Ile Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ile. Here they are! All 100 of them:

Kendi olarak, sana gelen- sana gereksinimi olmadan, seni isteyen- sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen- kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan- - O, işte...
Oruç Aruoba
Any person who wants to govern the world is by definition the wrong person to do it.
Greg Iles (The Footprints of God)
I will do those things which make me happy today and which I can also live with ten years from now.
Greg Iles (The Quiet Game (Penn Cage #1))
Bir sözün doğruluğu ile inandırıcılığı arasında hiçbir bağlantı yoktur.
Murat Menteş (Dublörün Dilemması)
Hope is faith holding out its hand in the dark.
George Iles
İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır, insanca özlemler değil.
Oruç Aruoba (ile)
Sooner or later. It had better be sooner. Later is like the horizon; it recedes as you approach.
Greg Iles (Dead Sleep)
Özgür irade ile seçilen kötülük, organize güçler tarafından kişiye dayatılan deterministik iyilikten daha mı insancadır ?
Anthony Burgess (A Clockwork Orange)
İstanbul ile Ankara karşılaştırması yaptı. İstanbul'a giden herkes dönüşte böyle bir kıyaslama getirir, lokum gibi ya da pişmaniye, saray helvası, Bolçi. "İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen bile dişlerini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
- Neden bu kadar kötümsersin? - Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Chcę przez to powiedzieć, że nieważne, jak długo dane ci będzie kogoś kochać. Miesiące czy całe lata, to nie ma znaczenia. Ostatecznie nie liczy się to, ile, ale czy kochałaś.
Marta Łabęcka (Flaw(less). Opowiedz mi naszą historię (Flaw(less), #1))
The man's tongue is fit to frighten the French. Another fever." Ah, there," said Morgan, "that comed of sp'iling Bibles." That comed--as you call it--of being arrant asses.
Robert Louis Stevenson (Treasure Island)
Çağlardır bir insan sevgili ile birlikte olmadım. Ama senin tadın...ilgimi çekiyor.
Nalini Singh (Angels' Blood (Guild Hunter, #1))
Yetkin, ama acı veren bir büyü ile buradasınız! Benim burada olduğum gibi, daha da elle tutulur biçimde; ben neredeysem siz de oradasınız, benim olduğum kadar, daha da belirli.
Franz Kafka (Letters to Milena)
Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi. Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama isteği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı. Ya da daha derin algılamak mı. Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu.
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
Zihnimizi edebiyat dekore eder. Kalbimiz ile beynimiz arasında işlek kanallar, koridorlar, tüneller açar. Ahlaki olgunluğun, vicdan hassasiyetinin, gönül ferahlığının imkânlarını; edebiyat sanatı sayesinde keşfederiz. Bir kumandanı, deliyi, anneyi, büyücüyü, talebeyi, avukatı, fahişeyi; korkağı, cömerdi, zavallıyı, kurnazı, dâhiyi, tembeli, salağı… kelimelerden tanırız. Sağlam bir edebiyat donatımı, bize insanların ruhunu sezme, insanlığımıza hakim olma, sahip çıkma gücünü verir. Birbirimizi hakikaten tanımamız, sahiden anlamamız, derinden kavramamız edebiyat sayesindedir.
Murat Menteş (Korkma Ben Varım)
The temptation to second-guess is strong. But I must remember one thing. Life is simple. You are healthy or you are sick. You are faithful to your wife or you aren't. You are alive or you are dead. I am alive.
Greg Iles
Doubt is the beginning, not the end, of wisdom.
George Iles
Göz… Savaşı başlatan haberci. Bakış… Elde olmayan kader, ilahi kaza. Ve aşk... Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise.  
İskender Pala (Kitâb-ı Aşk)
Cahil ile anarşist arasındaki fark tüy kadardır. O aradaki tüyün üzerinde durur bütün okunan kitaplar.
Hakan Günday (Zargana)
Yok abi öyle deme. Ben Nebahat'a kötü gözle bakabilince anladım ki gözlere gerek yok artık bu alemde. Harbi diyorum bak. Eğer sevgi ile bakamayacaksan gözlere ne gerek var.
Aşkın Güngör (Geceyle Gelen)
Bir zavallı ile bir alçak olma arasında gidip geliyor, kendimi yargılamam
Oruç Aruoba (benlik)
Evrendeki en bol elementin, hidrojen ile helyumun, aynı zamanda en hafif iki element olması her şeyi açıklıyor zaten. Böyle hafif bir evrende anlam ne arasın? Anlam ağırdır… Dibe çöker. Falcılar bu nedenle kahvenin telvesine bakarlar.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
When everything is at risk, good judgment, not haste, makes the difference between life and death. Panic is the enemy.
Greg Iles (The Devil's Punchbowl (Penn Cage #3))
Man plans, God laughs,
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
İstanbul'dan ayrılmak istemiyoruz fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? üç beş cadde ile bir o kadar da kahveden başka ne biliriz? fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz... en kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim... bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır... biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz... hepimizi istanbul'a bağlayan sadece bu... burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkanına malik... bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!...
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen de dişini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
Si on ouvrait des gens, on trouverait des paysages. Si on m'ouvrait moi, on trouverait des plages.
Agnès Varda (Agnes Varda, L'ile et elle: Regards sur l'exposition)
Hayat kelimesi ile çalışma kelimesi arasında kafamda hiçbir münasebet kalmamıştı. Hayat benim için iki eli cebinde uydurulan bir masaldı.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Yumuşak bakışın bana/ Uzak çin parklarından/ Geçişin kedilerle/ Çılgın kuş tarlasından
Sezai Karakoç (Leylâ ile Mecnun)
Çirkin bir sözcük olan önyargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var : Her ikisi de mantığın bittiği yerde başlar.
Harper Lee (Go Set a Watchman)
bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu weber’in oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı. kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde “bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Fraj-ile," I say, pronouncing it the way she does - as if it might be a popular tourist destination in the Pacific, beautiful Fraj Isle, with its white sandy beaches and shark-filled coves.
Dan Chaon (Stay Awake)
Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim, 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslmda bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. Tabiî ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. Belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. Ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
Bana sevgili olan uykudur bir güzelden daha güzel olan bu kadar acı ve utanç doluyken içim ne büyük şans kapanması kulaklarımın ve gözlerimin bu yüzden fısıltı ile konuşun huzurumu bozmayın benim.
