Kaza Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Kaza. Here they are! All 55 of them:

The best way to walk into a nightmare is with a smile.
Kaza Kingsley (The Three Furies (Erec Rex, #4))
Göz… Savaşı başlatan haberci. Bakış… Elde olmayan kader, ilahi kaza. Ve aşk... Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise.  
İskender Pala (Kitâb-ı Aşk)
Nedir zaman? Bir kaza! Nedir hayat? Bir zaman! Nedir kaza? Bir hayat, yeni bir hayat!
Orhan Pamuk (The New Life)
No time better than the present,’ I always say. Or was that, ‘Nothing is better than a present’? I forget.
Kaza Kingsley (The Three Furies (Erec Rex, #4))
That’s all there is to life, you know. Fun things, we just need to remember to enjoy them or we waste it all.
Kaza Kingsley (The Three Furies (Erec Rex, #4))
Ben de yavaşlıktan yanayım Hikmet. Ben de yorulmamaktan yanayım. Senden yanayım. Benim sözlerimi kullanıyorsun Sevgi ne iyi. Ben de bundan sonra dikkat ederim Sevgi: Senin nasıl konuştuğunu kulaklarımla izlerim ve senin seslerini çıkarırım. Birinci seferde aceleye geldi biliyorsun. Bunu unutalım Hikmet. Evet unutalım. Yalnız her şeyi unutmayalım. Yağmurun dinmesini beklediğimizi unutmayalım. Hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. En büyük hazinemizin aklımız olduğunu unutmayalım. Aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz gibi oynayabileceğimizi unutmayalım. Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım. Dikkat et, hatırlıyorsun ya, diyelim; aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
bazen kaza olduğunu düşündüğümüz şeyler yaparız, oysa onlar bir amaca hizmet eder.
Anonymous
Asla yapmayı istemediğim bir şey için buradaydım ve bunun bir kaza olması hiç kimsenin umurunda değildi.
Tahereh Mafi (Shatter Me (Shatter Me, #1))
...dünyaya uyum sağlayamadığını hissetmek seni şaşırtmıyordu da dünyanın, içinde yabancı gibi yaşayan birini yaratmış olmasına şaşıyordun. bitkiler intihar eder mi? hayvanlar umutsuzluktan ölür mü? onlar ya işler, ya yok olurlar. sen belki de evrimin en zayıf halkası, kaza sonucu ortaya çıkmış bir iziydin. bir daha canlanmamaya yazgılı, geçici bir anomaliydin...
Édouard Levé (Suicide)
Sevgili Güllük; Yastık kanepenin üzerine konur. Tekme atılarak düşürülür o. Pazar günleri kuru fasulye yenir. Karşılıklı, alt alta, üst üste ve daha değişik şekillerde durulur. Islak vardır. Portakalın içi de dışı gibi portakal rengidir. Köstebeklerin uçma kabiliyeti bulunmaz. Kamyonlar yük taşırlar. Kaza olur. Kaza yaparlar. Süleyman, Çetin, Atıf, Kemal, Necdet gibi erkek isimleri; Zeynep, Burçak, Burçak ve Burçak gibi kız isimleri vardır. Patates cinsleri vardır; kızartmalık ve haşlamalık. Çeşitli ebatlarda düğün pastaları olur. Muz olur.
Ah Muhsin Ünlü
Bir yürüyüşçü dağlarda kaybolsa,insanlar bir arama düzenlerler. Bir tren kaza yapsa,insanlar kan vermek için sıraya girerler. Bir deprem şehrin birini yerle bir etse, dünyanın dört bir tarafından insanlar acil durum malzemeleri gönderirler. Bu insanların içinde öyle temelde bulunan bir şeydir ki, istisnasız her kültürde yer bulmaktadır.
Andy Weir (The Martian)
Imagine – hundreds of years of constant learning. It’s truly amazing.
Kaza Kingsley (The Secret of Ashona (Erec Rex, #5))
You enjoy things less when you are always trying to control things instead of just living.
Kaza Kingsley (The Monsters of Otherness (Erec Rex, #2))
Some of my students believe that if you spend more time outdoors receiving the energy of the natural world, you will have less need for the industrial energy grid. What do you think?
Stephanie Kaza (Mindfully Green: A Personal and Spiritual Guide to Whole Earth Thinking)
May all of us have the courage to open ourselves to the time that we live in, to let it shape us as we, in turn, shape it. May we perceive what is being asked of us. May we awaken here, on this sharp edge of uncertainty.
Stephanie Kaza (A Wild Love for the World: Joanna Macy and the Work of Our Time)
if the medicine we need is relationship, what if we surrendered to relationship with our trauma, with our inheritances, with our ancestors, with our bullshit, with our fears so that we could begin to make possible relationship with one another? what happens when we be with our inheritances, when we bow to them, when we thank them, when we bear witness to them, when we eulogize them, and then when we send them on their way?
