George Iles Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to George Iles. Here they are! All 26 of them:

Hope is faith holding out its hand in the dark.
George Iles
Doubt is the beginning, not the end, of wisdom.
George Iles
Whoever ceases to be a student has never been a student.
George Iles
Hope is faith holding out its hand in the dark. —George Iles
Marie Force (It's Only Love (Green Mountain #5))
Kirlilik, oteller ile lokantaların özünde vardır çünkü yiyeceğin temizliği, dakiklik ve şıklık uğruna gözden çıkarılır.
George Orwell (Down and Out in Paris and London)
Hope is faith holding its hand in the dark.
George Iles
hope is faith holding out its hand in the dark
George Iles
Bir domuz ile başka bir hayvan yolda karşılaştıklarında öteki hayvan kenara çekilerek domuza yol verecek ve bütün domuzlar Pazar günleri kuyruklarına yeşil kurdele takma ayrılacağına sahip olacaklardı.
George Orwell (Animal Farm)
Slim, "Buna mecburdun George," dedi. "Başka hiçbir çaren yoktu. Hadi gel benimle." George'u kolundan tutup anayola çıkan patikaya doğru götürdü. Curley ile Carlson onların arkasından baktılar. Carlson "Yahu," dedi, "nedir bu heriflerin derdi?
John Steinbeck (Of Mice and Men)
Goldstein, Partinin doktrinlerine karşı alışılmış, kin dolu, diş bileyici saldırısına başlamıştı. Bu öylesine abartıyla dolu ve rayından çıkmış bir saldırıydı ki, bir çocuk bile onun sahte olduğunu anlayabilirdi, ama tümüyle mantıksız da değildi; insan anlayışı biraz kıt olanların kanacağını düşünerek kaygılanıyordu. Büyük Biradere sövüp sayıyor, Partinin diktatör düzenini açığa vuruyordu. Avrasya ile ivedi barış anlaşması yapılmasını buyuruyor; konuşma özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyor, devrime ihanet edildiğini çılgınca haykırıyordu.
George Orwell (1984)
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
İlkel insanlar doğaüstü varlıkların insandan üstün olduğunu düşünmüyorlardı; çünkü tanrılar, insanların isteklerini yerine getirmeleri için korkutulup zorlanabiliyorlardı. Bu düşünce evresinde dünya kocaman bir demokrasi platformu olarak görülür; ister sıradan ister doğaüstü olsun bütün varlıkların orta derecede bir eşitlik temelinde var olduğuna inanılır. Fakat bildiklerinin artmasıyla insanoğlu doğanın büyüklüğünü ve kendisinin doğa içindeki acizliğini açıkça kavramayı öğrenir. Lakin çaresizliğinin farkına varması, hayal gücünün evrene yerleştirdiği doğaüstü varlıkların güçsüzlüğüne dair bir inanışı beraberinde getirmez. Aksine, bu varlıkların gücüne olan inancı kuvvetlendirir. Çünkü dünyanın sabit ve değişmez yasalara göre hareket eden kişilerüstü güçlerden oluşan bir sistem olduğu düşüncesi henüz tam olarak zihnini aydınlatmamış veya karartmamıştır. Bu düşünceye dair elbette muğlak bir hissi vardır ve yalnızca büyü sanatında değil, günlük yaşantısındaki çoğu işinde bu hisse göre hareket eder. Fakat düşüncesi gelişmez ve içinde yaşadığı dünyayı açıklamaya çalıştıkça dünyayı bilinçi bir irade ve şahsi bir varlığın kanıtı olarak düşünür. Eğer kendisini bu kadar zayıf ve aciz görüyorsa doğanın devasa mekanizmasını kontrol eden varlıkları ne kadar büyük ve kudretli görüyor olmalı! Böylece tanrılara eşit olduğu düşüncesi ağır ağır yok