Michelangelo Buonarroti
Kertenkele sızıyor taşa. Aykırı kentten, aykırı alandan uzun bir özlem kalıyor insana. Ak giysileri ile sessiz göçmenler, aksak iskemlelerle umulmadık bir satranç kuruyorlar. Gözleri uzak kadar uçuk.
Enis Batur (Tuğralar)
Man is the universe becoming conscious of itself.
Greg Iles (The Footprints of God)
Fakat ne çıkardı? Hangi meseleyi hallederdi? Sadece talihin hediye ettiği bu üç günü, bir başka mesele ile daha zehirlemekten başka hiçbir işe yaramazdı. En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı? Hattâ ben var mıydım? Ben dediğim şey, bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Türk vatandaşlarının sıklıkla yaşadığı ülkelerden biri olan Hollanda'ya hizmet veren Medyum Ali Gürses Hoca aşk ve bağlama, rızık açma, kısmet açma, büyü bozma, yıldızname gibi birçok konuda çalışma yapıyor. Ünlü ve uzman medyum Ali Gürses Hoca ile sitesindeki iletişim kanallarından iletişime geçebilirsiniz. medyumali.com
Güvenilir Medyum
Tumble me down, and I will sit Upon my ruines (smiling yet:) Teare me to tatters; yet I'le be Patient in my necessitie. Laugh at my scraps of cloathes, and shun Me, as a fear'd infection: Yet scarre-crow-like I'le walk as one, Neglecting thy derision.
Robert Herrick
When a parent dies, your center of gravity is altered. Even if you lived apart from them—even if you walled yourself off from all contact—you are irrevocably lessened by their passing. Death, like gravity, respects no barriers.
Greg Iles (Cemetery Road)
Just because you will not see the work completed does not mean you are free not to take it up.
Greg Iles (Turning Angel (Penn Cage #2))
Şairler yaşayamadıklarını yazarlar/ Ama o yazılacak olanı yaşarlarsa susarlar
Sezai Karakoç (Leylâ ile Mecnun)
The evil prosper, and the innocent pay the bills for them.
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
People make a grievous error thinking that a list of facts is the truth. Facts are just the bare bones out of which truth is made.
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
Ah, there," said Morgan, "that comed of sp'iling Bibles." "That comes--as you call it--of being arrant asses," retorted the doctor.
Robert Louis Stevenson (Treasure Island)
Papież? A ile on ma dywizji? (Папа! А у него сколько дивизий?)
Joseph Stalin
Her touch was as knowing and confident as her eyes, and as she focused all her attention upon me, I remembered that there is nothing so thrilling as a woman of words when she decides that the time for words is past.
Greg Iles (The Footprints of God)
I must have wanton Poets, pleasant wits, Musitians, that with touching of a string May draw the pliant king which way I please: Musicke and poetrie is his delight, Therefore ile have Italian maskes by night, Sweete speeches, comedies, and pleasing showes, And in the day when he shall walke abroad, Like Sylvian Nimphes my pages shall be clad, My men like Satyres grazing on the lawnes, Shall with their Goate feete daunce an antick hay. Sometime a lovelie boye in Dians shape, With haire that gilds the water as it glides, Crownets of pearle about his naked armes, And in his sportfull hands an Olive tree, To hide those parts which men delight to see, Shall bathe him in a spring, and there hard by, One like Actaeon peeping through the grove, Shall by the angrie goddesse be transformde, And running in the likenes of an Hart, By yelping hounds puld downe, and seeme to die. Such things as these best please his majestie, My lord.
Christopher Marlowe (Edward II)
Przyglądając się więźniom po widzeniach, dochodziłem niekiedy do wniosku, że o ile nadzieja może być często jedyną treścią życia, o tyle jej spełnienie staje się czasem trudną do zniesienia męką.
Gustaw Herling-Grudziński (Inny świat)
Edward: Well Mortimer, ile make thee rue these words, Beseemes it thee to contradict thy king? Frownst thou thereat, aspiring Lancaster, The sworde shall plane the furrowes of thy browes, And hew these knees that now are growne so stiffe. I will have Gaveston, and you shall know, What danger tis to stand against your king. Gaveston: Well doone, Ned.
Christopher Marlowe (Edward II)
You can't build happiness on someone else's pain.
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
I must learn to be content with being happier than I deserve. —Jane Austen, Persuasion, paraphr.
Greg Iles (The Bone Tree (Penn Cage #5))
At his best, man is the noblest of all animals; separated from law and justice he is the worst.   —Aristotle
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
I don’t really understand the world anymore. But maybe there’s some faint hope that the good people on both sides can come together.
Greg Iles (Mississippi Blood (Penn Cage, #6))
Don’t keep a girl guessing too long, or she’ll find the answer somewhere else.
Greg Iles (Natchez Burning (Penn Cage, #4))
Türk vatandaşlarının sıklıkla yaşadığı ülkelerden biri olan Hollanda'ya hizmet veren Medyum Ali Gürses Hoca aşk ve bağlama, rızık açma, kısmet açma, büyü bozma, yıldızname gibi birçok konuda çalışma yapıyor. Ünlü ve uzman medyum Ali Gürses Hoca ile sitesindeki iletişim kanallarından iletişime geçebilirsiniz. Medyum hocanın e-posta adresi: medyumalibey@gmail.com
Güvenilir Medyum
Sözlerin anlamı ne denli güzel ve derin olursa olsun, çoğu zaman ne mutlu insanları etkiler ne de mutsuzları. Bunların etkisini ancak konunun dışındakiler, kayıtsızlar hissedebilir. Çünkü mutluluğun ya da üzüntünün asıl anlatımı suskunluktur. Âşık olanlar birbirlerini en çok sessiz kaldıklarında anlar. Mezar başında söylenen sıcak, coşkun sözler yalnız yabancıları etkiler; bunlar ölenin karısı ile çocuklarına hem soğuk hem de önemsiz gelir.
Anton Chekhov (Doktor Çehov'dan Öyküler)
Kötünün Zaferi Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur; çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir. Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı, güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.
