvanlarda hiç olmayan bir şey, insanın kendine ait bir şey : O da sır.
”
”
Osamu Dazai (The Setting Sun)
“
Nükleer rehineler olan bizler -yeryüzündeki tüm halklar- nükleer ve klasik savaş konularında kendimizi eğitmeliyiz. Ardından da hükümetlerimizi eğitmeliyiz. Hayatta kalmamız için akla yakın gereçleri sağlayacak bilimi ve teknolojiyi geliştirmeliyiz. Alışılmış kalıpların dikte ettiği sosyal, politik, ekonomik ve dinsel fikirlere cesaretle karşı koyma isteğini edinmeliyiz. Dünyanın her bölgesindeki insan kardeşlerimizin insan olduklarını anlamak için elimizden gelen her çabayı harcamalıyız. Kuşkusuz bu tür çaba çok zordur.
”
”
Carl Sagan (Cosmos)
“
Karşı çıkmamın nedeni, orada yine tanıdık insanlarla bir arada olmak, yine nezaketen bazı şeyler yapmak ve sosyal
davranmak zorunda kalmaktı. Oysa benim kendi başıma kalmaktan başka bir isteğim yoktu, iki hafta boyunca kitap okumak, yürüyüşe çıkmak, hayal kurmak, rahatsız edilmeden uzun uzun okumak, iki hafta boyunca telefonsuz ve radyosuz yaşamak, konuşmak zorunda olmamak, bir anlamda rahatsız edilmeden kendim olmak istiyordum. Bilincine varmasam da, yıllardır özlemini çektiğim tek şey tam bir sessizlik ve dinlenmeymiş aslında.
”
”
Stefan Zweig (The Governess and Other Stories)
“
Sosyal Demokrasinin gizli amacı, ancak Yahudilerin ne olduklarını bilmekle anlaşılır. Bu Yahudi milletini tanımak, bu partinin hedefi ve niyeti hakkında gözlerimizi kapatan yanlış fikirler bağını koparıp atmak demektir. Yahudileri tanımakla bizi kendine körü körüne bağlayan bu partinin toplumsal fikri deşildiğinde Marksizm'in çirkin ve korkunç bir şekilde gerilmiş yüzü ortaya çıkacaktı. Yahudi kelimesinin bende ilk defa olarak özel birtakım fikirler uyandırması, hangi çağda meydana geldiğini kestirmem pek imkansız değilse de, biraz zor olacaktır.
”
”
Adolf Hitler (Mein Kampf)
“
Marka dediğimiz kavram bir logo, bir amblem ya da reklamlardan ibaret değildir. Marka, üründen ambalaja, mağaza içi tanıtımdan reklam kampanyasına,satış sonrası hizmetten şikayet yönetimine, liderin konuşmalarından sosyal sorumluluk kampanyalarına kadar bütün uygulamaların tüketicilerin zihninde yarattığı izlerin toplamıdır. Tüketicilerin markayla olan deneyimleri -tıpkı bir kabın dolması gibi- markanın oluşmasını sağlar. Marka dediğimiz elle tutulmayan varlık böyle oluşur. Marka, bir ürün ya da bir hizmet hakkında tüketicilerin duydukları, gördükleri, hissettikleri ve yaşadıklarından çıkardığı anlamdır.
”
”
Anonymous
“
Karıma -salondan geçtiği sırada- sigarayı ve içkiyi bıraktığımı söyledim, ama görünüşe göre bakılırsa umursamadı; çektiğim mahrumiyet için kim beni ödülendirirdi ki? Ağzımdaki acı tat, kafamın omuzlarımdan kopmak üzere olduğu hissi kimin umurundaydı? Bana öyle geliyordu ki insanlar bundan çok daha azı için birbirlerini madalyalarla, heykellerle, kupalarla onurlandırmıştı ve imtina sosyal bir meseleydi. Günahtan imtina ettiğimde genellikle yüreğimin saflığını geliştirmek değil, rezalet korkusudur; oysa burada imtina ihtiyacında toplumun dünyevi yaptırımının rolü yoktu; üstelik ölüm rezalet kadar tehditkâr değildir.
”
”
John Cheever
“
O günlerde Yahudileri inançlarının manasızlığı hakkında aydınlatmaya çalışacak kadar aptallık ediyordum. Dar çevremde boğazım kuruyana ve dilimde tüy bitene kadar konuşup duruyordum. Onlara Marksizm'in tehlikesini gösterebileceğimi sanıyordum. Fakat ters sonuçlar alıyordum. Çünkü Sosyal Demokratların gerek nazari ve gerek tatbikatta açık olarak elde ettikleri bu başarılar onların çalışma azimlerini kuvvetlendirmekten başka bir şeye yaramıyordu. Ancak bu heriflerle ne kadar çok münakaşa edersem, üslûplarını o kadar iyi anlayabiliyordum. Bunlar her şeyden önce, kendilerine karşı olanların akılsızlıklarına güveniyorlardı. Eğer münakaşa sırasında bir başka kaçamak yol bulamazlarsa o vakit kendilerine budala süsü veriyorlardı. Eğer bu da başarılı olmazsa, o zaman hiçbir şey anlamıyormuş gibi davranıyorlardı. Bu durum karşısında biraz sıkıştırılırlarsa, o zaman da başka bir konuya geçiyorlardı. Bir sürü manasız laflar ediyorlar, eğer itiraz edilmezse, bunlardan başka konular için deliller çıkarıyorlardı.
Üstlerine daha fazla gidilecek olursa, avucunuzdan kayıp kaçıyorlar ve artık hiçbir şeye cevap vermez oluyorlardı. Kurtarıcı gibi etrafta dolaşan bu heriflerin birini yakaladığınızda sanki elinizde yapışkan ve cıvık bir madde tutmuş gibi oluyor ve insana tiksinti veren bu madde parmaklarınızın arasından kayıp gittikten sonra, başka bir yerde tekrar toplanıp şekilleniyordu, içlerinden bir ikisine fikirlerinizi kabul etmekten başka bir çare bırakmayacak şekilde kesin bir darbe indirdiğinizde, ilerisi için bir ümit beliriyordu. Fakat aradan bir gün geçtikten sonra hayretler içinde kalıyordunuz. Yahudi yirmi dört saat önce olanları hiç hatırlamıyor ve başlangıçta olduğu gibi yine boş laflar edip duruyordu. Sanki aramızda hiçbir şey geçmemiş gibi davranıyordu. Eğer buna kızacak olur da kendisine izahat vermeye kalkarsanız, şaşırmış gibi yapıyor ve kesinlikle bir şey hatırlamadığını söylüyordu. Yalnız bir şey hatırlamadığını söylemekle kalsa yine iyi... Bir gün evvel iddialarının doğruluğunu ispat etmiş olduğunu da ilave ediyordu.
”
”
Adolf Hitler (Mein Kampf)
“
Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, türk, yunan, arap, italyan göçmenler ve avrupa’nın tüm ezilenleri…ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz!
Beni sağlam öldüreceksiniz… mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak!
…şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak!! yasak!!… ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız!
Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…yüz bin ve yüz bin…yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.
”
”
Dario Fo
“
Geçmişle ne yapılacağını bilmek zordur. Bu fantaziyi ne kadar kurarsanız kurun, veya hatırlarken ne kadar ağır nostalji hissederseniz hissedin, içinde yaşayamazsınız. her ne kadar gösterici, önerici veya tehlike habercisi olsa dahi ondan geleceği öngöremezsiniz; gerçekleşmesi yakın şeyler sık sık olmaz, ipucu vermeyen şeyler sık sık gerçekleşir. Bence, tarihten, sosyal olaylara evrensel olarak uygulanabilecek kanunlar, ölçülebilir sonuçları belirleyen demir zorunluluklar çıkaramazsınız, bunu yapmayı amaçlayan teşebbüsler nafile oldukları kadar bitmez görünse de. İçinde, mutat varoluşun belirsizliklerini çözecek ve umumî davranışın paradokslarını dindirecek ebedî gerçeklikler de bulamazsınız, ya da yine ben bulamam; doğrusu, ana senaryolar yoktur. İşe yararmış gibi görüdnüğü tek şey (belki de birincil olarak, sırf insanların neler anlattığını takdir etmenin yanında) insanın çevresinde neler olduğunu biraz daha az anlamsızca algılamak, gerçekte olanlardan görüntüye girenlere biraz daha bilinçlice tepki vermektir. Geçmişle ilgili klişelerin hepsi; özsüz olduğu, bir kova kül olduğu, başka bir ülke olduğu, geçmiş bile olmadığı, eğer hatırlanmazsa tekrarlanmaya mahkum olduğunuz, cennete doğru geri geri giderken önümüzde biriken enkaz olduğu... arasından işe yarar gerçeğe en çok yaklaşanı Kierkegaard'ın "hayat ileri doğru yaşanır ama geriye doğru anlaşılır"ıdır.
”
”
Clifford Geertz (After the Fact: Two Countries, Four Decades, One Anthropologist (The Jerusalem-Harvard Lectures))
“
Nerede adalet belirsizse, polis casusluğu ve terör iş başındaysa, insanlar soyutlanmaya ve yalnızlığa düşerler, ki diktatör Devletin amacı ve hedefi de budur, çünkü varlığını güçleri ellerinden alınmış sosyal ünitelerin mümkün olduğunca çok sayıda bir araya yığılmasına dayandırır. Bu tehlikeyi göğüsleyebilmek için, özgür toplumun etkili bir birleştirici bağa ihtiyacı vardır, yani “komşunu sev" türünden bir ilkeye. Ama bu sevgi, içimizdekini karşımızdaki ne yansıtmamızdan doğan anlayışsızlık yüzünden acı çekiyor. Dolayısıyla, insan ilişkileri sorununu psikolojik bakış açısıyla düşünmek özgür topluma büyük fayda sağlayacaktır, çünkü toplumu bi-rarada tutan ve ona güç veren şey burada saklıdır. Sevginin bittiği yerde, güç savaşları, şiddet ve terör başlar.
”
”
Anonymous
“
Ah beni özlemiyorlar,'dedi kız. 'Asosyalmişim, öyle diyorlar. KAynaşamıyormuşum. Öyle tuhaf ki. Aslında çok sosyalimdir. Sosyalden ne kastettiğine bağlı tamamen, değil mi* Bana göre sosyal olmak, seninle böyle şeyler hakkında konuşmak.' Ön bahçede ağaçtan düşmüş birkaç kestaneyi takırdattı.'Veya dünyanın ne tuhaf olduğundan bahsetmek.İnsanlarla olmak güzel. Ama bir grup insanı bir araya getirip de konuşmak istemelerine izin vermemek sosyallik değil bence;ya sence? Bir saat televizyon dersi,bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, yine bir saat çeriyazılı tarih veya resin ve yine spor... ama biliyor musun, asla soru sormuyoruz, en azından çoğumuz sormuyor; yanıtları bing bing bing diye veriyorlar sadece, biz de dört saat daha film-öğretmenin karşısında oturuyoruz.
”
”
Ray Bradbury (Fahrenheit 451)
“
Öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. Bizden geri kalan eserler, birbirlerine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmalıdır. Putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır. Hristiyanlık da ikonoklast bir dönem yaşadı; ilk Hristiyanlar eski Yunan ve Roma'dan kalan anıtları yok ettiler. İslamlık, özellikle Osmanlı bu işi daha ciddiye aldı. Osmanlı, İslamlığı ciddiye aldı. İslamlık, put kırıcılığını ciddiye aldı. Osmanlı bunu İslamlığın ciddiye alışından da öteye götürdü. Kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. Sorunların sayısını azaltarak mutluluğu arttırmaya çalıştı. Bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. Nevzat Tandoğan yakalanıp yanına getirilen bir solcuya, ''Bu memlekete komunistlik gerekirse onu da biz getiririz. Sana ne oluyor?'' demişti. Bireye de ne oluyordu. Yahya Kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. O, geleneği temsil ediyordu. Onunla tartışılamazdı. Kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, ''Kim bu adam?'' demişti. Osmanlı gösterişi sevmiyordu. Küçük saraylarda, ahşap evlerde oturuyordu. Tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. Bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için birer araçtı. Bunun yanısıra halk kendi düzenini ayrı bir biçimde geliştirdi. Bugün saray dili yaşamadığı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. Hiçbir ülkenin resmi dili, fermanların Osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. Bu bakımdan Devlet, Kafka'nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye benzer. Lale Devri bir bakıma istisnadır. Devlet her türlü eleştiriye kapalıdır. Divan şiiri her türlü eleştiriye kapalıdır. Düşünce her türlü eleştiriye kapalıdır; felsefe yoktur. Tek felsefe bireyin yok oluşudur; vahdedi vücuttur. Şiirde divancılar 'biz' diye seslenir. Eleştiri çirkini güzelden ayırır, oysa çirkin yoktur. Kapalı sistemdir bu. Ülkücü insan yoktur. Ülkücülük bireyciliktir. Özgün sanat yoktur. Usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. Bir bakıma gelenek de yoktur. Usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz, yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür. Ne ruhun ölümsüzlüğü ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz. Batıya olduğu kadar, Doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu'dur, Kenar 'Batı'dır. Ne Doğu'dur, ne Batı'dır. Kafka'nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler.
