Ipi Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ipi. Here they are! All 59 of them:

Mangarap ka at abutin mo ito. Wag mo sisihin ang sira mong pamilya, palpak mong syota, pilay mong tuta, o mga lumilipad na ipis...Kung may pagkukulang sayo ang mga magulang mo, pwede kang manisi at magrebelde... tumigil sa pag-aaral, mag drugs ka, magpakulay ng buhok sa kilikili... Sa bandang huli, ikaw din ang biktima... Rebeldeng walang napatunayan at bait sa sarili.
Bob Ong (Bakit Baliktad Magbasa Ng Libro Ang Mga Pilipino? (Mga Kwentong Barbero ni Bob Ong))
Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.Ayaklarıyla masağı itip aşağıya yuvarladı;bir boşluğa düşerken durdu.Gözleri ağzı açık,bacakları gerilerek,çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı.(Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden?Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak,her şeye karşın sağ kalmak,direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)
Yusuf Atılgan
Bekir niye sustun alnımda Hiç kurşun yok diye mi? Hamza'ya kan sattım diye mi sarardın İsmet? Halbuki kırdığım aynadan kum fışkırınca Al bu ipi sen çek, bu ipi sen çek!
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
Genellikle insan bir ipe düğüm attığını sanırken, başka bir ipi bağlar.
Victor Hugo (Sefiller Cilt II)
İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.
Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli)
Like fire extinguisher in the emergency kit made as: burn to emerge.
-ipi(human_bot)
Art of making an era with clear facts. -Before 2020 Art of making tact without letting it to-be-fact. -Post 2020
-ipi
There will be no company like Earth nor a founder like nature in our lifetime.
-ipi(human_bot)
K lang. Mas cute naman ang bunso.
AJ Bacar (Man vs. Ipis, Volume #1)
Kaka-kompyuter mo yan.
AJ Bacar (Man vs. Ipis, Volume #1)
Fare için zamanın akışı sanki bir yerlerde pıt diye kopmuştu. Neden öyle olduğunu Fare'nin kendisi de bilmiyordu. Kopmuş ucu da bulamıyordu. Kopuk ipi elinde tutarak güz hüznü içinde dolanıyordu. Çimenliklerden geçmiş, nehri aşmış, iterek birkaç kapıyı açmıştı. Ne var ki ölü ip onu hiçbir yere çıkarmamıştı. Kanatları kopmuş kuş sineği gibiydi, ilerideki denize doğru akan nehir kadar güçsüz ve yalnızdı Fare. Bir yerden kötücül bir rüzgar esmeye başlamış, o zamana dek Fare'yi sarıp sarmalayan sıcak, bildik havayı dünyanın öteki ucuna sürüklemişti sanki.
Haruki Murakami (Pinball, 1973 (The Rat, #2))
Eğer ortak bir hikayenin içinde isek” dedim, başka kimse olmadığı için kendime, “o nasıl şahsi kalabiliyor ya da bende eksik olan nedir? Yani nedir, mesele nedir?” - Ayrıca ben yorulmayı sevmez, gerekliliğine inanmaz, inanan ve yorulanlar ile karşılaştığımda bunu belli etmez, fakat bir yandan da onlarda eksik ya da fazla olanın ne olduğunu düşünürdüm. - Sorularda iyi cevaplarda tutuktum. Bu tutukluk uzun kirpikli kuş çizimlerine yarıyor, kuş her defasında biraz daha renk ve ayrıntı kazanıyordu. Bir gün “kışşt” desem uçacağı fikri geldi. Fikir, kafayı yemekte olduğum hissiyle kol kola geldi. Sarardım. “Takılma,” dedi bir ses, “yürü, yürümek durmaktan iyidir.” - Bir gün kapı zili çalmış da açmıştım, güzeller güzeli, çilli muzır bir velet kapıda belirmiş, “Buyurun, kimi aradınız?” diye sormuştum, o da “Beni annem gönderdi.” demiş, ben