Kat Dennings Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Kat Dennings. Here they are! All 9 of them:

Jetzt sehe ich erst, daß du ein Mensch bist wie ich. Ich habe gedacht an deine Handgranaten, an dein Bajonett und deine Waffen – jetzt sehe ich deine Frau und dein Gesicht und das Gemeinsame. Vergib mir, Kamerad! Wir sehen es immer zu spät. Warum sagt man uns nicht immer wieder, daß ihr ebenso arme Hunde seid wie wir, daß eure Mütter sich ebenso ängstigen wie unsere und daß wir die gleiche Furcht vor dem Tode haben und das gleiche Sterben und den gleichen Schmerz –. Vergib mir, Kamerad, wie konntest du mein Feind sein? Wenn wir diese Waffen und diese Uniform fortwerfen, könntest du ebenso mein Bruder sein wie Kat und Albert. Nimm zwanzig Jahre von mir, Kamerad, und stehe auf – nimm mehr, denn ich weiß nicht, was ich damit noch beginnen soll.
Erich Maria Remarque (All Quiet on the Western Front)
Als je mij vraagt zijn er drie belangrijke stadia in de geschiedenis van de mens. In het eerste kende hij zijn eigen spiegelbeeld niet, evenmin als een dier dat kent. Laat een kat in een spiegel kijken en hij denkt dat het een raam is waarachter een andere kat staat. Blaast ertegen, loopt er omheen. Op den duur is hij niet meer geïnteresseerd; sommige katten tonen zelfs nooit enige belangstelling voor hun spiegelbeeld. Zo zijn de eerste mensen ook geweest. Honderd procent subjectief. Een ‘ik’ dat zich vragen kon stellen over een 'zelf’ bestond niet. Tweede stadium: Narcissus ontdekt het spiegelbeeld. Niet Prometheus die het vuur ontdekte is de grootste geleerde van de Oudheid, maar Narcissus. Voor het eerst ziet 'ik’ zich 'zelf’. Psychologie was in dit stadium een overbodige wetenschap, want de mens was voor zichzelf wat hij was, namelijk zijn spiegelbeeld. Hij kon ervan houden of niet, maar hij werd niet door zichzelf verraden. Ik en zelf waren symmetrisch, elkaars spiegelbeeld, meer niet. Wij liegen en het spiegelbeeld liegt met ons mee. Pas in het derde stadium hebben wij de genadeslag van de waarheid gekregen. Het derde stadium begint met de uitvinding van de fotografie. Hoe dikwijls gebeurt het dat er een pasfoto van ons gemaakt wordt waarvan wij evenveel houden als van ons spiegelbeeld? Hoogst zelden! Voordien, als iemand zijn portret liet schilderen en het beviel hem niet, kon hij de schuld aan de schilder geven. Maar de camera, weten wij, kan niet liegen. En zo kom je in de loop van de jaren, via talloze foto’s, erachter dat je meestal niet jezelf bent, niet symmetrisch met jezelf, maar dat je het grootste deel van je leven in een aantal vreemde incarnaties bestaat voor welke je alle verantwoordelijkheid van de hand zou wijzen als je kon. De angst dat andere mensen hem zien zoals hij is op die foto’s die hij niet kan endosseren, dat ze hem misschien nooit zien zoals het spiegelbeeld waarvan hij houdt, heeft de menselijke individu versplinterd tot een groep die uit een generaal plus een bende muitende soldaten bestaat. Een Ik dat iets wil zijn - en een aantal schijngestalten die het Ik onophoudelijk afvallen. Dat is het derde stadium: het voordien vrij zeldzame twijfelen aan zichzelf, laait op tot radeloosheid. De psychologie komt tot bloei.
Willem Frederik Hermans (Nooit meer slapen)
Eve giden yol – ne denli zorlu olursa olsun – kat edilmelidir!
Mehmet Murat ildan
Tüm evren içinde "YER"in, yani "DÜNYA"nın önemi nedir ki? Öyleyken "Yer"in yaratılmasına "dört", kalan tüm evrenin yaratılmasına da yalnızca "iki" günün harcandığı anlatılıyor. Buna şaşılabilir. Ama unutulmamalıdır ki, dünyadan çıplak gözle bakan kimse, "bilim"den, özellikle de "gökbilimi"nden habersizse, "DÜNYA"mızı, evrenin öteki kesimlerinden "daha büyük" görebilir. Burada asıl şaşılası şey şu olmalı: Ayetlerde, "AY"ıyla, "GÜNEŞ"iyle, "YILDIZ"larıyla "GÖK" (ayetlerdeki anlatımıyla "yedi kat gök") daha ortada yokken, "YER"in, dağlarıyla, ağaçlarıyla, bitkileriyle, hayvanlarıyla "yaratıldığı"nın bildiriliyor oluşu. Bunu yalnızca "iman" ve "imana bağlı akıl" kabul edebilir. Özgür insan aklı ve bilim ise, hiçbir zaman.