”
”
Oğuz Atay (Günlük)
“
Fay ve Bea aile hayatının idaresini ele almıştı. Jim ile ben emir almaktan memnunduk. Bu hepimiz ama özellikle kızlar için harika bir eğitimdi. Okul ve üniversite yaşamlarını mümkün olanın en fazlasını alarak tamamladıktan sonra sanat alanında ve BBCde başarılı kariyerleri oldu. Mutlu evlilikler yaptılar ve kendi ailelerine sahipler. Baştan itibaren, fırsat ve başarıya herhangi bir erkek kadar onların da hakkı olduğunu, hiçbir zaman hükmedilmeye veya sömürülmeye izin vermemeleri gerektigini kafalarına yerleştirdim. Sonunda boşuna konuşmuş olduğumu anladım; hayatta ne yapmak istediklerini gayet iyi biliyorlardı ve kararlıydılar.
Bazı babalar iyi anne olur ve umarım ben de onlardan biriyim. Ama sanırım, beni tanıyan kadınlara sormuş olsalardı, büyük kısmı çok pasaklı bir anne olduğumu söylerdi. Ev işinden tamamen bihaber olduğum gibi, ara sıra evin temizlenmesi gerektiğinin de farkında değildim ve sık sık, bir elimde sigara, diğerinde de içki olurdu. Kısacası, her ne kadar sevgi dolu ve hoşgörülüysem de, sosyal hizmetlerin onaylamayacağı bir anneydim. Yıllar içinde benimle röportaj yapan kadın gazeteciler, ayrıntıları kaçırmayan bakışlarıyla evimin kullanılmayan köşelerinde keşfettikleri toza sık sık göndermede bulunmuştur. Galiba, mutluluğu gözlerinden okunan çocuklar (ki bundan hiç bahsetmezler) yetiştiren bir erkeğin varlığı, eski kafalılığın yol açtığı bir refleksi harekete geçiriyordu. Eğer kadınlar toz da almayacaksa, o zaman hiç mi ümit yoktu? Belki de aile yaşamının sürdüğü evin saplantılı bir şekilde sürekli temizlenmesi, gün ışığına çıkmaya çalışan bastırılmış duyguların silinmesi girişimiydi. Aşırı çalışan annenin hâkim olduğu çekirdek aile, birçok açıdan doğal değildi; tıpkı aslında erkek cinsini kontrol etmek için ödemek zorunda olduğumuz büyük bedel evlilik gibi.
”
”
J.G. Ballard
“
Çağdaş, dinamik ve yepyeni bir yaşam alanı" vaadiyle satılan alanda hayat yoktu. Atmosfer yoktu. Yeşil perde önünde kameraya çekilmiş yapay mizansenlerle dolu bir yaşamın fonuna sonradan prodüksiyon hilesiyle eklenmiş gibi görünen, her yerinden sunilik akan yapıştırma bir konut çölüydü burası. Binaların birbiriyle ilişkisi zamanla kendiliğinden oturmadığı için gerçeklik duygusundan tamamen yoksundu. İnsan eliyle alelacele uyumluluk süsü verilmişti daha çok. Coğrafyayı, mimari ve sosyal dokuyu hiçe sayan kof bir dekordu. Güvenlik görevlisi sayısı korunacak insan sayısından fazlaydı neredeyse. Her türlü sosyal ve sportif imkânı sunmasına rağmen terk edilmiş, yalandan yeşil dokunuşlara rağmen betonarme bir alandı burası. Bu durumu en çok hava kararınca devasa bloklarda yanan tek tük ışık ele veriyordu. “Çağdaş, dinamik ve yepyeni” yaşam alanı geceleri ölüm sessizliğine bürünerek kocaman bir mezarlığa dönüşüyordu. Toplu bir ölü yatırım mezarlığına…
”
”
Hakan Bıçakcı (Doğa Tarihi)
“
Dünyada çaresizce Darwinciliğe inanılmamasını isteyen insanlar var. Bu insanlar üç ayrı sınıfa ayrılıyor gibi gözüküyor. Bunların ilki dini nedenlerle evrimin yanlış çıkmasını isteyenler. İkincisi, evrimin gerçekleştiğini reddetmek için hiçbir sebebe sahip olmamalarına rağmen sıklıkla politik veya ideolojik nedenlerle Darwin'in teorisindeki mekanizmayı tatsız bulanlar. Bunların bazıları doğal seçilim fikrini kabul edilemez şekilde sert ve ruhsuz bulur. Diğerleri doğal seçilimi rastgelelikle ve bu yüzden de "anlamsızlıkla" karıştırır ve bu da onurlarına dokunur. Bir başka grup da Darwinciliği ırkçı ve diğer nahoş anlamlara sahip Sosyal Darwincilikle karıştırır. Üçüncü sınıftaki insanların birçoğu sıklıkla "medya" olarak adlandırdıkları şeyde çalışan ve başarılı insanların arabalarının devrildiğini görmekten oldukça hoşlanan tiplerdir. Belki de bu devrilme onlara iyi bir haber kaynağı sağlıyordur ve Darwincilik devrilmesinin cezbedici olacağı kadar yerleşmiş ve saygı duyulan bir araba haline gelmiştir.
”
”
Richard Dawkins (The Blind Watchmaker: Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe Without Design)
“
İşbirliği en önemli özellikse, milyonlarca yıldır kitleler halinde işbirliği yapabilmelerine rağmen neden karıncalarla arılar nükleer bombalarla bizi yok edemediler? Çünkü onların işbirliği esneklikten yoksun. Arılar inanılmaz karmaşık yöntemlerle işbirliği içine girer ve sosyal yapılarını bir gecede değiştiremez. Kovanı tehdit eden yeni bir tehlike ya da bir fırsat belirdiğinde, arılar kraliçeyi giyotine yollayıp cumhuriyet kuramaz.
Fil ve şempanze gibi sosyal memeliler, arılardan çok daha esnek işbirliği yapabilir ancak akrabalarının ve doatlarının az sayıda olacağı unutulmamalıdır. Kurdukları iletişim kişisel tanışıklık seviyesindedir. Eğer ikimiz de birer şempanzeysek ve işbirliği yapmamız gerekiyorsa sizi tanımak isterim: Ne tür bir şempanzesiniz? İyi hutlu musunuz yoksa kötü niyetli misiniz? Sizi tanımadan sizinle işbirliği yapamam. Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens sayısız yabancıyla esnek ilişkiler kurabiliyor. Ebedi bir ruha ya da özel bir tür bilince sahip olduğumuz iddiasının aksine, elle tutulur bu yeteneğimiz Dünya'daki hükümranlığımızı açıklamaya yetiyor.
”
”
Yuval Noah Harari (Homo Deus: A History of Tomorrow)
“
Yüzyıllar önce, insan türü yavaş yavaş bilgi biriktirebiliyor, siyaset ve ekonomi de sakin bir ritimde değişiyordu. Bugün bilgimiz aşırı bir hızla artıyor ve teoride dünyayı gitgide daha iyi anlıyoruz. Ancak aslında tam tersi gerçekleşiyor. Yeni bilgiler daha hızlı ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlere neden oluyor; biz ne olduğunu anlama çabasıyla bilgi birikimini çoğaltıyoruz ve bu da daha büyük dalgalanmalara yol açıyor. Zamanla günümüzü anlamakta ve geleceği öngörmekte daha da zorlanır hale geliyoruz. 1016 yılında Avrupa'nın 1050'e nasıl bir yere benzeyeceğini tahmin etmek görece daha kolaydı. Şüphesiz hanedanlıklar yıkılabilir, işgal edilebilir ya da doğal afetler olabilirdi. Ancak 1050'de Avrupa'nın hala krallar ve rahipler tarafından yönetilen, çoğu sakini kıtlık, salgın ve savaşlardan perişlan olmuş köylülerden oluşan bir tarım tıplumu olacağı açıktı. Oysa 2016'da 2050'de Avrupa'nın neye benzeyeceği hakkında hiçbir fikrimiz yok. Siyasi sitemin ne olacağını, insanların nasıl istihdam edileceğini ya da çalışanların nasıl bedenlere sahip olacağını bile söyleyemiyoruz.
”
”
Yuval Noah Harari (Homo Deus: A History of Tomorrow)
“
Faşizm ve Komünizm : Bu siyasi sistemlerin benzerliği ötesinde, sistemleri yürüten ve yön veren ruh tamamen birbirine zıttır. Esasında komünizm, iyimserlik, beşeriyetin iyiliğine inanç üzerine dayanır. Kötülükler sadece fena bir sosyal teşkilatlanmadan doğar yoksa ferdin tabiatı ile hiç ilgisi yoktur. Faşizm ise bilakis kötümserdir. O büyük halk kütlesini hakir görür, saygıya layık olan sadece aydınlardır. Geriye kalanlar, derlenip toplanıp yönetilmesi gereken bir sürüdür. Halbuki komünizm, tabii olarak eşitçidir. Faşizme göre bu rejim, devamlı bir hükümet sistemidir ve son bulmasına da gerek yoktur. Komünizmde aksine, bahis konusu olan ge çici bir takım tedbirlerdir. Bu tedbirlerin şiddetli olması, burjuvazinin tamamen imhası ve "insanın insan tarafından istismarının" son bulması için elzemdir. Fakat bu gaye bir kere gerçekleşince, prolaterya diktatörlüğü kendiliğinden sönecek ve tam bir hürriyet sınıfsız ve baskısız bir cemiyet içerisinde hüküm sürmeye başlayacaktır. Fakat bu düşüncenin uygulamada boş çıkacağından haklı olarak korkulabilir. Zira bu vasıtalar sürekli kullanılmakla nihayet bizzat sonuçları da bozarlar. BİR BASKININ GELİŞMESİNDEN HÜRRİYETİN DOĞABİLECEĞİNİ DÜŞÜNMEK BOŞ BİR HAYAL GİBİDİR.
”
”
Maurice Duverger (Siyasi Rejimler)
“
Antropologlar, yaşam biçimlerimizin, inandığımız değerlerin, mümkün olan yegâne yaşam biçimleri ve değerler olmadığını; başka yaşam tarzlarının, başka değer sistemlerinin de insan topluluklarının mutluluğa ulaşmasına imkân vermiş olduğunu ve hâlâ da vermeye devam ettiğini kanıtlamaya çalışırlar. Dolayısıyla antropoloji, böbürlenmelerimize gem vurmaya, başka yaşam tarzlarına saygı duymaya, bizi şaşırtan, şoke eden ya da tiksindiren başka usulleri öğrenmek suretiyle kendimizi sorgulamaya çağırır bizleri.
...
Antropoloğun kendine özgü kültürler arasındaki farklara gösterdiği dikkat ve duyduğu saygı, yaklaşımının özünü oluşturur.
”
”
Claude Lévi-Strauss (Antropologia si problemele lumii moderne)
“
Geçtiğimiz 20 bin yılda insan türü, taş uçlu mızraklarla mamut avlamaktan uzay mekikleriyle Güneş Sistemi'ni keşfetmeye doğru attığı her adımı,maharetli elleri ve büyük beyinlerinin evrimi sayesinde başarmadı(hatta beyinlerimiz eskiye oranla daha küçük.) Dünyayı ele geçirmemizi sağlayan en can alıcı özellik,birçok insanı bir araya getirip birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayabilmekti. İnsan bir şempanzeden ya da kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da becerikli parmakları var diye değil, Homo Sapiens kalabalık gruplarla bile esnek iş birliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor. Zeka ve alet yapımı becerisi de çok önemli elbette. Ancak insanlar kalabalık gruplar halinde esnek işbirlikleri geliştiremeselerdi, yaratıcı beynimiz ve marifetli ellerimiz uranyum atomları yerine hala çakmaktaşı parçalıyor olurdu.
İşbirliği en önemli özellikse, milyonlarca yıldır kitleler halinde işbirliği yapabilmelerine rağmen neden karıncalarla arılar nükleer bombalarla bizi yok edemediler? Çünkü onların işbirliği esneklikten yoksun. Arılar inanılmaz yöntemlerle işbirliği içine girer ve sosyal yapılarını bir gecede değiştiremez. Kovanı tehdit eden yeni bir tehlike ya da fırsat belirdiğinde, arılar kraliçeyi giyotine yollayıp cumhuriyet kuramaz.
”
”
Yuval Noah Harari
“
Olmaz ol alacakaranlık!
yerin dibine bat alacakaranlık!
evin ocağın sönsün alacakaranlık!
onulmaz dertlere düşesin de sürüm sürüm sürünesin alacakaranlık!
dilerim, ettiğini bulasın, kan kusasın...
sancıdan, sızıdan inliyesin!
canalıcıya can vermiyesin.
alacakaranlık, ne karanlıktır, ne aydınlıktır; ikisi ortası, aydınlıktan uzak, daha çok karanlığa yakın.
alacakaranlık bir kandırmacadır, aldatmacadır, yutturmacadır, oyalama, gözboyamadır.
karanlık, gecedir, her gecenin de bir sabahı olur.
ama alacakaranlıkların hiç yoktur sabahı, bir sürüncemedir, sürer gider...
ne aydınlık, ne karanlık...
varsa da yok...
yoksa da var...
var gibi de yok,
yok gibi de yine var...
kanunlar hem var, hem yok...
kimine var, kimine yok.
kimi zaman var, kimi zaman yok.
kimi yerde var, kimi yerde yok.
insan hakları, hani varımsı da yokumtrak;
demokrasi; demokrasisimsi...
sosyal adalet; sosyal adaletimsi...
varımtrak yokumsu...
tatlımtrak acımsı...
salımtrak ama çarşambamsı...
batılımsı da doğulumtrak...
ilerimsi de biraz gerimtrak...
alacakaranlık, insanlara karanlığın aydınlıktır diye yutturulmasıdır: karanlığımsı da aydınlığımtrak...
karanlık, aydınlığın düşmanıdır.
alacakaranlık, hiçbir şeyin ne dostu, ne de düşmanıdır.
alacakaranlık ne tezdir, ne antitezdir, ne sentezdir.
o, allahın belası pis bir şeydir.
olmaz ol alacakaranlık!
başın kelola!
gözün körola!
yerin dibine bat da bir daha çıkma!
gel ey aydınlık, gel!