de çocuğun yanlış zili çalmış olabileceğini düşünmek yerine, tanıdığım kadınlardan hangisinin çocuğa benzediğini… - “Kendi Başına Davranabilen Kahraman Hali: Denendi. Fakat henüz başarılamadı.” - Her pencerenin ardında bir televizyonun ışığı deli danalar gibi dönüp duracak, her sabah giden insanlar, her akşam dönecekti. Onlar gidip geldikçe “Nedir, mesele nedir? şeklinde bir soru kafamı karıştıracaktı. Garip rüyalar görecek, ay ile konuşacaktım. “Hayat hakkında fikrim yok” diyecektim kendi kendime. - Söz ettiği şeylerin birbirleri ile bağlantısı yoktu. Bir fikirde durma nedeni, sanki başka bir fikre geçmek içinmiş gibi, sonsuza kadar konuşacakmış hissini veren bir ritm ile akar, akmayıp uçuşurdu. - Memleketimin ovaları, kırları, ana vatan, baba ozağı gibi kelimeler kullanarak yaklaşık yarım saat süren tek cümleyle direnebilirdim. Clodin, “Karar ver artık,” diyebilirdi, “ana kucağı mı benimki mi?” - Soruyu alıp deniz kıyısına gidemezdim. Şimdi ve burda cevap vermek gerekirdi. - “Güzel konuştun.” dedi., “bunun dansı nasıl olur?” “Yerim dar.” - “Gidelim mi, kalalım mı?” “Kalıp ne yapacağız?” dedi, “bari zıplayalım da hareket olsun.” - Stella giderken gerçeğini de beraber götürüyor olabilir. Bu sadece bir gemi adıdır ve söylenen şey, kaptan ile belki, hatta piyanist ile büyük ihtimalle, fakat gemi ile biraz zor olabilir. - Bizim için gidiyor olan ise, gittiği yer için geliyor olabilir. Bu durumda gittiği yere gidip orada bekleyebiliriz. - Mesele buydu, bu böyleydi. Derinden hissettim. His gitti, rahat ettim. - Nereden baksam birkaç saatim vardı. Nereden baksam acaba? - Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi. - Ondan söz edildiğinde, asla doymayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup gecelerioyalanmak içişn eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalardı söylerdim. “Vallahi” derdim “ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden.” - Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. - Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastaığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim. - Kapı kilidinde anahtar önder, altıma yapardım? Kızlar yurttaşlık bilgisi kitabını açar, ben kafiye uğruna camdan kaçardım? - “Ben gidiyorum” dedim birdenbire. “Nereye?” dediler “Bilmem” dedim “içimden geliyor.” - Tezgah sesleri gidince, var olduğu mekanın duygusu da gidecek, ‘han’ın ve dokumacının varlığından kuşkuya düşecektim. - “Aslında ben size taş kuşu sormak istiyordum fakat hikaye kendi başına akıyor ki başka soru sordum.” - “Bu kadar kayıptan sonra geriye kalan nedir ve hakikaten nedir, mesele nedir?” - Pencereden bakan, içine kapalı biri olmuş, içinde dolanıp durmuş, kendine dolaşılacak bir iç yapmış, tırtıl olmuş kendine koza yapmış, vazgeçmiş kelebeklikten orada kalmış…
İlhami Algör (Albayım Beni Nezahat ile Evlendir)
Çağ ve Nesil (M. Fethullah Gulen) - Your Highlight on Location 575-584 | Added on Monday, April 21, 2014 2:20:22 AM Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz. Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahtan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..! Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür. İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir. ==========
Anonymous
günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.
