“
Bangsa Indonesia bangsa yang cepat nda ingat, walau Abraham Lincoln dan Bung Karno sudah mewanti-wanti jangan gampang lupa sejarah.
”
”
Sujiwo Tejo (Ngawur Karena Benar)
“
Who is giving you hickeys, and why have you not gotten them to sign an NDA?
”
”
Casey McQuiston (Red, White & Royal Blue)
“
Last question: will I really get zapped by lightning if I call Zeus's Fist the 'Poop Pile'?
PJ: Only one way to find out!
NDA: Go ahead, kid! I'm sure my dad would love to meet you.
AC: Percy! Nico!
PJ and NDA: Anna-be-eth!
”
”
Rick Riordan (Camp Half-Blood Confidential (The Trials of Apollo))
“
Hitler Almanyası'nda özel bir tutum yaygındı: Bilen konuşmuyor, bilmeyen sormuyor ve soru sorana yanıt verilmiyordu.
”
”
Primo Levi (Se questo è un uomo - La tregua)
“
A quest? Do I have to go on a quest?
AC: You may not believe it now, because this is all so new to you, but getting picked for a quest is every demigod's dream. It's what we train for. It's what we're born to do.
PJ: You might not get picked right away. I mean, sure, I did - I was here, what, less than a week before I headed out to face death?
AC: You were a special case, Seaweed Brain.
PJ: Aw, you called me special!
NDA: She also called you Seaweed Brain.
”
”
Rick Riordan (Camp Half-Blood Confidential (The Trials of Apollo))
“
We’re going over my contract. I don’t have to sign the $50 million NDA like every single other person who’s even remotely involved, but I do have rules.
Sodding rules. Everywhere I look, there are do’s, don’ts, musts, and for fuck’s sake nevers.
Doesn’t anyone know how to have fun anymore?
”
”
Emma Chase (Royally Matched (Royally, #2))
“
'Face death'? Am I going to die?
NDA: I'll take this one. Yes, you will die - some day. When you do, you'll go to live, er, to exist in the Underworld.
PJ: Leo didn't.
NDA: Leo cheated death with a potion that he shouldn't have had. Without it, he'd have stayed dead. Like he was supposed to.
PJ: Hazel came back too.
NDA: That's totally different! I brought her back on purpose.
PJ: Just saying that not everyone who dies stays dead.
NDA: Next question.
”
”
Rick Riordan (Camp Half-Blood Confidential (The Trials of Apollo))
“
If I'm forced to sign an NDA to never speak of someone again, I won't do it because it would be silencing my voice from saying what I've been through. I respect Taylor Swift for turning her back on silencers like Scooter Braun.
”
”
Laika Constantino
“
Mesleki konumlarından hoşnut olmayan, bundan şikâyet eden, ama işlerinde kalan insan sayısını bir bilseydin! İnsan varlığı değişimden, yenilikten korkar ve çoğu zaman, çok güç olsa bile, alışıldık koşullarda kalmayı, pek iyi tanımadığı yeni bir duruma geçmek için diğerini terk etmeye tercih eder. Platon’un Mağarası’dır bu! Bugün birçok insan farkında olmadan Platon’un Mağarası’nda yaşıyor. Meçhul karşısında yaman bir korkuları var ve kişisel olarak onları etkileyecek her değişimi reddediyorlar.
”
”
Laurent Gounelle (Dieu voyage toujours incognito)
“
Vuejtja
Ka do dit
që po shof fare mirë
se si nga vuejtja syt po më madhohen,
nepër ball dhe ftyrë rrudhat po më shtohen
e si buzqeshja m'asht e hidhun...
... dhe po ndij
se si mëngjeset e mia
nukjanë ma mëngjese hovi e pune,
as ndërtimi, por të shtymt dita më ditë
e një jete që s'durohet.
Dalngadalë po shof
si jeta një nga një
secilin ndjesi
me tradhti
po ma vulos
dhe s'po më mbetë asgja
që me u nda
si shej gëzimi,
përpara
nuk e dishe, ojetë,
se kaq i tmerrtë
asht grushti i yt
që mbyt
pa mëshirë.
Por kot
në pasqyrë po shof
se si nga vuejtja syt po më madhohen
nëpër ballë dhe në ftyrë rrudhat po më shtohen,
dhe shpejt do të bahem
flamur i vjetruem
i rreckuem
ndërluftat e jetës.
”
”
Migjeni
“
N-D-A spelt else wise is to be in our D-N-A, was a thought reaffirmed.
”
”
Rajat Mishra (Can I Have a Chocolate Milkshake?)
“
Ama Tanrı duaları duymaz. O'nda duymak veya görmek veya acımak veya yardım etmek gibi insanlıktan eser yoktur.
”
”
John Fowles (The Collector)
“
Christian in any great detail because of the NDA, but even
”
”
E.L. James (Fifty Shades of Grey (Fifty Shades, #1))
“
Salyangozların Dünyası’nda yaşıyoruz! İnsanoğlu aşırı derecede yavaş! Her kim sınırlı bir yaşama sahipse, onun yavaş olma hakkı yoktur! İşler hızlı yapılmalı! Yavaşlık, ölümsüzlere aittir!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Üç Yüzük göğün altında yaşayan Elf Kralları'na
Yedisi taştan saraylarında Cüce Hükümdarlar'a,
Dokuz Yüzük Ölümlü İnsanlar'a, ölecekler ne yazık
Bir Yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda,
Kara tahtında oturan Karanlıklar Efendisi'ne
Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
Gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda
”
”
J.R.R. Tolkien
“
ÜÇÜNCÜ ŞARKI
Siz de benim gibi,
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu olarak yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,
Kaybettiniz (benim gibi).
Oysa,
Aynı Hergele Meydanı’nda,
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
Yalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatın
Ver hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın,
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa,
İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurma
kaymak”tan tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydanı’nda)
Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka-
Selim’in yanında)
En bayağı ve en müstehcen
(Fakat fiyatı ehven)
Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa,
Samanpazarı’na çıkan yokuşa
Değil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğu
Ankara’da
”
”
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
“
...Sonra da, dördüncü yıla geldiklerinde, Mitsubishi'de IBM'de veya Fuji Bankası'nda işe alınmak için saçlarını kestiriyorlardı, sonra da Marx'ı hiç okumamış güzel bir genç kadınla evleniyorlar ve çocuklarına olmadık, gülünç adlar veriyorlardı. ...Öylesine gülünç ki, insanın ağlayası geliyor.
”
”
Haruki Murakami (Norwegian Wood)
“
Babası ölmüştü, Tommy Amca ölmüştü, annesi de belki ölüyor olabilirdi. Burada Arcadia Plajı'nda da ölümü hissediyordu Jack. Morgan Amca'nın telefonlarından geliyordu ölümün sesi. Bu duygu, bir tatil beldesinin mevsim sonundaki ölgünlüğünden ibaret basit ve sıradan melakoli gibi belirgin bir şey değildi.
”
”
Stephen King (The Talisman (The Talisman, #1))
“
David Fromkin’in, New York Times’teki 9 Mart 2003 tarihli yazısı da bu gerçeği ifade etmekteydi: “Bir hayalet ABD’yi pençelerine almış, rahat bırakmıyor. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun hayaleti. Irak’ta, Sırbistan’da, Bosna’da, Kosova’da, Körfez Savaşı’nda, 11 Eylül saldırılarında bu hayalet bizimleydi. Osmanlı hayaletleri asla uzaklaşmadı”.
”
”
Anonymous
“
Listen to me. Honestly people, listen to me. There is nothing after this, ok? So don’t live like you have an Act III. There is no surprise footage after the credits roll. Same goes for everyone you love. I can’t reveal how I know this, I had to sign an NDA, you just have to trust me. These are your only minutes. What are you going to do with them?
”
”
Tess Gunty (The Rabbit Hutch)
“
Yeah, the world here is full of rules and most of them need to be followed. Some can be bent,” I said, and continued with a smile, “and others can be broken.
”
”
Rajat Mishra (Can I Have a Chocolate Milkshake?)
“
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
”
”
Ivan Goncharov (Oblomov)
“
Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri
Volter Rıhtımı'nda dayayıp seni duvara
öpmeliyim ağzından
sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a
çiçeğini seyretmeliyiz onun,
birden bana sarılmalısın, gülüm,
korkudan, hayretten, sevinçten
ve de sessiz sessiz ağlamalısın,
yıldızlar da çiselemeli
incecikten bir yağmurla karışarak.
Henüz vakit varken, gülüm,
Paris yanıp yıkılmadan,
henüz vakit varken, gülüm,
yüreğim dalındayken henüz,
şu Mayıs gecesi rıhtımdan geçmeliyiz
söğütlerin altından, gülüm,
ıslak salkımsöğütlerin.
Paris'in en güzel bir çift sözünü söylemeliyim sana,
en güzel, en yalansız,
sonra da ıslıkla bir şeyler çalarak
gebermeliyim bahtiyarlıktan
ve insanlara inanmalıyız.
”
”
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
“
Soru: Bu kadar insan ölüyor Türkiye'de peş peşe. Diyarbakır'da. Ankara'da. İstanbul'da, Atatürk Havalimanı'nda, her yerde... Siz neden tek bir insanın katilini bulmak için bu kadar çok uğraşıyorsunuz?
Cevap: İnsan kötü zamanlarda da yaptığı işin en iyisini yapmaya çalışmalı. Elimden gelen tek şeyi yapıyorum. Hayat karşıma sahtekârları, yalancıları, katilleri çıkarıyor, ben de ne yapayım, kovalıyorum...
”
”
Celil Oker
“
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
”
”
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
“
Sanki bir sır saklıyormuş gibi sağ eline baktı.
'Hasta mısın?' diye sordum.
'Şurada, Kerbaker Sokağı'nda bir hekim dostuma uğradım; içimdekiler dışa dökülmüş.'
'Neye bağlı bu?'
'İstemediğin ve itaat etmediğin şeyler yapmaya zorlandığında bu insanın zihnine dokunuyor ve o da her şeyi bozuyor.'
'İtaat bir cilt hastalığı mıdır?'
Ne diyeceğini bilemezmiş gibi bir an baktı ve gülümsedi.
'Aferin, aynen öyle, bir cilt hastalığı. Sen de iyi bir şifasın, sakın değişme, her zaman aklına geleni söyle. Seninle iki kelam daha etsem eminim iyileşirim.
”
”
Elena Ferrante (The Lying Life of Adults)
“
Topkapı Sarayı'nda oturan bir devlet başkanına sahip cemiyetin duyguları ile, Ihlamur Kasrı'na sığınmış bir devlet başkanına sahip olan bir cemiyetin duyguları, hisleri, anlatım ve ifade vasıtaları aynı olamaz. Tuna'dan Yemen'e bir devletin tabâsı olmanın, vatandaşı olmanın getirdiği ahvâl başka, Meriç'le Fırat arasındakinin başkadır. Bu hiçbir zaman toprak egemenliği falan filan meselesi değildir. Zamanla beraber sanatın ifadesinin değişmesi çok tabii bir şeydir. Deden otuz odalı evde oturuyordu, sen üç odalı evde oturuyorsun. O kadar değiştik.
”
”
Ömer Tuğrul İnançer
“
Hermione uzanıp yanağına dokundu, kederle gülümsüyordu. “Gördüğüm en mutsuz gelinsin.”
Lucy gözlerini kapadı. “Mutsuz değilim. Ben sadece şey hissediyorum...”
Ama ne hissettiğini bilmiyordu. Ne hissetmesi gerekiyordu ki?Kimse bunun için eğitmemişti onu.Bütün eğitimi boyunca; dadısı,mürebbiyesi ve Bayan Moss’un Okulu’nda geçirdiği üç yıl boyunca kimse ona bunun dersini vermemişti. Neden kimse bunun dikiş nakıştan ve yerel danslardan daha önemli olduğunu fark etmemişti?
“Ben...” Artık anlamıştı. “Ben veda ediyormuş gibi hissediyorum.”
Hermione hayretle gözlerini kırpıştırdı. “Kime?”
Kendime...
”
”
Julia Quinn (On the Way to the Wedding (Bridgertons, #8))
“
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
”
”
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
“
Eskidünya’dan bir kadın olan Marie-Antoinette, Mirabeau’nun devrimci doğasını anlayamaz, siyaset alanında şansını deneyen bu dâhi şövalyenin yalnızca dosdoğru yönelişini kavrayabilir, giriştiği gözü kara 'ya hep ya hiç' oyununu değil. Mirabeau son dakikaya kadar, içindeki mücadele aşkı uğruna, o ölçüsüz cüretinden duyduğu gurur uğruna savaşır. Herkese karşı tek kişi, halkın kuşkusu altında, sarayın kuşkusu altında, Ulusal Meclis’in kuşkusu altında, aynı zamanda herkesle beraber ve herkese karşı oynamaktadır. Vücudu mahvolmuş halde, kanı ateşler içinde, durup durup yeniden arenaya çıkar ve oradaki bin iki yüz kişiye bir kere daha iradesini kabul ettirmeye çalışır; sonra, 1791 Martı’nda –sekiz ay boyunca hem Kral’a hem de devrime hizmet etmiştir– ölüm onu alt eder.