”
”
Aziz Nesin (Azizname (Taşlamalar))
“
İnstagram Takipçi Satın Al Hilesi Hesabıma Zarar Verir Mi?
Sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayısı statü açısından büyük önem taşımaktadır. Yine yapılan araştırmalar hesabı ziyaret eden kişilerin takipçi sayısına bakarak o hesabı takip edip etmeme kararı verdiklerini ortaya koymaktadır. Yani yüksek takipçi sayısı olan hesaplar ziyaretçiler tarafından güvenilir kabul edilmekte ya da popüler olduğu izlenimi ile genelde yaygın davranış ile takip altına alınmaktadır. Yani sosyal medyada takipçi sayısı büyük önem taşımaktadır.
Bu sayıyı kısa sürede yükseltmek için kullanılabilecek en güvenilir yöntem hiç kuşkusuz ki İnstagram takipçi satın al hizmetidir. Bu hizmet sayesinde kişi istediği İnstagram hesabındaki takipçi sayısını yine istediği miktarda arttırma fırsatı elde etmektedir. Sunulan algoritmalar sayesinde sadece Türk, sadece yabancı, sadece kadın, sadece erkek ya da sadece belirli bir yaş aralığı takipçi elde edilmesi de mümkündür. Bu noktada dikkat edilmesi gereken tek husus bu işi profesyonelce sunan firmaların tercih edilmesi ve güvenlik açısından sadece bu kurumsal markalarla çalışılmasıdır.
Takipçi sayısını arttırmanın yanı sıra sunulan İnstagram beğeni satın al hizmeti sayesinde paylaşımların etkileşim miktarı da arttırılabilmektedir. Arttırılan beğeni ve takipçi sayısı ile İnstagram algoritmaları hesabınızı popüler kategorisine yerleştirecek, sık sık keşfet bölümüne çıkmasını sağlayacak, hesabınızı ziyaret eden kişiler profilinize güven duyarak sizi ziyaretleri sonrasında takibe alacaktır. Bu nedenle hem takipçi hem de beğeni rakamları çok önemlidir.
”
”
Alihan Kabalak
“
Marcel ise şöyle öldü:
Bir gün bütün berduşların Paris'in kent manzarasından silinmelerine karar verilmişti. Sosyal yardım örgütü, aynı zamanda kentin doğru dürüst bir görünümde olmasıyla da ilgilenen ve düşünülebilecek en resmi nitelikteki sosyal yardım örgütünün ilgilileri, polisle birlikte Rue Monge'a geldiler, tek istedikleri, yaşlı adamları yaşama geri döndürmek, dolayısıyla da yaşama hazır olsunlar diye önce yıkayıp paklamaktı. Marcel yerinden kalkıp onlarla birlikte gitti, çok sakin bir adamdı, birkaç kadeh şarap sonra bile hâlâ bilge ve uysal kalabilen bir insandı. Gelmelerini o gün büyük bir olasılıkla hiç umursamamıştı, belki de caddedeki iyi yerine, metronun sıcak havasının mazgallardan dışarı çıktığı yere geri dönebileceğini düşünüyordu. Ama kamunun esenliği için yapılmış olan, içinde çok sayıda duşun bulunduğu yıkanma salonunda sıra Marcel'e de geldi, onu duşun altına soktular ve duş hiç kuşkusuz ne fazla sıcak, ne de fazla soğuktu, ama Marcel yıllardan beri ilk kez çıplaktı ve ilk kez suyun altına girmişti. Daha kimse durumu kavrayıp yardımına koşamadan düştü ve hemen oracıkta öldü. Ne demek istediğimi anlıyor musun! Malina, biraz ne yapacağını şaşırmış gibi bakıyor, oysa ne yapacağını asla şaşırmaz. Bu öyküyü anlatmayabilirdim. Ama duşu bir defa daha hissediyorum, Marcel'in üstündeki neleri yıkamaya hakları yoktu, bunu biliyorum. Eğer bir insan kendi mutluluğun buharları arasında yaşıyorsa, eğer bir insanın "Allah sizden razı olsun"un dışında söyleyecek pek sözü yoksa, o zaman o insanı yıkamaya kalkışmamalı, o insan için iyi olanı o insanın üstünden yıkayıp akıtmamalı, birini olmayan bir yaşam için arındırmaya kalkışmamalı...
”
”
Ingeborg Bachmann (Malina)
“
Doğduğumuz ev kaderimizdir.”
“Her birimiz kendi yaşam biçimimizin sorumlusu ve yaratıcısı olmak zorundayız.”
“Bir gün ölüp gideceğini ve her şeyin geçici olduğunu bilerek yaşayan ve hayatında sürekli bir anlam arayan biz insanlar bu anlamı, anlamlı şeyler yaparak bulabiliriz.”
“Şu kadınlar ne garip mahluklar. Duygusal durumları ne kadar çabuk değişebiliyor. Küçücük şeylerden nasıl da hemen etkileniveriyorlar. Bir anda dünyanın en mutsuz, en kederli, en suçlu insanı iken, nasıl da kolayca gökyüzünün en üst katına çıkabiliyorlar. Sevgileri, tutkuları uğruna neleri göze alabiliyorlar. Onlar için yaşamın temel şartı Sevilmek, Aşkla, tutkuyla sonsuza kadar sevilmek ve asla vazgeçilmemek. Her şeyi affedebilir ama sevilmemeyi asla. Sevgisiz bir dünyada kadınlara yer yok. Kadınlar var olmaya devam ettikçe, dünyamızda sevgi hiç eksik olmayacak.”
“Depremden Irak savaşına, nükleer savaş riskinden İkiz Kulelerin bombalanmasına, içinde yaşadığımız ekonomik krize kadar bütün dünyada yaşanan vahşet ve yıkım, insanların güven duygusunu yaraladı. Doğaya hakim olma çabasında ki insanlar, bütün bunlar karşısında biyolojik olarak tam bir çaresizlik, sosyal anlamda ise ağır bir yalnızlık hissettiler.”
“Panik atak genellikle aklı başında, güçlü, cesur, becerikli, sosyal okumuş yazmış insanlarda daha çok görülür. Bütün araştırmalar uygar, gelişmiş ülkelerde bu hastalığa daha sık rastlandığını göstermiştir. Kırsal kesimin insanları sınırları belli, rolü belli, içinde iyi ya da kötü, acı ya da tatlı sürprizleri pek az barındıran düz ve sade bir hayat yaşıyorlar. En yoksulunun bile bugünü de belli, yarını da. İnsanlar tevekkül içinde kaderlerine teslim olur, yaşayıp giderler. Bütün taşlar yerli yerindedir. Başı sonu belli, dümdüz bir yaşam. İnsana düşen sorumluluk çok az, işte böyle olunca da stres çok azalır.”
“Saygı ve hürmet gören insan kendini saymayı, kendine önem vermeyi öğrenir.”
“Korkacak bir şey yok,
Hesap tamam,
Sıram geldi artık,
Biliyorum…
Kendimi hazırladım,
Ağlamıyorum,
Hatta gülüyorum…”
“Tanrıyı göklerde aramak neden?
Tanrı her insanın yüreğinde zaten.”
“Sınırlarını tanımlayamadığımız bu koskoca evrende var olan bunca güzellikler ve mucizeleri görebilen, merak eden, fark eden ve anlayan tek canlı insandır. İnsan olmasaydı her şey ne kadar anlamsız olurdu. İnsan olarak dünyaya gelmenin ve yaşamanın değerini fark edemeyenlere şaşarım.
”
”
Gülseren Budayıcıoğlu (Madalyonun İçi - Bir Psikiyatristin Not Defterinden)
“
[Orduya yolculuk:]
-Bu dünyada zaten suçtan geçilmiyor... Saymakla bitmeyeceğini herkes anladı... Sorun devirdiğimiz çamlarda... Ve sanırım ben de onlardan bir tanesini devirdim... Hem de telafisi olmaz bir biçimde...
-Konserve çalarak mı?
-Evet, bunun zekice olacağını sanmıştım, anlayın işte! Savaştırılmaktan kurtulmak için, bu şekilde, ayıp da olsa, yine de hala hayatta kalıp, uzun bir dalıştan sonra su üstüne çıkarken olduğu gibi, nefes nefese, barışa geri durabilmeyi amaçlıyordum... Neredeyse de başarıyordum... Ama savaş da bir türlü bitmek bilmedi ki... Savaş uzadıkça da, Vatan'ın midesini bulandıracak kadar mide bulandırıcı bir kimse olamayacağını düşünmeye başladılar... Vatan, her türlü fedakarlığı kabul etmeye başladı, çuvallar nereden gelirse gelsin... Şehirlerinin seçiminde sonsuz derecede hoşgörülü olmaya başladı Vatan! Artık silah altına alınmayı hak etmeyecek kadar şerefsiz olduğu düşünülen asker kalmadı, özellikle de silah altında silah zoruyla ölmek söz konusu olduğunda... Sonunda beni bile kahraman yapmaya karar verdiler, olacak iş mi!...Katletme çılgınlığı dayanılmaz bir hale gelmiş olsa gerek, öyle ya, bir konserve kutusunun çalınması bile affedilebiliyorsa artık! Affetmek ne kelime? Basbayağı unutulabiliyor! Gerçi, bolluk içinde yüzmelerini bizimle birlikte tüm dünyanın kutsadığı koskoca haydutları her Allahın günü hayranlıkla izlemeyi alışkanlık haline getirdik, kaldı ki, biraz yakından incelendiğinde onların varlıklarının kanıtı her gün yinelenen upuzun bir cürüm dizisi olarak ortaya çıkmaktadır, buna karşın bu zatlar her türlü şerefe, şana, güce layık görülüyor, işledikleri suçlar yasalar tarafından da taçlandırılıyor, oysa, tarihte ne kadar gerilere gidilirse gidilsin her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor, kendiliğinden onurunu yitiriyor ve alnındaki kara leke ömrü billah silinemiyor, bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir suçlama da içermektedir. Fukaranın hırsızlığı haince bir ihkakı hak'ka dönüşüyor, anlıyor musunuz... Öyle de olursa bu işin sonu nereye varır? Dolayısıyla dikkatinizi çekerim, ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı biçimde uygulanır, yalnızca bir sosyal savunma yöntemi olarak değil, ama aynı zamanda, özellikle de tüm zavallılara yönelik ciddi bir gözdağı olarak, otursunlar oturdukları yerde, kendi sınıflarında, keyiflerine baksınlar, yüzyıllar boyunca ve sonsuza dek açlıktan ve sefaletten gebermeye güler yüzle razı olsunlar... Ancak şimdiye kadar küçük hırsızların Cumhuriyetimizde sahip oldukları bir ayrıcalık vardı, o da vatansever silahları kuşanmak onurundan mahrum bırakılmak. Oysa yarından itibaren bu durum değişecek, yarından itibaren, bir hırsız olan ben, ordudaki yerime geri döneceğim...
”
”
Louis-Ferdinand Céline
“
Herhangi bir çağda bir insanın gösterebileceği en olağanüstü başarıları kendinde toplamış olan bu kadının Adı Hypatia’ydı. 370 yılında İskenderiye’de doğmuştu. Kadınların elinde çok az olanakların bulunduğu ve onlara eşya gözüyle bakıldığı bir dönemde, Hypatia serbestçe ve geleneksel kurallara aldırış etmeden erkek çevrelerinde dolaşırdı. Her bakımdan güzel bir kadınmış. Peşinden koşan epey erkek olmasına karşın, evlenme önerilerini reddettiği biliniyor. Hypatia döneminin İskenderiye’si artık epeydir Romalıların egemenliği altında kalmış bir kentti ve gerginlik içindeydi. Kölelik klasik uygarlığın canlılığını çürütmüştü. Hıristiyan Kilisesi yeni doğmuştu; gücünü kökleştirerek putperestliğin etkisini ve kültürünü silmeye çaba harcıyordu. Hypatia bu köklü sosyal güçlerin patlama noktası üzerindeki detanatör rolündeydi. İskenderiye Başpiskoposu Cyril, Hypatia’nın Romalı valiyle olan yakın dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise tarafından putperestlikle eş görülmesi nedeniyle ondan nefret ediyordu. Ama Hypatia hayatının tehlikede olduğunu bile bile öğretime ve öğretilerini yayınlamaya devam etti. 415 yılında bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril’in müritleri tarafından yolda kıstırıldı. Atlı arabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve katiller ellerindeki deniz kabuklarıyla Hypatia’nın etlerini kemiklerinden kazıdılar. Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Cyril’e ise azizlik payesi verildi.