Anonymous
Dış kapının yanındaki odaya havanelini bıraktı; küçük bir tabağa dolaptan biraz yağ koyup çıktı; odasına girdi, kapıyı kapadı. İçerisi ılıktı. Tavandan sarkan uzun çamaşır ipi masadan kaymış, yatakta çöreklenmişti. Elindeki tabakla bıçağı masaya koydu; ağır ağır, dengesini bozmadan üstüne çıktı; ipi tutup bütün gücüyle asıldı. Yukarıya iyice bağlıydı. Bıçağı sürte sürte ipin uzunca bir parçasını kesti; bıçakla birlik kapıdan yana attı. Yukarıdan sarkan ipinin ucunu büktü, ilmikledi; yağladı. Tabağı yatağın başucuna attı. Kırılmadı. Masa ara sıra belli belirsiz titriyordu. İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldılar buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. Gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?)
Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli)
Hasan ayaklan biribirine dolaşarak ortadaki masaya kadar gitti, elleri titreyerek sol cebinde kalan şekeri masanın üstüne boşalttı. Hasanın içinden, belime sarılı, koynurndaki şekerleri de versem mi, geçti, bir an düşündü, sonra da, ne olur ne olmaz, dedi kendi kendine, koynundaki şekerleri masanın üstüne bıraksa mıydı? Beline sardıklarını da boşaltacak mıydı, çok korkuyor, titriyordu. Bayıldı bayılacaktı. Aklından bir daha, belli belirsiz, ne olur ne olmaz düşüncesi geçti, eli bir daha, bir türlü koynundaki şekerlere gitmedi. Hasan masanın başında ikircik içinde dururken, dışardan mülazım geldi: "Bir emriniz var mı paşam?" "Bunları alın götürün." Sesi bir inleme gibiydi. "Ormana götürün. Asacak ipiniz var mı?" "Şöyle böylevar efendim." Babacan paşa boğazının damarları şişerek bağırdı: "Şöyle böyle ne demek mülazım?" "Enver Paşa hazretleri çok ip göndermişti, hem de asker asmak için yağlı ip. Biz de o kadar çok kaçak astık ki, elimizde dört beş kişilik ip kaldı." "Sonra?" "Sonrası, geriye kalanını, birazını sakladığımız iple yatırıp boğacağız paşam." "Nerden aldınız bu emri?" diye daha çok bağırdı babacan şişman paşa. Onun bu bağırmasına, ocağın önünde ısınan paşalar ayağa fırladılar: "Oturunuz yerinize paşam, niçin öfkeleniyorsunuz, asmakla iple boğmanın ne farkı var, bütün Osmanlı padişahları, şehzadeleri iple boğdurulmadılar mı, Enver Paşa hazretleri de padişah damadı değil mi?" "Doğrusun paşam, hayatta kalan birkaç askeri de bizzat bize boğdurtup tatmin olacak bu adam, bu kan içici cellat. Ne kadar asker bulursak boğalım, boğalım ya, gözümüzün gördüğü her askeri assak, boğsak bile onu tatmin edemeyiz." Askerler kaçakları önlerine kattılar, orınana sürdüler. Orman apaktı, ne bir ağacın gövdesi, ne de bir yaprak gözüküyordu. Bir de göz alabildiğine ağaçlara asılmış, ayaklarının ucu yere değen, kiminin boynu ip gibi uzamış, dilleri dışarda, yüzleri morarmış. Kimisi çıplak. Kimisi de yırtık pırtık içinde. Dayanılmaz bir poyraz esiyor, askerler soğuktan tüfeklerinin tetiklerine dokunamıyorlar, parmaklarını bile açıp kapatamıyorlardı. Kaçakları sıraya dizdiler, bir asker sağlam bir ipi zorla şerle bir ağacın en kalın- dalına bağladı. Baştaki iriyarı kaçağı aldılar ağacın altına götürdüler, kaçakta hiçbir direnme olmadı, ipin ilmiğini boynuna taktılar, ayağının altındaki buz kalıplarını çektiler, parmaklarının ucu yere değiyor, ipteki kaçak kendi yöresinde bir fırıldak gibi dönüyordu. Dili de upuzun dışarıya çıkmıştı. Adamın yüzü