”
”
Stefan Zweig (Marie Antoinette: The Portrait of an Average Woman)
“
bir uçurumun kıyısındayızdır. öylece bakarız, midemiz bulanır, başımız döner. önce oradan derhal uzaklaşmamız gerektiğini düşünürüz, fakat akıl almaz bir biçimde olduğumuz yere çakılırız. mide bulantımız baş dönmemiz, korkumuz tuhaf bir pusun içinde birleşir. binbir gece masalları'nda şişeden süzülen şeyin biçimlenmesi gibi bu pus usulca biçimlenir. uçurumun kıyısındayken oluşan bu pustan masallardaki cin ve iblislerden daha beterleri doğar, uçurumdan düşerken ne denli korkacağımızı hayal ederiz. ve bu düşüş, bu ani yok oluş, hayal edebileceğimiz en berbat ve feci son olacağından, işte tam da bu sebeple ölümü arzularız. bir uçurumun kıyısında tir tir titreyerek durup atlamayı düşünen insanın hissiyatı şeytani bir sabırsızlığa evrilir. bir anlığına düşünmeye kalkışsak, işimiz bitti demektir, çünkü düşünmek vazgeçiştir, tam da bu sebeple düşünmeyiz uçurumun kıyısından bizi çekip kurtaracak biri yoksa ya da geri adım atmayı beceremezsek kendimizi uçurumun dibinde buluruz.
”
”
Edgar Allan Poe
“
Yobazlık bir zihniyettir; cemiyeti geride tutmak, kıpırdatmamak, değiştirmemek, bir kelimeyle yaşatmamak isteyen bir zihniyet. Hiç okuma-yazma bilmeyeninden tutunuz, elinde Garp üniversitelerinin diplomaları olanlara kadar her soydan, her boydan bu zihniyetten insan görebilirsiniz. … İstiklal Savaşı’nda ve ondan sonraki inkılap devresinde işte bu zihniyeti dış düşmandan daha tehlikeli gören gerçek milliyetçi ruh, ona hürriyet hakkı tanımamıştır. Çünkü yobaz, hürriyetin baş düşmanıdır. Ona hürriyet vermek, hürriyeti öldürmeye müsaade etmek demektir.
Yobazı yere vuracak en emin kuvvet, hürriyet duygusunu ve terakki susuzluğunu iyi benimsemiş genç nesillerdir. Çünkü onu en şiddetli kanunlarla dahi yapmak istediklerinden alıkoyamazsınız. Yobaz için için işler.Yeni harflere, kadının hayatını kazanmasına, tiyatro ve operaya, hatta yüksek sesle türkü söylemeye muarızdır. Bunların tam tersini yaptırmak için eskiden gizli, şimdi ise mevcut hürriyetten istifade edip daha cüretli açıktan çalışır.
Hasan Ali Yücel
”
”
A.M. Celâl Şengör (Hasan Ali Yücel ve Türk Aydınlanması)
“
Il (M. Eliade, N.d.a.) se sert pas mal de Guénon, sans jamais le citer. En 1948, je l’ai rencontré et nous avons bavardé chez moi de ses convictions et de ses recherches. Il m’a affirmé qu’il était d’accord avec Guénon en tout point, mais que sa position et ses projets universitaires l’empêchaient de le reconnaître ouvertement. J’ai communiqué cela à Guénon qui, dans les comptes-rendus sur ses premiers livres, tint compte de ce que je lui avais dit. Eliade me disait qu’il pensait se servir de la politique du `cheval de Troie’ : une fois bien installé dans le monde scientifique et après avoir recueilli les preuves `scientifiques’ des doctrines traditionnelles, il aurait finalement exposé à la lumière du jour la vérité traditionnelle. Je crois qu’il se vantait : il est ou craintif ou trop prudent. Il a malheureusement rencontré des catholiques hostiles à Guénon et depuis lors il est beaucoup moins enthousiaste, à supposer qu’il le fût jamais. Il y a deux ans, je l’ai rencontré dans la rue et lui ai dit que ses projets allaient plus lentement, alors il m’annonça qu’il allait publier quelque chose ; en tout cas, il n’a jamais cité le nom de Guénon, ni en bien ni en mal, mais certaines de ces accusations envers les traditionalistes m’ont fait une pénible impression.
Lettre de Michel Vâlsan à Vasile Lovinescu, 12 mai 1957.
”
”
Michel Vâlsan
“
Hz. Yuşâ (A.S.) öğrenmek istedi:
"Seninle ilk tanıştığımız zaman, burasına bir yerden bahsetmiştin. Orası neresidir?"
Adam düşündü. Hz. Yuşâ (A.S.) sorduğuna pişman oldu. Teklif etti:
"Eğer yaranı, sıla hasretini deşeceksem, sus."
"Hayır. O yara kabuk bağladı artık. Sana nasıl anlatacağımı düşünüyordum."
"İyi öyleyse."
Adam şöyle başladı:
"Önümüzdeki vadi içinde akan Erden Nehridir değil mi?"
"Evet."
"Güneydeki Lût Denizine dökülür."
"Öyle."
"Nehir kuzeyde Taberiye gölünden su alır."
"Doğru."
"O halde Erden nehri, bu iki deniz arasında akan bir boğazdır."
"Belki."
"Ey Yuşâ! Yurdunun sınırı Toroslara dayanıyor. Diyelim ki onu aştın. Hep kuzeybatıya doğru git. Birçok dağlar ve ovalar, dereler, nehirler geç. Nihayet bir gün şu vadinin daha derin ve genişine ulaşacaksın. Kuzey ile güneyinde de Taberiye gölü ile Lût denizinden büyüğü var. Bunun doğusunda, kuzey denizine yakın tepe benim bir zaman yurdumdu. Orasına Dev Dağı derdim. Şurada oturduğumuz gibi oturur, engin güzellikleri seyrederdim. Hile, fesat, kötülük yoktu. İnsanlardan uzaktım. Mavi ile yeşil dostlarımdı sadece. Huzurumu bulmuştum. Ama olan oldu nihayet. İçimdeki sese uydum. Kaya gibi koptum dağımdan. Şükür ki küçük bir örneğiyle avunuyorum."
Adamın anlatttığı yer İstanbul Boğazı'ydı. Kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara vardı. Boğaz, Erden vadisi gibiydi. Karadeniz Lût denizi yerine geçerdi. Marmara da Taberiye gölü yerine. Adamın Dev Dağı dediği tepe, Boğazın Anadolu kıyısında Karadeniz yakınındaydı.
.
.
.
Hz. Yuşâ (A.S.) tekrar tenhaya çekildi. İlhamları gibi oldu. O yıl vefat etti. İsrailoğullarını onu nereye gömeceklerini pek düşündürmedi. Mademki Efrayim Dağlığı'nda Gaaş Dağı'nın Timatsarah Tepesi'ni pek seviyordu, oraya defnettiler. Bu olay üzerinden üç bin seneye yakın zaman geçti. İstanbul Boğazı'nın doğu kıyısında Karadeniz'e yakın bir tepe var. Adı Yuşâ Tepesi'dir. Karşısında da Telli Baba var. Nasıl ki bir zamanlar Anadolu Hisarı ile Rumeli Hisarı Boğaz'ın emniyetini madde bakımından sağlamış ve sağlıyorlarsa, bu iki tepede yatanların da Boğaz'ın emniyetini mânen sağladıkları, ebediyen Müslümanlara kalacağı anlatılır.
Telli baba kimdir. Onun Fatih Sultan Mehmet ordusunda bir asker olduğu, erdiği ve tel çekerken şehit düştüğü rivayeti yaygındır. Ya Yuşâ Tepesi'ndeki, acaba Hz. Yuşâ (A.S.) mıdır? Yoksa başka bu adda bir veli midir?
Çeşitli söylentiler anlatılır. Umumi fikir onun Hz. Yuşâ (A.S.) olduğu merkezindedir. Eskiden adı Dev Dağı olan o yerde savaşırken, gövdesi ikiye ayrıldığı halde, tepenin en üstüne çıkmış ve ruhunu teslim etmiştir. Ona onyedi metre boyunda, dört metre eninde bir mezar yapılmıştır. Baş ve ucunda iki küçük taş vardır. Elbet Hz. Yuşâ (A.S.) bu kadar büyük değildi. Mezarının geniş ve uzun tutulması, rütbesinin enginliğindendir. Yuşâ Tepesi'ni asırlık kavaklar süsler.
Doğrusunu şüphesiz ancak Hazreti Allah (C.C.) bilir.
”
”
Ahmet Cemil Akıncı (Kâbe'ye Doğru Büyük Kısas-ı Enbiya/ Peygamberler Tarihi 18, Hz. Yûşâ)
“
Yağmurda iki sevgili gördüm bugün. Kurtuluş Parkı’nda. İleride diyecekler ki, “Ne fena ıslanmıştık o gün.” Ben bu konuda yorum yapmayacağım.
”
”
Emrah Serbes
“
o gece
Kurtuluş Parkı’nda yaprak dökümü. Hava açık. Yıldızlar yere yakın. Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. Neden olmaz diye soruyorum. Mutsuz oluruz diyorsun. Herkes mutlu olacak diye bir kural yok biz de mutsuz olalım. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Sanki az önce, orada bir yerde, kaybettiği anahtarlığı arar gibi.
”
”
Emrah Serbes
“
Topkapı'nın sadeliğini bırakıp, Dolmabahçe'nin büyüleyen, uyutan ve felç eden havası içine giren; gidip Mecidiye Kasrı'nda boğulan Osmanlı, işte o zaman Avrupa karşısında mağlup olmuştu. O, ne Belgrat'ta ne Viyana'da ne de bir başka meydan muharebesinde değil, o, yaşadığı o muhteşem hayatın gayyalarında yenik düşmüştü.
”
”
Anonymous
“
The nation had to wait for the NDA Government led by the BJP to frame the Right to Information Act. It was only in 2002, when the BJP government was in power that the Freedom of Information Act was introduced in Parliament and passed. It became the Freedom of Information Act, 2002 (5 of 2003). Two years later when the UPA government came to power, it churlishly decided to deprive the BJP of any credit, which was, in all honesty, due to it. They repealed the Freedom of Information Act and substituted it with the Right to Information Act which became fully operational on 13 October 2005. The repeal of the earlier Act was effected by Section 31 of the new Act. It was by no means an improvement on the earlier one. If the Congress government, led by Dr Manmohan Singh, wanted a better drafted law, they could have got it by amending the law, which is the usual behaviour expected of any successor government. Instead they took credit for this legislation, neither acknowledging the foundation of the Act in the judgments of Justice Mathew and other learned judges of the Supreme Court, nor the sincere efforts of the NDA government to bring it about.
”
”
Ram Jethmalani (RAM JETHMALANI MAVERICK UNCHANGED, UNREPENTANT)
“
1. Dünya Savaşını kazanan İngiltere, Fransa ve İtalya, Anadolu'nun paylaşılması konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu sırada Wilson ilkelerini yayınlayan ABD de emperyalist paylaşım planlarına müdahale etmiş ve yeni bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkmak istemiştir. Ayrıca, İngiltere ve Fransa, "evet" 1. Dünya Savaşı'nı kazanmışlardır ama, çok sayıda insan ve büyük miktarda da para kaybetmişlerdir. Batı kamuoyu artık yeni bir savaş istememektedir. İşte bu süreçte emperyalizm, Anadolu'yu parçalayıp paylaşmak için elini yakmayacak bir "maşa" kullanmaya karar vermişlerdir. Silah, cephane ve diplomatik bakımlardan desteklenerek Anadolu'ya saldırtılacak olan emperyalizmin maşası durumundaki bu ülke Yunanistan'dır. 1919'daki Paris Barış Konferansı'nda İtalya'nın açık muhalefetine rağmen, İngiltere ve Fransa, Anadolu'nun işgali için Yunanistan'la anlaşmışlardır. Bu doğrultuda yapılan hazırlıklardan sonra 15 Mayıs 1919'da İngiliz, Fransız, İtalyan ve ABD filoları gözetimindeki Yunan orduları, İzmir'i çok kanlı bir şekilde işgal ederek Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Sayfa : 292
”
”
Sinan Meydan (Cumhuriyet Tarihi Yalanları (Yoksa Siz de mi Kandırıldınız?))
“
21 Temmuz 1920'de, Lloyd George Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, "Türkiye tamamıyla parçalanmalıdır. Bundan üzüntü duymak için hiçbir sebep yoktur. İngiltere Hükümeti en uygun hareket olarak Yunan birliklerinin istihdamını görüyor. Bu birlikler büyük şevk ile dövüştü. Görevi on günde tamamladı. Fransızların da yardımlarını elde ettik.
Sayfa :349
”
”
Sinan Meydan (Cumhuriyet Tarihi Yalanları (Yoksa Siz de mi Kandırıldınız?))
“
Bugün Türkiye'den binlerce kilometre uzaklıkta, Atlas Okyanusu'nda, "Türk" adını taşıyan bir ülke ve adalar topluluğu vardır.
Asıl şaşırtıcı olan, bir zamanlar, ay yıldızlı bayrağı olan bu küçük Türk ülkesi, Kristof Kolomb, Amerika Kıtası'na ayak basmadan 25-30 yıl önce kurulmuştur.
Atlas Okyanusu'nda, Karayipler yakınlarında yer alan ve "Turks and Caicos Adaları" diye bilinen bu ülke günümüzde hala İngilter'nin sömürgesidir. Otuzsekiz adadan oluşan ülkenin başkenti "Grand Turk" (Büyük Türk)'tür.