Stephanie Kaza (A Wild Love for the World: Joanna Macy and the Work of Our Time)
Keşke kimse bizden hiçbir zaman bir şey rica etmese, hatta bir şey istemese, ne bir tavsiye, ne bir lütuf, ne bir borç, hatta ne de ilgi; keşke başkaları bizden kendilerini dinlememizi istemese, ne sefil sorunlarını, ne kendimizinkilerle tıpatıp aynı acı çelişkilerini,ne anlaşılmaz şüphelerini, ne kolaylıkla birbirinin yerini tutabilecek, artık hepsi yazılmış hikâyelerini (anlatmaya çalışılabilecek şeylerin yelpazesi pek geniş değildir), ne de eski adıyla kasavetlerini; kimde yoktur ki, yoksa da kim arayıp bulmaz ki; "Mutsuzluk bir icattır," diye sık sık alıntı yaparım içimden, doğrudur da, meğerki dışarıdan gelen ve nesnel olarak kaçınılmaz belalar, bir felaket, bir kaza, bir ölüm, bir yıkım, bir kovulma, bir veba, bir açlık olsun ya da hiçbir yapmamış birine haince zulmedilsin; tarih bunlarla doludur, bizim kendi tarihimiz, yani henüz tamamlanmamış çağımız da öyle (aslında aranıp bulunan, hak edilmiş ve icat edilmiş kovulmalar, yıkımlar ve ölümler de vardır).
Javier Marías (Dance and Dream (Your Face Tomorrow, #2))
Osvrnimo se, profesore, oko sebe. Šta vidimo? Šta drugi vide? Da li je prizor privlačan? Da li je, drugim rečima, lako Beograd voleti i poštovati? Sa jedne strane vlasotinačka, lužnička, nišavska, belopalanačka, svrljiška, zaglavska, timočka, rekanska, brsjačka pečalbarska duša jadnika koji će prihvatiti svaki, i najgori rad, ali tek kada ga pritisne ljuta nemaština, kad se više nema kud; ne rad već pečalovina, pečal, potmula patnja, duševna bol i poniženje, nastavak meropaškog i sebarskog, rajetinskog rada, životinjski izdržljivo slaganje pare na paru; sa druge psihoza nesite ćiftanske lakomosti, ćar i profit sa što manje rada, pravljenje »poslova« tako što se posao izbegava, pa nije nimalo neobično što i jedan i drugi, i pečalan i ćiftinski rad, dakle svaki rad, izaziva u Srba samo prezir. Beograd je postao grad u kome ni jedan čovek, ni jedan stari ni novi društveni sloj nije na svom pravom mestu. Studenti služe kao kelneri, penzionisani činovnici prodaju đinđuve i opravljaju kišobrane, ljudi koji ni svoje ime ne umeju valjano potpisati dižu mnogospratne palate, gomilaju se kapitali i imanja za koja niko ne zna odgovora na pitanje: otkud i kako? — a u isto vreme mnogi naučnik, profesor, zanatlija pita se posle petog u mesecu šta će sutra ručati. Sve je u zadihanoj jagmi i jurnjavi da bi se zahvatilo što više sa što manje zasluge i truda. Neobrazovani i nesposobni otimaju mesto kadrima i učenima, čitavo društvo izdeljeno je u grupe koje se uzajamno podržavaju rodbinskim, kumovskim, plemenskim, partijskim vezama, a sve drugo što nije u tom orijentalnom klupčetu ti meni ja tebi, bezobzino se gura u stranu, gde god pogled zaustaviš — Miloševa kurdžonska Srbija potiskuje Mihajlovu, Svetozarevu, Skerlićevu plemenitu težnju ka evropskim načinima mišljenja i ponašanja. Beograd danas liči na neki rašireni prostor, privremeni zbeg, Wild West na koji se sjurila kaza i prikaza da što pre zauzme što bolje mesto, pa najbeskrupulozniji, a ne najsposobniji, zauzimaju najviša. Oni, u osnovici svojoj još palančani, ošamućeni i neuravnoteženi novim i stranim gradom, oslobađaju nesputano biologiju samoodbrane, jagme, nestrpljenja. Atavizmi iz seljačkog vremena, rudimenti iz plemenskog patrijarhalizma, bore se sa poslednjim zapadnjačkim usmerenjima Užičana-Francuza, piroćanskih-Londonaca, Bosanaca-Bečlija.
Slobodan Selenić (Fathers and Forefathers)
It seems like an indulgence to take the time to cultivate mindfulness when so much is being lost. But this is the tension - to find a considered way of acting not based on reaction. Building a different kind of sanity requires a stable base for careful action. It means being willing to know all the dimensions of the reality of destruction, being willing to breathe with the tension of emotional response, being willing to cultivate tolerance for unresolved conflict. This nonverbal form of ethical deliberation depends on the careful work of paying attention to the whole thing. Meditating, walking slowly, calming the mind by centering on the breath - these painstaking, deliberate practices increase the odds for acting intelligently in the midst of crisis.
Stephanie Kaza (Conversations with Trees: An Intimate Ecology)
Contentment is an underrated state of mind in consumer cultures. We hardly know how to recognize it or what to do when we feel content. Maybe we think it’s boring. Or maybe the cynic inside us doesn’t believe it really exists. In Buddhist philosophy, contentment is highly valued as a state free of desire. When you are content, you are actually okay with everything just as it is. In that moment you are not struggling with any complaints or dissatisfactions. You are fully present to yourself and the world around you. A relaxed body, a calm mind, a sense of well-being—nothing more is needed. Can you recognize this state? You realize you don’t need to go to the store to get anything; you have enough. You don’t need to be entertained by sensory stimulus; you have enough. You don’t need to fill a gaping hole of hunger, anger, loneliness, or exhaustion; you are okay just as you are. This is quite a powerful teaching for combating the endless marketing of dissatisfaction.