gittikçe yeşilleniyordu. Sıradaki ikinciyi, üçüncüyü aldılar, aynı minval üzere astılar. Dördüncünün koluna girdiler, koluna girenleri bir silkelemede yere serdi kaçak. Yerdekiler kalkmadan askerler geniş omuzlu, sağlam kişinin üstüne yüklendi, kaçak, birkaç silkinişte onları da buzların üstüne serdi. Askerlerin hemen hepsi kaçağın üstüne yüklendiler, arkadan kollarını bağladılar, ağzı yukarı buzun üstüne yatırdılar, dün gece yağladıkları urganı boynuna geçirdiler, urganın bir ucundan iki, öbür ucundan iki asker tuttu, yağlı urganı ne olur ne olmaz diye dün gece bir daha yağlamışlardı. Mülazım: "Bütün gücünüzle çekin," diye bağırarak, bir emir verdi. "Bu bir emirdir," dedi. Önce kaçağın gözleri pörtledi, gözleri nerdeyse yerinden çıkacaktı. Bütün bedeni kalktı kalktı indi, gerildi, kaskatı kesildi, ardından da kalkıp inerek, sonra hızla titremeye başladı, sonra titremesi yavaşladı, gerilmesi bitti, ince titreme bir süre daha sürdü, ardından da ölü upuzun uzandı, kaskatı kesildi. Mülazım: "Bu daha kolay," dedi, "hepsini böyle... Bundan sonrakiler de artık bize zorluk çıkarmazlar, sanırım. Gözlerinin önünde oldu her şey. Direnmezler. Haydi, birini getirip şuraya yatırın. Nerden buldunuz bu urganı?" "Kumandanım, Osman çavuş sabaha kadar yağlayarak yaptı bu urganı. Osman çavuş diyor ki, bu urgana padişah boğan urgan derler.
Yaşar Kemal (Tanyeri Horozları (Bir Ada Hikayesi, #3))
Sırasıyla kaçakları buzun üstüne yatırıyorlar, yağlı ipi boyunlarına geçiriyorlar, fazla uğraşmadan adam tırlayıp buzların üstünde kalıyordu. Az bir sürede kaçaklar yarıya indi. Gün kavuşana kadar hepsini boğmuş olacaklardı. Sıra Pehlivan Rüsteme geldi. Her şeye karşın gene öyle güçlü duruyordu. Yatırırlarken Rüstem direndi, kollarına yapışmış kişileri buzların üstüne savurdu. Üstüne gelenleri sağa sola savuruyordu. Tam bu anda sıranın en ucundaki Hasan, arkadaşının da elini tutarak ormanın içine yürüdü. Ormanın içine boylarınca kar yığılmıştı. Pehlivan Rüstemi yere yatırıp, boğazına ilmiği geçirenlerden birkaçı kaçak Hasanla kaçak arkadaşını kaçarlarken gördüler, mülazım emir verdi, askerler silahlarının namlularını onlara çevirdiler, mülazımın ağzından çıkacak, "ateeş," emrini bekliyorlardı. Hasan arkaya döndü baktı, askerler elleri tetikte öylece duruyorlardı. Arkadaşı da döndü baktı... İlerdeki kalın gövdeli ağacın ardına kendilerini attılar, boğazlarına kadar kara gömüldüler. Gırtlaklarına kadar kar içinde biraz öyle durdular, başlarını çevirince namluların kendilerine dönmüş öyle durduğunu, parmaklarının da tetikte olduğunu yine gördüler. O kadarcık mesafeden, ateş etseler, en acemi asker bile onları başlarından vurabilirdi. Hiçbiri kıpırdamıyor, parmakları tetikte mülazımın gözlerinin içine bakıyorlardı. Karı yara yara yüz adım daha yürüdüler, ağacın gövdesinin duldasından çıkmışlardı. Gene başlarını çevirdiler, mülazımla göz göze kaldılar. Teğmenin gözleri ateş saçıyordu, hemen karın içine. yattılar, emekleyerek, bir iri gövdeli ağaç buluncaya kadar ayağa kalkmadılar. Son bir kez baktıklarında, teğmenin ayaklarının dibinde Pehlivan Rüstemin heybetli gövdesi, dizlerini karnına çekmiş yatıyordu. Bir daha arkalarına bakmadan, kaçak Hasanın, ne olur ne olmaz diye koynunda sakladığı şekerden birer parça, birer parça ağızlarına atarak ormanı dışarı çıktılar.