olurken, kimseden yardım almayan güçleriyle yani büyüyle doğanın akışını kontrol etme ümidini de yitirir ve tanrıları bir zamanlar onlarla paylaştığını düşündüğü doğaüstü güçlerin tek kaynağı olarak görmeye başlar. Öyleyse, bilginin ilerlemesiyle dua ve adağın yanında meşru bir denkleri olarak yer alan büyü ise gitgide arka plana itilir ve karanlık bir sanat seviyesine düşer. Artık büyüye, tanrıların krallığında hem nafile hem kafirce bir saldırı gözüyle bakılır ve tanrılarıyla birlikte nüfuzu artan ya da azalan din adamlarının sürekli muhalefetiyle karşılaşır. Bu yüzden geç bir dönemde din ile batıl inanç arasındaki ayrım ortaya çıkınca adak ve duanın toplumun dindar ve aydın kesiminin dayanağı, büyünün ise batıl inançlı ve cahil kesimin sığınağı olduğunu görürüz. Fakat daha sonraki bir dönemde doğa güçlerinin şahsi varlıklar olduğu düşüncesi doğa yasalarının fark edilmesinin önünü açtığında büyü, dolaylı olarak kişisel iradeden bağımsız zaruri ve sabit bir neden-sonuç akışı düşüncesine dayandığı için düştüğü itibarsız ve dışlanmış konumdan kurtularak yeniden ortaya çıkar ve doğadaki nedensel sekansları inceleyerek doğrudan doğruya bilimin yolunu açar. Simya, kimyaya zemin hazırlar.
James George Frazer (Man, God and immortality: Thoughts on human progress;)
Może to, czego człowiek pragnie najbardziej, to nie tyle być kochanym, ile rozumianym
George Orwell (1984)
21 Temmuz 1920'de, Lloyd George Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, "Türkiye tamamıyla parçalanmalıdır. Bundan üzüntü duymak için hiçbir sebep yoktur. İngiltere Hükümeti en uygun hareket olarak Yunan birliklerinin istihdamını görüyor. Bu birlikler büyük şevk ile dövüştü. Görevi on günde tamamladı. Fransızların da yardımlarını elde ettik. Sayfa :349
Sinan Meydan (Cumhuriyet Tarihi Yalanları (Yoksa Siz de mi Kandırıldınız?))
Kiedy musiał, majster Henig dał wszystko, co wiedział, dla uczeń. Dał dla Franta. Dał dla Wanda. Ile wzięli, to wzięli. To dobrze, fach nauczyli. Ale stary majster Georg Henig (...) nie weźmie nic od uczeń. Tak było w stara Czechy, tak będzie zawsze.
Viktor Paskov (A Ballad for Georg Henig)
Parti, Okyanusya'nın Avrasya ile hiçbir zaman müttefik olmadığını söylüyordu. Oysa, o Winston Smith, henüz dört yıl gibi kısa bir süre önce, Okyanusya ile Avrasya'nın müttefik olduğunu biliyordu. Ama bu bilgi nerede saklıydı? Yalnızca kendi bilincinde, bu bile, bir süre sonra yitip gitmeye mahkûmdu. Eğer Partinin söylediği yalanları herkes onaylıyor, tüm kayıtlar aynı masalı anlatıyorsa, o halde, yalan tarihe geçiyor ve gerçek oluyordu. "Geçmişi denetleyen," diyordu Parti sloganı, "geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler." Oysa geçmiş, yapısı gereği değiştirilebilir olmasına karşın hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan şeyler, ezelden ebediyete dek gerçek kalacaktı. Basit bir işti bu: Tek gereken şey, belleğinize karşı sonsuz bir zaferler zincirini kazanmanızdı. 'Gerçeğin denetlenmesi' deniyordu buna, yeni dilde 'Çiftdüşün.
George Orwell (1984)
SIR HENRY IRVING The stage as an instructor. Inspiration in acting. Acting as an art: how Irving began. Feeling as a reality or a semblance. Gesture: listening as an art: team-play on the stage.