Sayfa:73
”
”
Sinan Meydan (Köken: Atatürk ve Kayıp Kıta Mu 2)
“
Simdi su sahneyi gozumuzde canlandiralim: Mevsimlerden ilkbahari yasiyor Ankara. Fazil Say son kez Cankaya tepelerinden yavas yavas iniyor ve kuzeye, Ulus Meydani'na, Ata'sinin heybetli bir sekilde at ustunde oturdugu anita yoneliyor. Oradan Yenisehir otobusune binip Kizilay'a geliyor. Kizilay Meydani'nda Alman mimar Clemens Holzmeister'in planlarina gore Avusturyali heykeltiraslardan Anton Hanak ve Josef Thorak'in diktigi anita bakmak icin kisa bir mola veriyor. Anit, askerin halka nasil yardima kostugunu canlandirir. Anita biraz daha yaklastiginizda taslara kazinmis Ataturk'un su sozlerini okursunuz: "Turk, ogun, calis, guven.
”
”
Jürgen Otten
“
Dogu fantezileri. Bu adam yahudilerden saminiyor, Araplarla turklere hayranlik duyuyordu. Biliyor musunuz ki, Himmler'in yazi masasinin ustunde, Kavgam'in yaninda hep bir Kuran dururdu. Sebottendorff gencliginde gizli bir Turk mezhebinin buyusune kapilmis, İslam gnoslarini incelemeye baslamisti. Fuhrer derken, aslinda Seyh-ul Cebel'i dusunuyordu. Bunlarin hepsi bir araya gelip SS'i kurduklari zaman, Hassasilerinkine benzer bir orgut tasarliyorlardi... Birinci Dunya Savasi'nda Almanya ile Turkiye'nin neden baglasik olduklarini sorudnuz mu hic kendi kendinize?..
”
”
Umberto Eco
“
We know the economics of these startups,” Eb says. “We begin with nothing but the idea. That’s what the NDA is for—to protect your idea. We work on the idea together—put our brainpower into it—and get stock in return. The result of this work is software. The software is copyrightable, trademarkable, perhaps patentable. It is intellectual property. It is worth some money. We all own it in common, through our shares. Then we sell some more shares to an investor. We use the money to hire more people and turn it into a product, to market it, and so on. That’s how the system works,
”
”
Neal Stephenson (Cryptonomicon)
“
My obsession with Emmett Burke began on my first day at Quantum Productions, where I work as assistant to megastar Marlowe Sloane, a Quantum partner and overall amazing, badass woman. On day one, Emmett was charged with reviewing the company’s nondisclosure agreement with me. Even with Flynn Godfrey’s assistant, Addie, sitting with us, I didn’t hear a word Emmett said about the NDA because I was so fixated on his obscenely sexy mouth. Right there in the Quantum office, I had visions of all the places I’d like to feel that mouth.
”
”
Marie Force (Outrageous (Quantum, #7))
“
Yol boyu kafamda hep bu düşünceler, İstanbul'a iner inmez dergiden Vedat’ı (Özdemiroğlu) buldum. Gidip kahvaltı yapacağız. Beyoğlu'nda bacağımıza kâğıt mendil satan çocuklar yapışı yor, “sakın para verme Vedat!” , “alışıyorlar!”... Psikolog arkadaşlarım var, “asla vermeyin” diyorlar. Yoksa rahat yaşama alışıp, fare gibi onlarca çocuk ürüyorlar... Vedat “ben de senin gibi düşünüyorum, vermeyeceksin!” , yüzüme bakıp, “son defa veriyorum, yanlış anlama”... Sonra gülerek, “bu ne ya, sigarayı bırakıyorum, son defa içiyorum gibi” , “Vallahi ciddi diyorum, Vedat, çocukları, aileleri alıştırıyoruz, yoksa bunlarla baş edemeyiz, fareler gibi çoğalıyorlar!”...
”
”
Nihat Genç (Arkası Karanlık Ağaçlar)
“
Üç Yüzük göğün altında yaşayan Elf Kralları'na
Yedisi taştan saraylarında Cüce Hükümdarla'a
Dokuz Yüzük Ölümlü İnsanlar'a,ölecekler ne yazık
Bir yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda
Kara tahtında oturan Karanlıklar Efendisi'ne
Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
Gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda
”
”
J.R.R. Tolkien (The Fellowshipof the Ring)
“
And then the Frozen Fellas will be the groomsmen at your wedding. Eli pending with the whole NDA thing,” OC says. He’s starting to slip into the delirium that my guys live in, so I’m going to have to watch him.
”
”
Meghan Quinn (He's Not My Type (The Vancouver Agitators, #4))
“
The NDA that they made their staff sign, protected their dark side.
”
”
Octavia Grant (Don't Call Me Crazy)
“
Kurtuluş Parkı'nda yaprak dökümü...Hava açık...Yıldızlar yere yakın...Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz."Neden olmaz,"diye soruyorum."Mutsuz oluruz," diyorsun."Herkes mutlu olacak diye bir kural yok, biz de mutsuz olalım.
”
”
Emrah Serbes (Hikâyem Paramparça)
“
Japonya İkinci Dünya Savaşı'nda biyolojik silah kullanan tek ülkeydi. Silahlar kara kuvvetlerinin Mançurya'daki 731 No.lu Biriminde geliştirilmişti. Hıyarcıklı vebadan şarbona, kolera, tifoya kadar enfeksiyona yol açan muhtelif maddeler uçakla dağıtılacak sprey ve seramik bombalara dönüştürüldü. Japonlar bu silahları hususiyetle Çinlilere karşı kullandılar. Örneğin 1940 yılında veba bulaştırılmış bitler uçakla Ningbo'ya atılarak büyük bir salgın tetiklendi. 1942'de Doolittle Akını'na katılan Amerikan havacılarına ettikleri yardıma cevaben misilleme olarak Ciciang köylülerine karşı biyolojik silahlara başvuruldu. Tokyo'nun biyolojik savaşı en az dört yüz bin cana mal oldu.
Buna mukabil bu alanda dünya liderliğini İngilizler ile Amerikanlar paylaşıyordu. 1941 itibarıyla İngiltere'nin elinde biyolojik silah mevcuttu ve ABD İngilizlerin uzmanlığından istifa ederek Maryland'de büyük bir bakteriyolojik savaş tesisi geliştirdi. Japonların teslim oluşuyla 731 No.lu Birim uzmanlarının birkaçı, deney verilerini Amerika'ya vermesi karşılığında yargılamadan muaf tutuldu.
”
”
R.G. Grant (İkinci Dünya Savaşı - Dakikalar İçinde)
“
Bana köfteler hazırlayın salatalar hazırlayın bir de pencere
Oturup umutla bir şeyler unutayım
...
Dört adam Meymenet Sokağı'nda durup bir eve baktılar
Durdum ben de baktım ahşap bir evdi
İstesek bakmazdık düşünün ama istedik baktık
Kararmış tahtalarda yerleşmiş mutluluklar gördük
O bildiğimiz eskimiş güneşten dipdiri ışıklar
Bir de kız gördük onaltısında sevilmeyi özler
Meymenet sokağı eğri büğrüydü ama loştu
Görseniz loştu
Meymenet sokağı'nın tadını hep bilirim ama gidemem
Oturur dosya düzenlerim akşama kadar
Daracık boş zamanlarımda durup sokakları düşünürüm
Deniz kıyısına inen ufak tefek sokakları
Doksaniki dosya düzenlerim başlarım yeryüzünü
sevmeye
”
”
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
“
... Kadı Halil'i duydun mu?'
'Şu Salı Pazarı'nda nargile salonu olan adam mı?'
'Ta kendisi. Efsane bir arkadaştı… En büyük adalet dağıtıcısıydı bu alemin. Kadı lakabı da oradan geliyor zaten. Kantarı şaşmaz, terazisi yanlış tartmazdı. Kimseden çekinmez, doğruya doğru, eğriye eğri, dilini sakınmazdı. Acımasızdı da, verdiği karardan döndüğü görülmemişti, öyle olduğu için de sözleri tövbe tövbe, ayet hükmündeydi. Bu dünyanın en namlı delikanlıları bile uymak zorundaydı Halil Abi'nin iki dudağının arasından çıkacak lafa. Benim diyen kaç babayiğidin kalemini kırmış, hayatını söndürmüştü. İşin ilginci, kimse öfkelenmezdi ona. Öfkelense de belli etmezdi. Çünkü haksızlık etmeyeceğini herkes bilirdi.'
'Ama ne oldu, o da kendini öldürdü sonunda.' diye kestim sözünü.
'Ben de onu anlatıyordum Nevzat. Kendini neden öldürdüğünü. Gün geldi, kader, Kadı Halil'in samimiyetini sınamak istedi. Yasin diye bir oğlu vardı. Gözünün bebeği, tek çocuğu. Öyle olduğu için de şımarık yetişmiş. Okul mokul hak getire. Büyüyünce de babadan kontenjanlı, ucundan kıyısından değil, balıklama düşmüş bizim âleme. Belki de o yüzden çiğ kalmış, edep erkân öğrenmemişti. Sopa yemediğinden, hapis yatmadığından. Kadı Halil'in bir adamı vardı, Mihri. Mizgin benim için neyse, Mihri de Halil Abi için oydu. İnce, uzun, bileğine sağlam bir babayiğit, öl dese ölür, öldür dese öldürür, sorgusuz sualsiz, öyle sadık, öyle yiğit, öylesine temiz bir adam. Tek kusuru kırk yaşında sevdalanmak. Hem de Çorlu kerhanesinde çalışan bir kadına... Ee gönül bu, diyecek bi' şey yok... Sevdalanmak dediysem, günümüz gençlerininki gibi gelgeç değil. Sevdalanmak ki kadını kerhaneden çıkarıp nikâhı basmacasına. Öyle koca yürekli bir adam bu Mihri yani. Hani peygamberin cennetlik dediği cinsten. Nikâh mikah derken, iki de çocuk yapıyor kadından, biri kız, biri oğlan. Ama Halil Abi’nin namussuz oğlu göz koyuyor kadına. Mihri'nin bu puştluktan haberi yok tabii, aklının ucundan bile geçmiyor, kendi oğlu gibi sevdiği Yasin'in karısına bulaşacağı. Fakat Yasin'in gözü dönmüş, belki babasına güveniyor. Belki kadının geçmişinin lekeli olması onu cesaretlendiriyor. Neyse, her fırsatta kadına sürtünüyor bu rezil. Gelgelelim kadın namuslu çıkıyor, yüz vermiyor. Yüz bulamayınca daha da azıyor ahlaksız. Mihri'nin babasının yanında olduğu bir gece çalıyor evin kapısını. Kadın almak istemiyor bunu, ama zorla giriyor içeri. Bağıra çağıra, cebren sahip oluyor kadına. Nefsini doyurduktan sonra, rahatlamış yayılıyor bu hayvan. Bunu fırsat bilen kadıncağız mutfaktan kaptığı bıçakla saldırıyor ırz düşmanına. Bacağından hafif yaralıyor bu pezevengi. Bıçağın acısıyla, zaten yarım olan aklını tümüyle yitiriyor Yasin, çektiği gibi tabancayı boşaltıyor kadının üzerine kurşunları... Yan odada uyuyan çocuklar uyanıyor silah sesine. Oğlan iki, kız beş yaşında... Yasin kaçacakken şeytan fısıldıyor kulağına, "Çocuklar olanı biteni gördü, hakkında şahitlik yaparlar." diye. Dönüp çocuklara da ikişer mermi sıkıyor. Katil olduğu anlaşılmasın diye olaya da hırsızlık süsü veriyor. Ama Allahın hikmeti işte, beş yaşındaki kız yaralı kurtuluyor. Sorguydu, sualdi, kan grubuydu, parmak iziydi derken, kız teşhis ediyor katili. Şimdi Kadı Halil ne yapsın? Mihri'yi çağırıyor yanına. "Tamam." diyor. "Yasin suçlu. Oğlum ölümü hak etti. Ama hakkını bana vermeni istiyorum. Biliyorum, acın büyük, ne yaparsan yap, dinmeyecek, lâkin bu işte benim büyük hatam var. Bir tek Yasin değil, ben de cezamı çekmeliyim. İzin ver, onun canını ben alayım." Mihri başlıyor yaprak gibi titremeye... Bir yandan ağlıyor, bir yandan Halil Abi'nin elini öpmeye çalışıyor. Koca kabadayı ayağa kaldırıyor adamını. "Ağlama evladım," diyor. "Ağlayacak bir şey yok. Racona göre hata yapan öder, herkes gibi Yasin de ödeyecek, ben de ödeyeceğim." Ödüyor da. Önce oğlunun kafasına sıkıyor, sonra kendine...'
Duymuştum bu hikâyeyi ama rivayet sanıyordum.
'Gerçek mi bu?'
'Gerçek tabii, istersen Mihri'yi çağırayım, kendi ağzıyla anlatsın sana.
”
”
Ahmet Ümit (Beyoğlu'nun En Güzel Abisi)
“
Arkadaşlar! Hakikati aydınlatmak için hep beraber Türk tarihi ve İslam tarihi üzerinde kısa ve seri bir göz geçirmeyi uygun bulur musunuz?
Efendiler! Bu insanlık dünyasında asgari yüz milyonu aşan nüfustan meydana gelen büyük bir Türk milleti vardır. Ve bu milletin yeryüzü sahasındaki genişliği nispetinde tarih sahasında da bir derinliği vardır.