Zülfü Livaneli (Serenad)
Ben devrik cümle bile kuramazdım. Kuramazdım, çünkü korkardım. Sorumluluklarım vardı. Akranlarım bozuk bir Türkçeyle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme ve sonuç kavramlarından bihaber, rastgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken, ben... Ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım. Ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. Bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. Bilsem... Bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurtarırdım. Oysa şimdiki halime bak. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! Saçmasapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!
Alper Canıgüz (Oğullar ve Rencide Ruhlar (Alper Kamu, #1))
Türk vatandaşlarının sıklıkla yaşadığı ülkelerden biri olan Hollanda'ya hizmet veren Medyum Ali Gürses Hoca aşk ve bağlama, rızık açma, kısmet açma, büyü bozma, yıldızname gibi birçok konuda çalışma yapıyor. Ünlü ve uzman medyum Ali Gürses Hoca ile sitesindeki iletişim kanallarından iletişime geçebilirsiniz.
Güvenilir Medyum
Bir fare çatı katında kocaman bir erkek kedi ile karşılaşır. Farenin kaçabileceği hiç bir yer kalmamıştır, köşeye sıkışmıştır. Fare titreyerek kediye şöyle der: Kedi Bey, lütfen beni yeme. Ailemin yanına dönmem lazım. Çocuklarım karnı aç beni bekler, lütfen beni görmemiş ol. Kedi yanıt verir: Endişelenme, seni yiyecek değilim. İşin doğrusu, yüksek sesle söyleyemem ama ben vejetaryenim. Asla et yemem. Bu yüzden benimle karşılaşmış olman, senin için bir şans. Fare yanıtlar: Oh ne kadar mükemmel bir gün, ne kadar şanslı bir fareyim ben. Vejetaryen bir kediyle karşılaştım. Fakat hemen sonrasında kedi fareye saldırır, patisiyle yere bastırır. Keskin dişlerini boğazına geçirir. Fare acı içerisinde son nefesinde kediye sorar: İyi de, hani sen vejetaryendin? Asla et yemediğini söylemedin mi? Yalan mı söyledin? Kedi yalanarak yanıtlar: Ha, ben, et yemem. Bu yalan değil. Bu yüzden seni götürüp marulla takas edeceğim.
Haruki Murakami (1Q84 (1Q84, #1-3))
From my bedroom window, I can see the sun peeping through the clouds. London certainly isn't a city noted for its climate, but I think, sooner or later, you get used to it, and live with the weather. For most of the year, everyone and everything seems to be tucked up cosily in grey cotton wool, but Dickens said that fog is a characteristic of London, didn't he? This climate could go hand in hand with my dismal humour.
Sarah Iles (On tiptoe)
Kişinin özel hayatının mahrem köşelerini bilmek isteği biraz da bizim süfli arzularımızın eseridir. Evet, o tarafı var, ama edebiyat esas itibarı ile ulvi olana yönelmeli. Ulvi olanın vücut bulması için süfli olanın zikredilmesi zaruri olsa bile bunun bir ölçüsü vardır. Her ne yaparsak yapalım Hududullah'a bağlı kalmak ilkemiz olmalıdır.
Mustafa Kutlu (Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı)
Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye. "Ol" der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur. Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur. Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı. Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Herşey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Ordan esen burdan eser, kaya banamısın demez! Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı... Sırtında bir acı ile uyanır.... Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. ..
Friedrich Nietzsche
We do not just belong to this universe, we are it.
Greg Iles (The Footprints of God)
Whoever ceases to be a student has never been a student.
George Iles
Whenever life gets too good, whenever fate hands you something wonderful, something else gets taken away.
Greg Iles (The Devil's Punchbowl (Penn Cage #3))
Kısaca şunu söylemek istiyorum Milena: etrafındakilerin o ulaşılmaz zekilikleri ile hayvanca sersemliklerine karşı senin haklı olduğuna inanmamış olsaydım bu kadar ilgilenebilir miydim seninle? koskoca okyanusların dibindeki bir avuç toprak o baskıya nasıl dayanıyorsa sen de öyle dayanmalısın Milena. Bugüne kadar insanlara tahammül edebileceğimi yeryüzü ile başa çıkabileceğimi düşünmezdim hiç. Ama sen şunu öğrettin bana dayanılmaz olan aslında yaşam değilmiş, insanlarmış.
Franz Kafka
Modernlik diye bir şey yoktur. Biz kendi benliğimizden dolayı bizden evvelkileri geri zannediyoruz. Biz şimdi elektrikle aydınlanıyoruz diye gaz lambasıyla, mumla, yağ kandili ile aydınlananları geri zannediyoruz. Hz. Mevlana yağ kandiliyle aydınlanıyordu, sen elektirikle aydınlanıyorsun diye bir satır mesnevi mi yazabildin? Onun için bu modernlik denen şeyi ben kabul etmiyorum.
Ömer Tuğrul İnançer
You know, the truth isn’t hard to find, if you’re willing to get your hands dirty. Truth waits just under the surface for any man brave enough to scrape a little dirt away. But most people are too afraid or too lazy to get dirty. They’re afraid to ask the right questions. The hard questions.
Greg Iles (The Bone Tree (Penn Cage #5))
Einstein said the arrow of time flies in only one direction. Faulkner, being from Mississippi, understood the matter differently. He said the past is never dead; it's not even past. All of us labor in webs spun long before we were born, webs of heredity and environment, of desire and consequence, of history and eternity. Haunted by wrong turns and roads not taken, we pursue images perceived as new but whose provenance dates to the dim dramas of childhood, which are themselves but ripples of consequence echoing down the generations. The quotidian demands of life distract from this resonance of images and events, but some of us feel it always. And who among us, offered the chance, would not relive the day or hour in which we first knew love, or ecstasy, or made a choice that forever altered our future, negating a life we might have had? Such chances are rarely granted. Memory and grief prove Faulkner right enough, but Einstein knew the finality of action. If I cannot change what I had for lunch yesterday, I certainly cannot unmake a marriage, erase the betrayal of a friend, or board a ship that left port twenty years ago.
