Gazetted Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Gazetted. Here they are! All 57 of them:

Let the words be gazetted and ridiculous henceforward.
Ralph Waldo Emerson (Self Reliance)
Kitap, istikbale yollanan mektup... smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete... biri zamanın dışındadır, öteki "an"ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete okununca biter.
Cemil Meriç
Ulica Krokodyli była koncesją naszego miasta na rzecz nowoczesności i zepsucia wielkomiejskiego. Widocznie nie stać nas było na nic innego, jak na papierową imitację, jak na fotomontaż złożony z wycinków zleżałych, zeszłorocznych gazet.
Bruno Schulz (Opowiadania, wybór esejów i listów)
Apartman Cicegi Sen gidince dili biraktim Kaldirdim cekyati televizyonu onunden ........................................................................ ........................................................................ Sen gidince sepet aldim balkona Evden cikmak yoldan cikmak gibi buyudu gozumde Kusun kafesini actim bir aksamustu Kafesin adini Mavis koydum Sen gidince Rasyonel dusunceyi biraktim Gazete falan okurken buyuk kolaylik oldu Iki ayri cicek yetistirdim iki ayri saksida Birinin adini Solmaz koydum Digeri soldu
Can Bonomo (Şu Sevdalar Tevatürü)
2 Haziran 1915 / Carsamba Bolayir-Cumali ... Arkadaslar bilmem nereden bir gazete bulmustu. Mal bulmus magribi gibi etrafina toplandik. Okuduk. Bu Pazar'a ait gazete idi. Zavalli memleket ne kadar acizdi. Istanbul'un 6-7 saat mesafesindeki bir sehre gunluk gazete gonderemiyorduk. Kendi denizlerimize bile hakim degildik.
İbrahim Naci (Allahaısmarladık: Çanakkale Savaşında Bir Şehidin Günlüğü)
Sen bu kitapları hiç anlamamışsın ki! Sen pencerelerine gazete kağıtları örtmüş, kapıyı kilitlemiş ve dünyayı görmeye çalışıyorsun.
Tolga Gökçen (Yalnızlaşan İnsan)
İçindeki 'sinemadan çıkmış kişi'yi öldürdüler. ... İnsanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. ... İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karartmak gereği duyarlardı acaba? ... İnsanların yaşamasında önemli olan ayrıntılar değil mi? Ayrıntısız yaşayan yalnız bitkiler. Azotlu, sulu, klorofilli, güneş ışıklı bir yaşama... Ya insanlar? Onların yaşamasında her şey ayrıntı. Önemli olan yemek değil, yenecek yemeğin çeşididir; giysi değil, giysinin çeşidi; ayakkabının çeşidi. Günlerin adı bile... Belli günlerde belli yaşamaları vardır. Pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık! Hep ayrıntılar! ... Neredeydi insanlar? Onlar yalnız evleri yanarken dışarı uğrarlar. ... Gücün dyanmaktansa yalnızlığıma kaçarım. Bana tek insan yeter. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum. Toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz, iki kişilik toplumlar değil mi? ... -Normal bir insan değil. Korkmuyor musun ondan? -Hayır, seviyorum. Normal insanlardan korkarım ben. ... Bir şey var, ama eksile eksile var. ... Okulda balık gözlü bir çocuk vardı. Neden insan gözlü balıklar olmasın?
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Okuduğun kitaptaki becerikli ve kederli kahraman bendim; mermer taşlar, iri sütunlar ve karanlık kayalar arasından rehberimle birlikte yeraltındaki kıpır kıpır hayatın mahkumlarına koşan ve yıldızlarla kaplı yedi kat göğün merdivenlerinden çıkan yolcu bendim; uçurumu aşan köprünün öteki ucundaki sevgilisine, "Ben senim!" diye seslenen ve yazarı onu kayırdığı için sigara küllüğündeki zehir izlerini çözen kül yutmaz dedektif bendim... Sen sabırsız, sessizce sayfayı çevirirdin. Aşk için cinayetler işledim, atımla Fırat Nehrini geçtim, piramitlere gömüldüm, kardinalleri öldürdüm: "Canım, ne anlatıyor o kitap öyle?" Sen evli barklı ev kadını, ben akşam o eve dönmüş kocaydım: "Hiç." En son otobüs, en boş otobüs bütün boşluğuyla evin önünden geçerken koltuklarımız karşılıklı titrerdi. Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Orhan Pamuk (The Black Book)
Cohen bilim haberciliğinin façası kirli tarafıyla da tanışmış oldu. Bütün bir öğlenini bir gazete muhabirine rekombinant DNA ve bakteri genleri naklini sabırla anlatarak geçirdikten sonra, ertesi sabah şu başlığı okuyarak uyandı: ''İnsan Yapımı Böcekler Dünyayı Kırıp Geçirecek''.