Efendiler! Bu derinliği isterseniz iki mikyasla ölçelim; birinci ölçü birimi, tarihöncesi devirlere ait mikyastır. Bu mikyasa göre Türk milletinin atası olan Türk namındaki insan, ikinci Ebülbeşer Nuh Aleyhüsselâmın Oğlu Yafes'in oğlu olan zattır.
Tarih devrinin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk safhalarını biz de hoş görelim. Fakat en açık ve en maddi ve en kati tarihi delillere dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler on beş asır evvel Asya'nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetlerine tecelligâh olmuş bir unsurdur. Sefirlerini Çin'e gönderen ve Bizans'ın sefirlerini kabul eden bu Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devletti.
Efendiler, yine malumdur ki, dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asyaî kısmı Arabistan Yarımadası'nda yoğun olarak mevcudiyet arz eder.
Peygamberliğe ve resullüğe mazhar olan Fahriâlem Efendimiz, bu Arap kütlesi içinde, Mekke'de dünyaya gelmiş mübarek bir vücut idi.
Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi âdetlerin tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde değerlendirilebilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir.
İnsanlık, birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının lazım olan olgunluk noktasına varmasına kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı Tanrılığın bir gereği saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselam'dan itibaren kaydedilmiş ve edilmemiş ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini ve medeni hakikatleri verdikten sonra artık insanlıkla dolaylı olarak temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın idrak, aydınlanma ve olgunlaşma derecesi her kulun doğrudan doğruya ilahi ilhamlar ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki; Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır. Son Peygamber olan Muhammed Mustafa Sallallâhüaleyhivesellem 1394 sene evvel Rumi Nisan içinde ve Rebiyülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan...
Refik B. (Konya): Ne güzel bir tesadüf.
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri (Devamla): Bugün o gündür. Hakikaten Arabî tarihiyle bu akşam yevmi velâdetin yıldönümüne tesadüf ediyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür. (İnşallah sesleri.)...
”
”
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
“
Her türün yalnızca bir adı olmasını sağlamak için bilim insanları "öncelik kuralına" güvendiler. Literatürde yayımlanan ilk isim, aynı zamanda bilim camiası tarafından tanınan isimdir. İki bilim insanının aynı gün aynı türü bulup isimlendirme ihtimali inanılmaz derecede düşük olduğundan, bu sistem bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca iyi işledi. Ta ki Cope, Marsh ve Leidy Bridger Havzası'nda ortaya çıkana kadar.
”
”
Mark Jaffe (The Gilded Dinosaur: The Fossil War Between E.D. Cope and O.C. Marsh and the Rise of American Science)
“
Eğitim
İlk Rusya’ya gittiğim zaman halk eğitim metodlarını yakından incelemiştim. Benim için inkılâp davamızın tek teminatı kız oğlan bütün Türk çocukları sivil ve lâyik ilkokul eğitiminden geçirmişti. “Yeni Rusya” kitabında bilhassa bu mesele üzerinde ısrar etmiştim. Kızılbaş Sünnî ayrılığı mı? İlkokul meselesi. Doğu illerinde Kürtleşme tehlikesi mi? İlkokul meselesi. Yobazlık o, taassup o, hepsi o mesele idi. Bizim, bize benzemiyenlerden tek farkımız sivil eğitim görmekten ibaretti. Bu işi halledemeğimiz için de Tanzimat’tan beri yeni nesiller büyük kalabalığın üzerinde köpükler gibi görünüp sönüyorduk. İnkılâbın kaçıncı yılı idi. Hâlâ ilkokul seferberliğini ele almamıştık.
Recep Peker partinin umumî kâtibi olarak, başbakanın Roma seyahatinde bizimle beraberdi. O, ben ve Saffet Arıkan otelin holünde oturuyorduk. Recep Peker, bugünkü demokratların yaptığı üzere pek kısa zamanda rejimin neler yaptığını sayıp döküyordu:
- Bence hiçbir şey yapmamışızdır. Mademki halk o halk, bulduğu yerinde duran halk... dedim.
Pek iyi, fakat inatçı bir arkadaştı Peker! “Senden beklemezdim bu inkârcılığı...” diye tutturarak ray kilometrelerini, fabrika bacalarını, şehir süslerini yine saydı, döktü.
- Hepsi de Tanzimat’tan beri az çok yapılmıştır. Sultan Hamid Hicaz demir yolunu bir millî eser olarak başarmadı mı? Hereke ve Zeytinburnu fabrikaları onun değil midir? Ama onun devrinde isyanlar, İttihatçılar devrinde de olmuştur. Bizim devrimizde de olmaktadır. Halk yığınlarındaki mukavemeti bir türlü sökemiyoruz.
Recep bütün belâgatiile birbirine giren terkipleri ve izafetleri ile bana hücum etti. Sonra, âdeti olduğu üzere, "Falihçiğim gel barda bir şey içelim," dedi.
Gönlümü alacaktı. Barın uzun iskemlesine çıktı. Birer kadeh bir şey ısmarladık. Neş’e ile bana dönerek:
- Bilmezsin seni ne kadar severim. Zeytindağı’n yok mu, bayılmışımdır o eserdeki görüşlerine ve buluşlarına... diye iltifat etti.
Hiç bozmadan:
- Recep Bey ben Zeytindağı’nda o kadar beğendiğin görüşlerimi ve buluşlarımı 21 yaşında not etmiştim. On beş yıl daha olgunlaştıktan sonra gördüklerimi demin nasıl karşıladığını düşün.. dedim. Mustafa Kemal.. Mustafa Kemal... diyoruz. Yahut sen, Recep Bey... çocuklukta hiç okumasaydınız, yahut bir softa ocağına gitseydiniz, şimdi birer yobaz olmaz mıydınız? Memleket ne çekmezdi sizlerden?
Recep tahammüllü adamdı. İdealist ve şevkli idi. Fakat bizler bugün dahi inkılâplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil miyiz?
31 Mart, yahut Menemen veya Şeyh Sait, veya 6-7 Eylül.. Hepsi bir! Aynı ruh!
”
”
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
“
1874'ün ''çılgın yazı''nda dershanelerini terk eden binlerce öğrenci, köylüleri devrimci mücadelelerine katılmaya ikna etmek umuduyla kırsal bölgelere gitti. Köylü kıyafetleri giyen öğrenciler, köylülere daha faydalı olabilmek için köy zanaatlarını öğrendiler ve onlara okumayı öğretmelerine yardımcı olacak kitaplar götürdüler. Öğrenciler köylüler tarafından kuşkuyla karşılandılar. Halkçılardan birinin daha sonra yazdığına göre, ''Sosyalizm düşüncesi köylülere geçmedi. Bizi rahipleri dinler gibi saygıyla dinlediler ama düşünceleri ya da davranışları üzerinde en ufak bir etki oluşmadı.'' Eylemcilerin çoğu polis tarafından yakalandı; bazıları bizzat köylüler tarafından ihbar edildiler.
”
”
Orlando Figes
“
1985 veya 86'ydı. O zaman Kahire'de gazeteciydim ben, eh, bizim gazetenin muhabiriyle bir şehirde. Bir gün havaalanından, İstanbul'dan gidiyorum, havaalanında Aziz Nesin'i gördüm. O yıllarda, eh, pasaportları alırlardı ellerinden Türklerin, işte uyuşturucu işine karışıyor Türkler falan filan diye bir saat falan bekletirler fakat bizim tabii Mısır basın kartı var, hemen gösterip pasaportla geçiyoruz. Baktım, Aziz Bey, Türk uçağından inmiş, eh, yerde oturuyor:
- Aziz Bey, hayırdır? dedim. Tanışıyoruz tabii şeyden filan.
- Oğlum, dedi, pasaportumu aldı bu adamlar da bekliyoruz, dedi, şeyden.
Neyse, böyle alıkoydum arayı, aldım pasaportu. Bir yazarlar birliğinin toplantısı varmış, toplantı iptal edilmiş, adamcağız gelmiş fakat iptal edildiğini söylememişler, kimse de karşılamıyor. Eh, tabii ki eve götürdüm:
- Bende kalın, dedim, temas ederiz adamlarla falan.
Gittik işte, Aziz Bey dinç gözüküyordu ama yaşı ileriydi hayli. Eh, 1-2 saat dinlendi:
- Gel, dedi, bir yürüyelim, dedi.
Bende tabii şeyden tanıyorum onu, gençlik yıllarımızda Bayramoğlu'nda Basınköy vardı, oralarda, eh, her yaz beraberdik falan. Çıkıyoruz, hiç unutmadım bunu, asıl anlatacağım şey budur: Elleri şöyle arkadaydı Aziz Bey'in, böyle yürüyordu arkaya şey yapıp:
- İyi ki, dedi, buraları kaybetmişiz, dedi, harpte, dedi.
- Niye? dedin.
- Şunlara bak, bunların hepsi bizim vatandaşımız olacaktı, dedi.
”
”
Murat Bardakçı
“
NDA — National Defence Academy
”
”
Azeem Ahmad Khan (Student's Encyclopedia of General Knowledge: The best reference book for students, teachers and parents)
“
Regions and Kings Eastern King Samrat Western King Suvrat Northern King Virat Southern King Bhoja King of middle country Raja Important Ratnins/Officials in Later Vedic Period Purohita Chief Priest, in also sometimes referred to as Rashtragopa Senani Supreme Commander of army Vrajapati Officer-in-Charge of pasture land Jivagribha Police Officer Spasas/Dutas Spies who also sometimes worked as messengers Gramani Head of the village Kulapati Head of the family Madhyamasi Mediator on disputes Bhagadugha Revenue collector Sangrahitri Treasurer Mahishi Chief Queen Suta Charioteer and court minstrel Govikartana Keeper of games and forests Palagala Messenger Kshatri Chamberlain Akshavapa Accountant Sthapati Chief Justice Takshan Carpenter Kingdoms in the Later Vedic Age Kingdom Location Gandhar Rawalpindi and Peshawar districts of Western Punjab Kekaya On the bank of River Beas, east of Gandhar kingdom Uttar Madra Kashmir Eastern Madra Near Kangra Southern Madra Near Amritsar Kushinagar Nothern region of modern Uttar Pradesh Panchal Bareilly, Badayun and Farrukhabad districts of modern Uttar Pradesh Kashi Modern Varanasi Koshal Faizabad region of today's Uttar Pradesh
”
”
Indian History Editorial Board (Indian History : Subjective: CSAT, IES, NDA/NA, CDS, SCC, NCERT, Railway, Banking, State Services, etc.)
“
Moskova, Gaspıralı İsmail Bey’in mezarını tamamen ortadan kaldırmış ve oraya kocaman bir domuz ahırı kondurmuştur. Peki niçin? Gaspralı İsmail Bey, bütün Türk Dünyası’nda ‘’Dilde, fikirde, işte birlik’’ sağlamaya çalıştığı için! İstanbul Türkçesi’ni Türk Dünyası’nda ortak bir dil haline getirmek istediği için.
”
”
Yavuz Bülent Bakiler (Sözün Doğrusu 1)
“
Aynı gün öğleden sonra Kuleli Askeri Lisesi komutanlarıyla birlikte ‘’Şirket-i Hayriye’’den bir vapur kiralamış, Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün yattığı odanın karşısına yaklaşıp durmuşlardı. Bir anda büyük bir Türk bayrağı açılmış, genç ve inanmış seslerin ağzından bir gök kubbe adeta orta yerinden yırtılmış gibi İstiklal Marşı yükselmeye başlamıştı.
‘’Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’’
Seslerini duyan Atatürk, ak yastıklara gömülmüş başını kaldırdı. Sonra doğrulup pencereden baktı. Adeta put kesilip İstiklal Marşı’nı söyleyen lacivert elbiseli askeri öğrencilerin kemerlerindeki sarı tokalar ve şapkalarındaki sarı ay yıldızlar, ekim güneşinin ışıltılarında yıldızlar gibi parlak bir canlılık oluşturuyordu. Bu manzara karşısında Atatürk’ün gözleri yaşardı. Marşı bitiren asker öğrenciler var güçleriyle sarayın penceresinden kendilerine bakan Atatürk’ü içtenlikle alkışladılar: ‘’Yaşa var ol Atatürk…
”
”
Süleyman Yeşilyurt (Atatürk İnönü Kavgası)
“
Another side effect of sleeping pills is depression. The sleeping pill industry would like you to believe that insomnia leads to depression, implying that sleeping pills might prevent depression. It isn’t so. The controlled trials of zaleplon, zolpidem, eszopiclone, and ramelteon mentioned in the FDA NDA documents show a higher rate of developing depression among those given the sleeping pills as compared to those given placebo.
”
”
Daniel F. Kripke (The Dark Side of Sleeping Pills: Mortality & Cancer Risks, Which Pills to Avoid & Better Alternatives, and Brighten Your Life: How Bright Light Therapy Helps with Low Mood, Sleep Problems & Jet Lag)
“
Ben o sıralar okulu bırakmış, Beyoğlu'nda Kayzer Fotoğraf Stüdyosunda çalışmaya başlamıştım.Baktım, bir gün Hrant elinde o koca sazla çıkageldi. Cebinden Rakel'in bir vesikalık fotoğrafını çıkardı. O fotoğrafı büyüttürdü bana. Arka duvara o fotoğrafı koyduk. Önüne de geçti, sazıyla birlikte. Öyle poz verip fotoğraf çektirdi. Âşıklar gibi. Âşık Veysel'e öykünür gibi." - Hosrof
”
”
Tuba Çandar (Hrant)
“
Cemalettin ise Güzelyayla Apartmanı'nda kapıcılık yapan ailenin üçyüzellibin çocuğundan biri. Her zaman üst dudağından burun deliklerine ıslak bir yol uzanır. İçeride sümüklüböcek yuvası var zannedersiniz.