Greg Iles (The Quiet Game (Penn Cage #1))
Alim,satim, borclanma, kira, miras bolusturme gibi her turlu hukuksal islerin birer yazili antlasma ile yapilmasi ilk Sumerlilerde baslamistir. Evlenme bosanmalar da, yasal sayilmasi icin yazili bir antlasma ile kanitlanmaliydi. Tasinmaz mallar ilk olarak bir kadastro yoluyla Sumer'de guvence altina alinmistir.
Muazzez İlmiye Çığ
He always reminded us that every atom in our bodies was once part of a distant star that had exploded. He talked about how evolution moves from simplicity toward complexity, and how human intelligence is the highest known expression of evolution. I remember him telling me that a frog's brain is much more complex than a star. He saw human consciousness as the first neuron of the universe coming to life and awareness. A spark in the darkness, waiting to spread to fire.
Greg Iles (The Footprints of God)
Kiswahili ni lugha rasmi ya nchi za Tanzania, Kenya na Uganda. Ni lugha isiyo rasmi ya nchi za Rwanda, Burundi, Msumbiji na Jamhuri ya Kidemokrasia ya Kongo. Lugha ya Kiswahili ni mali ya nchi za Afrika ya Mashariki, si mali ya nchi za Afrika Mashariki peke yake. Pia, Kiswahili ni lugha rasmi ya Umoja wa Afrika; pamoja na Kiarabu, Kiingereza, Kifaransa, Kireno na Kihispania. Kiswahili ni lugha inayozungumzwa zaidi nchini Tanzania kuliko nchi nyingine yoyote ile, duniani.
Enock Maregesi
Aşktan sır olmaz. Ve aşk ne âşığı ne de maşuğu gizleyebilir. Kendini belli etmeyen aşk ise zaten hakikatli değildir.
Münire Daniş (Şem ile Pervane)
I listened in amazement. You saw a face on an American street, or in an office, and you had no idea that a tragic epic lay behind it.
Greg Iles (The Footprints of God)
one cup of it took the place of the evening papers, of all the old evenings in cafés, of all chestnut trees that would be in bloom now in this month, of the great slow horses of the outer boulevards, of book shops, of kiosques, and of galleries, of the Parc Montsouris, of the Stade Buffalo, and of the Butte Chaumont, of the Guaranty Trust Company and the Ile de la Cité, of Foyot’s old hotel, and of being able to read and relax in the evening; of all the things he had enjoyed and forgotten and that came back to him when he tasted that opaque, bitter, tongue-numbing, brain-warming, stomach-warming, idea-changing liquid alchemy.
Ernest Hemingway (For Whom the Bell Tolls)
-Aklına her geleni söyleme. Hayatın boyunca bunu yaptın zaten. Ben sana ne derdim, her zaman? -Cahil ile lak lak edeceğine, alim ile taş taşı. -Sen ne yaptın peki? Alim ile taş taşırken bile lak lak ettin, durmadı o çenen. Bir de kendince bahane bulmuşsun gevezeliğine 'Ben sesli düşünüyorum, kafamdan geçenleri içimde tutamıyorum,' diye. Tut! İçinde-kıçında nerende tutarsan tut, ama tut. Beyin ishali olmuş gibi vır vır vır... Hayatta bir ağırlığın olsun. Bir de yazan-çizen adamım diye dolanıyorsun. Yazık! Çok yazık!
Yekta Kopan (Bir de Baktım Yoksun)
Hiçbir ilişki eksik değildir-her ilişki , o kadarıyla , o biçimiyle , o süresiyle , tamdır. Ama her ilişkinin farklı girdi-çıktıları, düzensiz bir çeperi, değişken yoğunlukta bir içeriği vardır: Bu anlamda da, hiçbir ilişki , 'son'una kadar 'tamam' değildir-her ilişki 'tamam' lanmadan biter. Ama, her ilişki , o iki kişinin her karşı karşıya gelişlerinde , yeniden başlar-ve, ayrılmalarıyla, yeniden, biter. İşte:tamdır her ilişki-'tamam' lanmadan tamamlanır...
Oruç Aruoba
Hani, çok önceleri, "Sadakat nedir?" diye sormuştun bana; ben de şöyle bir şey söylemiştim:- 'Sadakat', kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeriş hep onun için korumasıdır; 'sadakatsizlik' de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır; 'ihanet' ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması- "Olur mu ki bu-" demiştin sen de: " başka bir kişiyi sokamaz ki o yere, o kişi; onun için açmışken o yeri- başka bir kişi giremez ki oraya...?
Oruç Aruoba (ile)
Ruch, zmiana — o czym to miałoby przesądzać? Spojrzeć na szron na szybie, na te niby-kwiaty zarastające ją od okiennicy ku środkowi… Jest tylko mróz, presja zewnętrznych warunków; pod nią wilgoć objawia się w tej i innej postaci. Gdyby szron przyjmował jeszcze bardziej skomplikowane formy, gdyby szybciej reagował na zmiany warunków zewnętrznych, gdyby w jego zawiłościach ukazywały się sensy głębsze — czy wówczas uznalibyśmy go za niepodległą, świadomą istotę? Dlaczego wiec o lutych mówimy „oni”? Dlaczego o sobie mówię „ja”? O ile bardziej, o ile prawdziwiej istnieje niż wymalowana na szybie paproć szronu? Że potrafię sam siebie objąć myślą? Cóż z tego? Zdolność do samooszustwa to tylko jeden więcej zakrętas w kształcie lodu, wymrożony na wiwat barokowy ozdobnik.