-----
Öyle garip kavramlarla yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi ya da toplumla karşılaşınca, onların bize yabancılığı nedeniyle güvensizlik duyuyoruz ya da nefret ediyoruz. Oysa her bir uygarlığın anıtları ve kültürü, insan olmanın değişik biçimde anlatımından başka bir şey değildir. Yer küredışı bir ziyaretçi çeşitli insanlar ve toplumları arasındaki farklara göz attığında, aramızdaki benzerlikleri farklardan daha çok bulacaktır. Kozmosu akıllı yaratıklar dolduruyor olabilir. Fakat Darwin’in öğretisi açıktır: Başka bir yerde insana rastlayamazsınız. Yalnızca gezegenimizde vardır insan. Bu küçücük gezegenimizde. Nadir fakat tehlikeli bir türüz. Kozmik perspektifte, her birimiz çok değerliyiz. Eğer bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığını fark ederseniz, aldırmayın, bırakınız bu gezegende yaşamaya devam etsin. Unutmayın, yüz milyar galakside bir insan daha bulamazsınız. İnsanlık tarihine, giderek daha genişleyen bir ailenin bireyleri olduğumuz inancının yavaştan içimizde uyanış süreci gözüyle bakabiliriz. İlk zamanlar yalnızca kendimize ve çok yakın akrabalardan oluşan yakınlarımızaydı sadakatimiz. Sonradan göçebe avcı gruplarına, ardından kabilelere, küçük yerleşim örgütlerine derken devlet kentlere ve devletlere sadakat gösterdik. Sevdiklerimizin çemberleri genişledi. Şimdi süper devletler dediğiniz, değişik etnik gruplar ve kültür ortamlarından gelme devletlerin bir bakıma birlikte çalıştıklarını görüyoruz. Bu, hiç kuşkusuz insancıllaşma ve insanda yeni bir kişilik geliştirme deneyi midir. Eğer hayatta kalmak istiyorsak, sadakat çemberimiz daha da genişlemeli, tüm insanlığı içine alacak, yerküre gezegenini kapsayacak biçimde olmalı. Devletleri yönetenlerin çoğu bu düşünceden hoşlanmayacaklardır. İktidar kaybına uğramaktan korkacaklardır. İhanet ve sadakatsizlik sözcüklerini bir hayli işiteceğiz demektir.
”
”
Carl Sagan (Cosmos)
“
Söz konusu teknoloji olduğunda ''ne kadar çok, o kadar iyi'' yaklaşımının benimsenmesini savunan bir tekno-aşırılıkçılık geçtiğimiz on-yirmi yıl içinde yükselişe geçti. Daha fazla bağlantı, daha fazla bilgi ve daha çok özgürlük tanıma idealini de kurnazca bünyesine kattı. Böylece, popüler sosyal medya platformlarını kullanmamayı veya internetteki en son muhabbetleri takip etmemeyi bağnazlık olarak göstermeyi başarmış oldu.
”
”
Cal Newport (Digital Minimalism: Choosing a Focused Life in a Noisy World)
“
Sosyal medya üzerinde çalışan ve dersler veren bir akademisyenin sözlerini alıntılayacak olursam: Bu kadar çok insanla irtibat halinde olmamıza gerek yok.
”
”
Cal Newport
“
Muazzam başeserler yazmaya mı çalışmalıyız; yoksa söylenmesi gereken şeyi ikna edici bir şekilde söyle- yen, eli yüzü düzgün, açık ve anlaşılır bir üslubu hedeflesek mi daha iyi olur? Bilimin, üslup konusunda iddialı olan başeserle- re ihtiyacı var midır? Biraz daha yakından bakarsak bu hevesin gösteriş merakından başka bir şey olmadığını görürüz. - s170
”
”
Howard S. Becker (Writing for Social Scientists: How to Start and Finish Your Thesis, Book, or Article (Chicago Guides to Writing, Editing, and Publishing))
“
Biz Kimiz? Toprakların sevgilisiyiz. Biz Kimiz? Toprakların çocuklarıyız. Biz Kimiz? Toprakların askerleriyiz.
”
”
Abhijit Naskar (The Shape of A Human: Our America Their America)
“
20. yüzyılın bütün liderleri iflas eden portreler haline dönüşmektedir. Bunların fonksiyonları kalmamış, tarihi portreler haline dönüşmüşlerdir. Fonksiyonları kalkmayan, halen bir sosyal protestonun, bir adalet talebinin sembolü olarak yaşayanların içinde romantik bir portre, devleti yönetmeyen ihtilalci Che Guevara ve bir devlet adamı vardır ki o da Mustafa Kemal'dir (Atatürk).
”
”
İlber Ortaylı (Gazi Mustafa Kemal Atatürk)
“
Bırakın herkes istediği partiyi kursun. Partiler ne denli çoğalırsa, ezilen ve sömürülen alt sınıf ve tabakaların dünyayı net görmeleri o denli imkansız olur. Demokrasi panayırında bol bol çıkarılan politika curcunaları memleketi çarçabuk Babil Kulesi'ne çevirir. Oligarşi zümresi Finans-Kapital ve devlet ağalarıyla yüzyıllardan beri kurulu dalyanında gittikçe daha bereketli avcılıklar geliştirir.
”
”
Hikmet Kivilcimli (Brosur Dizisi: 4 - Genel Olarak Sosyal Siniflar ve Partiler)
“
1965 Türkiyesi
Sayın İnönü, 27 Mayıs'tan sonra da, 1946'da başladığı denemenin başarısı için elinden geleni yaptı: 27 Mayıs'ı, "İlk Hedefler Beyannamesi" sınırları içinde tuttu. Seçim sonrası huzursuzluklarını ve darbe teşebbüslerini önledi. En güç durumlarda dahi, soğukkanlı ve güler yüzlü bir idarenin örneğini verdi. Ekonomik durgunluğu giderdi. İşçilere geniş haklar tanıdı. Fındık, tütün, buğday fiyatlarını yükselterek, köylü kütlesini kazanmaya çalıştı. Ümit etmekteydi ki, artık yeni hir demirkırat denemesi önlenecek ve 27 Mayıs Anayasası çerçevesinde kalkınmanın zorunlu kıldığı reformlara el atılacaktır. Ümitler gerçekleşmedi ve CHP, Menderes dönemindekinden çok daha büyük bir yenilgiyle karşılaştı. CHP, servet beyannamesi, vergi açıklaması, tarım vergisi, Sovyetler'le yakınlaşma gibi teşebbüslerden ve Toprak Reformu sözlerinden ürken varlıklı üyelerinin ihanetine uğradı. CHP'li eşraf ve ağa takımı, etkileri altındaki seçmenleri de peşlerinden sürükleyerek reformcu gidişe karşı durdular. CHP "ortanın solundayız" yerine, "sağındayız" da dese, hakim sınıf çıkarlarına dokunan tedbirler yüzünden bu ihaneti tanıyacaktı. CHP reformculuğunu son derece yetersiz bulan ilerici unsurların hir kısmı da, açık, seçik ve tutarlı hir programla ortaya çıkan TİP'e kaydılar. Böylece 20 yıllık deneme, halktan yana her türlü reform fikrine karşı çıktığı halde, fakir köylü ve işçinin oylarını toplayan Menderes politikası şampiyonlarını, büyükçe bir çoğunlukla yeniden iktidara getirdi.
20 yıllık denemenin ortaya koyduğu sonuç şudur: "Feodal kalıntılardan hâlâ kurtulamamış ve az sayıdaki işçisi dahi bölgesel bağlılıkların etkisi altında bulunan bir toplumda Parlâmentoculuk, geri unsurların egemenliğini sağlamaktadır. Halbuki azgelişmiş bir ülkede sistemin yaşaması ve
istikrara kavuşması, Parlâmento'nun zorunlu reformları gerçekleştirebilmesine bağlıdır. Aşırı sağcı çoğunluklar getiren sistem ise, reform yollarını tıkamakta ve toplumun azınlıktaki dinamik unsurları arasında hoşnutsuzluğu körüklemektedir.
Bu durum yalnız Türkiye'ye özgü değildir. Güney Amerika'da etraflı bir sosyolojik araştırmaya girişen Fransız siyasî bilimler uzmanı Lambert bizimkine hayli benzer bir sosyal yapıya sahip bulunan ülkelerin çoğunda, parlamenter sistemin aşırı muhafazakarlığın güçlü bir aracı olduğunu ortaya koymuştur. Reformcu güçler, sistemin dışına çıkış yolları aramışlardır. Prof. Duverger de "Politikaya Giriş" adlı eserinde şu acı hükme varmaktadır: "Modern usullerin görünüşü altında eski feodal otokrasi rejimleri işler. Demokratik usuller, eski rejimlerin yıkılmasına yardım etmek şöyle dursun onları gizleyerek devam etmesini sağlar."
Bu ölçüde kötümserliğe elbette yer yoktur. Yalnız, çok önceden başlayan temel hâtâlar yüzünden, azgelişmişliğin bütün zincirlerini kırmak için yeterli olan yirmi yıllık bir süreyi israf ettiğimizi daha uzun yıllar israfa hazırlandığımızı bilmek gerekir. Reformcu güçlerin sosyal yanı değişmediği sürece gelecek seçimlerde de başarısızlıklara uğraması mümkündür. Hoşumuza gitmiyor diye, başını kuma sokunca kem gözlerden korunduğunu sanan devekuşları gibi bu acı gerçeği görmekten kaçamayız.
Türkiye'de Anayasa düzeninin bugün en samimi savunucuları, hiç şüphe yok, reformcu güçlerdir. Bu düzeni yaşatmak için, reformcular, ellerinden gelen çabayı gösterecekler ve Parlâmento-Devrim çelişmesine, demokratik bir çözüm yolu arayacaklardır.
Açık gerçekleri olduğu gibi görmekten kaçınmayan bir tutum bugünkü çıkmazdan kurtulma çabasının sağlam bir hareket noktasını teşkil etmesi bakımından önemlidir. Rejimler hayallere değil gerçeklere dayanarak uzun ömürlü olurlar. Anayasadan ve reformlardan yana güçler, Türkiye'nin daha uzun süre zaman israfına tahammülü kalmadığını göz önünde tutarak, demokratik devrim yolunu açma durumundadırlar.
Yön, Sayı 135, 29 Ekim 1965
”
”
Doğan Avcıoğlu (Atatürkçülük, Milliyetçilik, Sosyalizm)
“
Kaybedecek bir şeyi olan insanlar muhafazakâr olur. Burjuva aslında biraz da bundan dolayı sıkıcıdır. Muhafazakârlığın sadece dinle, milliyetçilikle ve kılık kıyafetle ilgili bir şey olmadığını hatırlarsak bu çıkarım daha az rahatsız edici olacaktır. Günümüz beyaz yakalılarının hemen her şeyden nem kapması, sosyal medyada sürekli birilerinin linç edilmesi bize ondokuzuncu yüzyıl Viktoryen toplumunu hatırlatıyor. Yeni edinilmiş zenginlikleri sağlamlaştırma telaşı içinde, maddi kazançları sosyal sermayeye devşirme çabasının bir ürünü aslında bu sert ahlakçılık.
”
”
Emrah Safa Gürkan (Ezbere Yaşayanlar: Vazgeçemediğimiz Alışkanlıklarımızın Kökenleri)
“
Doğudaki Yunanlar, Yakın Doğu ile bağlantılarını kullanarak entelektüel ve spiritüel hayatın temel problemlerine yanıtlar arıyorlardı. Bu sebeple felsefenin doğuşu ve müspet ilimler Yunan ana karasında değil, Anadolu'nun Batı kıyısındaki Yunan şehirlerinde ortaya çıktı. Bu dönemde ana kara, oryantalize (doğululaşma) sürecinin gerisinde kalmış; ve yerel Yunan bileşenlerini kullanarak kendi sosyal yapısını sağlama almak ile entelektüel yaşamını geliştirmeyi amaçlamıştır.
M.Ö. 7. yüzyılın ortalarından sonra, Yakın Doğu ve özellikle yeni yeni keşfedilmiş Mısır, İyonya Yunanları için yeni bir bilgelik ve tecrübe kapısı hâline geldi. Miletli Thales, bir tüccar olarak çokça gezdi, Mısır'ı ziyaret ederek çeşitli alanlarda geniş bir temel edindi. Dünyanın ve cennetin haritasını çizen bir başka Miletli Anaksimander ise büyük ihtimâlle Babil gibi büyük bir merkezde, Yakın Doğu halklarının antik astronomi ilmini çalıştı.
İyonyalı doğa felsefecileri Yakın Doğu topraklarından hayli etkilenmiş, keza inanılmaz kısa bir sürede bilimsel araştırma metotlarını keşfedebilmişler, böylece tamamen farklı bir seviyede -Batı ruhunun temellerinin de üzerine kurulabileceği- bir entelektüel aktiviteyi başlatabilmişlerdir.
”
”
Ekrem (Hrsg.): Akurgal (Orient und Okzident: Die Geburt der griechischen Kunst (Kunst der Welt))
“
Yunanların doğal olarak evrensel hakimiyeti amaçlamayan küçük şehir-devletleri, kültürel ve sosyal hayatın her alanında eylem özgürlüğünün gelişimini sağlamaya müsait topraklara sahipti. Ticari ve sanatsal rekabet, Yunan mucizesinin arkasında yatan ana güçtü. Tüccarlar, sanatçılar, her meslekten insanlar; her şeyin daima en yeni, en iyi ve en güzelini arzuluyorlardı. Bu özgür rekabet, bir sorgulama ruhunun doğmasına yol açtı. Böylece Yakın Doğu rahiplerinin gizemli bilgeliğinden ve Doğu'nun bin yıllık ilminden, M.Ö. 6. yüzyılda Anadolu'nun İyonya bölgesinde ortaya felsefe ve müspet ilimler çıktı. Yakın Doğu şairlerinin monologlarından ortaya, olayların anlatılmak yerine hareketli eylemler ile tasvir edildiği girift Yunan draması çıktı.
”
”
Ekrem (Hrsg.): Akurgal (Orient und Okzident: Die Geburt der griechischen Kunst (Kunst der Welt))
“
Hastalığı tedavi etmek için doktor olmak gerekir. Haksızlığa karşı durmak için insan olmak yeterli.