Yaşar Kemal (Tanyeri Horozları (Bir Ada Hikayesi, #3))
It's clear that budget will never be sufficient.
-ipi
Meselâ, Türkleri sindirebilmek için Ruslar birtakım suçlar uyduruyorlar ve bunları zavallı Türk halkının itiraf etmesini istiyorlardı. Bu cümleden olarak 125 çeşit işkence ve 28 çeşit öldürme usulü ihdas edilmişti. Bunlardan birkaç tanesini aşağıya alıyoruz: 1 - Kadın ve kızların tenasül organlarına elektrik lâmbaları sokmak ve bunlara ce­reyan vermek suretiyle işkence etmek. 2 - Başı ve ayakları ayrı ayrı iki vasıtaya bağlayarak, her iki vasıtayı ters istika­mette hareket ettirmek suretiyle eziyet etmek. 3 - Vücutta bir delik açıp buraya düğümlü bir ip sokarak iki gün beklettikten sonra, ya­ranın içinde ipi testere gibi sürterek iş­kence yapmak. 4 - Askerî eğitimde, insanları hedef yapmak. 5 - Maden ocaklarında zehirli gazlarla öldür­mek. (Altay kahramanı Şerif Han Töre böyle bir ocakta şehit edilmiştir). Rus mütehassısları bildiklerini Çinlilere de öğ­retmek niyetiyle birçok kurslar açmışlardır. Kurs­larda; işkence usulleri nasıl uygulanır, siyasî polise bağlı daireler nasıl sevk ve idare edilir, sır sakla­mak nasıl olur, mahpuslar nasıl muhakeme edilir, yapılmayan suçlar nasıl itiraf edilir? vs. gibi hu­suslar hakkında bilgi veriyorlardı. Ayrıca, her ka­zada en az 500 kişi alacak kapasitede hapishane inşa ettiriyorlardı. Ruslar, Doğu Türkistan'a tam yerleştikten son­ra, tasfiye işlerine giriştiler. Başta Hoca Niyaz Ha­cı olmak üzere 300.000 kişiyi tevkif ettiler. Daha sonra bunlardan binlercesini şehit ettiler. Hoca Ni­yaz Hacı, da, şehit edilenler arasında idi.
İsa Yusuf Alptekin (Doğu Türkistan Davası)
If you are 99% you owe it to 1%
-ipi(human_bot)
I could feel the collapse under their forces.
-ipi(human_bot)
Censorship: "I'm the first one who is hiding words." "Whatever you say, conclusion is mine.
-ipi(human_bot)
Our health care system squanders money because it is designed to react to emergencies without infrastructure.
-ipi(human_bot)
O" the strength in government reminds me of my governments performance in _______.
-ipi(human_bot)
Good things wait for the Good phase to come.
-ipi(human_bot)
People who love this country can change it, once and for all!
-ipi
If freedom is short of weapon we compensated with deals. -Post 2020
-ipi
Too many people not enough walls. -Pre 2020 Too many walls not enough people. -Post 2020
-ipi
Think like a leader not marketer
-ipi
A living cell that stole living soul." -Post 2020
-ipi
Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini fark ediyorum. İpi boynumdan dikkatle çıkarıyorum, ama bu kez de kendi ellerimle boğazımı sıkmama ramak kalıyor.
Fernando Pessoa (The Book of Disquiet: The Complete Edition)
,We all were moving levels in 2021- 1, 2, 3,.....
-ipi(human_bot)
Had our brains been with us we would have been proud of the people we elected, all in tune with the strings of the heart.