Jacek Dukaj (Lód)
Matisse bir zamanlar bir santimetre kare mavi ile aynı mavinin bir metre karesinin aynı şey olmadığını söylemişti. Alanın yaygınlığı tonu değiştirir. Aynı şekilde, mavi bir daire aynı maviden bir kareyle aynı şey değildir. Sınırların şekli de tonu değiştirir. Ama bu yalnızca başlangıç. Her ton doku tarafından, çevresindeki diğer tonlarla görüntünün yarattığı uzam tarafından, resmin içindeki ve üzerindeki ışık tarafından ve görüntünün çekim alanı demek olan o tuhaf olgu –asla hareket etmeyen bu sessiz sanatın çerçevesi içinde, nesnelerin düşme ve gerileme oranlarını belirleyen şey– tarafından farklılaştırılır.” sayfa 19
John Berger (Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar)
My father is deceast, come Gaveston,' And share the kingdom with thy deerest friend.' Ah words that make me surfet with delight: What greater blisse can hap to Gaveston, Then live and be the favorit of a king? Sweete prince I come, these these thy amorous lines, Might have enforst me to have swum from France, And like Leander gaspt upon the sande, So thou wouldst smile and take me in thy armes. The sight of London to my exiled eyes, Is as Elizium to a new come soule. Not that I love the citie or the men, But that it harbors him I hold so deare, The king, upon whose bosome let me die, And with the world be still at enmitie: What neede the artick people love star-light, To whom the sunne shines both by day and night. Farewell base stooping to the lordly peeres, My knee shall bowe to none but to the king. As for the multitude that are but sparkes, Rakt up in embers of their povertie, Tanti: Ile fawne first on the winde, That glaunceth at my lips and flieth away: ....
Christopher Marlowe (Edward II)
Böyle olağanüstü, dahice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan kıvrak zekalı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı; bu insanın yeni bir oyuna başlarken piyon yerine atı yeğlemesi olay yaratır ve bir satranç kitabının ufacık bir köşesinde adının geçmesiyle ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlar; bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak! Sayfa :23
Stefan Zweig (Satranç)
Kendimde bir tuhaflık algılar gibi oldum ama üzerinde durmadım. Dursam, Allah korusun bir dursam, dünyada duracak başka ne bir yol ne bir durak ne bir şey bulurdum. O yüzden kendi üzerimde pek durmadım. Kendi üzerinde duran, bu ağırlıkla kendi üzerine yıkılandan başkası olamaz. Kendine yıkılan da böylelikle başkasına yıkılamaz. Biraz marazi, biraz zararsız, şairin dediği gibi “Ayakkabı çivisi gibi kendine batan,” olur ki, dünya kendine değil başkasına batanı, kendine değil başkasına yıkılanı, kendini değil başkasını suçlayanı sevdiği, istediği ve kabul ettiğinden onu hemen defoluların arasına ayırıverir. Ama sorsanız kitaplarında, gerek gökten inenlerinde, gerek yerden bitenlerin iyicelerinde böyle değilmiş gibi yapar söyler, bunu yaymak için peygamberler ve peygamber mizaçlılar ortaya çıkarır. Sonunda onları da ya çarmıha gerer, ya perişan eder. Dünya kendi hakikatleri hakkında tamamen yalancı ve ikiyüzlüdür. Dünya bir ahlaksıza namuslu ve saffet sahibi muamelesi yapan adamın perişanlığını ve zilletini, ona yüksek ve kutsal muamelesi yapanı perişan ederek yaşatır. Bir gece vakti karşı karşıya kitaplarıyla, hikmeti ile gözünüzde yaş, kalbinizde sıkıştıran İlhami bir duygu ile otururken her şeye inandıran dünya, sabah olunca göz kırparak rezili ve zelili sizi aşağılamakta kullanır.
Şule Gürbüz (Coşkuyla Ölmek)
Biliyorum ki, döktüğünüz kanı siz değil, yalılarda yaşayan ve şiir yazıp sizi hakir gören nazik adamlar içecektir. Kostantiniye'nin kibar insanları kanla beslenir, ama siz değil! Bu yüzden siz onlardan temizsiniz! Ancak kan görünce bayılan ve vahşetten nefret eden bu beyzadeler, sizleri daima ayak takımı olarak gördüler ve göreceklerdir. Onların ruhlarının ve vicdanlarının temiz olması için, bizzat sizler, ellerinizi çamura sokacaksınız. getirdiğiniz ganimetin neredeyse hepsi, bu kibar efendilerin kesesine girecektir. Ocağımızın kanunu odur ki, onların içmesi için sadece kan dökmeyecek, ayrıca şu koca Kostantiniye'nin sokaklarında dönüp sizin suratınıza bile bakmadıkları zaman onlara tahammül de edeceksiniz! Şairler mersiye, destan, gazel yazacak. Ne ile mi? Mürekkeple değil elbette! Kanla yazacaklar ve ünlerini ebediyete kadar sürdürecekler! Sizden istenen de bu: Kostantiniye'ye kan getirin!
İhsan Oktay Anar (Amat)
Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. Hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. Kafaları, zeka itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatlari iğreti... Basit bir insan, mesela hiç okuması yazması olmayan bir köylü, bir amele, lalettayin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü o adam, mesela Hasan ağa, Hasan ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri hayatın verdiği birtakım tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir. Konuşurken karşısında Hasan ağadan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rastgele doldurdukları hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş şekillerinden ibarettir. Mesela Mehmet beyle asla Mehmet bey olarak konuşmaya imkan bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun... Müzik lafı açsan bilmem hangi gavurun kitabı veya hangi Müslümanın makalesiyle karşılaşırsın... Beğendiği yemeği söylerken bile Mehmet bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Vicdan azabı içerisinde bağışlanmayı düşündü. İyi de, kimden? Hangi Tanrı'dan? O bir zamanlar inandığı bir mitken, mit olduklarını hissettiğim inançlara dönüşmüşlerdi. Bu "Deniz" bu da "İnsan", deniz gerçek ve İnsan Denizin gerçek olduğuna inanıyor. Sonra başını başka tarafa; Denizden öteye çeviriyor İnsan ve her yer Kara. Yürüyor, yürüyor her yer uçsuz bucaksız Kara. Bir yıl, beş yıl, on yıl geçiyor Deniz'i hiç göremiyor. Denize ne oldu, diye soruyor kendine. Geride kaldı, diye yanıtlıyor İnsan, hafızamda saklı. Deniz bir mit. Hiç yoktu! Ama Deniz vardı! Deniz kıyısında doğdun ey İnsan! Yüzdün o Denizin sularında! Doyurdu, huzur verdi sana. Büyüleyici uzaklıkları ile düşleri besledi. Hayır belki de Deniz hiç olmadı. Düş gördü İnsan, olmasını diledi sadece, baksana Karada yürüyor yıllardır. Gördü mü bir birikinti dahi. Denizi göremeyecek artık İnsan. Bir zamanlar var olduğunu sandığı o mit. Ama diyor İnsan gülümseyerek, hala Denizin tuzu ağzında: Binlerce Karayolu dahi olsa da kafam karışmaz çünkü yüreğimdeki kan o harikulade kaynağına; Denize, geri dönecektir." │ John Fante - Toza Sor
John Fante (Ask the Dust (The Saga of Arturo Bandini, #3))
My favorite book is The Mysterious Island. I order my books from a flimsy catalog the teacher hands out to every student in the class. Emil and the Detectives. White Fang. Like that. Money is tight for us, but when it comes to books my mother is a spendthrift; I can order as many as I like. I sit here day after day, waiting for my books to arrive. My books. It takes a month or more, but when they finally do, when the teacher opens the big box and passes out the orders to the kids, checking the books against a form taken from her desk, I glow with happiness. I've never had the newest dress, or the prettiest, but I always have the tallest stack of books. Little paperbacks that smell of wet ink. I lay my cheek against their cool covers, anticipating the stories inside, knowing all the other girls wonder what I could possibly want with those books.