”
”
Anonymous
“
Olgunlaşmak için Yalnızlık Okulu’nda eğitim alman gerekir!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Ekvador, ET'lerin tüm dün yada ekonomik-politik birliğe geirdikleri tipik ülkelerden birisidir. Ekvador'daki yağmur ormanlarından çıkartılan her 100 dolarlık ham petrole karşı, petrol şirketleri 75 dolar elde ederler. Kalan 25 doların dörtte üçü dış borç ödemelerine gider. Kalanın da çoğu, askeri ve devlet harcamalarına gidince, sağlık, eğitim e yoksullara yardıma yönelik diğer proramlar için yaklaşık 2.5 dolar kalır. Böylece, Amazon'dan kopartılan her 100 dolarlık petrole karşı, paraya gerçekten ihtiyacı olan; barajlar, sondaj çalışaları ve boru hatları yüzünden yaşamlarıson derece olumsuz bir şekilde etkilenen ve yenebilir gıda ile içilebilir su yokulğu yüzünden ölen insanlar için 3 dolardan az bir para kalmaktadır.
Bu insanların hepsi-Ekvador'da milyonlar, dünyada ise milyarlarcası- potansiyel birer teröristtir. Komğnizme veya anarşizme inandıkları, ya da yaratılıştan kötü oldukları için değil, sadece çaresiz oldukları için. ...
Bu modern imparatorlu kyaratma işindeki ustalık ve kurnazlık, Romalı kumandanları, İspanyol istilacıları ve 18. ve 19. yüzyıl Avrupa sömürgeci güçleri utandıracak düzeydedir. Biz ET'ler cin gibiyizdir; tarihten ders alırız. Bugün kılıç taşımaz, bizi dşiğerlerinden ayıran zırh veya giysiler giymeyiz. Ekvador, Nijerya ve Endonezya gibi ülkelerde , yerli bir okul öğretmeni veya dükkan sahibi gibi giyinir, Washington ve Paris'te bir hükümet bürokratı veya bankacı gib görünürüz. Alçak gönüllü, saygılı ve normal davranırız. PProje mahallerini ziyaret eder, yoksul köyleri dolaşırız. Fedakarlık taslar, yaptığımız o harika hayırsever işlerden yerel gazetelere söz ederiz. Hükümet komisyonlarının konferans masalarını, hesap çizelgeleri ve finansal tahminlerimiz ile donatığp, Harvard İşletme Okulu'nda makroekonominin mucizeleri hakında ders veririz. Hep kayıt altında ve ortadayızdır. Daha doğrus, kendimizi öyle gösterir ve öyle kabul görürüz. Sistem böyle çalışır. Gerekirse yasa dışı yollara da başvururuz; çünkü sitemin kendisi hile ve kandırma üzerine kurulmuştur ve sistem, tanım oalrak yasaldır.
Ancak- ve bu çok ciddi bir uarıdır- eğer bizler başarılı olamazsak, devreye biz ET'lerin çakallar diye nitelendirdiği ve soylarını doğrudan o eski imparatorluklara dyandıran, çok daha sinsi bir tür girer .çakallar her zaman oradadırlar; gölgede beklerler. Ortaya çıktıkları zaman ise, devlet başkanları ya devrilir ya da şiddetli kazalarda yaşamlarını yitirirler. Ve eğer şanssızlık sonucu, çakallar da başarısız olurlarsa, Afganistan ve Irak'ta olduğu gibi, o zaman eski usuller ortaya çıkar.
Çakallar başarısız olursa genç Amerikalılar öldürmeye ve ölmeye gönderilirler.
”
”
John Perkis
“
Bugünkü adıyla "Aşağı Eğlence" ve "Yukarı Eğlence" diye bilinen semtler, eskiden gerçekten eğlence mekanlarıymış. O yıllarda orada yaşayan Rumlar belirli günlerde ud çalar şarkılar söylerlermiş.
Pursaklar semti, Ankara Savaşı'nın yapıldığı yer olarak da bilinir. 1402'de Yıldırım Bayezid ile Timur arasında geçen Ankara Savaşı'nda Timur fillerini buryaa saklarmış. Önceki "filsaklar" olan adı zamanla değişerek, ilk önce "Pirsaklar" daha sonra da günümüzdeki adı olan "Pursaklar" olarak halk diline yerleşmiş.
Karakusunlar semti ismini Karakusunlar Köyü'nden (ODTÜ'ye giden arka yolda bu köyden küçük bir parça hala durur.) alır. Köyün ismi de Yıldırım Beyazıt'ın çadırları "Kara kursunlar" deyişinden ileri gelir.
”
”
Timur Özkan
“
Abdullah b. Rezîn anlatıyor: Kurban Bayramı’nda Hazreti Ali’yi ziyarete gitmiştim. Bize, paça çorbası ikram etti. Dedik ki: “Allah seni ıslah etsin, şu kazı kesip de bize ikram etsen olmaz mıydı? Çünkü, Allah sana pek çok mal ihsan etmiştir.” Hazreti Ali: “Bak İbn Rezîn, ben Allah Resûlünün şöyle dediğini işittim: “Halifenin beytülmalden hakkı iki kap yemektir. Bir kabını kendisi ve ailesi yer, diğerini de konuklarına ikram eder.
”
”
Anonymous
“
Respiratory Nursing Chronic Obstructive Pulmonary Disease Diagnosis: Ineffective Breathing Pattern related to airflow restriction Desired Outcome: Following intervention, the patient's breathing pattern improves, as evidenced by absence of dyspnea and oxygen saturation >94%, pH >7.35, and PaCO2 <60 mm Hg. Assessments and Interventions Rationales Assess respiratory rate and depth q6h. Restlessness, dyspnea, tachypnea, use of accessory muscles of respiration are signs of respiratory distress, which should be reported. Auscultate breath sounds q6h. A decrease in breath sounds or an increase in wheezes is a sign of respiratory failure. Administer bronchodilator therapy with albuterol metered dose inhalers 2-4 puffs every 4 to 6 hours as needed. Albuterol increase expiratory volume by decreasing airway smooth muscle constriction. Administer ipratropium (Atrovent) 80 mcg, three times per day. Formoterol (Foradil) 12 mcg every 12 hours. Or administer tiotropium (Spiriva) 1 capsule (18 mcg) inhaled once daily by HandiHaler device Inhaled anticholinergics
”
”
Paul D. Chan (Nursing Care Plans: 650 NDA Approved Care Plans)
“
Atlas Okyanusu k›y›s›ndaki limanlar›n önem kazanmas›, Avrupa’n›n Osmanl› Devleti’ne ba¤›ml›l›¤›n› azaltm›flt›r. Avrupa d›fl›ndaki dünya zay›flarken Avrupa, her alanda güç kazanm›flt›r. Özellikle ‹spanyol ve Portekizliler genifl topraklar elde ederek ilk sömürge imparatorluklar›n›n temellerini bu yüzy›lda atm›fllard›r. Bu dönemde Avrupal› devletlerde zenginlik anlay›fl›, toprak sahibi olmak dü- flüncesinden, de¤erli madenlere sahip olmak düflüncesine dönüflmüfltür. Bu dü- flünce, ticaret yaparak bu de¤erleri kazanan ve flehirlerde yaflayan bir tüccarlar zümresinin, burjuvazinin ortaya ç›kmas›n› sa¤lam›flt›r. Avrupa toplumlar›nda meydana gelen de¤ifliklikler, büyük devletler aras›nda rekabetin do¤mas›na yol açm›fl ve bunlar›n daha zengin olma arzular›n› da kamç›lam›flt›r.Ayr›ca, ticari hayat›n geliflmesi de¤erli madenlere olan ihtiyac› da artt›rm›flt›r. Avrupa devletlerinde görülen geliflmeler, devletin
”
”
Anonymous
“
Empire State binasının terasındaki şiddetli, sersemletici rüzgarın içinde yakasını kaldırırken onu düşünüyordu. Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanların hayret, hayranlık ve çoşku dolu sesleri arasında New York'un ışık okyanusuna bakarken onu düşünüyordu. Times Meydanı'nda insanı ilk anda ürküten enerji anaforları gibi
devasa, parlak ekranlardaki filmlere, reklamlara kapılırken onu düşünüyordu.
Uyumadan önce, uğradığı duygusal şaşkınlıkla başı dönerken, genç kadını tekrar görmeye kararlıydı.
"Eczacı" öyküsünden
"Sessiz bir el kahvemi uzatıyor. Gözüm teknenin suya bıraktığı eğimli çizgilerde.Kahvenin acısı ilk yudumda damağıma işliyor. Dudağımda kalan köpüklerin beyazlığını duyuyorum. Kahvemi bitirene kadar üç tekne daha geçiyor, hiçbirine yüz vermiyorum.
"Cevap" öyküsünden
”
”
Oguz Dinc (Yalnızlığın Kırmızı İzi)
“
Çocukluğumdan beri kusursuz bir ateist olduğum için dini kimliğim hiç olmadı. İnsanların dini inançlarını anlarım ve saygı gösteririm, fakat cenazelerde ya da dindar insanların arasında “mümin” görünmeyi, bazı ritüellere katılırmış gibi yapmayı, kitle çizgisi ayağına “Kutlu Doğum Haftası”nda boy göstermeyi ikiyüzlülük sayarım. İnsanlara karşı dürüst olma sorumluluğumuz vardır, kimseyi aptal yerine koymamalıyız. Siyasette pedagojik yaklaşım yabancılaşma yaratır.
”
”
Anonymous
“
İşçi ile patron ya da toprak ağası ile maraba aynı camiye gidiyorsa; ya da genel müdür ile onun emrindeki çaycı aynı tarikat ayininde “hu!” çekiyorsa; ya da Kürt inşaat işçisi ile zengin Kürt ağası aynı Kutlu Doğum Haftası’nda dua ediyor ya da “özerk” topluluk hiyerarşisi içinde diziliyorsa, sınıf mücadelesi belirsiz bir zamana ertelenmiş demektir. Sınıfa ulaşmak için sosyalistlere alan bırakmayan bu parçalanmanın üstesinden gelmek, ancak eşit yurttaşlık hukukunu ve ulus-devleti savunarak mümkündür. Bu parçalanmayı “demokrasi” sanmak ve sosyalizmle ilişkilendirmek ise, emperyalizmin aşıladığı bir cehalet ve ahmaklıktan başka bir şey değildir.
”
”
Anonymous
“
Bugün, İşçi Bayramı’nda, bir işçi bul ve elini minnettarlıkla sık! İşçiler olmadan hiçbir uygarlık inşa edilemezdi!
”
”
Mehmet Murat ildan
“
Kimse hatırlamak, söylemek istemiyordu, ama eskiden Tarla- başı bir Rum-Ermeni-Yahudi ve Süryani mahallesiydi. Taksim’in arkasından Haliç’e inen ve ortasından, her mahallede başka bir ad alan (Dolapdere, Bilecikdere, Papazköprü, Kasımpaşa Deresi), ama üstü betonla kapatıldığı için adlarıyla birlikte unutulan bir dere akan vadinin diğer yanı olan Kurtuluş, Feriköy sırtında altmış yıl önce, 1920’lerin başında sadece Rum ve Ermeniler yaşardı. Cum- huriyet’ten sonra Beyoğlu’nun gayrimüslimlerine ilk darbe 1942 yılındaki Varlık Vergisi’yle indirilmiş, II. Dünya Savaşı’nda Alman etkisine iyice açık olan hükümet Tarlabaşı’nın Hıristiyan ahalisi- nin çoğuna ödeyemeyecekleri kadar yüksek vergiler salmış, ödeye- meyen Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi erkeklerini de tutuklayıp Aşkale’deki çalışma kamplarına yollamıştı. Mevlut, vergisini öde- yemediği için dükkânını Türk çırağına devredip çalışma kampına giden ya da sokaklardaki aramalara yakalanmamak için aylarca evinden çıkmayan eczacıların, mobilya ustalarının, ailesi yüzler- ce yıldır buralarda yaşayan Rumların hikâyelerini çok dinlemişti. 1955’in 6-7 Eylül’ünde Yunanistan ile Kıbrıs kavgası sırasında eli 258 sopalı ve bayraklı kalabalıklar tarafından kiliselerin, dükkânların yağmalanıp tahrip edilmesinden, papazların kovalanıp kadınların ırzına geçilmesinden sonra Rumların çoğu Yunanistan’a gitmiş, gitmeyenler de 1964’te hükümetin bir kararnamesi ile evlerini, ül- keyi yirmi dört saatte terk etmek zorunda kalmışlardı.
”
”
Anonymous
“
Dora jote ledhatare
Dora jote ledhataja, esht' e zbete si qiri.
Dora jote ledhatarja leshon driten e debores.
Kur t'a ndjeu magjine-e paster qe te shtrydheshe prej dores,
Shpirti im i frymezuar regetiu ne llaftari.
Se me lende magjistare u pat bere tul' i saj;
Tul'i saj u pat gatuar me vaj ere-e brume dylli;
I dha hena pak te ndezur, pluhur t'arte-i fali ylli,
E keshtu m'u duk hirplote- haj! o dor'e vashes, haj!
Ne veshtrim te dores s'ate c'pat, o! balli qe m'u vdar?
