“
Hasan ayaklan biribirine dolaşarak ortadaki masaya kadar gitti, elleri titreyerek sol cebinde kalan şekeri masanın üstüne boşalttı. Hasanın içinden, belime sarılı, koynurndaki şekerleri de versem mi, geçti, bir an düşündü, sonra da, ne olur ne olmaz, dedi kendi kendine, koynundaki şekerleri masanın üstüne bıraksa mıydı? Beline sardıklarını da boşaltacak mıydı, çok korkuyor, titriyordu. Bayıldı bayılacaktı. Aklından bir daha, belli belirsiz, ne olur ne olmaz düşüncesi geçti, eli bir daha, bir türlü koynundaki şekerlere gitmedi. Hasan masanın başında ikircik içinde dururken, dışardan mülazım geldi: "Bir emriniz var mı paşam?" "Bunları alın götürün." Sesi bir inleme gibiydi. "Ormana götürün. Asacak ipiniz var mı?" "Şöyle böylevar efendim." Babacan paşa boğazının damarları şişerek bağırdı: "Şöyle böyle ne demek mülazım?" "Enver Paşa hazretleri çok ip göndermişti, hem de asker asmak için yağlı ip. Biz de o kadar çok kaçak astık ki, elimizde dört beş kişilik ip kaldı." "Sonra?" "Sonrası, geriye kalanını, birazını sakladığımız iple yatırıp boğacağız paşam." "Nerden aldınız bu emri?" diye daha çok bağırdı babacan şişman paşa. Onun bu bağırmasına, ocağın önünde ısınan paşalar ayağa fırladılar: "Oturunuz yerinize paşam, niçin öfkeleniyorsunuz, asmakla iple boğmanın ne farkı var, bütün Osmanlı padişahları, şehzadeleri iple boğdurulmadılar mı, Enver Paşa hazretleri de padişah damadı değil mi?" "Doğrusun paşam, hayatta kalan birkaç askeri de bizzat bize boğdurtup tatmin olacak bu adam, bu kan içici cellat. Ne kadar asker bulursak boğalım, boğalım ya, gözümüzün gördüğü her askeri assak, boğsak bile onu tatmin edemeyiz." Askerler kaçakları önlerine kattılar, orınana sürdüler. Orman apaktı, ne bir ağacın gövdesi, ne de bir yaprak gözüküyordu. Bir de göz alabildiğine ağaçlara asılmış, ayaklarının ucu yere değen, kiminin boynu ip gibi uzamış, dilleri dışarda, yüzleri morarmış. Kimisi çıplak. Kimisi de yırtık pırtık içinde. Dayanılmaz bir poyraz esiyor, askerler soğuktan tüfeklerinin tetiklerine dokunamıyorlar, parmaklarını bile açıp kapatamıyorlardı. Kaçakları sıraya dizdiler, bir asker sağlam bir ipi zorla şerle bir ağacın en kalın- dalına bağladı. Baştaki iriyarı kaçağı aldılar ağacın altına götürdüler, kaçakta hiçbir direnme olmadı, ipin ilmiğini boynuna taktılar, ayağının altındaki buz kalıplarını çektiler, parmaklarının ucu yere değiyor, ipteki kaçak kendi yöresinde bir fırıldak gibi dönüyordu. Dili de upuzun dışarıya çıkmıştı. Adamın yüzü gittikçe yeşilleniyordu. Sıradaki ikinciyi, üçüncüyü aldılar, aynı minval üzere astılar. Dördüncünün koluna girdiler, koluna girenleri bir silkelemede yere serdi kaçak. Yerdekiler kalkmadan askerler geniş omuzlu, sağlam kişinin üstüne yüklendi, kaçak, birkaç silkinişte onları da buzların üstüne serdi. Askerlerin hemen hepsi kaçağın üstüne yüklendiler, arkadan kollarını bağladılar, ağzı yukarı buzun üstüne yatırdılar, dün gece yağladıkları urganı boynuna geçirdiler, urganın bir ucundan iki, öbür ucundan iki asker tuttu, yağlı urganı ne olur ne olmaz diye dün gece bir daha yağlamışlardı. Mülazım: "Bütün gücünüzle çekin," diye bağırarak, bir emir verdi. "Bu bir emirdir," dedi. Önce kaçağın gözleri pörtledi, gözleri nerdeyse yerinden çıkacaktı. Bütün bedeni kalktı kalktı indi, gerildi, kaskatı kesildi, ardından da kalkıp inerek, sonra hızla titremeye başladı, sonra titremesi yavaşladı, gerilmesi bitti, ince titreme bir süre daha sürdü, ardından da ölü upuzun uzandı, kaskatı kesildi. Mülazım: "Bu daha kolay," dedi, "hepsini böyle... Bundan sonrakiler de artık bize zorluk çıkarmazlar, sanırım. Gözlerinin önünde oldu her şey. Direnmezler. Haydi, birini getirip şuraya yatırın. Nerden buldunuz bu urganı?" "Kumandanım, Osman çavuş sabaha kadar yağlayarak yaptı bu urganı. Osman çavuş diyor ki, bu urgana padişah boğan urgan derler.
”
”