Greg Iles (Dead Sleep)
-Tak, tak – powiedział doktor, odwrócił się do Iwana i dodał: - Dzień dobry! -Serwus, draniu! - głośno, z nienawiścią odpowiedział Iwan. Riuchin zmieszał się do tego stopnia, że nie ośmielił się nawet podnieść oczu na uprzejmego lekarza. Ale tamten ani trochę się nie obraził, tylko wprawnym ruchem zdjął okulary, rozchylił fartuch, włożył je do tylnej kieszeni spodni, a następnie zapytał Iwana: -Ile pan ma lat? -Idźcie wy wreszcie do wszystkich diabłów! - ordynarnie wrzasnął Iwan i odwrócił się. -Czemu pan się złości? Czy powiedziałem coś niegrzecznego? -Mam dwadzieścia trzy lata – powiedział ze wzburzeniem Iwan – i złożę na was wszystkich zażalenie. A już zwłaszcza na ciebie, ty gnido! - Riuchinem zajął się oddzielnie. -A z jakiego powodu chce pan składać zażalenie? -A z takiego, że mnie, zdrowego i normalnego człowieka, związana i przemocą przywieziono do domu wariatów! - gniewnie odpowiedział Iwan.
Mikhail Bulgakov (The Master and Margarita)
DA Datta: what have we given? My friend, blood shaking my heart The awful daring of a moment's surrender Which an age of prudence can never retract By this, and this only, we have existed Which is not to be found in our obituaries Or in memories draped by the beneficent spider Or under seals broken by the lean solicitor In our empty rooms 410 DA Dayadhvam: I have heard the key Turn in the door once and turn once only We think of the key, each in his prison Thinking of the key, each confirms a prison Only at nightfall, aetherial rumours Revive for a moment a broken Coriolanus DA Damyata: The boat responded Gaily, to the hand expert with sail and oar 420 The sea was calm, your heart would have responded Gaily, when invited, beating obedient To controlling hands                                      I sat upon the shore Fishing, with the arid plain behind me Shall I at least set my lands in order? London Bridge is falling down falling down falling down Poi s'ascose nel foco che gli affina Quando fiam ceu chelidon - O swallow swallow Le Prince d'Aquitaine a la tour abolie 430 These fragments I have shored against my ruins Why then Ile fit you. Hieronymo's mad againe. Datta. Dayadhvam. Damyata.                            Shantih shantih shantih
T.S. Eliot (The Waste Land)
Her hareketin bir anlamı var. İnsan, benim gibi hareketten vazgeçerse, bu anlamları daha iyi hissediyor. Sigarayı yaktı; yanmış kibriti kutunun içine koydu. Her hareketini önceden hesaplarsan hata yapmazsın; aynı zamanda, düşüncelerini hareketlerinden ayırırsın. Ne yaptığını hatırlarsın; düşünceden harekete geçmek kolay olur böylece. Düşünmeğe başladığım sırada en son olarak sigara tablasını yere, kilimin üzerine koymuştum, dersin. Düşünceler seni bırakınca delirtici bir şaşkınlığa, gerçeğe alışmanın zorluğuna düşmezsin. Kaç sigara içtiğini, her birini nasıl söndürdüğünü, kibritleri nereye koyduğunu hatırlarsın. yoksa, birdenbire sigara tablasının içinde dört izmarit ve iki kibrit bulursan büyük bir korkuya kapılırsın: sigaramı nasıl yakmışım? Olağanüstü bir şey mi oldu bu arada? Aklımı mı kaybediyorum? Birden her şeyi unutacak mıyım? Oysa, içinden bir ses, kibrit kutusuna koydun, kibrit kutusuna koydun diye seni yatıştırırsa büyük bir ferahlık duyarsın; herkese ve her şeye meydan okumak için büyük bir cesaretle dolduğunu hissedersin. Benimle kimse başa çıkamaz hesabını veremeyeceğim tek dakikam yok diye gururlanırsın. Gerçekle rüyayı birbirinden ayırırsın. Bu iki kibriti ben rüyamda yakmadım. İşte kutuyu açıyorum: içinde iki tane yanmış kibrit. Kendi kendine gülümsersin: beni daha ele geçiremediniz. Korkuların bir an sürer geçer. Sayı ile hareketi renk ile düşünceyi sadece rüyanda karıştırdığın için endişe duymazsın. Hikmetler de birbirine karışmaz. Fakat bütün bu rüyaları neden gördüğünü biliyor musun? Her şeyi biliyorum. Eyvah! Mutfağın elektriğini söndürmeyi unutmuşum. Dur, telaşlanma; gider söndürürsün.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Hani halkanın ucunda/ kavuşacaktım sana/ hani bir iken ayrı düşmüştük/ ve çok iken bir olacaktık sonunda/ çoktan razı idim oysa/ razı idim gecenin matemine/karanlığı fırsat bilene/ve korkaklığıma/ve karabasanlarıma/ oyun oynar gibi yaşar giderdim/ kuş avlardım/ kuşları deli gibi kıskanırdım ya/ bırakmadın/ bırakmadın ki kendimden kaçayım/ koyvermedin/ koyvermedin ki sürsün bu devran Döndü halka/ döndü olanca hızıyla/ toprak ki siyah bir halka idi/ ve geceye saklanırdı bazen/ tuttu su ile karıştı/ su ki san bir halka idi/ rengiyle dalaşırdı bazen/ tuttu toprağı kucakladı/ eğildim suya baktım/ suda kendimi gördüm/ kendimi sen sandım/ sarılmak için atıldım/ köprüye hıncım yalan imiş/ onu yıkarken suya karışan/ ben oldum. Balçıktan çıktım ben/ balçıktan yoğurdum kendimi/ içerdeki dışa taştı/ dıştaki içe çekildi/ görünen görünmeyene sataştı/ görünmeyen görünene diş biledi/ siyah halka/ san halka ile yer değiştirdi/ çekildim bir köşeye/ sessiz sedasız/ baktım olan bitene/ seni gördüm kaderimde/ ebrunun halkalarını saydım/ tastamam dört etti/ halkalardaki kıvrımları hesapladım/ tastamam senin ismin etti/ isminin yanına beni de kazı dedim/ boyalar isyan etti Bir de baktım ki/ ben ben değilim artık/ suretim başka bir suret/ ismim bir başkasının ismi/ gönlüm ne yöne akar/ ben ne yöne/ verdiğin emaneti yitirdim yollarda/ hata ettim/ kusur ettim/ affola... İsimler ki büyülüdür/ sade büyülü mü/ isimler hem de büyücüdür/ sanmam ki çıkmış olsun hatırından/ ismini "fasl-ı hazan" koyalım/ söndüğü yerde aradığını bulasın/ lâkin fasl-ı hazan demek/ fasl-ı hü¬zün demek/ söndüğü yerde/ sana kavuşmam gerek/ onun söndüğü yerde/ benim tutuşmam gerek...