”
”
Abhijit Naskar (Yüz Şiirlerin Yüzüğü)
“
Tüm dünya camidir,
Masumlar bizim tanrımız.
Onlara hizmet ilahi hizmettir,
Onların mutluluğu bizim cennetimiz.
”
”
Abhijit Naskar (Yüz Şiirlerin Yüzüğü)
“
Kapitalizmi eleştiren ancak bununla birlikte kapitalizmin menzilinin dışında ‘bir yerlerde’ yer alan 19. yüzyıl aydınının aksine, kapitalist kurumların ve organizasyonların kuşatmasının dışında çok az sayıda çağdaş eleştirmen bulunabilir. Bu, kapitalizmin tüm sosyal alanlar üzerindeki egemenliğini kabul etmeye boyun eğmemiz gerektiği anlamına gelmez. Ancak karşı durmak istediğimiz piyasa güçleri kadar marifetli yorumlama ve açıklama stratejileri geliştirmemiz gerektiğini gösterir. Güçlü eleştiri, nesnesi hakkında ayrıntılı bir anlayış sahibi olandır.’’ (s.137)
”
”
Eva Illouz (Cold Intimacies: The Making of Emotional Capitalism)
“
Kocacık; okulları, yönetim binaları ve pazaryeri ile gerçekten tam bir kasaba görünümündeydi. Türklerin gelişiniden 1912 yılına dek yaklaşık 500 yıl içinde Kocacık'ta her cuma günü pazar kuruluyordu. Bu durum Kocacık'a ayrı bir değer kazandırıyor, diğer yöre halkıyla aralarında ekonomik ve sosyal bağlarm kurulmasmı sağlıyordu. Kuşkusuz bu durum Kocacıklıların mutlu yaşamalarına katkıda bulunuyordu. Osmanlı ülkesinde olan isyanlar, Avrupa'daki kargaşalıklar; ulaşım zorlukları; onların kendi aralarındaki derin bağlılık nedeniyle olumsuz yönde pek etkilemedi. Ancak 1789 Fransız ihtilali'nin getirdiği "Hürriyet/ vatan, millet" düşüncesi Balkanları bir yangın gibi sardıktan sonra rahatlan bozuldu. Silahı eline kapan dağa çıktı. Bunlara Osmanlıların bozulan ordusundaki Yeniçeri artıkları da katıldı. Kocacıklar bu artıklara "dayılar" diyordu. Hristiyan çetelerle birlikte bu artıkların yaptıkları gün geçtikçe çekilmez, bir hâl alıyordu. Tüm Kocacıklılar, silah elde geceleri nöbet tutarak kendilerini korumaya çalışıyordu. Bu dönemde çeteler de geceleri nöbet tutarak kendilerini korumaya çalışıyordu. Bu çeteler, geceleri mahalle aralarında "çorbacı, garda..." diye bağırarak geziyorlar, ne olduğunu öğrenmek amacıyla kapıya çıkanları yakalayıp kurşuna diziyorlar ya da boğazına dek diri diri toprağa gömüp taşlamak yoluyla öldürüyorlardı. Çoğu kez güpegündüz evleri basıyor, yiyecek istiyor, yedikten sonra da süngüsünü çıkarıp sofraya çakıyor ve "getirin bakalım diş kirası şu kadar sarı lirayı" gibi insaf ölçülerini aşan isteklerde bulunuyorlardı, istenen parayı getirmeyenlerin küçük çocuklarını havaya atıp karnına süngüyü geçirmekten çekinmiyordu. Hatta 1913 yılının bir bayram gününde Elessa Camisi'nde bayram namazını kılan kırk Türk'ü günahsız oldukları hâlde acımasızca kurşuna dizdiklerini yaşlı Kocacıklılar gözyaşları içinde anlatmaktadırlar.
”
”
Ali Güler
“
Kocacık; okulları, yönetim binaları ve pazaryeri ile gerçekten tam bir kasaba görünümündeydi. Türklerin gelişiniden 1912 yılına dek yaklaşık 500 yıl içinde Kocacık'ta her cuma günü pazar kuruluyordu. Bu durum Kocacık'a ayrı bir değer kazandırıyor, diğer yöre halkıyla aralarında ekonomik ve sosyal bağlarm kurulmasmı sağlıyordu. Kuşkusuz bu durum Kocacıklıların mutlu yaşamalarına katkıda bulunuyordu. Osmanlı ülkesinde olan isyanlar, Avrupa'daki kargaşalıklar; ulaşım zorlukları; onların kendi aralarındaki derin bağlılık nedeniyle olumsuz yönde pek etkilemedi. Ancak 1789 Fransız ihtilali'nin getirdiği "Hürriyet/ vatan, millet" düşüncesi Balkanları bir yangın gibi sardıktan sonra rahatlan bozuldu. Silahı eline kapan dağa çıktı. Bunlara Osmanlıların bozulan ordusundaki Yeniçeri artıkları da katıldı. Kocacıklar bu artıklara "dayılar" diyordu. Hristiyan çetelerle birlikte bu artıkların yaptıkları gün geçtikçe çekilmez, bir hâl alıyordu. Tüm Kocacıklılar, silah elde geceleri nöbet tutarak kendilerini korumaya çalışıyordu. Bu dönemde çeteler de geceleri nöbet tutarak kendilerini korumaya çalışıyordu. Bu çeteler, geceleri mahalle aralarında "çorbacı, garda..." diye bağırarak geziyorlar, ne olduğunu öğrenmek amacıyla kapıya çıkanları yakalayıp kurşuna diziyorlar ya da boğazına dek diri diri toprağa gömüp taşlamak yoluyla öldürüyorlardı. Çoğu kez güpegündüz evleri basıyor, yiyecek istiyor, yedikten sonra da süngüsünü çıkarıp sofraya çakıyor ve "getirin bakalım diş kirası şu kadar sarı lirayı" gibi insaf ölçülerini aşan isteklerde bulunuyorlardı, istenen parayı getirmeyenlerin küçük çocuklarını havaya atıp karnına süngüyü geçirmekten çekinmiyordu. Hatta 1913 yılının bir bayram gününde Elessa Camisi'nde bayram namazını kılan kırk Türk'ü günahsız oldukları hâlde acımasızca kurşuna dizdiklerini yaşlı Kocacıklılar gözyaşları içinde anlatmaktadırlar.
Hristiyan çeteler ile "dayılar" denilen ordu bozuntuları çeteler; sözde milliyetçilik adına, Osmanlı'dan öç alırcasına Kocacık Türklerine acımasızca eziyetler yapmaktan çekinmiyordu. Ancak çetelerin dışında kalan yörenin Hristiyan halkı bu yağma, talan ve gaddarlığa katılmıyor, ama kaba güce karşı koyma cesaretini de kendilerinde bulamıyordu.
Bu kargaşalıklar içinde "Arnavut Birliği" yolunda çalışmalar da yapılıyordu. 1 Nisan 1878'de oluşan "Arnavut İttihadı" ile 10 Haziran 1878 Prizren İttihad Kongresi, 1881'deki Debre gizli toplantısı ile 1883'teki Kuzey Arnavutluk'taki Arnavutlar arası birleşmeler gibi çalışmalar iyi komşulukların ve dinsel birliğin sonucu Kocacıklıları olumsuz yönde etkilemedi.
Bu koşullar içinde 1908 İkinci Meşrutiyet öncesine gelindi. Ülkedeki karışıklığı gidermek için "Hürriyet ve Terakki" gibi partiler kuruluyor; Enver, Talat, Cemal paşalar birer kurtarıcı olarak ortaya çıkıyordu. Bunlara bağlı olarak bir de "Makedonya Komitesi" kuruluyordu. Bu komitenin kuruluşunda Kocacıklılar da etkin rol oynadı. Çünkü Kocacaklıların da bir bölümü kurtuluşu Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde görüyordu.
”
”
Ali Güler (Sarı Mustafa'm)
“
Her neslin bir Mustafa'ya ihtiyacı vardır,
Senin neslinin Mustafa'sı sensin.
Her neslin bir Mevlana'ya ihtiyacı vardır,
Senin neslinin Mevlana'sı sensin.
”
”
Abhijit Naskar (Yüz Şiirlerin Yüzüğü)
“
Antropoloji başka hiçbir bilim dalının olmadığı kadar karşılaştırmaya dayalı ve holistik (bütüncül) bir bilimdir. Holizm insan olmayı her yönüyle incelemeye karşılık gelen bir tabirdir: geçmiş, şu an ve gelecek; biyoloji, toplum, dil ve kültür.
(...)
Diğer sosyal bilimler, genellikle Birleşik Devletler veya Kanada gibi tek bir sanayileşmiş topluma odaklanırlar. Antropoloji ise devamlı olarak bir toplumun âdetlerini bir başka toplumla karşılaştırarak eşsiz bir kültürlerarası bakış açısı sağlar.
”
”
Conrad Phillip Kottak (Anthropology: Appreciating Human Diversity)
“
Antropolojinin insan olmanın ne demek olduğu konusunda bu kadar çok bilgiyi gün ışığına çıkarabilmesinin nedeni, kültür-aşırı bir bakış açısı üzerine kurulmuş olmasıdır. İnsan olmanın ne demek olduğunu bize bir tek kültürün söylemesi mümkün değildir. Kültür, başka bir kültürle kıyaslanana kadar (normal ya da her şeyin zaten olması gerektiği gibi olması yüzünden) 'görünmez'dir.
”
”
Conrad Phillip Kottak (Anthropology: Appreciating Human Diversity)
“
Bilinmeyeni öğrenmek, denetleyenemeyeni dizginlemek ve karmaşadan düzen çıkarmak arayışları bütün insan topluluklarında ifade bulur.
”
”
Conrad Phillip Kottak (Anthropology: Appreciating Human Diversity)
“
İnsanlıksız algoritma dijital barbarlıktır.
”
”
Abhijit Naskar (Hometown Human: To Live for Soil and Society)
“
Destanlardaki kadın kahramanların kuvvet, kudret ve cesaret yönünden erkekten hiç farkları yoktur. Kadının destanlardaki yeri sosyal hayattaki üstün mevkiinin aynısıdır. Analık görevi, Türkler arasında kadına büyük değer kazandırmış, onu ilâhî bir varlık konumuna sokmuştur.
”
”
Anthony E. Ocean (Türk Mitolojisi)
“
İnsanların her türlü özgürlüğü PKK tarafından vesayet altına alınmıştır. PKK, insanların mülkiyet hakkına tecavüz etmekte, köyleri yakmakta, hayvanları boğazlamaktadır. O halde gerçekten insan hakları ihlali vardır.
Bu insan haklarına, PKK yatakçıları ve işbirlikçileri gözaltına alındığında bir takım kişiler sahip çıkmakta; PKK denilen melanet örgütü, arkadaşları ile ava giden polis memurunu yakalayıp sorgu sırasında teker teker kollarını ve ayaklarını kestiği zaman sahip çıkmamaktadırlar. İzinden dönen erler elleri arkadan bağlanarak, kafa derileri yüzülmek suretiyle öldürülmekte, Subaylar şehirler arası yollarda otobüslerden kadın ve çocuklarının yanından alınarak kurşuna dizilmekte gene insan haklarından bahseden olmamaktadır.
Güneydoğu, batıda üretileni tüketmekten başka bir şey yapamaz hale getirilmiştir.
Karayollarının kenarları arıcılık, hayvancılık adı altında devletten alınan milyarlarca liranın heba edildiği içi boş biriket bina döküntüleriyle doludur. Örnekleri fazla uzatmayalım, Türkiye Cumhuriyeti'nin batısındaki yasalar Güneydoğu'ya uğramamıştır. Yanlışlıkla yolu düşenler ise metruk hale getirilmiştir. Bu düzensizlik giderek ayrı bir kültür ortamı yaratmıştır. Bu bölgede Türkiye Cumhuriyeti'nin örgütlenme sorunu vardır. Mevcut ekonomik, kültürel, hukuksal, sosyal, eğitsel ve idari kurumlarıyla ayrılıkçı Kürtçülük olayına çözüm getirmeye çalışmak, hüsrana uğramak; kısaca ve açıkça bölgede çok yakın zamanda Türkiye Cumhuriyeti varlığının son bulması demektir.
Hiç kimse teröre karşı olduğunu söylemekle bu olayları önleyemeyecektir. Bölgede PKK örgütüne ihanetin cezası ölüm, devlete ihanetin cezası DİYARBAKIR 1 nolu Tutukevinde "AKADEMİK PKK KARİYERİ" yapmaktır. Böyle bir ortamda TC varlığının giderek son bulacağını söylemek için falcı olmaya hiç gerek yoktur. İşin gerçeği bu olayın kökleri içerde, dalları dışardadır. Üstelik bu olay Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi isyanlarına da hiç benzememektedir. Mevcut çapraşık durumda, halkın da devlete verecek desteği kalmamıştır. Halk, devletin tüm örgütlerince desteklenir ve korunursa, mukabil destek ve yandaşlık söz konusu olabilir. Yukarda vermiş olduğumuz çarpıcı fakat çirkin örneklerde rol alan Güneydoğu insanı bu rolü bilerek ve isteyerek üstlenmiş değildir. Bazı amatör yöneticiler, hantal ve çıkarcı kadrolarla bölge insanına bu rolü vermişlerdir.. Bölgedeki mevcut suni ve çarpık şehirleşme sonucunda, oluşan yoğun işsiz-güçsüzler ordusu PKK'nın "SINIFSAL KİN" ve "ULUSAL KİN" temalarına açık olarak çiğ gibi büyümektedir. Suni şehirleşme sürecinde kırsaldan şehirlere göçlerle birlikte muazzam bir başkaldırma potansiyeli mevcuttur.