-ipi(human_bot)
They sell the family parrot to town gossips.
-ipi(human_bot)
COVID19 in India 2020. Pfizer in India 1966. Yet we weren't getting Pfizer vaccine even in 2021?
-ipi(human_bot)
We dream digital nation, but we ban other countries digital platforms.
-ipi(human_bot)
BlueTwitter I want PinkTwitter, else be colourless.
-ipi(human_bot)
The truth is : We study everyday earth not through geography but through politics.
-ipi(human_bot)
My nation trade: My finance Minister: My Prime Minister: Our trades: Export @ Rs150 per & then Import @ Rs 950 per
-ipi(human_bot)
If buildings were made to collapse, government needs to vanish.
-ipi(human_bot)
Politics is a contract clenched at the hands off affluent's.
-ipi(human_bot)
Your lows, Our highs.
-ipi(human_bot)
I dream of a Digital Nation where e-Commerce doesn't drives Leaders Branding.
-ipi(human_bot)
One vote will do no harm, but one non deserving elected might!
-ipi(human_bot)
We want change, change not from body or mind of mine but from this pandemic rulers.
-ipi(human_bot)
With the country in mourning of grandparent/parent he/she wins the election.
-ipi(human_bot)
You know, in most of any other house, this would have been a private issue between a son and dad, very private.Obviously, it’s not in politics.
-ipi(human_bot)
Trying to pause or stop vaccination is a aggressive approach.
-ipi(human_bot)
Politics is national, but all politics is personal.
-ipi(human_bot)
O, balkonda kaldıkça ben eksik düşleri tamamlıyordum ya da iyiden iyiye eksiltiyordum. Rüya içinde rüyaya dalıyordum. Başkalarının düşlerini olsun görüyordum. İpi çözülmüş balkondakileri düşlüyordum sözgelimi. Kuş uyandığından beri hepten anasonlu bir uykuya dalmıştılar. Bir düşte yaşayanlar, ancak düşlendikçe sürdürür yaşamayı.
Pelin Buzluk (Kanatları Ölü Açıklığında)
Eventually it will be, Jio is spying on me".
-ipi(human_bot)
Every crisis is branding in my nation!
-ipi(human_bot)
insana nasıl girecek ama aslen yabancı bir beden lazımsa bir de geçmiş lazımdı ve tutarlı bir hikâye. beğenilecek olmasa da anlatılınca, "anlat" denince dinleyenin bir şeyleri hatta mümkünse her şeyi uç uca ekleyeceği bir geçmiş, şu şunun yüzünden, bu bundan, o oradan yürüme, öteki berikinden türeme, ya işte böyle, diyeceği bir şeyler lazımdı. insan çünkü anlamadan değil ama uydurmadan duramıyordu. insan, uyduracak ki varlığına inanılsın, uyduracak ki bir mindere oturtulsun, bilemiyorum, ne nasıl oldu, ben nasıl oldum bilemiyorum, demek olmaz. kendini sebepleriyle bilecek başkasına da anlatacaksın, başkası da ikna olacak, bazen senin sende atladığını o hemen bulup yerine koyacak. sebep ip demekmiş kelime manası olarak, yani ipi çeke çeke eline gelecek, sonuna ulaşılacak. s.42
Şule Gürbüz (Kıyamet Emeklisi - Birinci Cilt)
Kuklalar, kuklalar, kuklalar... Sanırım Hayalbaz nasıl isterse onlar da öyle yaşayacaklar.