George Iles (19th Century Actor Autobiographies(Annotated))
Bir diktatörün yükselişini haber veriyorum size : Antonin Artaud kendini denize atandır. Günümüzde kendisi ne okullarınıza, ne yaşamlarınıza ne de en gizli düşüncelerinize saygı göstermeyecek büyük bir meşalenin yandığını bilinmez bir uçuruma sürüklenmek isteyen kırk kişiye yol göstermek gibi devasa bir işi üstlenmiş bulunuyor. Bizler onunla dünyaya sesleniyoruz ve bundan herkes nasibini alacak, herkes Tanrı namına nefret ettiği ne varsa öğrenecek, bir güneş lekesi biçiminde yitip gitmeye bıraktığı ne varsa öğrenecek, kepazeliğini öğrenecek ama en başta da, bu dünyayı paylaşan, zihinsel alanı elinde tutan büyük güçler, yani üniversiteler, dinler, hükümetler öğrenecek. La Revolution Surrealiste / Aragon / 1925- Düşlerimin rengi bu: Georges Raillard ile söyleşiler / JOAN MİRO kitabından alıntıdır.
Joan Miró
At Naval Air Station Grosse Ile in Michigan, he and Barbara took a room in town for fourteen dollars a week, but without kitchen privileges. “It is sort of a lonely existence for poor Bar,” Bush wrote home to Greenwich, “but she doesn’t complain at all, and I am just in heaven having her here.
Jon Meacham (Destiny and Power: The American Odyssey of George Herbert Walker Bush)
Ne yazık ki bilim ile sağduyu arasındaki denklem aslında geçerli değil. Uygarlaştırıcı bir etki yaratacağı düşünülerek dört gözle beklenen uçağın, uygulamada bomba atmaktan başka hemen hiçbir şey için kullanılmaması bu gerçeğin simgesidir. Modern Almanya İngiltere'den çok daha bilimsel ve çok daha barbardır. Wells'in hayal ettiği ve uğruna çalıştığı şeylerin pek çoğu Nazi Almanya'sında fiziksel olarak mevcuttur. Düzen, planlama, bilime devlet teşviki, çelik, beton, uçaklar hepsi var, ama hepsi de Taş Çağı'na ait fikirlerin hizmetinde. Bilim, hurafenin tarafında savaşıyor.
George Orwell (Faşizm Kehanetleri)
Thus, the “oppres- sive weight / of the squat edifice” refers via metaphor and metonymy to the con- straints imposed by institutionalized Christianity. The last stanza contrasts oppressive institutional constraints with the “jasmine lightness of the moon.” The smell of jasmine comes from something living, a frag- ile flower, as opposed to something abstract and institutionalized, like religious dogma. The smell of jasmine is light, rising upward from the ground, not heavy and earthbound. Metaphorically, it represents freedom; there is nothing holding it down, just as there is nothing holding down the moon.
George Lakoff (More than Cool Reason: A Field Guide to Poetic Metaphor)
Bu tipik bir plongeur hayatıydı ve o sıralarda bana hiç de fena bir hayat gibi gelmiyordu. Kendimi yoksul hissetmiyordum; zira kiramı ödeyip tütün, yol ve pazar günkü yemeğimin parasını ayırdıkan sonra bile içki için günde dört frank kalıyordu ve dört frank bir servetti. Böylesine basitleşmiş bir hayatın beraberinde -ifade etmesi çok güç- yoğun bir tatmin hissi geliyordu, iyi beslenmiş bir hayvanın hissedeceği türden bir tatmin. Çünkü gerçekten de plongeur'lerin hayatından daha vbasit bir şey olamaz. PLongeur'ler iş ve uyku arasında bir ahenk içinde