Stephanie Kaza (Mindfully Green: A Personal and Spiritual Guide to Whole Earth Thinking)
Yangın alarmı asla yangını haber vermez; en azından artık böyle. ... ...Ve Denny'yle ben bir tümör kadar safız. ... Herkesin kör bir kaza kurşununa veya ani bir hastalığa kurban gitmeyi beklediği bir dünyada, bağımlıların yolun sonunda kendilerini neyin beklediğini bilmek gibi bir lüksü vardır. Nihai kaderinin kontrolünü biraz da olsa eline almıştır ve bağımlılığı sayesinde ölüm sebebi büsbütün süpriz olmaktan çıkmıştır. ... "Sanki bir kumsaatinin dibinde yaşıyormuşuz gibi hissetmeye başladım." ... Hayatımızın her günü örneğin televizyonun önünde yok olup gideceğine, diyor Denny, yaşadığımız her günü bir kaya göstersin. ... Dünya bir inilti veya patlamayla değil de, ihtiyatlı ve zarif bir anonsla sona erecek: "Bill Rivervale, telefondan aranıyorsunuz, ikinci hattı alın lütfen." Sonrası, hiçlik. ... "İnsanın gençliğini bir şeyle takas etmesi gerekiyor..." ... İnsan bağımlıysa, sarhoş ya da kafası iyi olmak veya acıkmak dışında hiçbir şey hissetmez. Yine de, bu hisleri üzüntü, öfke, korku, endişe, hayalkırıklığı ve depresyon gibi diğer hislerle kıyaslayınca, herhangi bir bağımlılık artık gözünüze o denli kötü görünmez. Aksine, çok makul bir seçenek gibi görünür. ... ...ihtiyaç duyulmak istiyorum. ... "Çocuk doğurmak için izin alman gerekmiyor. Öyleyse niye ev yapmak için izin alman gereksin ki?" ... Anlamadığımız şeylerle yaşayamıyor oluşumuz ne kötü. Her şeyin etiketlenmesine, açıklanmasına ve yeniden yapılanmasına ne kadar da ihtiyacımız var. Ksinlikle açıklanamıyor olsa bile. Tanrı'nın bile. ... “Gerçek şu ki, her önüme gelenle yatmamın sebebini aslında bilmek istemiyorum. Sadece yapıyorum; çünkü kendine iyi bir sebep söylediğin anda, onu didiklemeye başlarsın.” ... “Herhangi bir şey yaratma riskini göze alamadığım için ömrüm boyunca her şeye saldırdım...” ... “Burada önemli olan süreç, bir şeyleri bitirmek değil.” ... Hatırlayabildiğimden daha uzun bir zamandan beri ilk kez huzurlu hissediyorum kendimi. Mutlu değil. Üzgün değil. Endişeli değil. Azgın değil. Sadece beynimin daha üst bölümleri dükkanları kapatıyor. Beyin korteksi. Cerebellum. Problemim işte orada. Kendimi sadeleştiriyorum. Mutlulukla hüzün arasındaki mükemmel ortayı yakalamış durumdayım... Çünkü süngerler asla kötü bir gün geçirmezler.
Chuck Palahniuk (Choke)
Tesadüfen mi oldum ben? Bir kaza sonucu muydum? Rakı içtikleri bir gecenin hatası mıydım? Hatırlanmayan, durum öğrenildiğinde, ‘Ne yapalım, doğsun bari…’ dedikleri bir hata. Küçük, değersiz, anlamsız bir embriyo.
Iraz Şensöz (Sincaplı Buda)
Kaza gu didibi madug kalal - Mi piacciono le tue parole
Cleo Rozenfeld (La Stella (Saga del Sigillo della Luna, #1))
Zamisli da postoji ritam. Kao zaigrani ples opstojnosti, da je sve jedno i dobro i da ništa nije toliko strašno bitno... kako bi to bilo lijepo! Zamisli da si ti ja, a ja sam ti, u svojim dubinama da smo jedno te isto, a tek življenje nas je gomilom sjećanja zbunilo, kao kad pokušavamo zapamtiti brojke, a netko nam kraj glave nabraja što drugo, i tako zaboravimo...” U sjeni od lišća je to govorio tanani glas mlade žene, blago zadihane, u bjelkastoj, debeloj, nenaročitoj haljini; nosila je crne cipelice. Njezine ruke su gole, mekane, blijede su, oblaste kao u djeteta, lice joj tako dobroćudno i vedro i neopisivo lako spremno na smijeh. Korak od nje, tumara bolesnik, tmuran, rezoner, malo od nje mlađi, emigre-inteligent imena Immanuel, koji tek nedavno je progonom napustio svoju zemlju. Oni ne govore istim jezikom, ali se razumiju; možda ne kognitivno, ali na razini čuvstava, shvaćaju se, osjete međusobne potrebe. I tako razmiljenom prašinom i opaljenim kamenjem, paučinom, tarabama ušuškanim u suhoj travi, starim mršavim stablima prelaze njihovi pogledi u hodu, a kamenje pucketa. Lijevo i desno parložine, šumarci, suha divlja loza i korov na osunčanoj zemlji. “Kad bi sve bilo jedno...”, Immanuel prihvati, kao šaptom, lice skrivajući, “Tada bi svaka teškoća naših života, svaka trauma i bol zbilja bila samo stvar zaboravljanja i podsjećanja, tek bi se valjalo podsjetiti da ono što ćuti bol, što je poniženo, to zaista nisi ti...” “Točno o tomu govorim.”, žensko kaza, i odmah zatim se nasmiješi. “Vidiš, Immanuel, kako je bolje kad smo vani... kako