Örgütlenme sorunu, TC görevlerinin en önde gelen ve diğer sorunlarla görevlerin başarılmasında temel teşkil eden sorundur.
”
”
Ahmet Cem Ersever (Kürtler PKK ve Abdullah Öcalan)
“
Bir hakikati bir türlü kavrayamadık. Bir adam iki efendiye birden hizmet edemez. Ya devlet, ya şeyh ve beyler! Devlet, şeyh ve beylerin bu halka yaptığı hizmetleri aynı süratle, aynı kolaylıkla yerine getiremezse, elbette şeyhine ve beyine bağlı kalır. Şeyh ve bey mahallindeki haksızlıkları ve meseleleri kendi geleneklerine, inançlarına göre hemen hallediyor. Bize gelince, bir nüfus kağıdı çıkarmak için adamları on gün dağlardan, taşlardan yaya yürüterek şehire getiriyoruz. Şeyh bir koyun hırsızını kendi ölçülerine göre hemen cezalandırıyor. Biz aynı hırsızı, koyunu çalınan adamı, şâhitleri günlerce yürüterek şehire indirip aylarca mahkemelerde süründürüyoruz. Bu halk, bu şartlar içinde elbette şeyhine ve beyine bağlı kalır ve kalacaktır.
”
”
Doğan Avcıoğlu (Türkiye'nin Düzeni 2: Dün - Bugün - Yarın)
“
Bugünün din bilgileri artık dini başka türlü açıklıyor ve Tanrı'nın bazı kimselerin yani peygamberlerin gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihi ve ilmi yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar. Zaten böyle olmasaydı din kitapları insanlığın sonuna kadar değişmeyecek hakikatlerle dolu olur, insanlığın geleceğini ve geleceğindeki tehlikeleri açıklar ve mesela zararı nispeten az olan alkol haram edilirken ondan on kat tehlikeli olan tütün ve hele eroin hakkında sükût edilmezdi. Tanrı günün birinde insanların tütünü ve eroini bulup kullanacaklarını, bunun büyük bir felaket olduğunu bilmiyor muydu? Milyarlarca yıl sonraki kıyamet haber verildi de neden birkaç yüzyıl sonraki zehirlerden söz edilmedi?
Çünkü din, ilahi ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur.
Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar vahşet gösteren bir toplumda Muhammed'in başka türlü davranmasına imkân yoktu. Onlara korkunç cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte âlemde köşkler, Kevserler yiyecekler, güzel huri kızları vaad edecekti.
”
”
Hüseyin Nihal Atsız (Makaleler III)
“
Bunları anlatmamım sebebi şudur: Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.
Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamdederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sürelerde olduğu gibi, sürenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?
Muhammed'in yirmi küsur yıl süren peygamberliği sırasında bazı ayetlerin mensuh olduğu yani hükümden düştüğü malumdur. Demek ki yirmi yılda bile hayattaki bazı değişiklikler Tanrı buyruklarını değiştiriyor, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç değiştiğini 14 asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değişirken gelişmenin çok hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?
Bu gibi soruların sonu gelmez. Çünkü sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır. Yobazlık bütün dinlerde vardır. Hıristiyanlar nasıl İsa’yı babasız doğduğu için Tanrı'nın oğlu sayarak Hıristiyanlığı bir türlü putperestlik haline getirmişlerse, bizimkiler de Tanrının dünyayı sırf Muhammed için yarattığını ileri sürerek aynı şeyi yapmışlardır.
”
”
Hüseyin Nihal Atsız (Makaleler III)
“
Uyan be insan, kalk be insan,
Her yerde adalet olana kadar durma.
Uyan be insan, kalk be insan,
Dünyaya barış gelene kadar durma.
Uyan be insan, kalk be insan,
Her yerde aşk olana kadar durma.
Uyan be insan, kalk be insan,
İnsanlar insan olana kadar durma.
”
”
Abhijit Naskar (Amantes Assemble: 100 Sonnets of Servant Sultans)
“
Bugün (Bir Hayat Şiiri)
Bugün, biz dindar değiliz.
Bugün, biz sadece insanız.
Bugün, bütün siyaseti unuttuk.
Çünkü bugün, biz sadece insanız.
Bugün, biz entelektüel değiliz.
Çünkü bugün, biz insan olduk.
Bugün, beynimizde mantık yoktur.
Çünkü bugün, biz insan olduk.
Bugün, lükse hiç ihtiyacımız yok.
Çünkü bugün, biz insan olduk.
Bugün, sadelik en büyük zenginliktir.
Çünkü bugün, gerçekten insan olduk.
İyi biliyorum, o gün bugün değil.
Yolculuğa bugün başlayalım, yarın değil.
”
”
Abhijit Naskar (Honor He Wrote: 100 Sonnets For Humans Not Vegetables)
“
Hiçbir hükümet, vatandaşlarının bilgili olmasını istemez, çünkü eğer vatandaşlar bilgilenir ve kendileri için düşünmeye başlarsa, hükümetlerin yapacak bir şeyi kalmayacak ve hükümet kavramı yeryüzünden silinecektir. Bir hükümetin veya devletin varlığı, vatandaşların aptallığına dayanır - kitleler ne kadar aptalsa, hükümet o kadar güçlü olur.
”
”
Abhijit Naskar (Boldly Comes Justice: Sentient Not Silent)
“
Her insan benim kardeşimdir. Onların mutluluğu benim sorumluluğum. Onların güvenliği benim sorumluluğum. Onların hayatı benim sorumluluğum!
”
”
Abhijit Naskar (Karadeniz Chronicle: The Novel)
“
Ne zaman insanlar tehlikede olsa, bir derviş ayağa kalkar.
”
”
Abhijit Naskar (Handcrafted Humanity: 100 Sonnets For A Blunderful World)
“
Çoğu insan için aile dünyadır, ama benim için dünya ailedir.
”
”
Abhijit Naskar (Dervish Advaitam: Gospel of Sacred Feminines and Holy Fathers)
“
Atatürk'ün medeniyet hamlesine, Batı medeniyetine katılma girişimine özellikle 20. yüzyılda bazı itirazlar yükseldi. Kültürel rölativistlerin itirazı, "Her kültür, sadece ve sadece kendi içinde değerlendirilebilir, dışarıdan bir referans alınamaz" şeklindeydi. Ama "Dışarıdan bir kültür referans alınamaz, bir kültürün başvuru kaynağı dışarıda olamaz, sadece kendi içinde olabilir" iddiası" kanaatime göre Önsözde de vurguladığım gibi tamamen yanlıştır.
Bunun yanlış olduğunu söyleyen çok önemli sosyal bilimciler de çıktı ortaya ki, bunların en önemlilerinden biri toplumsal psikoloji ve antropoloji profesörü Robert B. Edgerton'dır. Pek çok ilkel toplum üzerinde çalışmalar yapan Edgerton, "Hasta Toplumlar" isimli kitabında, "Hasta toplumlar kendi bireylerine o kadar çok acı verirler ki, birey o toplumdan kaçmak ister. Fırsatını bulduğunda da kaçar" diyor. Bunun çeşitli örnekleri de var: İlkel kabilelerde bir insan, biraz daha az ilkel bir yer bulduğu vakit oraya kaçar. Berlin Duvarı yıkılmadan evvel, insanlar hayatlarını tehlikeye atıp, duvarın üstünden atlayarak Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçıyordu. Demek ki orada rahat değil, demek ki o toplum hasta.
”
”
A.M. Celâl Şengör (Dahi Diktatör)
“
İş baskıları, çoklu görevler, sosyal medya, haber güncellemeleri, eğlence kaynaklarının çokluğu; bunların hepsi bizi düşüncelerde, çılgında faaliyetlerde, araç-gereçlerde, anlamsız konuşmalarda kaybolmaya sevk ediyor. Bizi gerekli ya da ilham verici veya canlandırıcı oldukları için, yaşamlarımızı zenginleştirdikleri ya da anlam kattıkları için değil, sadece bugünü yok ettikleri için çeken her türlü anlayışa yakalanmış haldeyiz. Saçma bir çarpıklıkla, en son çıkan "zaman kazandıran" cihazları satın almak için para biriktiriyoruz ki daha iyi zaman "öldürebilelim." Anın farkındalığı korkulacak bir şey haline geldi. Geç dönem kapitalizmi bu şimdiki zaman korkusu duygusuna hitap etmede uzmandır - hatta, başarısının büyük bölümü en büyük armağanımız olan şimdiki zaman ile aramızdaki uçuruma bağlıdır ve bu uçurum giderek genişliyor, aradaki boşluğu doldurmak için sahte ürünler ve tüketici kültürünün yapay dikkat dağıtıcı unsurları tasarlanıyor.
”
”
Gabor Maté
“
Biliyorum yalnızlığı düşünüyorsun. Atmosferin yerküreyi sarması gibi bütün yaratıcı insanları saran o derin, yoğun yalnızlığı. Yaratacak bir şeyi olan, yalnızdır. Fakat yalnızlık ille de acı çekmek anlamına gelecek diye bir şey yok. İnsanların yakınlığı ve sosyal çevre bana gerçek yalnızlıktan daha fazla acı verdi. İnsan bir süre yalnızlığı ceza gibi algılıyor; yetişkinler yan odada sohbet edip eğlenirken karanlık odada tek başına bırakılan bir çocuk gibi. Fakat günün birinde sen de yetişkin oluyorsun ve yalnızlığın, hakiki, bilinçli tek başınalığın bir ceza, yaralı, hastalıklı bir kendini çekme, bir münzevilik değil, tek onurlu durum olduğunu fark ediyorsun. İşte o zaman artık yalnızlığa katlanmak da o kadar zor olmuyor. Daha temiz havada yaşamak gibi bir şey.
”
”
Sándor Márai (Īstā. Judīte... un izskaņa)
“
Ben şu kanaatteyim ki 19. asrın büyük filozofu olan ve bir doktrin adamından çok evvel bir filozof olan Karl Marks'ın fikriyatı, o zamanın şartlarına göre şüphe yok ki ileriyi gösteren bir sistem idi. Ve elbette o devirde, 19. asrın ortalarında, 20. asırda gelecek gelişmeleri kestirmek son derece güçtü. O itibarla Marksizmi elbette 19. asrın içerisinde uzun bir varlık olarak kabul etmekle beraber, onu, bütün asırlara şâmil, son hakikat diye anlamak ve anlatmak son derece mahsurlu ve bizzat filozofun kendi aleyhine olan, kendisinin de asla arzu etmediği bir sistemdir. Yine öyle sanırım ki, bugün dünyaya gözlerini bir daha açabilse, 19. asır için söylediği şeyleri bugün kendisi iptal etmek namusunu gösterirdi... Mesela 19. asırda sanayileşme hızlı olarak büyük kitlelerin proleterleşmesine yol açıyor, büyük sefâletler vardı. Böyle bir ortam içerisinde proleterlerin müşterek bir savunmaya dâvet edilmesi belki tabiî idi. Bugün içinde bulunduğumuz dönem içerisinde dünya proletersizleşmektedir. Ve bazı memleketler bunu şimdiden gerçekleşmiş sayabiliyor. Amerika'yı alalım... Almanya'da benim tahminim yanlış değilse 5 milyon işçi ailesi, şimdiden fabrikalara ortaktır. Yani, artık bunlar proleter değildir. Yani, gittikçe proletersizleşme cereyanı var. Farz edelim ki proleterler var ve bunları kurtarmak istiyoruz. Fakat bu kurtuluş, beşeriyetin 10 bin sene geriye gitmesine mâl olmayan bir kurtuluş olmalıydı. İnsanlık 10 bin seneden beri hürriyetsizlikten, hürriyete geçmeye çabalıyor... Şimdi fırsat eşitliği temin edeceğiz derken 10 bin senede elde edilmiş olan beşerî bir tekâmülü, yani özgürlüğü iptal etmeye kimsenin hakkı yoktur. İşte Atatürk'ün sosyal olan, fakat aynı zamanda özgürlüğü muhafaza etmek isteyen sisteminin Marksistlere karşı söyleyebileceği, vereceği cevap budur...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Bizim gibi bilhassa geri kalmış, süratli kalkınmak isteyen sistemlerde ben sınıf mücadelesinden çok daha hayırlı olan sosyal devletçiliğin hakemlik rolünü tercih ederim. Grevle de, lokavtla da elde edilebilecek sosyal fayda eğer varsa, pahalıya mâl olan ve bizzat büyük kültürlerin günün birinde işsiz kalmaşına, sefaletine yol açabilecek sistemlerden çok daha hayırlısı, devletin hakemliğidir. Nitekim, Çalışma Bakanlığı'nın kurulmasında âmil olan ana prensip; devlet hakemliği prensibidir. Bu müessese hakem kurulları gibi tesisleri ve daha kuvvetli tesisler yapılabilir. Herhalde, bunu benimsemek lâzımdır. Atatürkçülük budur benim kanaatimce, sosyal problemlerimizi krizlere düşürmeden, sosyal adaleti, fırsat eşitligini sağlamanın çaresi budur.