yaşıyorlar, düşünmeye vakitleri yok ve dış dünyanın bilincinde bile değiller; onların Paris'î otel, metro, birkaç bistro ile yataklarından ibaret. Gezmeye gideceklerse, kucaklarına oturup istiridye ve bira yuvarlayan bir hizmetçi kızla en fazla birkaç sokak uzağa gidiyorlar. Boş günlerinde öğlene dek yatıyor, sonra sırtlarına temiz bir gömlek geçiriyor, içkisine zar atıyor ve öğle yemeğinden sonra tekrar yatıyorlar. Onlar için tek gerçek boulot, içki ile uyku; uyku, bunların arasında en önemlisi. ... Paris'teki plongeur'lerle ilgili naçiz ifkirlerimden söz etmek istiyorum. Şöyle bir durup düşününce; büyük, modern bir şehirde binlerce kişinin, uyanık oldukları tüm anları yeraltındaki havasız odacıklarda bulaşık yıkayarak geçirmesi çok tuhaf bir durum. Benim yöneltmek istediğim soru, bu hayatın neden sürdüğü; ne amaca hizmet ettiği ve devam etmesini kimin, nedne istediği. Sadece isyankar, faineant davranmıyorum. Plongeur'lerin hayatının sosyal önemini değerlendirmeye çalışıyorum. Bence işe, plongeur'lerin modern dünyanın köleleri olduğunu söyleyerek başlamalıyız. Konum olarak çoğu ağır işçiden daha iyi durumda olduklarından plongeur'ler için fazla sızlanmaya gerek yok ama yine de alınıp satılsalardı ancak bu kadar özgür sayılırlardı. ... Asıl soru şu: Bu kölelik neden devam ediyor? İnsanlar, tüm işlerin mantıklı bir amaca hizmet etmek adına yapıldığına gözü kapalı inanıyorlar. Başkalarının hoş olmayan bir iş yaptığını görünce, bu işin gerekli olduğunu söyleyerek her şeyi çözdüklerini sanıyorlar. Sözgelimi kömür madenciliği zor bir iş ama gereklidir, kömüre ihtiyacımız var. Lağımda çalışmak tatsız bir iş ama birilerinin lağımda çalışması lazım. Plongeur'lerin işi için de benzer bir durum geçerli. Birtakım insanların lokantalarda beslenmesi lazım, bu yüzdne de birileri haftada seksen saat bulaşıkları temizlemeli. Bu medeniyetin bir gereğidir, dolayısıyla sorgulanamaz. Bu noktayı ele almalıyız. Plongeur'lerin işi gerçekten de medeniyet için gerekli mi? Zor ve tatsız bir iş olduğundan ve ağır işleri bir tür fetişe dönüştürdüğümüzden bunun "namuslu" bir iş olduğunu hissediyoruz belli belirsiz. Bir adamın bir ağaç kestiğini görünce, sadece ve sadece kaslarını kullandığı için sosyal bir ihtiyacı giderdiğine inanıyoruz; çirkin bir heykel için güzel bir ağacı kesiyor olabileceği ihtimali hiç aklımıza gelmiyor. Plongeur'ler için de aynı durumun geçerli olduğu kanaatindeyim. Ekmeklerini alın teriyle kazanıyorlar ama bu, yararlı bir iş yaptıkları anlamına gelmiyor; belki de çoğu zaman bir lüks bile olmayan bir lüks tedarik ediyorlar. ... Bir köle, demiştir Marcus Cato, uyumadığı her an çalışmalıdır. Yaptığı iş gerekli olsun olmasın çalışmalıdır çünkü çalışmak kendi içinde iyidir -en azından köleler için. Bu görüş hala canlılığını koruyor ve bir yığın gereksiz angarya işin oluşmasına yol açıyor. Ben gereksiz işlerin içgüdüsel olarak sürdürülmesinin temelinde düpedüz ayaktakımı korkusunun yattığını inanıyorum. Ayaktakımı (diye iddia ediyor bu görüş) öyle aşağılık bir yaratıktır ki boş vakti kalırsa tehlike arz eder; onu düşünemeyecek kadar meşgül tutmak daha güvenlidir. ...