dan zapravo liječi, zrak, prostor, sunce, prašnjav cvijet; zemlja zna što je čovjeku potrebno...! A kuća je neki ljudski izum, kutija koja polako guši, dosta troši, ona je zaštitnik, a ipak nije prijatelj...” O lijevoj opuštenoj ruci, pod sjenom rukava bijele košulje, mladić ne osjeti težinu, niti opaža hladnoću i cjelove, ali nekako čuje kuckanje ručnoga sata, od željeza, od kože, oblog, tankog, starog, ne sjeća se odakle mu. Vjetar ga udara po stomaku, i on je zgrčen, glava mu pognuta, sluša hod žene do sebe, oslušne: “Ne osjećaš li se bolje...?” “Malo samo. Ali je to, čini mi se, više do glave trenutno. Tako pasivno, neprestano, more me neke neugodne misli.” “Onda ih izreci.”, glas je sada bio malo dalje; to je bilo rečeno brzo, pomalo nehajno, očas u vjetrenom zapuhu glasnije: “Samo ih istreseš u sunce, ovako, kao deku, otreseš, odbaciš, samome svjetlu kažeš što osjećaš... a onda u svjetlu što već bude. Osvijetljene misli se makar vide, manje su strašne zato...
Ivan Baran (Veliki pad)
Hanzade begimin gösterdiği nakışlar gerçekten kıpkızıl alev dillerini andırıyordu. Bunların kapı üstüne nakşedilmesi de tesadüf değil, aksine "Sizinle gelen kaza bela alevde yansın gitsin!" şeklindeki eski bir deyişten kaynaklanıyordu. Hatta damat ile gelini kapı önüne yakılan bir ateşin üzerinden geçirerek içeri sokmak şeklinde bir adet de vardı.
Pirimkul Kadyrov (Son Timurlu: Babür ve Oğullarının Romanı)
Writing is going home
S. Thomas Kaza
Needleman, kızım ve benle beraber Milano’da opera izlerken locadan aşağıya biraz fazla eğildi ve orkestra çukuruna düştü. Bir kaza olduğunu kabullenemeyecek kadar gururlu olan Needleman, bir ay boyunca aynı operaya gitti ve her gece kendini çukura attı.
Woody Allen
151. DIJALOG IZMEĐU VUKA l OVCE Vuk ovci jedne prilike reče: "Pouzdaj se u mene, pa ću te povesti do bujnog i plodnog ispasišta." Ovca mu odgovori: ''Ja, zaista, u tvojim očima vidim kosti mojih prijateljica." Vuk na to kaza: "Ja, sigurno, nisam pojeo tvoje prijateljice, nego, neki drugi vuk ih je pojeo." A potom ga ovca upita: ''Jesi li to ti promijenio svoju narav pa nećeš uraditi kao što bi drugi vukovi uradili"?
مصطفى السباعي (هكذا علمتني الحياة)
Some days you have to write..... other days you have to write and write..... and every once in awhile you have to write and write and write....
S. Thomas Kaza
Communism is the friend of the ideologue, and the enemy of mankind.
S. Thomas Kaza
Gramphu—fifteen kilometres after the Rohtang Pass while heading from Manali to Keylong—is more a collection of tea shops than a village. If you turn right here, you’re on the road to Kaza. It is this road that often makes me believe that if there were a god of landscaping amongst the multitude of gods that make up the Hindu pantheon, then the Himalayan district of Spiti would quite simply be the pinnacle of his or her art.
Rishad Saam Mehta (Hot Tea across India)
Today he told Erec “Fun is for having. It is the one thing that is forever.” Erec agreed.
Kaza Kingsley (The Secret of Ashona (Erec Rex, #5))
Seriously?” Spartacus looked amazed. “I thought this looked the same to everyone. We’re in a massive library that stretches all the way to the sky. It’s beautiful, with oak and teak shelves, gorgeous patterns in the wood, and beautiful books. There’s endless amounts to read and look at.
Kaza Kingsley (The Secret of Ashona (Erec Rex, #5))
Why chose strife and anger if it will only take us further from our purpose? Happiness can be attained anywhere, not just in a place of beauty or freedom.
Kaza Kingsley (The Secret of Ashona (Erec Rex, #5))
His wild white hair and beard projected from all angles of his face, making him look like a dandelion gone to seed.
Kaza Kingsley (The Monsters of Otherness (Erec Rex, #2))
He pointed the scepter around the library and had an instant input of all of the books that were there into his brain, as if he had read them all at once.
Kaza Kingsley (The Secret of Ashona (Erec Rex, #5))
It was quiet in the jungle, the kind of quiet that rings in your ears.
Kaza Kingsley (The Monsters of Otherness (Erec Rex, #2))
Ahh, I know.” Dr. Shandy looked relieved. “Some of this wine will be just the right thing. Have some.” “Will it help?” Jam asked. “Well, no, it never actually helps. But it’s a really nice vintage.