Elif Shafak (Pinhan)
Octave staggered to his feet, his stick swinging back to point toward Nicholas. He felt a wave of heat and saw spellfire crackle along the length of polished wood, preparing itself for another explosive burst. Crack was moving toward Octave, but Madeline shouted, "Get back!" Nicholas ducked, as a shot exploded behind him. Octave fell backward on the carpet and the blue lightning flared once and vanished with a sharp crackle. Nicholas looked at Madeline. She stepped forward, holding a small double-action revolver carefully and frowning down at the corpse. He said, "I wondered what you were waiting for." "You were in my line of fire, dear," she said, preoccupied. "But look.
Martha Wells (The Death of the Necromancer (Ile-Rien #2))
Thought like that showed me the needless ambiguity of words like space-time. The average person heard a word like that and figured he'd never understand it. But it was so simple. Every place you ever saw was linked to a specific time ... the school you visited twenty years after you graduated, the football field you played on, the track you ran -- none of them was the same. If they were, you would collide with the generations that had run on them before and after you. The lover you kissed was not the same person he or she was sixty seconds before. In that minute, a million skin cells had died and been replaced by new ones. The smallest slices of space-time separated thought from action Life from death.
Greg Iles (The Footprints of God)
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
-Yürüyebileceğimden emin değilim. -Öyleyse seni taşırım. -Aşk bu mu? -Aşk nedir, bilmiyorum artık. Bir hafta önce pek çok fikrim vardı. Aşk nedir, nasıl kalıcı kılınır. Şimdi aşığım ve en ufak bir fikrim yok. Şimdi aşığım ve bu konuda bir aptaldan farkım yok. .... Dolunayın gerçekleştiği güne, Ay’ın ne büyüdüğü ne de küçüldüğü güne, Babilliler “yürek dinlencesi” anlamına gelen Sabat adını vermişlerdi. Bu günde Ay tanrıçasının, Babil’de bilinen adıyla Ay’daki kadın İştar’ın adet gördüğüne inanılırdı; çünkü neredeyse her eski ve ilkel toplumda olduğu gibi Babil’de de çok eski zamanlardan beri bir kadının aybaşı kanaması geçirirken çalışması, yemek pişirmesi ya da yolculuk etmesi tabu sayılırdı. Bildiğimiz Sebt gününün kökeni olan Sabat’ta erkekler de kadınlar gibi dinlenmek zorundaydı; çünkü Ay adet görürken tabu herkes için geçerliydi. Başlangıçta (ve doğal olarak) ayda bir kez gözlemlenen Sebt, daha sonra Hristiyanlar tarafından Yaratılış mitleriyle birleştirilip işe yarar bir şekilde haftalık hale getirildi. Böylelikle günümüzde sert adaleli, sert kasketli, sert zihinli erkekler, adet görmeye ilişkin arketip psikolojik bir tepki sayesinde pazar günleri işe gitmekten kurtulmuşlardır. .... Lüzumlu ve lüzumsuz delilikler vardır. İkinci gruba girenler Güneş karakteri taşır birinci gruba girenlerse Ay ile bağlantılıdır. Lüzumsuz delilikler, hırs, saldırganık ve ergenlik öncesine özgü endişeden oluşan gevrek bir karışımdır, çok uzun zaman önce atılmış olması gereken bir çöp yığınıdır. Lüzumlu delilikler, kişinin, akranları ne kadar kaçık bulsa da erdemli ve doğru olduklarını içgüdüleriyle sezdiği dürtülerdir. Lüzumsuz delilikler insanın başını kendisiyle belaya sokar. Lüzumlu delilikler insanın başını başkalarıyla belaya sokar. İnsanın başının başkalarıyla belaya girmesi her zaman daha iyidir. Hatta lüzumlu olabilir. Şiir, şiirin iyi yazılmışı, Ay özelliklerini taşır ve lüzumlu deliliklerle ilgilidir. Gazetecilik Güneş özellikleri taşır (Güneş adında pek çok gazete varken hiçbirinr Ay adı verilmemiştir) ve lüzumsuzluklara adanmıştır. .... Saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz belki.. .... "Dünyanın öbür ucuna dek onun peşinden gideceğim." diye hıçkıra hıçkıra ağladı. Evet şekerim ama dünyanın bir ucu yok. Kolomb bunu saptamıştı. .... (Mutluluk gözyaşları sahne sağından çıkar. Şaşkınlık gözyaşları sahne solundan girer, yer ışıklarına doğru ilerler.) .... Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Geride bıraktığımız yirmi yüzyıl. Peki ya sonra? Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Federal kodeste yirmi ay. Genç bir kızın boğazından aşağı yuvarlanan yirmi kadeh tekila. Hazreti İsa'nın son kez kıç üstü oturuşundan bu yana yirmi yüzyıl geçmiş ve onca zaman sonra bizler tutkunun çekip gittiğinde nereye gittiğini hala bilmiyoruz. .... Ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar. .... Bernard'ın dolunay ışığının dört buçuk metre yükseklikteki kırk vatlık bir ampule eşit olduğunu söylediğini hatırladı. .... "Bak hayatım, sevgilin nam salmış biri. Orospu çocuğunun her şeyden bomba yapabileceği söyleniyor." .... Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyeydi. .... Bir nefes sigaraya, bir lokma yemeğe, bir fincan kahveye, bir parça göte ya da temposu hızlı bir öyküye ihtiyaç duyduğu halde nasibine hepi topu felsefe düşen her zeki kişinin yapacağı gibi dik dik bakıyorlardı ona. .... İnsan kendi kurallarını da bozamadıktan sonra kimin kurallarını bozabilirdi?