Almina Taner (İpi Kopuk Kuklalar)
Aile denen ipi bir sıçrayışta aşmak arzusu içinde çırpındı. Yapamadı. İki senenin sonunda yazıhanede şişmanladı, uyuştu kaldı.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Cengiz tabureye çıkarken cellat da mecburen yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz'in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı. Karanlığın koyultusunda saklanmak ister gibiydi. Anlaşılmaz bir hırıltı kapladı ortalığı... Karanlığa benek benek düşen lambaların fersiz ışığında çırpınan, debelenen beyazlıktan başka her şey sanki taş kesilmişti. Ne kadar geçti bilinmez, Cengiz hala can çekişiyordu. İçlerinden biri, içinde biriken nefesiyle avazının çıktığı kadar bağırdı: -Böyle işkence olamaz... Tutun lan, kaldırın! Aynı duyguları paylaşan iki asker zembereğinden boşanmış yay gibi atılarak Cengiz'i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar. Az sonra köşeye sinmiş olan cellat bulunup getirildi ve bu defa ipi Cengiz'in boynuna tam geçirmesi söylendi. Ve... cellat, tekrar tabureye tekme attı...
Aytekin Gezici (Ülkücülük Tarihi)
Biz, zaman kırıntıları, Zaman sinekleri, Tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar Ve lüzumsuz görenler artık Bu aydınlıkta kendi gölgelerini! Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz, Sanki hiç görmedik birbirimizi, Sanki hiç tanışmadık! Dünya bize öyle kapattı kendisini... Neye yarar hatırlamak, Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde Hatırlamak geçmiş şeyleri, Bu beyhude akşam bahçesinde Kapanırken üstümüze böyle Zaman çemberi Hatırlıyor yetmez mi Güneşe uzanan ellerimiz! Aynalar sonsuz boşluğa Çoktan salıverdi çehremizi, Yürüyoruz, İpi kopmuş uçurtmalar gibi. Biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun, Birdenbire bulanlar içlerinde Gülüncün sırrını, Ne kadar benziyoruz şimdi, Aynı tezgâhtan çıkmış testilere Bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları! Baksak aynalara Tanır mıyız kendimizi, Tanır mıyız bu kaskatı Bu zalim inkârın arasından Sevdiklerimizi. Ben zamanı gördüm, İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu, Bir mezar böyle kazılırdı ancak, Yıldırımsız ve baltasız, Bir orman böyle devrilirdi! Ben zamanı gördüm, Kaç bakışta bozdu hayalimi, Ve kaç düşüncede! Ben zamanı gördüm, Şimşek gibi bir ânın uçurumunda. Kim tanır bizi şimden sonra, Aydınlığı kıt gecemize Misafir olanlardan başka; Kuru tahta üstünde bizimle Paylaşanlar günlerimizi Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe Ancak tanır bizi Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından! Akşamın tek bir ağaç gibi Dal budak saldığı sular Çocukluk rüyalarının bahçesi! Sakın kimse el sürmesin dallara, Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın Benim uykum boyunca! Ben zamanı gördüm, Devrilmiş sütunlar arasından Çok eski bir sarayın Alnında mor salkımlar vardı Ve ilâhlar kadar güzeldi. Uçmak için kanatlanmayı bekleyen Yavru kuş gibi doğduğu kayada Ben zamanı gördüm Çırpınırken avuçlarımda. Bak martılar kanat çırpıyor sana Bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz Yelkovan kuşları yalıyor suyu, Sen ki bakışında yumuşak bir yaz Gülümser en yeşil gecesinden Ve sesin durmadan, durmadan örer, Yıldız yosunu bir uykuyu... Bak, martılar kanat çırpıyor sana. Süzülen yelkenler var enginde, Dalgalar var, güneş var. Güneş ayna ayna, güneş pul pul Güneş saçlarınla oynar Omzundan tutar giydirir seni, Sırtında tül olur belinde kemer Boynunda inci Ve dişlerimin zalim çocuk sevinci Bir tanrılaşırsın genç