Kaza Kingsley (The Monsters of Otherness (Erec Rex, #2))
That's the key. The quests are things you need to do for others so that you can learn.
Kaza Kingsley (The Monsters of Otherness (Erec Rex, #2))
Dünyanın kirine pasına bulanmış gözlerle bakınca, bir tünelde kaza geçirmiş trenin yolcularına benziyoruz; kaza yerinden artık tünelin girişindeki ışık görülemiyor, çıkıştaki ışık ise henüz öylesine küçük ki, onu seçebilmek için bakışların sürekli arayışta olması gerekiyor ve hatta, bir girişin ve çıkışın olduğu da kesin değil.
Anonymous
GALERIJA Prenoćio sam u motelu na autoputu E3. U sobi vonj znan mi iz muzeja sa azijskom postavkom: tibetanske, japanske maske na svetlom zidu. Ali to sad nisu maske, već lica što prodiru kroz beli zid zaboravnosti da se dokopaju vazduha, da nešto zamole. Ležim budan i posmatram ih kako se bore iščezavaju i vraćaju. Neke svoj izgled zajme od onih drugih, obrazine menjaju duboko u meni gde zaborav i sećanje obavljaju svoje nagodbe. Onda prodiru kroz premaz zaboravnosti belog zida, iščeznu, a potom su opet tu. Ima ovde one žalosti što ne bi da se tako zove. Dobro došli u ove prave galerije! Dobro došli u ove prave galerije! U stvarne rešetke! Dečak što je nekog paralisao karate udarcem još snatri o brzoj zaradi. Žena grozničavo kupuje stvari kako bi ih zavrljačila u ždrelo praznog budžaka što se iza nje krije. Gospodin Iks se ne usuđuje da napusti svoj stan. Mračni stroj zagonetnih prilika tu je, između njega i obzorja, večito iščezavajućeg. Ona što negde pobeže iz Karelije, koja je umela da se smeje... pojavljuje se sad, ali nema, okamenjena, sumerski kip. Kao kad mi ono bi deset godina i kad kasno stigoh kući. Na stepeništu svetla behu pogašena, ali lift je svetleo, i pođe uvis kao ronilačko zvono u mrklu dubinu, sprat za spratom, dok nestvarna lica na rešetke navaljivahu... Ali to su stvarna lica, ne ona iz uobrazilje. Ležim raspet poput raskršća. Mnogo njih diže se iz bele magle. Jedni druge dodirnusmo, odista! Dug svetao hodnik miriše na karbol. Invalidska kolica. Tinejdžerka koja posle saobraćajnog udesa uči da govori. Onaj što htede pod vodom da vikne te mu grozna hladet čitavog sveta nahrupi kroz nos i usta. Glasovi u mikrofon sasuše: Brzina je sila, brzina je moć! Igraj igru, The show must go on!! Napredujemo u karijerama kruto, korak po korak, kao u „no“ drami pod maskama, s pesme krikom: Ja, to sam ja! One što gube predstavlja umotan čaršav. Neki umetnik kaza: Ranije bejah planeta s vlastitim debelim vazdušnim omotačem. Zrake spolja razbijahu se u dúge, a unutra bes grmaljavine neprestani. Sad ugašen sam, suv i otkriven. Nema više detinjaste energije: Jedna mi je strana topla, druga hladna. Bez dúga. Ugnezdih se u kući vrlo istančanog sluha. Mnogi bi da uđu kroz zidove, ali većina to ne uspeva: beli šum zaborava ih zagluši. Neznana pesma davi se u zidovima. Uzdržano kuckanje što bi da i ne sasluša isprekidane uzdahe moje ostarele odgovore dok beskućnički puze. Slušaj rutinski samoprekor društva, glas što nemalo pirka, poput veštački stvorenog vetra po hodnicima rudnika šesto metara duboko. Oči su nam pod zavojima širom otvorene. Bar da sam im pomogao da shvate kako drhtanje pod nama beše znak da smo na mostu... Često sam morao da stojim nepokretan. Partner bacača noževa u cirkusu! Pitanja što sam u besu sa sebe stresao vraćala su se strmoglavo natrag ne dosežući do mene nego se zabadajući u obris, grubo ocrtavajući još mesto s kog bejah već iskoračio. Često bih morao da ćutim. Svojevoljno! Pošto je „poslednja reč“ izgovarana uvek iznova. Zbog „Dobar dan“ i „Do viđenja“... Zbog dana nalik ovom... Zbog toga što će margine prerasti vlastite rubove i preplaviti čitav tekst. Prenoćih u motelu somnambula. Mnoga lica ovde su beznadna, a druga su smirena nakon hodočašća po zaboravu. Dišu, iščezavaju, upinju se da se vrate, gledaju kroz mene, svi bi one ikonice pravednosti da se dokopaju. Ali retko se dogodi da neko od nas doista vidi drugog: Za časak, ukaže se čovek kao na fotografiji, samo kudikamo jasnije, a u pozadini, nešto je veće od njegove senke. Cela njegova figura stoji pred brdom. Pre će biti da je to puževa kućica nego brdo. Pre će biti istinska kuća nego puževa ljuska. Nije čak ni kuća, ali ima mnoštvo odaja. Sve je neodrađeno, ali još kako rečito. On izrasta iz toga, a to iz njega. To je njegov život, njegov lavirint.