Turan Dursun (Tabu Can Çekişiyor - Tanrı ve Kuran)
Daha evvel de olduğu gibi, türban dinsel bir simge olduğu için “inanç” adı altında topladığımız “değişemez önyargıları” temsil eder. Üniversitede ise doğası gereği “hiçbir önyargı tartışmasız kabul edilemez” önyargısı dışında hiçbir önyargıyı kabul edemez. Üniversitede her düşünce, her yorum, her gözlem tartışmaya açıktır. Üniversitenin tahammül edemeyeceği tek şey, gözlemle denetlenemeyen, mantıken tartışılamayan düşünce ürünlerinin değişmez gerçekler olarak öğretilmeye kalkılmasıdır. Bu tür bir düşünceyi savunan hiçbir öğreti üniversitenin kapısından içeri giremez. Bu nedenle türban yasağı bir özgürlüğün kısılması değil, serbest düşünce ve tartışma özgürlüğünü tehdit eden bir düşünce sisteminin üniversite kapıları dışında tutulması demektir. Bir yandan dünyanın yedi günde yaratıldığına inanıp jeoloji öğrenmek nasıl mümkün değilse, diğer yandan Âdem ile Havva efsanesine inanıp biyoloji yapmak öylece mümkün değildir. Dünyanın üzerindeki yedi kat göğe inanıp astronomi yapmak ne denli olanaksızsa, nedenselliği Al-Gazzali'nin yaptığı gibi reddedip fizik yapmak da o kadar mümkün değildir. Bu nedenle, değişemez önyargılara sahip olduğunu giydiği sembollerle üstelik reklam etmek niyetinde olan birinin üniversitede işi yoktur.
A.M. Celâl Şengör (Aptalı Tanımak)
Ab und an gab er mir einen Kuss auf Stirn, Wange, Nase...und löschte damit jedes Mal eine weitere Minute, die ich in den Fängen von Daedalus verbracht hatte. (S.337, Kat)
Jennifer L. Armentrout (Origin (Lux, #4))
Seit du gelesen hast, dass Pflanzen Angst und Schmerz empfinden können und man eigentlich nur noch Äpfel und Birnen essen kann, ohne dass einem der Gedanke an die Schmerzen der Pflanzen quälend im Nacken sitzt. Äpfel und Birnen sind safe. Weil die sich freiwillig in den Selbstmord stürzen.
Kat Kaufmann (Die Nacht ist laut, der Tag ist finster)
Yahya Kemal usta bir şair, ama küçük bir insandı. Onu tanımadan yalnız şiirlerini okuyanlara gıpta ediyorum. Ne yazık ki, ben yakından tanıdım onu. Nâzım Hikmet'in bir şiirinde dediği gibi, göğsünde yürek yerine bir "idare lambası" yanardı. O idare lambasının cılız ışığı bile sönerdi zaman zaman. Üvey babamın yalancısıyım ama, Falih Rıfkı, "Mustafa Kemal'in ayaklarına kapanıp yalvaran bir tek kişi gördüm hayatımda. O da Yahya Kemal'di. resmen ayaklarını öpüyordu" demişti. Yahya Kemal tam anlamıyla bir asalaktı. Ömründe çalışmamıştı. Bunu açıkça söylemekten çekindiği halde, Ahmet Haşim!i ne kadar çok seviyorsa, Yahya Kemal'i de o kadar az sevdiğini anılarında besbelli eden Yakup Kadri, ona benim gibi asalak demez; ancak "şahane bir tembeldi" demekle yetinir. Hiç çalışmadığı gibi, bildiğim kadarıyla ömründe kendi evi de olmamıştı. Dost evlerinde (bu arada bizim evde, babaannemin kardeşi Ethem Dirvana'nın eşinin Kandilli'deki Kıbrıslı yalısında ve başka tanıdıklarında) yalvara yakara elde ettiği elçiliklerde ya da bedava olarak Park Otel'de oturmuştu. Ya dostlarının ya da devletin asalağıydı. Cumhuriyet Halk Partisi'nin Sanat Müşaviri, Yapı Kredi Bankasının Estetik Müşaviri adı altında, ona sinekürler uydururlardı, yani hiç çalışmadan para kazanmak olanakları sağlanırdı. Şişmanlar genellikle çok canayakınken, o sevimsiz bir şişmandı. Sofrada davranışları hiç hoş değildi. Küçüklüğümde o yemek yerken, midem bulanırdı. Annem bir kaza yapacağımı anlar, beni sofradan kovardı. Daha sonraları, dişleri dökülünce, takma dişlerini herkesin önünde çıkardığı, bardaktaki suda çalkalayıp gene ağzına takdığı olurdu. Bizim Büyükada'daki evde aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk kalmıştı. Biraz kilo vermesi için, annem ona özel rejim yemekleri hazırlatırdı. Yahya Kemal hem onları, hem de sofradaki yemekleri yerdi; üstelik herkesin yediğinden üç kat fazlasını. Gelgelelim, annem servetini yitirip Falih Rıfkı'dan da boşandıktan sonra, Yahya Kemal