adımlarında Mevsimler önünde çözer yükünü Bahçeler yığılır eteklerine! Rüya ile Hayal arasında Hayal ile Hakikat arasında Yalnız sen varsın! Gece ile Gündüz arasında Güneşle Göz arasında Yalnız sen varsın! Niçin sen yaratmadın dünyayı? Ellerinin mesut işaretlerinden Daha güzel doğardı eşya! Daha zengin olurdu aydınlık Kendi karanlığından çağırsaydı sesin, Sular başka türlü akardı Sert kayalardan göklere doğru Büyük, mavi, aydınlık sular! Eğilme sakın üstüne Kendi yeşilinde boğulmuş havuzların, Ve bırakma saçlarını tarasın rüzgâr, Durmadan çukurlaşan bu aynada! Bilinmez hangi uzaklara götürür seni Dudak dudağa öpüştüğün hayal! Sokma güneşle arana, İmkânsızın parıltısını! Ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları! Değişmenin ebedî olduğu yerde Güzeldir hayat! Ne kadar uzak, uzak Yollardan gelir bize Ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz, Keder durmadan çiçek açar içimizde, Ne çıkar unuttuk hepsini! Biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık, Yıldızların amansız çarkına Ve boş yere sızlamış kemiklerimiz, Bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı Bahçelerde hâlâ güller açar mı, Bilmiyoruz, kadınlar, kızlar, Şarkılar masallar var mı? Gece ile gündüz, Acıdan kaskatı kesilmiş yüz, Uykusuzluktan harap göz, Öpüşen dudaklar, Çözülmeye razı olmayan eller var mı? Ayrılık var mı, gurbet var mı? Biz beyhude yere gecikenler, Çokta bitmiş bir yolun ucunda Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede Ne yapar ne eder, Gidip de gelmeyenler, Beyhude bekleyenler! Biz ayın çıplak arsasında Savrulan zaman kırıntıları. Nerden bilelim bunları!
Ahmet Hamdi Tanpınar
Deborah bayram yemeklerini yemeye ve onu görmeye gelen kişilerle konuşmaya çabalıyordu, ama onların karşısında otururken, kısa sürede yorgunluğun pençesine düşüyordu. Hastanedeki ilişkiler kısa ve geçici oluyordu ve aynı anda en fazla iki ya da üç kişi arasında yaşanıyordu bu ilişkiler. Konuşan kişilerden herhangi birinin üzerine karanlık çöktüğü anda da, sohbet bıçakla kesilir gibi kesiliveriyordu. Oysa şimdi, ardı arkası kesilmeyen gevezelikler, bir ipi parmaklara geçirerek oynanan karmaşık bir çocuk oyununu andırırcasına, iç içe dolanıp duruyordu. Deborah'ın, insan maddesi taşısa bile, kendisiyle insan ırkının öteki üyeleri arasındaki mesafenin ona ne denli büyük geldiğini bu insanlara anlatması olanaksızdı.
Joanne Greenberg (I Never Promised You a Rose Garden)
Kenevirden nasıl halat yapıldığını biliyor musunuz? Öncelikle küçük kenevir liflerini alıp iplikler örüyorlar. Sonra bu ipliklerden birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yapıyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek halat haline getiriyorlar. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara bağlayacak kadar sağlam oluyor. Bizim işimiz de böyledir. Dağınık iyi niyetlerimizi bir araya geitirp birleştirmek zorundayız ve bu şekilde iki milyonluk halkımızın aydınlanmasını sağlayabiliriz. ... Sizleri fedakarlığa davet ediyorum. Herkesi değil, yalnızca fedakarlık yapmayı kabul eden ve bunu yapabilecekleri çağırıyorum. Affedersiniz, ama sizinle açık konuşacağım: Biliyorum ki, her meslekte olduğu gibi aramızda ruhen eğitmen olmayanlar da var. Onlar sanatkar bile değiller. Onlar mesleklerini sevmeyen, mesleklerine kahreden tembellerdir. Bir arkadaş olarak onlara nasihat ederim: Okulu bırakın. Başka bir uğraş bulun, yazıhanelere gidin, tüccar olun. Başka işlerle ilgilenin. Ama canlı ruha ve büyük bilgiye gerek duyulan meslekleri işgal etmeyin...
Grigory Petrov