Tomas Tranströmer
Piyango bileti satın almaya giderken kaza geçirip bir otomobilin içinde ölme ihtimaliniz, ikramiye kazanma ihtimalinizden yüksektir.
David McRaney (You Are Not So Smart)
Yahya Kemal usta bir şair, ama küçük bir insandı. Onu tanımadan yalnız şiirlerini okuyanlara gıpta ediyorum. Ne yazık ki, ben yakından tanıdım onu. Nâzım Hikmet'in bir şiirinde dediği gibi, göğsünde yürek yerine bir "idare lambası" yanardı. O idare lambasının cılız ışığı bile sönerdi zaman zaman. Üvey babamın yalancısıyım ama, Falih Rıfkı, "Mustafa Kemal'in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal'di. resmen ayaklarını öpüyordu" demişti. Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Ömründe çalışmamıştı. Bunu açıkça söylemekten çekindiği halde, Ahmet Haşim!i ne kadar çok seviyorsa, Yahya Kemal'i de o kadar az sevdiğini anılarında besbelli eden Yakup Kadri, ona benim gibi asalak demez; ancak "şahane bir tembeldi" demekle yetinir. Hiç çalışmadığı gibi, bildiğim kadarıyla ömründe kendi evi de olmamıştı. Dost evlerinde (bu arada bizim evde, babaannemin kardeşi Ethem Dirvana'nın eşinin Kandilli'deki Kıbrıslı yalısında ve başka tanıdıklarında) yalvara yakara elde ettiği elçiliklerde ya da bedava olarak Park Otel'de oturmuştu. Ya dostlarının ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin Sanat Müşaviri, Yapı Kredi Bankasının Estetik Müşaviri adı altında, ona sinekürler uydururlardı, yani hiç çalışmadan para kazanmak olanakları sağlanırdı. Şişmanlar genellikle çok canayakınken, o sevimsiz bir şişmandı. Sofrada davranışları hiç hoş değildi. Küçüklüğümde o yemek yerken, midem bulanırdı. Annem bir kaza yapacağımı anlar, beni sofradan kovardı. Daha sonraları, dişleri dökülünce, takma dişlerini herkesin önünde çıkardığı, bardaktaki suda çalkalayıp gene ağzına takdığı olurdu. Bizim Büyükada'daki evde aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk kalmıştı. Biraz kilo vermesi için, annem ona özel rejim yemekleri hazırlatırdı. Yahya Kemal hem onları, hem de sofradaki yemekleri yerdi; üstelik herkesin yediğinden üç kat fazlasını. Gelgelelim, annem servetini yitirip Falih Rıfkı'dan da boşandıktan sonra, Yahya Kemal onu aramaz oldu. Şefika, Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a ilk yerleştiği sırada Yahya Kemal'den bir miktar borç almış. Günün birinde evimizden bir halı satıp bu parayı geri vereceğini söyleyince, bunu engellemeye çalıştım, "Adama çok ayıp olur. yıllarca bizde kalmış. Şimdi siz bu durumdayken, o parayı almaz" dedim. Annem, "Yoo, alır, alır" dedi. Yahya Kemal'i ayıplarcasına söylememişti bunu. Adamın huyunu biliyor, onu olduğu gibi kabul ediyor; parayı almasını normal sayıyordu. Ben buna inanmadım, annemle birlikte Park Otel'e gittim. Annem haklı çıktı. Verilen borç geri alınırken, "Acelesi nedir? Durumun sıkışıksa, daha sonra ver" gibi alelusul bir lâflar edilir. Yahya Kemal bunları bile söylemedi, "Ha, peki" diyerek parayı cebine indirdi. Yahya Kemal kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tamamiyle bencil, kaskatı bir adamdı. Nâzım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanım'la, uzun süren fırtınalı bir aşk yaşamıştı. Annem bir gün ona, "Ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz" demiş. Yahya Kemal de "Hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil" diye yanıt vermiş. Ne var ki, şiirsel bir lâftan başka bir şey değildi bu: Celile Hanım onunla evlenebilmek için eşinden ayrılmıştı. Gelgelelim Yakup Kadri'nin dediği gibi, Yahya Kemal tam bir "küçük burjuva" gibi davranmış; aşkı uğruna kurulu düzeni hiçe sayan bu sanatçı kadınla birleşmeyi göze alamamıştı. Yakup Kadri'ye şöyle demişti: "Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar." Gene Yakup Kadri'nin açıkladığı gibi, o sırada Dârülfünûn'da müderristi. Çıkarları aşkından çok daha önemli olduğundan, saygınlığını sarsacak bir duruma düşmek korkusuna kapılmıştı. Yıllar sonra gözleri artık görmeyen yaşlı Celile Hanım, açlık grevine başlayan oğlu için, Galata Köprüsü'nde imza toplarken, bir rastlantı sonucu oradan geçen Yahya Kemal eski sevgilisini görmüş. Nâzım Hikmet'in kurtulması için, hemen sıvışmıştı oradan.