George Orwell
Fakat iki savaş arasındaki yıllar boyunca hem devrimci hem de uygulanabilir bir sosyalist program çıkmadı; çünkü temelde kimse büyük bir değişimin olmasını istemiyordu. İşçi Partisi liderleri, maaşlarını alıp belirli aralıklarla Muhafazakarlarla görev değiş tokuşu yaparak hayatlarına devam etmek istiyorlardı. Komünistler konforlu bir şekilde eziyet görüp, sonsuz yenilgilerle karşılaşıp, ardından suçu başkalarına atarak hayatlarına devam etmek istiyorlardı. Sol entelijansiya, Blimpler ile gülüp dalga geçerek, orta sınıf ahlakının altını oyup yine de en sevdikleri hissedarların çanak yalayıcısı konumunu koruyarak hayatına devam etmek istiyordu. İşçi Partisi'nin politikaları, muhafazakarlığın bir biçimine, "devrimci" politikaya inanıyormuş gibi yapma oyununa dönüşmüştü.
George Orwell (Why I Write)
İngiliz entelijansiyası hiç olmazsa hedefleri açısından Avrupalılaştırılmış. Aşçılıklarını Paris'ten, fikirleriniyse Moskova'dan alıyorlar. Ülkelerinin genel vatanseverliğinde bir çeşit karşıt görüş adacığı oluşturuyorlar. İngiltere, belki de, entelektüelleri milliyetlerinden utanan yegane büyük ülkedir. Sol çevrelerde daima, İngiliz olmanın hafif utanılacak bir şey olduğu ve at yarışından içyağı pudingine her İngiliz geleneği ile dalga geçmenin bir görev olduğu hissedildi. Neredeyse her İngiliz entelektüelin, bir sadaka kutusundan para çalmaktan değil de, "Tanrı Kraliçeyi Korusun" sırasında hazırolda durmaktan daha çok utanacak olması garip bir olgu, ama aynı zamanda tartışmasız olarak doğru. Tüm o hassas yıllar boyunca çok sayıda solcu kimi zaman aşırı pasifist, kimi zaman şiddetle Rusya yanlısı, ama daima Britanya karşıtı bir görüşü yaymaya çalışarak İngilizlerin ahlâkını bozuyordu. Bunun ne kadar etkili olduğu tartışılabilir, ama kesinlikle belirli bir etkisi olmuştur.
George Orwell (Why I Write)
Mekanik kahkahasıyla Bloomsbury entelinin, en az süvari albayı kadar modası geçti. Modern bir ulus ikisine de katlanamaz. Vatanseverlik ile zeka yeniden bir araya gelmek zorunda.
George Orwell (Why I Write)
Lozan Antlaşması'nın bir amacı vardır: Diğer devletlerle aynı statülere sahip olmak. Bu şu demek: Kapitülasyonlar kabul edilemez. Benim elçim senin başkentinde oturuyorsa, senin elçin de benim başkentimde oturacak. Eşit haklarımız olacak. Benim Misak-ı Milli sınırlarım vardır vs. Lozan'da başaramadığımız ve sonucu en hüsran verici olan konu Türkiye'nin güney sınırının belirlenmesinin ertelenmesi, yani esasen Kerkük ve Musul'u kaybedişimizdir. Çünkü orada petrol olduğu biliniyordu. Bunu bilen de Anglo-Persian Oil Company idi, yani bugünkü BP'nin atası olan şirket. Bunun bilindiğini biz nereden biliyoruz? 1929 senesinde yazılmış bilimsel bir makale var. Bunun yazarlarından George Martin Lees (1898-1955) 20 yılını Kürtlerle dağlarda jeoloji ile uğraşarak geçirmiş. Kürt kabilelerinde misafir olmuş ve bugünkü Türk sınırından Basra Körfezi'ne kadar olan bölgenin jeolojik haritalarını çıkartmış. Onun ve diğer iki arkadaşının değerlendirmeleri önce doğal olarak Anglo-Iranian Petrol şirketine sunulmuş. Şirket de devleti yani Lozan'da bizim karşımıza dikilecek olan İngiliz Dışişleri Bakanı 1. Kedeleston Markisi Lord George Curzon'u haberdar etmiş.
A.M. Celâl Şengör (Dahi Diktatör)