C'pat qepall' e perlotur q'i ra pika tatepjete?-
Dor'e bryllt' e vashes s'ime, dor'e paqme, dor' e zbete,
Vetetiu me prush magjije e me beri mendimtar.
Dora jote qe me dhimbset, dora jote qe me cik;
Dora jote qe me shtrihet siper temblave gjumashe;
Dora jote: zemra jote qe t'u nda me pese fashe...
Dh'u be dore te me ndali ndaj dyshoj se mos ik...
”
”
Lasgush Poradeci
“
Milliyetçilik bir ırk sorunu değildir, bir yurt sorunudur. İstiklâl Savaşı’nda Intelligence Service’ten Mim Mim Grubu’na gizlice ha ber aktaranlardan birisi Ermeni Pandikyan Efendi de ğil miydi? (Toprağı bol olsun.) Mustafa Kemal Paşa, Ku- va-yı Milliye’yi örgütlerken, ilk başvurduğu kişiler, he pimizin de bildiği gibi Doğu Anadolu’daki Kürt beyle ri olmuştur. Şimdi Kürtçülük taslayanlar acaba o zaman dedelerinin ya da babalarının neden Kemal Paşa’ya ha yır demediklerini hiç düşünmüşler midir?
”
”
Anonymous
“
Üç Yüzük göğün altında yaşayan Elf Kralları 'na Yedisi taştan saraylarında Cüce Hükümdarlar'a Dokuz Yüzük Ölümlü İnsanlara, ölecekler ne yazık Bir Yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarı 'nda
”
”
Anonymous
“
RESMİ NİKÂHTAN ÖNCE İMAM NİKÂHINA HAPİS “Bu da nereden çıktı?” demeyin, Türk Ceza Kanunu’nda yazıyor. Resmi nikahtan önce, imam nikahı (dini nikah) yapılması durumunda, 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası var. Hapis cezası, ayrı ayrı damat ve gelin ile nikâhı kıyan imama uygulanıyor (TCK.Md.230). Bu olayda, daha sonra resmi nikâh yapıldığında, damat ve gelin kurtuluyor ama imam sabıkalı olarak kalıyor.
”
”
Anonymous
“
Biz Çanakkale'ye gittiğimiz zaman, henüz Anafartalar muharebeleri olmamıştı. Mustafa Kemal yarbaydı. Fakat, ilk kahramanlığını göstermiş, Seddülbahir'in şimalinde ve Anafartalar'ın cenubunda İngilizlere ilk zapartayı atmış ve onları Arıburnu'nda dar bir yere mıhlamıştı.
Arıburnu kumandanı Yanyalı Vehip Paşa'nın ağabeyi Esat Paşa idi. Arıburnu'na geldik. Orayı gezerken birdenbire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yâni bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de mızıka sesi geldi.
Esat Paşa'ya sordum:
-Paşam bu ne? Mızıka başladı, İngilizlerde de yaylım ateş?
Cevap verdi:
-Dikkat edin, bütün mermiler, şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi'ne müteveccihtir. Her gün öğle zamanı oldu mu, oranın Fırka Kumandanı Mustafa Kemal, askerine bando ile yemek yedirir ve İngilizlerin, kıyıya dar bir yere mıhladığı için, mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal'e ateşle cevap verirler. Yemek bitince bando kesilir, İngilizler de, sırf hiddetlerinden açtıkları ateşe nihayet verirler.
”
”
Ali Canip Yöntem
“
Hastalıkla sağlık, iyileştirmeyle güçlendirme arasındaki sınırın bulanık olduğu durumlarda bile, düzenleyici kurumlar bu ayrımları uygulamada rutin bir şekilde gerçekleştirebilirler. Örneğin, Ritalin'i ele alalım. 3. Bölümde belirtildiği gibi, Ritalin'in iyileştirdiği varsayılan Dikkat Eksikliği-Hiperaktivite Bozukluğu (ADHD) adlı "hastalık" aslında bir hastalık dğeğil, odaklanma ve dikkatle ilgili davranışların normal dağılımının uç noktalarında yer alan kişilere yapıştırdığımız etiketin adıdır. Birkaç kuşak önce, ADHD tıp sözlüklerinde bile yer almıyordu. İşte bu, aslında patolojinin sosyal oluşturuluşuna tipik bir örnektir. Dolayısıyla, Ritalin'in iyileştirme ya da güşlendirme amaçlı olarak bitelendirilebilecek kullanımları arasında net bir ayrım yoktur. Yelpazenin bir ucunda hemen herkesin kolaylıkla normal işlevleri yerine geitremeyecek denli hiperaktif olarak tanımlayabileceği çocuklar vardır ve bu çocuklara Ritalin verilmesine karşı çıkmak zordur. Yeplazenin diğer ucunda ise, odaklanmada ya da etkileşimde bulunmada zorluk çekmeyen çocuklar bulunmaktadır ve Ritalin almak, bu çocuklar için başka herhangi bir amfetaminin sağlayacağına benzer ve eğlenceli bulacakları etkiyi deneyimlemekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak söz konusu ilacı iyileştirme değil güçlendirme amacıyla alıyor olacaklardır; bu yüzden de çoğu kimse, bu çocukların ilacı kullanmalarını engellemenin doğru olacağını düşünecektir. Ritalin'i anlaşmazlık konusu bir ilaç haline getiren şey, bu iki ucun arasında yer alan ve Zihinsel Bozukluklar Tanı ve İstatiksel Bilgiler Kılavuzu'nda söz konusu rahatsızlıkla ilgili olarak belirtilen tanı ölçütlerinin tamamına değil, yalnızca bazılarına uydukları halde, aile hekimleri tarafından Ritalin verilmeye başlanan çocuklardır.
Diğer bir deyişle, eğer tanı aşamasında patoloji ile sağlıklı durum arasındaki ayrımın, tedavi esnasında ise iyileştirme ile güçlendirme arasındaki ayrımın belirsiz olduğu bir durum varsa, o da ADHD ve Ritalin'e ilgili olan durumdur. Düzenleyici unsurlar yine de bu ayrımı her durumda yapılıyor ve dayatıyorlar. DEA, Ritalin'i, II: kategoride yer alan dolayısıyla yalnızca doktor reçetesiyle ve iyileştirme amaçlı olarak alınabilecek bir ilaç olarak sınıflandırmıştır. Böylelikle Rİtalin'in herhangibir amfetamin gibi zevk amaçlı (yani güşkendirmeye dönük) olarak kullanılmasını kısıtlamıştır. İyileştirme ile güçlendirme arasındaki ayrımın belirsiz oluşu, aralarındaki ayrımı anlamsız hale getirmez. Güçlü kişisel duygularıma göre Birleşik Devletler'deki doktorlar bu ilacı gereğinden fazla öneriyorlar; birçok durumda, anne babalar ve öğretmenler çocukları daha geleneksel yöntemlerle kişiliklerini biçimlendirme yoluna gitmelidir. Bununla birlikte, bütün hatalı yönlerine rağmen var olan düzenleyici sistem, Ritalin'in tamamen yasaklanmasından ya da öksürük şurubu gibi eczanelerde reçetesiz satılmasından çok daha iyidir.
”
”
Francis Fukuyama
“
NDA Coaching in Chandigarh from Gyan Sagar Institute the most dependable Institute at Chandigarh. It is the India’s Best Institute for NDA Exam Preparation.
”
”
Gyan Sagar Institute
“
Playlist Theme Song: Chris Isaak- Wicked Game (Jessie Villa Cover) Ed Sheeran- Bad Habits Billie Eilish- NDA Billie Eilish- idontwannabeyouanymore Sasha Sloan- Runaway The Neighbourhood- Sweater Weather Croosh (feat. IV)- Lost Seether- Words as Weapons Hemming- Hard on Myself OneRepublic (feat. Timbaland)- Apologize Righteous Vendetta- A Way Out Transviolet- Under Lana Del Rey- Born to Die nothing,nowhere- rejecter Emawk (feat. solace)- Pilot MAALA- Better Life Frank Ocean- Lost Glass Animals- Heat Waves Johnny Rain- Harveston Lake Seether (feat. Amy Lee)- Broken KALLITECHNIS- Synergy
”
”
H.D. Carlton (Does It Hurt?)
“
Medyum Ali Hoca başta Mısır olmak üzere birçok farklı ülkede uzun yıllar havas ve ilm-i ledün alanında eğitim alarak kendini geliştirmiş, Türkiye'de parapsikoloji, kuantum ve bioenerji üzerine ihtisas yapmıştır. Türkiye'nin en iyi medyumları arası nda gösterilen Medyum Ali Gürses Hoca aşk, bağlama, kısmet açma, rızık açma, ikna etme vefkleri, büyü bozma, yıldızname bakımı gibi birçok konuda uzun yıllardır hem Türkiye, hem de yurtdışına işlem yapmaktadır.
”
”
En Etkili Ayırma Büyüsü Yapan Hocalar
“
I know because I made her sign a contract with clear inclusions. Birth control was one. Monthly testing was another. I also made her sign an NDA. They all had to sign that. I took every precaution to protect you.
”
”
Alison Rhymes (Broken Play (False Start, #1))
“
Türkiye Devletine Göre Türk Milleti
Türkiye Devleti'nin milleti anlayışında, izahı son derece güç bir çelişme olarak, birlik yoktur. Milletin, şahıslarca yapılan tarifleri arasında da fark vardır. Devlete bağlı daireler, hattâ bazen aynı dairenin çeşitli daireleri, değişik tariflere yer vermiştir.
1924 Anayasası'nın Millet Anlayışı:
'Türkiye'de ırk ve din ayırt edilmeksizin, vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.' (Anayasa, Md.: 88).
Yukarıdaki ifade, 1961 Anayasası'nda şu şekli almıştır: 'Türk devleti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür.' (1961 Anayasası, Md.: 54)
1946 yılından önceki Cumhuriyet Halk Partisi'nin anlayışı ise, şöyledir:
'Millet dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği, siyasi ve içtimaî heyettir.' (CHP Programı, Md.: 2)
1946'dan önceki CHP, bilindiği gibi, iktidarın yegâne kaynağıdır. Bundan ötürü partinin millet anlayışı, devleti de bağlar. Oysa Anayasa ile parti programının tarifleri arasında büyük bir fark vardır. Birincisi, 'Türk Milleti'nden den sayılmak' için, vatandaşlık bağıyla yetinirken; ikincisi, dil, kültür ve mefkûre birliği şartlarını aramıştır.
Yine o yıllarda Millî Müdafaa Vekâleti'nin millet anlayışı, tamamen ırk esasına bağlı görünüyor. Nitekim, askerî liselere alınacak öğrencilerde aranan vasıflar arasında. 'Talebenin öz Türk ırkından' olması ifadesine daima rastlanmaktadır. Ancak, yeri gelmişken hemen işaret edelim ki, 'Öz türk ırkından olmak' şartına hiçbir zaman uyularnamıştır. Daha doğrusu, 'Irk' kelimesi, uygulamaya sıra gelince, 'Müslüman' kelimesiyle yer değiştirmiştir. Askerî mektepler, diğer şartlarda bir noksanlık yoksa, müracaat eden Müslüman adayları, etnik durumlarına bakmaksızın kabul etmişlerdir.
Bunu hatırlatmamız, asla bir kötüleme maksadı taşımaz, sadece düşünceleri göstermeye yarar.
Milletin tarifi hiç şüphesiz, en çok Millî Eğitim'i ilgilendiren bir konudur. Hele ortaokullardaki 'Yurttaşlık Bilgisi' ile liselerdeki 'Sosyoloji' derslerinin temel hedeflerinden biri de öğrencileri ortak bir 'Millet' görüşünde birleştirmektir. Millî Eğitimimiz acaba hedefinin neresinde? İşte size Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi'nin kararıyla ortaokul ve liselerde okutulması kabul edilen kitaplardan bazılarının millet tarifleri:
'Millet: Vatanda yaşayan, aynı dili konuşan, ortak denilen belli bir toprak üzerinde ve tarihleri olan, duygu ve düşünceleri bir olan ve aynı ülküye bağlı bulunan bir insan topluluğudur.' (Cemal Onuğur, Yurttaşlık Bilgisi, 2, s. 47)
'Şu halde millet, belirli bir toprak üstünde yerleşmiş, kültürleri ve ülküleri bir olan bireylerin meydana getirdikleri özel bir varlıktır.' (Osman Pazarlı, Yurttaşlık Bilgisi, 2, s. 51)
Cemal Onuğur'un tarifinde bulunan unsurlardan 'Dil' ve 'Tarih' birliği, Osman Pazarlı'nın tarifine girmemiştir.
”
”
Galip Erdem (Türk Kimdir? Türklük Nedir?)
“
Survivors are frequently too exhausted and traumatized to push through a public lawsuit, and enablers and abusers know this. Some attorneys will suggest a quiet settlement with a nondisclosure agreement (NDA), promising the victim fast relief and a smoother process. Getting abusers and enablers to agree is rarely a problem because an NDA ensures the victim's silence...Attorneys who don't want to put much time and effort into the process can bind survivors to silence at a time when they are too vulnerable to fight back or even know better, and then those lawyers walk away with a windfall payment.