Mîna Urgan (Bir Dinozorun Anıları)
Öte yandan hiçbir şey yanlış değil. Ziyan edilmiş birşey yok. Herşey olması gerektiği gibi gelişiyor. Kendi açından, başına gelenlerin çok azının kaza olduğunu göreceksin. Herşey büyümen içindi. Ve hepsi iyiliğin içindi. (s.333)
Robin Sharma (The 5AM Club By Robin Sharma [Paperback] 2018)
Bir gün Başvekil İsmet Paşa Çankaya’dan dairesine gelirken, yanında bulunan valiye Hacettepe’yi gösterir: - Neden burasını ağaçlamıyorsunuz? diye sorar. Biraz sinirlice sorduğu için tepe hemen o mevsim park olmuştur. Akköprü’den gelen yol ile Meclis önünden istasyona inen yolun kesiştiği yerde: - Yeni şeyler yapmak için paraya ihtiyacınız var, bu iki yolu birbirinin altından üstünden geçirmek için şimdilik masraf etmeyiniz, diyerek, şehir mütehassısı tarafından bugünkü yuvarlak projesi yapılmıştı. Belediye Reisi bunu tatbik ettirmeyi âdeta bir şeref meselesi hâline soktu. Otomobiller yavaşlıyarak geçmek zorunda oldukları için Atatürk’e burada suikast yapmak kolay olacağı ve mesuliyeti üstüne almıyacağı iddiasına kadar gitti. Atatürk bizzat geldi, meseleyi tetkik etti: - Yuvarlağı belki biraz daha daraltmak lâzım, ama fikir doğrudur, yaptırınız, dedi. Belediye Yansen plânının kavşak prensiplerini nerede tatbik etmemişse, orada kazalar olmuştur ve senelerden beri seyrüsefer memuru beklemektedir. Yalnız bu yuvarlağın olduğu yerde hiçbir kaza olmamıştır ve hiçbir seyrüsefer memuru beklememiştir.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Yaşamımın sürekli talihsiz bir kaza nedeniyle değişmesin­ den çok yorulsam da artık bununla kavga etmiyorum. Artık hiçbir şeyle kavga etmek gelmiyor içimden. Ellerimi kaldır­ dım, teslim oluyorum. Savaşmayı bırakan insana kim ne ya­ pabilir ki? Yenilmek kadar büyük özgürlük yok, şimdi kaza­ nanlar düşünsün Osman.
Aylin Balboa (Bu Hikâye Senden Uzun Osman)
In a consumption-oriented society, your identity is tied more to what you consume than to what you produce. "Consumerism" as a belief system accepts consumption "as the way to self-development, self-realization, and self-fulfillment.
Stephanie Kaza (Hooked!: Buddhist Writings on Greed, Desire, and the Urge to Consume)
She sat up, dazed. Then she made a face at Erec. “I don’t like you.” “I don’t like you, either,” he said.
Kaza Kingsley (The Search for Truth (Erec Rex, #3))
Looking back over fifty years of science and environmental education, I find that the main thing I have taught is how to pay attention.
Stephanie Kaza (Green Buddhism: Practice and Compassionate Action in Uncertain Times)
The sense of loss was deeply familiar - a sudden hole, the universe altered, a recognition of the end of something meaningful and important. How often does one get the chance to be this close to a wild being?
Stephanie Kaza (Green Buddhism: Practice and Compassionate Action in Uncertain Times)
Yarın yapılacak işler: 1. Akla zarar, yurda yarar bir insan olunacak. 2. Mutlu aşk yokmuş, mutlu aşk aranacak, mutlaka bulunacak. 3. Hayatın anlamı aranacak, meşgul çıksa da yılınmayacak, tekrar ve tekrar aranacak, ödemeli. 4. Komşunun tavuğuna kışt denilmeyecek. 5. Aşk her şeyi affeder mi araştırılacak. 6. Günde beş öğün memleketin haline 15 dk. üzülünecek. 7. Haritada yarın katliam, doğal afet, görünmez kaza, linç, savaş çıkabilecek olası şirin beldeler kırmızı kalemle işaretlenecek. 8. Her şey önceden düşünülüp söylenecek ve sonra da bir topluluk içinde gururla 'ben söylemiştim' denilecek. 9. Spor yapılacak, spor olsun diye yaşanacak. 10. Nesli tükenen bazı insani değerler için 15 dk. saygı duruşunda bulunulacak. 11. Ecevit'in mitinglerde uçurduğu o barış güvercinlerini nereden bulduğu araştırılacak. Güvercinlerin çoğu Mardinliymiş, barış güvercinleri yoksa etnik mi, tetkik ve teftiş edilip rapor hazırlanacak. 12. Yeni kararlar alınacak ama gene uyulmayacak. 13. Şubat ayı 4 yılda 1 29 çekiyormuş, şubat ayının ve 29'un bundan haberi var mı incelenecek. 14. Susma, sustukça sıra sana gelecek. 15. Birikmiş vefa borçları ödenecek. 16. O bu gece gelecek, hasret sona erecek. 17. Kötüler allah'a havale edilecek. 18. Dostlar alış-verişte görülecek. 19. Çarşamba'yı sel alacak. 20. Böyle gelmiş böyle gidecek.