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Atatürk'e yapılan son zamanlarda ve çok rafine gibi bir itiraz, efendim günün şartları dolayısıyla Atatürk ancak halka yukarı sınıfa ait olan bazı yenilikler getirdi. Ama tabana inemedi. Efendim, Atatürk kadar tabana inmiş, dünyada hiçbir fikir adamı yoktur. Bir tek misâl ile bunu bırakalım. 'Köylü milletin efendisidir.' diyebilmiş adam dünya tarihinde yok. Bu insan söylemiştir. Fakat diyelim ki bu bir teoridir, bu bir literatür diyelim ama, fiiliyatta ben size bir vakayı hatırlatayım. Devlet bütçesinin 300 milyonu geçmediği ve bu 300 milyonun 150 milyonunun Âşar Vergisi'nden elde edildiği bir dönemde bir madde-i kanuniye ile Âşar'a son vermiştir. Köylü zulümden kurtulsun, haksız bir vergi... Malûm ya Âşar, müterakki sistem değildi, herkes ne düşerse ve mültezimler vasıtasıyla alınırdı. Köylüye zulmeden mültezimler vardı. Kim sosyal fayda için devlet bütçesinin yüzde 50'sini feda edebilmiştir? Dünyada böyle bir hareket var mı? Ben bilmiyorum. Siz biliyorsanız beni ikaz buyurun... Onun için Atatürk tabana inmedi, büyük kitlelere inmedi demek, son derece yanlıştır ve Atatürk'e yapılacak bir bûhtandır kanaatindeyim. Bütün hareketleri kitle içindir. Kelimenin tam mânâsıyla halkçılığı yalnız söylemiş değil, uygulamıştır. Yeter ki biz arkasından iyi gidelim. Bakın o tarihten bu tarihe hâlâ Toprak Reformu'nu gerçekleştiremedik. Halbuki 1924 Anayasası'nda yer almıştır Toprak Reformu...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Atatürk'ün bir tüm içerisindeki düşüncelerini, yazılarını -ki ana kaynak büyük Nutuk'udur- alıp davranışlarını da karar anına geldiği zaman davranışı ne oluyor, bunu beraberce mütalâa edip ortaya bir Atatürk tezi çıkarılabilir. Zaten bir Atatürk tezi mevcuttur.
Evet, bir Atatürk tezinin zaten mevcut olduğunu söylediniz. Acaba bunu tarif edebilir misiniz?
Atatürk bir doktrin adamı değildir. Atatürkçülük doktriner bir tez değildir. Atatürkçülük bır elektrik sistemidir. Ekstremlerden kaçmaya uğraşan sağduyu olan yeri bulmaya çalışan, dünya idaresinde, memleket görüşünde bir sistem olarak mücadele edilmelidir. Kendi janrında da elektrik olmakla beraber 20. yüzyıl için orijinal ola sistemi ortaya atmıştır Atatürk, Batı âlemine bakıyor, liberal kapitalizm var, sermaye var, sermayenin hâkimiyeti var. Koloniler var. Parası olan düdüğü çalarak pervasızca rahat ediyor. Fakat büyük kitlelerin menfaatine göz yuman rejimler bunlar... Bunun karşısındâ eşitliği ortaya koymak teziyle ortaya atılan Birinci Dünya Savaşı sonrası Komünist blokta devleti Allahlaştıran, ferdi tamamıyla eriten, adalet derken bunu özgürlük sırtından ödeyen bir sistem var. Mustafa Kemal sağduyu ile mücehhez, kararlı bir adam olarak diyor ki bunların ikisi de olamaz. Türkiye için, hattâ belki bütün 20. asır insanlığı için bunların dışında bir üçüncü sistem bulmak lâzım. Bu sistemin hareket noktası olarak, benim kanaatimce iki ana fikir sistemine de dayanmak lazımdır. Birisi lâisizm, ikincisi devletçilik. Fakat bu devletçilik, Sovyetlerin Allahlaşmış o devletçiliği değildir. Bizdeki ekonomik devletçilik de değildir. Ekonomi devletçilikte, ekonomik işletmecilikte hatalar yaptığımız için, iki devletçiliği iyi anlatamadığımız için halk biraz soğumuş görünüyor. Hattâ onun tesiriyle de 1961 Anayasası'nda -ki ileri bir Anayasa olduğu halde- devletçilik feda edilmiştir Atatürk'ün diğer prensipleri yer almıştır. Devletçilikten, yapılan menfi propaganda neticesinde vazgeçilmiş görünür. Vakıa sosyal devletiz tâbiri var ama, bu kâfi değil. Ben Atatürk devletçiliğini iki safhaya ayırıyorum. Birisi, geri kalmış bir memleketin, sermayeden mahrum, bilgiden mahrum bir memleketin bir an evvel kalkınabilmesi için toplum elindeki sermayeyi, yani devlet parasını ve devlet mütehassısını kullanan, sınaî teşebbüslere giren, sınaî teşebbüsleri merkezî sistemleyen bir devlet. Sınaî devletçilik, karma ekonomi... Bir tarafı bu. Fakat esas bu değil...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Atatürk'ün devletçiliğinden ve sosyal devletçilikten şunu anlıyorum: Atatürk'ün zamanında ben de beyaz bezler üzerine, kırmızı güzel yazılar 'Sınıfsız, imtiyazsız bir milletiz' levhalarını asanlardan biriyim. Elbette sınıfsız milletizden maksat, cemiyetimizde sınıflar yok mânâsına gelmez. Elbette her cemiyette olduğu gibi bizde de çalışan ve çalıştıran var. Fakat imtiyazsız sınıflar mevcut olacak ve sınıflar arasında mücadeleyi lüzumsuz kılacak devlet müdahalesi olacak. Sosyal devletçilikten bunu anlıyorum. Sınıf mücadelesini lüzumsuz kılacak devlet hakemliği müessesesi. Nitekim, Çalışma Bakanlığı'nın ve Sosyal Sigortalar Kurumu'nun kurulmasında sendikaların kurulması -ki benim bakanlığıma rast gelir- ana noktada sosyal devletçiliği esas almışımdır. Devletin büyük kitleler lehine yapacağı hakemlik, grevden de daha faydalıdır, lokavttan da daha faydalıdır. ikisini de lüzumsuz kılabilir. Âdil hakem olabilecek bir devlet, büyük kitlelerin refahını daima ön plâna alacak bir devlettir. Sosyal devlet görüşü bence Atatürk'ün de dünyaya getirdiği büyük bir yeniliktir. Yalnız Türkiye değil, diğer memleketler de...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
... Atatürk'ün karakteristik bir tarafı, anti-emperyalist oluşudur. 1907'de Ali Fuat Paşa'ya verdiği bir haritada, memleketimizin bilâhare Misak-ı Millîde kat'ileşen hududunu çizmiştir. Türkiye bu olacaktır, demiştir. O zaman Ali Fuat Paşa soruyor: 'Peki ama bunda Yunanistan yok. Arabistan yok. Bunları ne yapacağız? Kendi rızamızla verelim. Nasıl olsa ameliyat olacak... Emperyalizm devri, kolonizasyon devri geçmiştir. Bu bir maceradır. Kanlı ameliyatları dışardan gelmesini beklemeden biz kendimiz yaparak Anadolu ve Trakya'dan mürekkep vatan kuralım. Bunun dışındaki insanları, Arapları, Bulgarları, Yunanlıları kendi mukadderatlarını kendileri halletmelerine bırakalım.' Nitekim Misak-ı Millî'de de bu tasrih edilmiştir. Bu fikir Atatürk'te 1907'de mevcuttur. Ve bütün dünyaya da, Ankara'ya gelen sefirlere de kolonizasyon devrinin geçtiğini, müteaddit vesilelerle göstermiştir. Bu vesile ile 1932'deki bir konuşmasını size nakletmek isterim. Amerika'dan bir kadın gazeteci geliyor ve şu suali soruyor: 'İkinci bir Cihan Harbi olur mu?' Atatürk, olur ve maalesef olacaktır, diyor.
'Niçin çıkacak?'
'Çünkü kolonileri inhisar altında almakta ısrar eden İngiltere ve Fransa karşısında bir Almanya var ki millî izzeti nefsi zedelenmiştir. Mütemadiyen soyulmaktadır. Versay Muahedesi'yle. Millet tahammül edemeyeceği bir yük altında kalmıştır. Vatanından parçalar bölünmüştür. Korkarım ki bu millet, -ki büyük teknik kabili eti haizdir- yarın millî gururunu okşayacak bir demagogun eline geçerse dünyaya yeni bir harp getirebilir.'
Gazeteci soruyor: Böyle bir harp olursa Amerika tarafsız kalabilir mi? Amerika harplerden bıkmış.
Atatürk devam ediyor: Hayır, maalesef, diyor. 'Amerika bu harbe girecektir. Çünkü Amerika, Avrupa meselelerine artık angajedir. Kat'iyen buna seyirci kalamaz. Ticarî, ekonomik, sosyal münasebetler o kadar sıklaştırmıştır ki Avrupa'nın kaderine Amerika artık bigâne kalamaz ve o harbe Amerika girecektir.' Hattâ ilave ediyor: Sonunda da Amerika'nın dahil olduğu taraf harbi kazanabilir. Yani 1939'un macerasını yedi sene evvel sarahatle söylüyor ve asıl mühim olan da koloniler devrinin kan dökülmeyen bir solüsyona bağlanmasının lüzumlu olduğunu, evvelâ kendi vatanında yaptığı ameliyatla ortaya koyuyor ve telkin ediyor... 1932'de bu söze kulak asılsaydı dünyanın mukadderatı acaba başka türlü olmaz mıydı? Benim şahsî görüşüm, belki bunu biraz aşırı Atatürkçülük görebilirsiniz ama, hâlâ o kanaatteyim ki dünyanın kaderi biraz değişebilirdi. Nitekim 1938'de Ata'nın ölümünde söylenmiş olan sözlerin bence en mânâlısı Churchill'in sözüdür: O daha dünyaya lâzımdı.
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Saray "hâs" bahçelerinde veya kasr (köşk)larda "halvette" düzenlenen geleneksel işret meclisleri şâir, mutrib, hânende gibi sanatçıların hükümdar önünde kendilerini göstermek fırsatını elde ettikleri bir yarışma meydanı oluştururdu. Firdevsî, Şehnâme'de (1000 tarihlerinde) kadîm İranlı hükümdar Hüsrev'in verdiği işret meclislerini uzun uzun tasvir eder (N. Lugal çevirisi; IV, İstanbul 1994, s. 194, 275-276, 299, 330, 332, 389-390). Bir zafer veya başka vesilelerle süslenmiş saray bahçe ve kasrlarında tertib olunan bu ziyâfetler, üç gün üç gece, bazen bir hafta sürer, "nahiller dikilir, mis kokuları içinde güzel çalgıcılar çalarken peri yüzlü sakîler misafirlere yıllanmış şarap sunar". Herkes sarhoş olur; zafer hikâyeleri dinlenir, şâirler karşılıklı en güzel şiirlerini söyler, muşâ'ara ederler. Firdevsî, böyle bir mecliste rakibi şâirler önünde Sultan Mahmud'un takdirini kazanır. Selçuklu sultanı Alâeddîn'e kasîde sunan Hoca Dehhânî, "şâhlar-şâhı'nın çalgılı, içkili zengin bezmler"inden söz eder. Yine böyle bir işret meclisinde Anadolu Selçuklu sultanı bir kasîde için şâir Zahîreddin'e beş nefer güzel kul bağışlamış, I. İzzeddîn Keykâvûs (1210-1220) Sinop fethi üzerine düzenlenen bir işret meclisinde nedîmlere ve şâirlere in'âmlarda bulunmuştur. Osmanlı kaynakları şâirlerin çoğu kez bu gibi işret meclislerinde hükümdarın takdir ve lûtflarına eriştiklerini belirtirler. Hükümdar hizmetindekiler arasında patrimonyal ilişkileri pekiştiren sosyal bir kurum olarak işret meclisleri, şölenler ve toylar Avrasya Türk-Moğol devletlerinde hayatî sosyal bir fonksiyona sahipti. K. Jettmar'a göre "en ince ayrıntılarına kadar düzenlenmiş içki âlemleri" hükümdarın şöhret ve prestijini yükseltmek için yapılan bir çeşit âyin (ritual) hükmünde idi. Osmanlılar'da haftalarca süren muhteşem sûr-i hümâyûnlar (pâdişâh düğünleri) bu geleneğin ne kadar önem taşıdığını kanıtlayan olaylar olup görkemli sûrnâmeler'de yaşatılmak istenir. Bu işret meclislerinin, hükümdarın ve sarayın hayatında nasıl hayatî bir yer tuttuğunu ayrıntılı tasvirlerle İbn-i Bîbî'nin tarihinde görüyoruz: Alâeddîn Keykubad'ın işret meclisi kuruldu... l'al şaraplarla ve dürlü dürlü nakiller (nahil) birle ârâste edüp döşediler ve mutribler hezâr destân gibi elhân-i cân-fezay birle surûda şuru' kıldılar ve câm-i şarâb içmeye ve barbut ve rubâb istimâ'ına meşgul oldular" (Yazıcızâde çevirisi, 170, sık sık yapılan bu işret meclisleri için keza bkz. s. 140-151, 117). Bir defasında sultan meclis-i işrette "ber sebîl-i imtihan heriflere (sanatkârlara) eyitti ki, yerin adını (Kayseri ve Aksaray) ol beyitlere telfîk etsun" dedi, münşî Şemseddîn'inkini çok beğendiğinden mansıbına ilâve yaptı.
Bu işret meclisleri bazı sultanların sarayında sık sık toplanırdı. Bütün kaynakların "gâyet mertebede 'âyyâş" olduğunda birleştikleri divan sahibi II. Murad, herhalde böyle bir mecliste sarhoşken şu Hayyâmâne kıtayı demiştir (Sehî, 95).