onu aramaz oldu. Şefika, Ankara'dan ayrılıp İstanbul'a ilk yerleştiği sırada Yahya Kemal'den bir miktar borç almış. Günün birinde evimizden bir halı satıp bu parayı geri vereceğini söyleyince, bunu engellemeye çalıştım, "Adama çok ayıp olur. yıllarca bizde kalmış. Şimdi siz bu durumdayken, o parayı almaz" dedim. Annem, "Yoo, alır, alır" dedi. Yahya Kemal'i ayıplarcasına söylememişti bunu. Adamın huyunu biliyor, onu olduğu gibi kabul ediyor; parayı almasını normal sayıyordu. Ben buna inanmadım, annemle birlikte Park Otel'e gittim. Annem haklı çıktı. Verilen borç geri alınırken, "Acelesi nedir? Durumun sıkışıksa, daha sonra ver" gibi alelusul bir lâflar edilir. Yahya Kemal bunları bile söylemedi, "Ha, peki" diyerek parayı cebine indirdi. Yahya Kemal kendisinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, tamamiyle bencil, kaskatı bir adamdı. Nâzım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanım'la, uzun süren fırtınalı bir aşk yaşamıştı. Annem bir gün ona, "Ne yazık, birbirinizi bir türlü sevemediniz" demiş. Yahya Kemal de "Hayır, birbirimizi çok sevdik; ama aynı zamanda değil" diye yanıt vermiş. Ne var ki, şiirsel bir lâftan başka bir şey değildi bu: Celile Hanım onunla evlenebilmek için eşinden ayrılmıştı. Gelgelelim Yakup Kadri'nin dediği gibi, Yahya Kemal tam bir "küçük burjuva" gibi davranmış; aşkı uğruna kurulu düzeni hiçe sayan bu sanatçı kadınla birleşmeyi göze alamamıştı. Yakup Kadri'ye şöyle demişti: "Bu kadar dile gelmiş bir kadınla ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar." Gene Yakup Kadri'nin açıkladığı gibi, o sırada Dârülfünûn'da müderristi. Çıkarları aşkından çok daha önemli olduğundan, saygınlığını sarsacak bir duruma düşmek korkusuna kapılmıştı. Yıllar sonra gözleri artık görmeyen yaşlı Celile Hanım, açlık grevine başlayan oğlu için, Galata Köprüsü'nde imza toplarken, bir rastlantı sonucu oradan geçen Yahya Kemal eski sevgilisini görmüş. Nâzım Hikmet'in kurtulması için, hemen sıvışmıştı oradan.
Mîna Urgan (Bir Dinozorun Anıları)
Mesela Rauf Bey der ki ben Rical-i Osmaniye'den birinin çocuğuyum. Yani Osmanlı devlet adamlarından birinin çocuğuyum Ve benim kanımda padişahın nimeti devreder. Doğru mudur? Doğrudur. Çünkü bir padişahçı terbiye almıştır. O da ayıp bir şey değil. Çünkü padişahlık devrinde, padişahçı terbiye almak pekâlâ Türkiye'de bir nev'i kendi kendini yetiştirmekti. Herkes Mustafa Kemal gibi âsi olmaz. Refet Paşa'ya sorar Atatürk mesela 'Sen ne dersin?'; Ben Rauf Bey'in dediğine iştirak ederim, der. İşte Ali Fuat Paşa da Atatürk'ün çok eski arkadaşı ve çok zeki. Tanıdım ben yakından Ali Fuat Paşa'yı. Yazdığı bir önemli şeyde sonuna koydum Tek Adam, el yazısıyla. Çok şâyân-ı dikkattir. Ha o idare eder, der ki Ben yeni geldim Moskova'dan henüz daha düşüncem yok, tetkik edeceğim, der. Ama şimdi ne oldu? Şimdi Atatürk var ortada, başka türlü konuşur ama ifade eder mi, etmez. Konu ise saltanatın kaldırılıp kaldırılmayacağıdır. Rauf Bey demiştir ki Paşam Meclis heyecan içinde, sen saltanatı kaldıracakmışsın, padişahlığı kaldıracakmışsın, kat'iyen olamaz. Padişahsız bu millet iktidar olmaz. Mustafa Kemal her zamanki taktiğini kullanır. Sen ne diyorsun, der. Onun taktiği odur. Böyle kritik şey oldu mu 'Peki sen ne diyorsun' der. İşte o vakit padişahın şeyiyim, onsuz olmaz. Öteki de böyle filân. Ve sonunda Mustafa Kemal der ki canım, daha şimdi bir şey yok. Siz tatmin edebilirsiniz Meclisi, filân. İşte onlar da tatmin edilmiş şeyler kendilerini. Giderler 16 gün sonra saltanat kalkar. Ve saltanat kalkarken Meclis'te Rauf Bey'e de sms verir Mustafa Kemal. 'Rauf Bey siz bir şey söylemeyecek misiniz?' Çıkar kürsüye, der ki çok isabetlidir, bu büyük bir tarihi karardır, şudur, budur iner... Yine herkes heyecanlı nutuklar söyler. Son söz sizin olsun. Çıkar, bu millî bayram olsun, der Rauf Bey...
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)