Metin Üstündağ (Denemeyenler)
Odista, mnogo je toga činilo Hil'gum, a što se moglo nazvati duhom te zemlje, originalno, novo iz perspektive onoga koji je cijeli svoj život proveo u Enzolartu, a kakav je eto bio Bohhar, i neobično, kanda odupiruće samoj logici prirode na koju su enzolarčani bili naviknuti, ali ništa od toga, ma koliko čudno, ipak nije primijećivao taj čiji sam život je nelogičnost činila. Gwath naime, on je vidio tek kišu. Prozaičnu, hladnu, što je bola poput borovih iglica kilometrima široke, kao ogledala odražavajuće površine jezera što se pružahu uz cestu. I čiklje je njegovo oko osmatralo kroz tu kišu, zajedno sa ribarima i trgovcima na njima, i maglu što se dizala ponad jezera. Sve to Gwath je malo volio, baš kao što se moglo reći da je malo volio sam Hil'gum. “Ovo si htio vidjeti?”, starac upita svog mladog suputnika, a onda se stisnu u svom čarobnjačkom habitu dočim su ih najmljene karoce uz kaskanje konja truckajući cestom vozile. “Eto ti pa gledaj.” “Zašto plove na ovoj hladnoći?” Bohhar će tu upitati, pokušavajući sakriti drhturenje u glasu. “Sveta cesta.”, Gwath polako odvrati, očiju zatvorenih a čela pokrivena kukuljicom. “Južno smo od nje, a južno od nje je smrzotina. Barem što se Utirz ariona tiče. Ali blizu smo, sudeći po svemu. Blizu smo...” Njih dva zajedno sa nekim kočijašem putovala su iz Teoma još od prije zore, kad je sve oko cesta hil'gumskih bila crna noć i mrzli vjetar. Krenuše oni rano jer u Utirz arion planirali su doći oko podneva, no resavci Hil'guma imali su na to svoje primjedbe pa oni zaglibiše u više navrata. Stari čarobnjak i njegov štićenik tada bi iz utonule kočije izašli kako bi ju kočijaš od blata oslobodio kako je već znao. Sa mukom i sav prljav ovaj bi u tomu najzad uspio, a onda bi se putovanje nastavilo dalje. Pomalo ironično, takva bi zustavljanja bila Gwathu najdraži dio putovanja, jer tada bi taj starac otišao prošetati šumarkom, protegnuti se ili pomokriti. Sada su oni svakoga časa, iza svakog brežuljka iščekivali izranjanje zidina Utirz ariona, a to činjaše skutreni iza kočijaša i dva velika bijela konja. “Još pokušavaš saznati što Sila radi?” u jednom trenutku Bohhar tiho upita primijetivši kako stari čarobnjak izgleda kao da spava. “Ne, sada se samo smrzavam.”, Gwath na to odgovori. “Sila je pobjegao još u Teomu.” “Pobjegao?” “Nestao. Nestao.”, Gwath dvaput kaza kao da želi biti sasvim siguran da će mu sugovornik tu riječ upamtiti. “Nisam ga uspio ni pronaći... Ali u Hil'gumu je. Da je u Hil'gumu, to znam. I mislim da je došao kada i mi.” “Zbog nas je došao?” “Toliko bitni nismo. Ali ako je Pripovjedač činio kako mu je rečeno... Bogovi, bogovi dragi...” starac izdahne. Sekundu-dvije potom se činilo kao da će Gwath još nešto reći, ali on se vrati svojoj tišini i sav zvuk opet činjahu zveckanje praporaca, škripa kotača, lupkanje kopita, draškanje vjetra... Bohhar se ovdje vrati osmatranju jezera, jednog od nebrojenih u Hil'gumu, prućaca njegovih i blatnjavih sprudi što ga okruživahu, zaraslih u trstiku i žabokrijek. Negdje daleko, jedva vidljivo u magli, moglo se vidjeti dvije-tri sojenice, uz šaši obrasla tresetišta što obrubljivahu srebrnu vodu. Tamo bijahu uplovljeni čamci, neki sa ljudima a neki vezani uz kamene molove. Najzad, Bohhar progovori: “Ne čini li vam se... ovaj... tebi, ne čini li ti se da smo stigli? Ono su neke sojenice...” “Vidiš, moj dječače”, Gwath na to započne, “ljudi kakav sam ja odredište vide prije nego i krenu prema njemu. Tako da... uistinu mu jesmo blizu. Ali ono što frustrira, ono što gazi ljudsku dušu, nije udaljenost odredišta, već brzina kojom se do njega dolazi.
Ivan Baran (Tame Hil'guma (Ciklus Crnih Knjiga, #3))
Çekim gücü düşük olan yerlerde görüşme yapmamalı, daha iyi çeken yerler tercih edilmelidir. Araç kullanırken cep telefonu kesinlikle kullanmamak gerekiyor. Kaza yapmayı artırıcı bir sebep olmasının yanında, sürekli baz istasyonu değiştirildiğinden sinyal gönderimi de daha fazla olmakta, buna bağlı olarak manyetik ışıma artmaktadır.
Anonymous
In the U.S. there are 45,000 shopping malls employing 10.7 million people. The average American family of four metabolizes four million pounds of material every year to support their lifestyle. That’s 11,000 lbs. a day, 7.5 lbs. a minute.
Stephanie Kaza (Hooked!: Buddhist Writings on Greed, Desire, and the Urge to Consume)
Some days you have to write..... other days you have to write, write..... and every once in awhile you have to write, write, write.....
S. Thomas Kaza