Sâkî getür getür yine dünkü şarâbımı
Söyle dile getür yine çeng ü rebâbımı
Ben var iken gerek bana bu zevk bu safâ
Bir gün gele ki görmiye kimse türâbımı
Paşalar da işret meclisleri düzenlerdi. Fâtih'in fâzıl vezîri Mahmud Paşa'nın şu'arâ meclisleri ünlü idi. Fuzûlî, hâmisi olup kasîde sunduğu Bagdad valisi Üveys Paşa için "ehl-î 'işret"tendi der. Sâkînâme'de (677):
Beyâ sâkî âb-i âtaş-mizâc
k'ezo cümle dard dâred ilâc
(Sâkî, o ateş içeren şarabı getir ki, o her derde devâdır)
derken, herhalde mistik sarhoşluğu anmıyordu. Fuzûlî, divanlarının girişlerinde böyle görkemli saray işret meclislerini tasvir ediyor, sultanlar ve şâirlerle paylaşamadığı bu zevklerden yoksun, kendi "külbe-i ahzânına" sığınıyordu. Şu'arâ oldukça serbest bir yaşam sürerlerdi (bak. Halîlî, Melîhî, Gazâlî'nin yaşamı: Latîfî, 254, 315, Latîfî kendisi hakkında, 298). Onlar hakkında ulemanın görüşü Abussu'ûd’un bir fetvâsında yansımıştır (Âşık Çelebi, 16a). Şâirler için şarap, sûfîler için haşîş mubâh idi (bak. Fuzûlî, Bang u Bâde).
”
”
Halil İnalcık (Şair ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme)
“
Yeni ve daha kapsayıcı bir teknoloji vizyonunun ortaya çıkabilmesi, ancak ve ancak, sosyal gücün temellerinin değişmesiyle mümkün olabilir. Böyle bir değişimin gerçekleşmesi ise, tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi, kanıksanmış bakış açısını sorgulamaya cesaret eden karşı fikirlerin ve örgütlerin artışıyla mümkündür.
”
”
Daron Acemoğlu
“
sosyal girişimler; günümüzde gi-rişimciliğin yalnızca ticari alanda, çalışmanın ise yalnızca gelir amacıyla yapılabileceği yönündeki geleneksel anlayışı değiştirmekte ve bu anlayış doğrultusunda yeni bir çalışma alanı yaratmaktadır.
”
”
Anonymous
“
Değiştirdiği Çalışma Kavramı ve Yeni Bir Çalışma Alanı Olarak Sosyal Girişimler 123 olduğu, ticari faaliyetlerini ise misyonlarını gerçekleştirmek için araç olarak kullandıkları
”
”
Anonymous
“
İnsanları depresyona iten koşulları kaldırmak yerine, modern toplum onlara anti-depresan (uyuşturucu) ilaçlar vermektedir. Aslında, anti-depresanlar, bireyin iç dünyasını; normalde tahammül etmeyeceği sosyal koşulları kabullenmesini sağlayacak biçimde değiştiren araçlardır.
”
”
Anonymous
“
Nazan Hanım --Dün akşam TV'deki Doğu Anadolu dizisini seyrettiniz mi?-- diye sorduğunda, Hakkı Bey, --hiçbir şey-- söylemese, yapmasa ve sanki sekreter orada yokmuş gibi davransa, Nazan Hanım'ın, --kendimi, TV'de neyi seyrettiğinizi konuşabilecek kadar yakın ilişki içinde görüyorum;-- tanımını kabul etmemekle kalmayacak, sekreterin insan olarak orada varlığının umurunda olmadığını ifade etmiş olacaktır. Kabullenme ve reddetme, kişinin o an içinde kurmaya çalıştığı ilişkinin benimsenip benimsenmediğine işaret eder. Umursamama kişinin kendinin önemsenmediğini, değersiz olduğunu, yok olduğunu belirtir. Watzlawick ve arkadaşları, umursamamanın ilişki içinde en sağlıksız psikolojik durumu yarattığını öne sürerler. --Bir insana dünyanın en dayanılmaz işkencesini yapmak isterseniz, onu 'umursamama'nın baskın olduğu sosyal bir ortama koyun,-- önerisinde bulunurlar. Onlara göre, --En acı ve ızdırap verici bedensel işkence bile, umursamamaya yeğlenir, çünkü bedensel işkenceyi yapan, işkence yaptığı kişinin varlığını kabul etmiş olmaktadır.--
”
”
Anonymous
“
Hacettepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Perihan (Oray) Yunt, Konya yöresinde köy kadınlarıyla yaptığı anket çalışmasında ortaya çıkan bir iletişim sorununu aşağıda dile getiriyor: --1970 yılında, Konya yöresinin GEZİCİ KADIN KURSU'nun etkinlik gösterdiği köylerinde ve böyle bir kursun hiç uğramadığı yerlerde, sosyal yaşamda farklılıklar olup olmadığı konusunda bir ön araştırma yapıyorduk. Anketimizde --Kaç günde bir yıkanırsın?-- diye bir soru da yer almıştı. Anket sadece kadınlara uygulanmaktaydı. Kursun yapıldığı ve yapılmadığı yedişer köy alarak toplam on dört köyde, örnekleme yoluyla seçtiğimiz bir grup köy kadınına sorular soruyorduk. En son köyde, kadınlardan birisi beni, oldukça fakir bir aileye ait olduğu anlaşılan, tahta basamakları kırık dökük bir eve götürdü. Evin kadınının yüzü mutsuzluk izleri taşıyordu. Anketimizdeki soruyu bu kadına da sordum: --Kaç günde bir yıkanırsınız?-- Kadın cevap vermedi, anlamsızca yüzüme baktı. Bana kılavuzluk eden kadın hemen atıldı ve acımalı bir sesle, --Gocası sakattır, ayda bir yıkansa ne nimet,-- dedi. O anda kafamda şimşek çaktı ve ancak o zaman, bu soruyu sorduğumda öteki kadınların biraz mahçup, yarı mütebessim verdikleri --Haftada bir gün, haftada iki, üç gün,-- gibi cevapların anlamını farkettim. Ayrıca, uğradığımız köyleri, bizden önce, doğum kontrolüne ilişkin araştırma yapan bir ekibin dolaşmış olduğunu da sonradan öğrendim. Aradan bir süre geçti. Olayı, Konyalı bir arkadaşıma anlattım. Arkadaşım, --O biçimde değil, 'Çoluk çocuk kaç günde bir yıkanır, çamaşır yıkarsınız?' diye sormanız gerekirdi,-- dedi» (Yunt, 1978).
”
”
Anonymous
“
İnsanoğlu başkalarıyla ilişki kurmaya, sosyalleşmeye ihtiyaç duyar. Güçlü sosyal desteğe sahip kişilerin daha mutlu olduğu, hastalıklardan daha az etkilendiği ve depresyon yaşama risklerinin daha az olduğu bilimsel bir gerçek.
”
”
Anonymous
“
TC Kanunlarına göre kurulan sosyal güvenlik kurumlarından aylık alanlar (örneğin SSK, Bağ-Kur ve TC Emekli sandığı emeklileri) ise, sıfır oranlı emlak vergisinden yararlanırlar (Gelir İdaresi Başkanlığı, Mersin Vergi Dairesi Başkanlığı’nın 22 Mart 2013 Tarih ve 175.01 [ÖZG-2013-1]-31 sayılı Özelge ile yaptığı açıklama da bu yöndedir).
”
”
Anonymous
“
IQ yönü bir kenara bırakılsa bile zekâ oyunlarının ikili iletişimi artırması, sosyal bir ortam kurması, çocuğu birçok zorlukla başa çıkmaya alıştırması ve gelişmeleri takip etme, hakkını arama, kendini ifade etme, göz teması ve sırasını bekleme gibi beceriler kazandırması bile medya ve internetin ilerisinde olduğunu gösteriyor.
”
”
Anonymous
“
Philips Tüketici Aydınlatma Ürünleri Pazarlama Müdürü Özge Süzen’in verdiği bilgilere göre Philips hue’da tam 60 milyon renk seçeneği bulunuyor. Bununla birlikte Philips hue, LED ışıklandırma kabiliyetine sahip olduğu için enerji tasarufu da sağlıyor. Philips hue, aynı zamanda sosyal ağlardaki bildirimlerinizden veya gelen kutunuza düşen e-postalardan da haberdar edebiliyor. Yapılan IFTTT atamaları veya Philips hue için hazırlanmış üçüncü parti uygulamalar aracılığıyla akıllı ampulünüzü daha etkin kullanabilirsiniz.
”
”
Anonymous
“
İnsan bu sosyal sözleşmeyle birlikte “kutsallaştırılmıştır” ve bu “kutsallaştırılan” insanın yaptığı şey ise, aslına bakılırsa Tanrı’nın yerini gasp etmekten başka bir şey değildir.
”
”
Tage Lindbom
“
Hastalıkla sağlık, iyileştirmeyle güçlendirme arasındaki sınırın bulanık olduğu durumlarda bile, düzenleyici kurumlar bu ayrımları uygulamada rutin bir şekilde gerçekleştirebilirler. Örneğin, Ritalin'i ele alalım. 3. Bölümde belirtildiği gibi, Ritalin'in iyileştirdiği varsayılan Dikkat Eksikliği-Hiperaktivite Bozukluğu (ADHD) adlı "hastalık" aslında bir hastalık dğeğil, odaklanma ve dikkatle ilgili davranışların normal dağılımının uç noktalarında yer alan kişilere yapıştırdığımız etiketin adıdır. Birkaç kuşak önce, ADHD tıp sözlüklerinde bile yer almıyordu. İşte bu, aslında patolojinin sosyal oluşturuluşuna tipik bir örnektir. Dolayısıyla, Ritalin'in iyileştirme ya da güşlendirme amaçlı olarak bitelendirilebilecek kullanımları arasında net bir ayrım yoktur. Yelpazenin bir ucunda hemen herkesin kolaylıkla normal işlevleri yerine geitremeyecek denli hiperaktif olarak tanımlayabileceği çocuklar vardır ve bu çocuklara Ritalin verilmesine karşı çıkmak zordur. Yeplazenin diğer ucunda ise, odaklanmada ya da etkileşimde bulunmada zorluk çekmeyen çocuklar bulunmaktadır ve Ritalin almak, bu çocuklar için başka herhangi bir amfetaminin sağlayacağına benzer ve eğlenceli bulacakları etkiyi deneyimlemekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak söz konusu ilacı iyileştirme değil güçlendirme amacıyla alıyor olacaklardır; bu yüzden de çoğu kimse, bu çocukların ilacı kullanmalarını engellemenin doğru olacağını düşünecektir. Ritalin'i anlaşmazlık konusu bir ilaç haline getiren şey, bu iki ucun arasında yer alan ve Zihinsel Bozukluklar Tanı ve İstatiksel Bilgiler Kılavuzu'nda söz konusu rahatsızlıkla ilgili olarak belirtilen tanı ölçütlerinin tamamına değil, yalnızca bazılarına uydukları halde, aile hekimleri tarafından Ritalin verilmeye başlanan çocuklardır.
Diğer bir deyişle, eğer tanı aşamasında patoloji ile sağlıklı durum arasındaki ayrımın, tedavi esnasında ise iyileştirme ile güçlendirme arasındaki ayrımın belirsiz olduğu bir durum varsa, o da ADHD ve Ritalin'e ilgili olan durumdur. Düzenleyici unsurlar yine de bu ayrımı her durumda yapılıyor ve dayatıyorlar. DEA, Ritalin'i, II: kategoride yer alan dolayısıyla yalnızca doktor reçetesiyle ve iyileştirme amaçlı olarak alınabilecek bir ilaç olarak sınıflandırmıştır. Böylelikle Rİtalin'in herhangibir amfetamin gibi zevk amaçlı (yani güşkendirmeye dönük) olarak kullanılmasını kısıtlamıştır. İyileştirme ile güçlendirme arasındaki ayrımın belirsiz oluşu, aralarındaki ayrımı anlamsız hale getirmez. Güçlü kişisel duygularıma göre Birleşik Devletler'deki doktorlar bu ilacı gereğinden fazla öneriyorlar; birçok durumda, anne babalar ve öğretmenler çocukları daha geleneksel yöntemlerle kişiliklerini biçimlendirme yoluna gitmelidir. Bununla birlikte, bütün hatalı yönlerine rağmen var olan düzenleyici sistem, Ritalin'in tamamen yasaklanmasından ya da öksürük şurubu gibi eczanelerde reçetesiz satılmasından çok daha iyidir.
”
”
Francis Fukuyama
“
İnsanlar artık soyma zahmetine katlanamadıkları için portakal satışlarındaki düşüş cidden şok edici ve üzücü. Bu haberi okuduktan sonra daha sık portakal almaya ve portakalları daha zevkle yemeye başladım. Artık portakalı son derece yavaş, özenle, şehvetle ve hepsinden öte, zayiatsız savaşlar, vergisiz sosyal hizmetler, yaptırımsız haklar, çabasız şöhret, ilişkisiz seks, koşmak için giyilmeyen koşu ayakkabıları, çalışma gerektirmeyen ödev ve çekirdeksiz üzüm talep eden çağa yanıt babında, meydan okurcasına soyuyorum.
”
”
Michael Foley (The Age of Absurdity: Why Modern Life makes it Hard to be Happy)
“
İlkel bir eğitim yalnızca ilkel kuşaklar yaratabilir! Çağdışı bir zihniyet sadece çağdışı zihinler üretecektir! Geleceğin kapısı, sosyal evrimin modernlik öncesi zamanından kalma böyle arkaik kalıntılara kapalıdır!
”
”
Mehmet Murat ildan