”
”
Rachael Denhollander (What Is a Girl Worth?: My Story of Breaking the Silence and Exposing the Truth about Larry Nassar and USA Gymnastics)
“
Hayat ve ölüm.. Bunların ikisi de güzeldir. Fakat esas ve ebedî olan ölümdür. Öteki bir rüya kadar geçer ve aldatıcıdır. Büyük ve esrarlı kâinatın bağrında yatmak.. İşte bizim nasibimiz budur. Bu nasibimizi almadan önceki kısa rüya âleminde kendimizi ölüm kadar ebedi bir fikre vermek ve fikir uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm, bizi, gayemize, Tanrı Dağı'nda bekleyen ataların rûhuna ve Tanrı'ya kavuşturacak şânlı ve güzel bir ölümdür. Bu ölümün güzelliği ile, içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek, gerçeği anlamaya da yardım edecektir.
”
”
Nergishan Tekin (Nihal Atsiz)
“
Sabahattin Bey, şu âna kadar birçok özelliklerine değinmiş olduk İnönü'nün. Sizce bunların dışında en seçkin saydığınız bir özelliği bir meziyeti var mıdır?
Şimdi gelişigüzel, şu anda aklıma gelen kadarıyla söylemek istiyorum. Çünkü önceden hazırlığım yoktu. Benim İnönü hakkında vardığım yargı şu: Bir defa İnönü için politika bir araçtır. Onun için amaç devlettir. Gençliğinden beri hayatını inceledim, daima birinci plânda devleti gözetir. Kişiler de hepsi birer ağaçtır. Tuğla gibidir, kerpiç gibidir, harç gibidir. Yani devleti kurtarmak için İnönü'nün feda etmeyeceği hiçbir malzeme yoktur. Bu malzemeyi bulamazsa başka malzemeyi kullanır, elindeki malzemeyi atar, Ama birinci amacı, devleti devlet olarak muhafaza etmektir. Bence en ilginç yönü budur İnönü'nün. Ayrıca öyle bir inancım var ki, İnönü'yü Türk devletini korumak için kendisine Tanrı tarafından bir misyon verilmiş adam diye kabul ediyorum. Devletin tek sorumlusu saymıştır, bütün hayatınca, hattâ diyebilirim ki, Edirne'de 2. Ordu'da Topçu Alayı'nda bir Batarya Kumandanı olan Yüzbaşı İsmet Bey'ken de aynı misyon kendisine verilmişti. Ölünceye kadar da bunu muhafaza etti. Nitekim ölümünden bir gün önce, kendine gelince Bu ne biçim hükümet, hâlâ kurulmadı? demiştir. İnönü'yü bu misyondan hiçbir kimse sıyıramamıştır. CHP içindeki çekişmeler hep bu misyoner inanışından geliyor. İnönü Tanrı tarafından Türk devletinin korunmasına, muhafazasına, memur edilmiş bir insandır.
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
DİYARBEKİR HALKEVİ MUSİKİ ŞEFİ CELAL BEY'E
(8 EYLÜL 1932)
Diyarbekir'e ait topladığı halk türkülerini gramofonda okumak üzere İstanbul'a giden Diyarbekir Halkevi Musiki Şefi sanatkar Celal Bey, Aziz Fahri Hemşehrimizi Dolmahahçe Sarayı'nda ziyaret etmiş ve iltifatlarına mazhar olmuşlardır. Büyük Kurtarıcı 'mız Diyarbekirli hemşehrilerinin hallerini sorduktan sonra bu gencin dilinden yüksek ruhunun coşkun ve ölümsüz kaynaklarından akıp gelen bu veciz hitabeyi irat buyurmuşlardır:
Ben Türk elinin kahraman bir bucağındanım. Yazık ki oraya Bekir diyarı diyorlar, fakat özünde Türk diyarı idi. Bekir sonradan ona ad olmuş. Fakat biz öz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz Türk'ün has konağıdır. Biz de bu yüce konağın çocuklarıyız.
Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki: Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk'tür ve her yanı aydınlatan Türk'ün yüzüdür.
Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.
Bizim yeni işimiz budur.
Bu damarlar birbirini duysun ve birbirini tanısın. Bu dediğim şey hakikat olacak, çünkü hakikattir. Bu dediğim şey olduğu zaman başka bir âlem görülecek ve bu âlem dünyaya hayret verecek, nur ve feyzini insanlığa saçacaktır. Hakikat güneşi durmaz, daima yükselecek, Türk'ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.
Bu karmakarışık işlerin içinden çıkıp yükselebilmek için bize dirilik gerektir. Birlik onunla beraber yürür. Diri yalnız Türk milletidir, birliği ortaya koyan da Türk'tür, dirliğin ne olduğunu anlatan da Türk'tür, çalışalım.
”
”
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
“
Yine Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda bir madde görürüz ki, o maddede üç mevcudiyet söz konusudur. Meclisten bahsolunuyor ve meclisin seçtiği bir riyaset makamından bahsolunuyor ve yine meclisin seçtiği vekillerden meydana gelen bir heyeti vekileden bahsolunuyor. Ve bunlar arasında şöyle bir münasebet vardır: Meclis reisi meclisin kanunlarına imza koyar. Bu demek değildir ki, reis, meclisin çıkardığı kanunları tasdik eder. Yani meclis reisinin tasdik işareti olmadan o kanun katiyet kazanamaz fikri katiyen hatıra gelmemelidir. Böyle bir şey yoktur. Meclis kanunu yapar ve yaptım dediği gün kanun olmuştur. Reisin oraya imza koyması, meclisçe muamelesinin tamam olmuş olmasından başka bir şeye işaret etmez. Çünkü meclisin yapacağı kanunun tasdiki sıfatını bir adama vermek demek, milli hakimiyeti kökünden yıkmak demektir. Zaten padişahların ve halifelerin şimdiye kadar sahip okluğu en müthiş ve tehlikeli hak ne idi? Kanunları tasdik etmekti. Bizim usulümüzde ise hiç kimsenin meclisten çıkan kanunu tasdik etmeye salahiyeti yoktur; tasdik etmezse bir şey olmaz. Çünkü o sadece bir işaretten ibarettir. Yine o maddede bir hak görürüz ki, meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik eder; birisinde imza koyar, heyeti vekileninkini de tasdik eder. Bu da münakaşaya açık olan bir ifadedir. Yani meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik ettikçe heyeti vekilenin mesuliyeti kalkmış olabilir. Hayır efendiler, meclis reisi, heyeti vekilenin mesuliyetine iştirak etmez. Meclis reisinin heyeti vekile kararlarına imza koyması iki bakımdan lüzumludur.
”
”
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
“
Atatürk'ün bir tüm içerisindeki düşüncelerini, yazılarını -ki ana kaynak büyük Nutuk'udur- alıp davranışlarını da karar anına geldiği zaman davranışı ne oluyor, bunu beraberce mütalâa edip ortaya bir Atatürk tezi çıkarılabilir. Zaten bir Atatürk tezi mevcuttur.
Evet, bir Atatürk tezinin zaten mevcut olduğunu söylediniz. Acaba bunu tarif edebilir misiniz?
Atatürk bir doktrin adamı değildir. Atatürkçülük doktriner bir tez değildir. Atatürkçülük bır elektrik sistemidir. Ekstremlerden kaçmaya uğraşan sağduyu olan yeri bulmaya çalışan, dünya idaresinde, memleket görüşünde bir sistem olarak mücadele edilmelidir. Kendi janrında da elektrik olmakla beraber 20. yüzyıl için orijinal ola sistemi ortaya atmıştır Atatürk, Batı âlemine bakıyor, liberal kapitalizm var, sermaye var, sermayenin hâkimiyeti var. Koloniler var. Parası olan düdüğü çalarak pervasızca rahat ediyor. Fakat büyük kitlelerin menfaatine göz yuman rejimler bunlar... Bunun karşısındâ eşitliği ortaya koymak teziyle ortaya atılan Birinci Dünya Savaşı sonrası Komünist blokta devleti Allahlaştıran, ferdi tamamıyla eriten, adalet derken bunu özgürlük sırtından ödeyen bir sistem var. Mustafa Kemal sağduyu ile mücehhez, kararlı bir adam olarak diyor ki bunların ikisi de olamaz. Türkiye için, hattâ belki bütün 20. asır insanlığı için bunların dışında bir üçüncü sistem bulmak lâzım. Bu sistemin hareket noktası olarak, benim kanaatimce iki ana fikir sistemine de dayanmak lazımdır. Birisi lâisizm, ikincisi devletçilik. Fakat bu devletçilik, Sovyetlerin Allahlaşmış o devletçiliği değildir. Bizdeki ekonomik devletçilik de değildir. Ekonomi devletçilikte, ekonomik işletmecilikte hatalar yaptığımız için, iki devletçiliği iyi anlatamadığımız için halk biraz soğumuş görünüyor. Hattâ onun tesiriyle de 1961 Anayasası'nda -ki ileri bir Anayasa olduğu halde- devletçilik feda edilmiştir Atatürk'ün diğer prensipleri yer almıştır. Devletçilikten, yapılan menfi propaganda neticesinde vazgeçilmiş görünür. Vakıa sosyal devletiz tâbiri var ama, bu kâfi değil. Ben Atatürk devletçiliğini iki safhaya ayırıyorum. Birisi, geri kalmış bir memleketin, sermayeden mahrum, bilgiden mahrum bir memleketin bir an evvel kalkınabilmesi için toplum elindeki sermayeyi, yani devlet parasını ve devlet mütehassısını kullanan, sınaî teşebbüslere giren, sınaî teşebbüsleri merkezî sistemleyen bir devlet. Sınaî devletçilik, karma ekonomi... Bir tarafı bu. Fakat esas bu değil...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
“
Biraz da İstanbul havasına dönelim:
Beyoğlu’nda İngiliz karargâhına uğrıyalım, Yüzbaşı Armstrong’la bir defa daha görüşelim. Armstrong der ki:
“Londra’da iken Türkiye’deki yanılmalarımızın sebebini anlamak istedim. Fakat boşuna uğraştım. Londra’da sanılıyordu ki Türkiye’ye ait kararlar İstanbul’da verilmektedir, İstanbul’da ise bunun aksi sanılmakta idi. Asıl mesele harp ruhunun sönmüş olmasında idi. Hiçbir sınıfta kuvvet kullanmak hevesi yoktu. ‘Kızıl bayrak’ tahrikleriyle çalkalanan İngiliz adalarının yanı başında İrlanda ateş içinde idi. Hükûmet dış politika ile uğraşmaya vakit bulamıyordu. Yakınşark’a önem verilmiyordu. Yeni bir Türkiye’nin doğduğu, müttefikler karşısında dayanabilecek bir kuvvet meydana geldiği anlaşılmıyordu. Şark işlerini bilmeyen Lloyd George’u güden duygu ve düşünce, Gladston’kârî Türk düşmanlığı idi. Yunanistan büyümeli ve İngiltere ile yeni büyük Yunanistan’ın menfaatleri birleştirilmeliydi. Lloyd George’un bilgisi, eski Yunanistan’ın şairleri ve filozofları olmuş olmasından ibaretti. Bir defa Clemenceau demişti ki: ‘Lloyd George’un okumak bildiğini biliyorum, fakat okuduğundan şüphe ediyorum.’ Venizelos’un sihrine kapılan Lloyd George’a göre Yunanistan, Avrupa ve Anadolu’da eski şan ve şerefine kavuşacak, Boğazlar’ı Avrupa’ya açık tutacak, Akdeniz’de İngiltere ile beraber yürüyecekti. Yunanistan oyun bozanlığa kalkarsa, İngiltere donanması onu uslandırmaya yeterdi. Lloyd George’un aldandığı nokta, Yunanlıların kendilerine verilen görevi başarabilecek güçte olmadığı idi.
”
”
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
“
Eğitim
İlk Rusya’ya gittiğim zaman halk eğitim metodlarını yakından incelemiştim. Benim için inkılâp davamızın tek teminatı kız oğlan bütün Türk çocukları sivil ve lâyik ilkokul eğitiminden geçirmişti. “Yeni Rusya” kitabında bilhassa bu mesele üzerinde ısrar etmiştim. Kızılbaş Sünnî ayrılığı mı? İlkokul meselesi. Doğu illerinde Kürtleşme tehlikesi mi? İlkokul meselesi. Yobazlık o, taassup o, hepsi o mesele idi. Bizim, bize benzemiyenlerden tek farkımız sivil eğitim görmekten ibaretti. Bu işi halledemeğimiz için de Tanzimat’tan beri yeni nesiller büyük kalabalığın üzerinde köpükler gibi görünüp sönüyorduk. İnkılâbın kaçıncı yılı idi. Hâlâ ilkokul seferberliğini ele almamıştık.
Recep Peker partinin umumî kâtibi olarak, başbakanın Roma seyahatinde bizimle beraberdi. O, ben ve Saffet Arıkan otelin holünde oturuyorduk. Recep Peker, bugünkü demokratların yaptığı üzere pek kısa zamanda rejimin neler yaptığını sayıp döküyordu:
- Bence hiçbir şey yapmamışızdır. Mademki halk o halk, bulduğu yerinde duran halk... dedim.
Pek iyi, fakat inatçı bir arkadaştı Peker! “Senden beklemezdim bu inkârcılığı...” diye tutturarak ray kilometrelerini, fabrika bacalarını, şehir süslerini yine saydı, döktü.
- Hepsi de Tanzimat’tan beri az çok yapılmıştır. Sultan Hamid Hicaz demir yolunu bir millî eser olarak başarmadı mı? Hereke ve Zeytinburnu fabrikaları onun değil midir? Ama onun devrinde isyanlar, İttihatçılar devrinde de olmuştur. Bizim devrimizde de olmaktadır. Halk yığınlarındaki mukavemetibir türlü sökemiyoruz.