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
Eğer ortak bir hikayenin içinde isek” dedim, başka kimse olmadığı için kendime, “o nasıl şahsi kalabiliyor ya da bende eksik olan nedir? Yani nedir, mesele nedir?” - Ayrıca ben yorulmayı sevmez, gerekliliğine inanmaz, inanan ve yorulanlar ile karşılaştığımda bunu belli etmez, fakat bir yandan da onlarda eksik ya da fazla olanın ne olduğunu düşünürdüm. - Sorularda iyi cevaplarda tutuktum. Bu tutukluk uzun kirpikli kuş çizimlerine yarıyor, kuş her defasında biraz daha renk ve ayrıntı kazanıyordu. Bir gün “kışşt” desem uçacağı fikri geldi. Fikir, kafayı yemekte olduğum hissiyle kol kola geldi. Sarardım. “Takılma,” dedi bir ses, “yürü, yürümek durmaktan iyidir.” - Bir gün kapı zili çalmış da açmıştım, güzeller güzeli, çilli muzır bir velet kapıda belirmiş, “Buyurun, kimi aradınız?” diye sormuştum, o da “Beni annem gönderdi.” demiş, ben de çocuğun yanlış zili çalmış olabileceğini düşünmek yerine, tanıdığım kadınlardan hangisinin çocuğa benzediğini… - “Kendi Başına Davranabilen Kahraman Hali: Denendi. Fakat henüz başarılamadı.” - Her pencerenin ardında bir televizyonun ışığı deli danalar gibi dönüp duracak, her sabah giden insanlar, her akşam dönecekti. Onlar gidip geldikçe “Nedir, mesele nedir? şeklinde bir soru kafamı karıştıracaktı. Garip rüyalar görecek, ay ile konuşacaktım. “Hayat hakkında fikrim yok” diyecektim kendi kendime. - Söz ettiği şeylerin birbirleri ile bağlantısı yoktu. Bir fikirde durma nedeni, sanki başka bir fikre geçmek içinmiş gibi, sonsuza kadar konuşacakmış hissini veren bir ritm ile akar, akmayıp uçuşurdu. - Memleketimin ovaları, kırları, ana vatan, baba ozağı gibi kelimeler kullanarak yaklaşık yarım saat süren tek cümleyle direnebilirdim. Clodin, “Karar ver artık,” diyebilirdi, “ana kucağı mı benimki mi?” - Soruyu alıp deniz kıyısına gidemezdim. Şimdi ve burda cevap vermek gerekirdi. - “Güzel konuştun.” dedi., “bunun dansı nasıl olur?” “Yerim dar.” - “Gidelim mi, kalalım mı?” “Kalıp ne yapacağız?” dedi, “bari zıplayalım da hareket olsun.” - Stella giderken gerçeğini de beraber götürüyor olabilir. Bu sadece bir gemi adıdır ve söylenen şey, kaptan ile belki, hatta piyanist ile büyük ihtimalle, fakat gemi ile biraz zor olabilir. - Bizim için gidiyor olan ise, gittiği yer için geliyor olabilir. Bu durumda gittiği yere gidip orada bekleyebiliriz. - Mesele buydu, bu böyleydi. Derinden hissettim. His gitti, rahat ettim. - Nereden baksam birkaç saatim vardı. Nereden baksam acaba? - Bir uçurtma için en güzel uçuşun ipi kopukken olabileceğini düşünürdüm. Bazıları buna “düşme hali” diyebilirdi. - Ondan söz edildiğinde, asla doymayacak bir kuyu açlığıyla dinlemenin ve dolup dolup gecelerioyalanmak içişn eşşek kulaklı bir kralın hikayesini sabahlara kadar ezberden tekrar etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyebilirlerdi. Sorsalardı söylerdim. “Vallahi” derdim “ben de bilmiyorum bu kadar derine tüpsüz nasıl daldığımı göğsümde bir ağırlık hissetmeden.” - Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. - Beni duymayabilirdi. Ben duyulmadığım yerlerden gitmek hastaığına tutulmuş olabilirdim. Tedavisi kırk beş derecelik sıvılarda boğulur gibi yapmak olabilirdi. Deneyebilirdim. - Kapı kilidinde anahtar önder, altıma yapardım? Kızlar yurttaşlık bilgisi kitabını açar, ben kafiye uğruna camdan kaçardım? - “Ben gidiyorum” dedim birdenbire. “Nereye?” dediler “Bilmem” dedim “içimden geliyor.” - Tezgah sesleri gidince, var olduğu mekanın duygusu da gidecek, ‘han’ın ve dokumacının varlığından kuşkuya düşecektim. - “Aslında ben size taş kuşu sormak istiyordum fakat hikaye kendi başına akıyor ki başka soru sordum.” - “Bu kadar kayıptan sonra geriye kalan nedir ve hakikaten nedir, mesele nedir?” - Pencereden bakan, içine kapalı biri olmuş, içinde dolanıp durmuş, kendine dolaşılacak bir iç yapmış, tırtıl olmuş kendine koza yapmış, vazgeçmiş kelebeklikten orada kalmış…
İlhami Algör (Albayım Beni Nezahat ile Evlendir)