Recep bütün belâgatiile birbirine giren terkipleri ve izafetleri ile bana hücum etti. Sonra, âdeti olduğu üzere, "Falihçiğim gel barda bir şey içelim," dedi.
Gönlümü alacaktı. Barın uzun iskemlesine çıktı. Birer kadeh bir şey ısmarladık. Neş’e ile bana dönerek:
- Bilmezsin seni ne kadar severim. Zeytindağı’n yok mu, bayılmışımdır o eserdeki görüşlerine ve buluşlarına... diye iltifat etti.
Hiç bozmadan:
- Recep Bey ben Zeytindağı’nda o kadar beğendiğin görüşlerimi ve buluşlarımı 21 yaşında not etmiştim. On beş yıl daha olgunlaştıktan sonra gördüklerimi demin nasıl karşıladığını düşün.. dedim. Mustafa Kemal.. Mustafa Kemal... diyoruz. Yahut sen, Recep Bey... çocuklukta hiç okumasaydınız, yahut bir softa ocağına gitseydiniz, şimdi birer yobaz olmaz mıydınız? Memleket ne çekmezdi sizlerden?
Recep tahammüllü adamdı. İdealist ve şevkli idi. Fakat bizler bugün dahi inkılâplarımızın hemen arkasında bütün köylerde ilkokul temellerini atmamaklığımızın çilesi içinde değil miyiz?
31 Mart, yahut Menemen veya Şeyh Sait, veya 6-7 Eylül.. Hepsi bir! Aynı ruh!
”
”
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
“
Dönemeç
Moskova’ya son gidişim 1932’dedir. Milletlerarası yazarlar kongresine katılmıştık.
Bu seyahatte, Komünist Partisinin ve hükûmetinin haberi var yok bilmiyorum, çünkü o zamanki Millî Savunma Bakanı Voroşilof ne yaptığını bilmez bir serseri olduğunu beni davet ederek söylemişti. Lehli aslından olduğunu iddia eden biri bana lüzumundan fazla sokuldu idi. Hâkimiyet-i Milliye Başyazarı ve Atatürk’ün yakınlarından olduğumu bildiği için bu sokuluşu manalı idi. Henüz pek açılmamakla beraber dilinin altında bir şeyler dönüp durmakta olduğunu seziyordum. O zamanki büyükelçimiz Hüseyin Ragıp’a bahsettim:
- Aman, dedi, bu sırada hâlleri bir tuhaf... Biraz daha deşmeğe bak, belki faydalı şeyler öğreniriz.
Beni komünist davasına çekmek, yahut herhangi bir işbirliği teklifinde bulunmak gibi hemen kat’î tavır takınılmak gereken bir konuşma olmadığı için temaslarına güçlük göstermedim. Nihayet bir gün:
- Büyük haber, dedi. İstalin’in pek yakınlarından iki arkadaş sizinle görüşecekler. İki memleket arası münasebetler için bu fırsatınimet bilmelisiniz.
Sovyetler Birliği-Türkiye münasebetlerinde tam dönüm noktası tarihine rastladığı için teferrüatı ile aklımda tutmuşumdur. Otele benzer bir büyük binanın bir yatak dairesi salonuna benzer hususî bir odasında idik. Öğle yemeği vakti idi. Biri kısa sakallı, biri tıraşlı iki Rusça konuşan, sonra göğsünde büyük ihtilâl nişanlarından birinin rozeti bulunan ve Türkçe konuşan üçüncü adam... Hepsi birbirinden dikkatli ve beyaz ceketli dört garson da hizmet ediyordu. Bir garson bile çok olduğuna göre bunların kontrol polisleri olduğunu tahmin etmiştim. Sözü şöyle açtılar:
- Sizin partinizde sollar ve sağlar vardır. Biz bir gün sağların hâkim olmıyacağını bilemeyiz. Bunlara güvenemeyiz de!
- Bizim partide yalnız Mustafa Kemal vardır ve onunla beraber olanlar... yollu söze başlayarak. Mustafa Kemal’in Rusya ile Türkiye emniyetlerini bir tuttuğunu, hatta bir gün İsmet Paşa ile beraberken:
- Politikamız bir daha bu iki milleti karşı karşıya getirmemektedir! dediğini, pek samimî anlatmağa koyuldum. Anlattıklarımın hepsi doğru idi. Sovyetler Birliği bizden yüz çevirmedikçe, bizim Sovyetler Birliği’ni şüpheye düşürecek herhangi bir harekette bulunmamız veya harekete katılmamız ihtimali olmadığını bilirdim. Maksadım, eğer bunlar İstalin’in adamları ise onun kulağına en doğru haberlerin gitmesi idi. Şurası da var ki o zamana kadar Moskova’dan henüz dostluktan başka bir şey de görmemiştik.
Sözcü:
- Hayır, dedi meselâ Müşir Fevzi Paşa’ya Bakü’yü vaadetseler, ve bu taviz üzerinden aleyhimize bir ittifak arasalar Fevzi Paşa bunu reddetmez.
Bizde böyle bir ayrılışma olamıyacağına dair uzun boylu ve boşuna dil döktüm. Nihayet tarihi söz ağzından çıktı:
- Türkiye bir emperyalist harbinde bizim için ya sed ya sıçrama yeri vazifesi görür. Onu mu görür, bunu mu görür, sözler, şahıslar ve antlaşmalar bizi inandırmaz. Ancak rejim beraberliği ile emin olabiliriz.
Bu söze dikkat edin. O zamanlar peyk kuruluşları yoktu.
Derin bir iç kırıklığı ile İstanbul’a döndüm. Dil Kurultayı günlerinde idi. Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü gördüm. Baştan başa hikâyeyi anlattım. Pek dikkatle dinledi. Sonra:
- İsmet Paşa rahatsız yatıyor, git kendisine de anlat, dedi.
İsmet Paşa aynı büyük dikkatle dinledikten sonra:
- Karahan bize elçi geliyor. Seni elçiliğe davet ettikleri zaman bütün bunlar olmamış gibi davranacaksın. Yazılarında eski dostluk edebiyatını değiştirmiyeceksin, dedi.
Doğrusu bizimkiler Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin arası bozulmamak için, en çetin güçlüklere katlanmışlar, Moskova’nın kafasından Türkiye’yi peykleştirmeyi geçirmeksizin dost olarak tutmasına çalışmışlardır.
Fakat dönüş de 1932 Dil Kurultayı günlerine rastlayan esrarlı toplantıdaki dönüştür. İç tehlikelerinden kurtulduğuna ve büyük kuvvetler arasına yeniden katıldığına inanan Sovyetler Birliği, artık yeni politikasına sarılmıştı.
”
”
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
“
İstanbul Tanzimat’a doğru, Anadolu ise Tanzimat’tan geriye doğru yuvarlanıp gidiyordu. Büyük Millet Meclisinde bir hoca milletvekili, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda Büyük Millet Meclisinin kanun koymak hakkı bahis konusu edildiği sırada, kürsüye çıkmış, Tanrı’nın kitabı dururken kanun koymak iddiasında bulunan bir Mecliste üye kalamıyacağını söyleyerek memleketine dönmüştü. Mekteplerden resim dersi kaldırılıyor, Anadolu’da alabildiğine medrese açılıyordu. Men-i Müskirat Kanunu’nun tartışması sırasında iki hoca Meclisin sokağa doğru penceresini açarak:
- Ey ümmet-i Muhammed, din elden gidiyor, diye avaz avaz haykırmışlardı.
Mustafa Kemal’siz bir Anadolu zaferinin, o Meclis ve memleket havası içinde yeni devlete nasıl bir karakter vereceği asla belli değildi. Mustafa Kemal, savaşın, gayesi makam-ı mukaddes-i hilâfeti kurtarmak olduğunu sık sık tekrarlamak zorunda kalırdı. Dehanın sabır niteliğine en iyi misal, büyük liderin gericiliğe karşı yıllar süren sessiz ve uysal katlanışıdır. İstanbul, Ankara gericiliği ve düşmanla birlik gericiler hepsi bir tek programın üstünde idiler. Padişah ve halife de, Mustafa Kemal de, Yunanlılar da kazansa, Türkiye’de Garpçılık nizamı davasını kökünden kazımak olan bir program yürümeliydi. Yazık ki, bu program, bugünkü gericinin de elindedir. Bugünkü gericilik de, bütün siyasî partiler arasında saflarını tutmuştur. Yalnız onlar bir program peşindedirler.
Mustafa Kemal zaferi bir eline geçirse, hemen geriye dönerek kılıcını gericiliğin tepesine indirecekti. Fakat onu, ister istemez, başının üstünde taşır görünmek lâzımdı. Yalnız Teşkilât-ı Esasiye ve hilâfet müessesesine dair hocaların koymak istedikleri teminatı bin dereden su getirerek atlatmaya muvaffak oluyordu. Hasımları Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacaklarını düşündükleri gibi, hocalar da tam bir şeriat nizamı kurmak için bin bir tertip arkasında idiler.
”
”
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
“
Meselâ önemli bir şahsiyet olan Sadrazam Halil Rıfat Paşa bir gün ve Babıâli'den Nişantaşı'ndaki evine giderken, hastalığının verdiği bir sıkışıklıkla; küçük ihtiyacını defetmek için, Köprübaşı'ndaki Galata karakoluna girmek mecburiyetinde kalır. Karakol zabit ve askerleri şaşırırlar. Ama sadrazama aradığı yer gösterilir. Fakat atlı hafiyeler, derhal saraya koşarlar. Haber uçururlar. Daha evine varmadan, Sadrazamın yolu kesilir. Hemen saraya götürülür. Acele padişahın huzuruna çıkarılır. Sorguyu padişah yapar. Fakat cevaplar ve sebep, Abdülhamit'i tatmin etmez. Nihayet ihtiyar sadrazam, saygı ile bağladığı ellerini çözerek, paltosunun eteklerini açmak ve pantolonunun paçalarında bazı yaşlıkları padişaha göstermek mecburiyetinde kalır. Padişah bu hareketi yadırgamaz. İncelemelerini yapar. Ama sorgular bitmez. Sadrazam, sarayda alıkonulur. Evinden çamaşırlar, elbiseler getirilir. Ve soruşturma uzar gider.
”
”
Şevket Süreyya Aydemir (Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa (1860-1908) # 1)
“
I mean, you can’t do it like this. Look at me!” Scanning me from head to toe, his smile was genuine. “You’ve never looked more beautiful.”
“I’m outside barefoot, in my pajamas, smelling like baby spit-up.”
A hand went to my unwashed hair, thrown into a bun.
“I can’t even remember the last time I took a shower. This can’t be how this happens.”
Looking down, I added, “I’m not even wearing a bra!”
“I’ve noticed.” He smirked, his gaze lowering to my nipples, visible through the thin fabric.
“Not funny.” Letting him pull me back into his arms, I melted into the embrace I’d craved while we were apart.
“Baby, I love you just like this. This is you, the real you. The you that no one out there gets to see but me. We did everything backwards, but I wouldn’t change any of it. I don’t care where we are, if no one knows or everyone knows. If you want me to put it in skywriting or sign an NDA, either way is fine. All I want is you.”
“Are you sure?”
“I love you, Natalie. Something deep inside my soul knew the day we met that you were my future. I just didn’t understand then how that would ever be possible. Even if it took twenty years to find our way together, you were always worth the wait.
”
”
Siena Trap (Scoring the Princess (The Remington Royals, #1))
“
Atatürk'e yapılan son zamanlarda ve çok rafine gibi bir itiraz, efendim günün şartları dolayısıyla Atatürk ancak halka yukarı sınıfa ait olan bazı yenilikler getirdi. Ama tabana inemedi. Efendim, Atatürk kadar tabana inmiş, dünyada hiçbir fikir adamı yoktur. Bir tek misâl ile bunu bırakalım. 'Köylü milletin efendisidir.' diyebilmiş adam dünya tarihinde yok. Bu insan söylemiştir. Fakat diyelim ki bu bir teoridir, bu bir literatür diyelim ama, fiiliyatta ben size bir vakayı hatırlatayım. Devlet bütçesinin 300 milyonu geçmediği ve bu 300 milyonun 150 milyonunun Âşar Vergisi'nden elde edildiği bir dönemde bir madde-i kanuniye ile Âşar'a son vermiştir. Köylü zulümden kurtulsun, haksız bir vergi... Malûm ya Âşar, müterakki sistem değildi, herkes ne düşerse ve mültezimler vasıtasıyla alınırdı. Köylüye zulmeden mültezimler vardı. Kim sosyal fayda için devlet bütçesinin yüzde 50'sini feda edebilmiştir? Dünyada böyle bir hareket var mı? Ben bilmiyorum. Siz biliyorsanız beni ikaz buyurun... Onun için Atatürk tabana inmedi, büyük kitlelere inmedi demek, son derece yanlıştır ve Atatürk'e yapılacak bir bûhtandır kanaatindeyim. Bütün hareketleri kitle içindir. Kelimenin tam mânâsıyla halkçılığı yalnız söylemiş değil, uygulamıştır. Yeter ki biz arkasından iyi gidelim. Bakın o tarihten bu tarihe hâlâ Toprak Reformu'nu gerçekleştiremedik. Halbuki 1924 Anayasası'nda yer almıştır Toprak Reformu...
”
”
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)