Siddhartha Mukherjee (The Gene: An Intimate History)
Editör Hanım, elime kalem aldığımda sahip olduğum meziyetlere romanım basılırsa, belki günlük hayatta da sahip olabilirim! Bütün umudum bu! Romanım basılırsa, beni kovalayan saksağanların karşısına korkusuzca dikilebilirim. Her sabah gazete almaya giderken selamlaştığım ada görevlisi Nedim'in, gündüzleri apartman boşluğunda sesleri yankılanan, kapı aralarından, gözetleme deliklerinden bana bakan komşu kadınların ve Nazlı'nın ailesinin karşısında nihayet düzgün bir kıyafetle çıkabilirim. Yazar kıyafeti. Fena değildir. En azından eskrimci kıyafetiyle dolaşmaktan daha iyidir. Çünkü toplu konutlardaki hemen herkes bana, ani bir hamleyle kalplerinin üzerindeki bir düğmeye dokunup iç dünyalarının çirkin ışığını yakacakmışım gibi çekinerek bakıyor. Romanım basılırsa, futbol sahasında gösterdiğim beceriksizlikler belki bir uyuşmazlık mahkemesince çözüme kavuşturulabilir. Topu göğsümde yumuşatamayaşım, sağ ayağımı hiç kullanamayışım, ortalarımın berbat olması filan, hepsi affedilebilir. İstifa edip evde oturmam, kitap okumadan, tek bir cümle yazmadan sadece hayal kurarak boş boş geçirdiğim saatler bir vicdan sorunu olmaktan çıkar. Belki, John Mayall'dan Sensitive Kind'ı veya 16 Horsepower'dan Sinnerman'i acze düşmeden, ikide bir burnumu çekmeden dinleyebilirim. Geçmişle ilgili hiçbir marazi duyguya kapılmadan çilek reçeli yapabilirim, hatta şeftali reçeli de. Ayrıca, romanım basılırsa, daha çekici bir erkek olabilirim. Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum, değil mi Editör Hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
Siz gazeteciyi, gazeteciliği yanlış anlıyorsunuz. Bugünkü modem gazetecilik her ne pahasına olursa olsun kendini okutmak hevesindedir. Bunun için de şaheserler vermek düşüncesinden çok okuyucuyu eğlendirmek, ilgilendirmek, şaşırtmak, sabahleyin veya akşamüstü gazete almazsa bir eksiklik duygusu içinde bırakmaktır. Bugünkü gazete içkiden çok cıgaraya, kahveye benzer. Tiryakiler peyda etmektir gaye.
Sait Faik Abasıyanık (Kayıp Aranıyor)
Farklılıkların paradan kaynaklanabileceği hiç aklıma gelmezdi, insanların doğuştan temiz ya da pasaklı, zevk sahibi ya da sallapati olduğunu sanırdım. Ayyaşlık, konserve et, kenefin yanındaki çiviye asılmış gazete kağıtları, bunları kendilerinin seçtiğini ve böyle mutlu olduklarını sanırdım. Yığınla ders almak, kafa yormak, okumak gerekiyormuş böyle düşünmeyi bırakmak için, hele çocukken, insan her şeyin değişmez bir şekilde belirlenmiş olduğuna inanıyor.
Annie Ernaux (Les Armoires Vides (Korean Edition))
Elbet bir hinlik vardır seni sevişimde ey kanıma çakıllar karıştıran isyan saçlarıma bin küsür yalnızlığı takıp girdiğim şehre insan varlığımızdan tuhaf tohumlar bıraksam günü geçmiş bir gazete, toprak bir çanak bir daha gelmem belki diye bir not bakır maşrapanın yanında şeytanlar da yürür benimle herhal ıslık çaldığım için bir şahan tüylerini döker ardımsıra artık bırakılmaktan yapılma bir adam sayılırım böğrümde kambur çocuklardan bir payanda.
İsmet Özel
Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğumun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kentin, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Gerginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar benim için cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de bir şeyler değişmişti. Yarını gözlerken kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.
Albert Camus
Tekerlekler üzerinde kayan zindanımın karanlığında, yorgunluğun ta derinliklerinden gelişmişçesine, sevdiğim bir kenti, kendimi mutlu hissettiğim belli bir saatin bütün bu alışılmış gürültülerini eskisi gibi, bir bir bulur gibi oldum. Gerginliğini yitiren havada, gazete satıcılarının sesi, küçük parktaki son kuşların ötüşü, sandviç satıcılarının bağrışması, kentin yüksek dönemeçlerinde tramvayların çıkardığı iniltili gıcırtılar ve göğün daha gece limanın üzerine çökmeden önceki uğultusu, bütün bunlar, benim için, cezaevine düşmeden önce bildiğim gözü kapalı bir gezintiyi düzenliyordu. Evet, bu saat, bundan çok zaman önceleri, kendimi mutlu hissettiğim bir saatti. Beni o zamanlar bekleyen, hep hafif ve deliksiz bir uykuydu. Ama yine de bir şeyler değişmişti. Yarını gözlerken, kendimi yeniden hücremde buluverdim. Yaz göklerinde uzanıp giden o bildik yollar insanı günahsız uykulara da zindanlara da götürebiliyormuş demek.
Albert Camus (The Stranger)
Ot minderimle kerevet tahtası arasında sanki kumaşa yapışmış nerdeyse saydamlaşmış bir gazete parçası buldum. Geçmiş bir polis olayını anlatıyordu. Baş tarafı yoktu. Ama, olay herhalde Çekoslovakya'da geçmiş olmalıydı. Adamın biri para kazanmak için bir Çek köyünden ayrılmış. Yirmi beş yıl sonra, zengin olarak, karısı ve bir çocuğuyle birlikte köyüne dönmüş. Annesi kız kardeşiyle birlikte, doğduğu köyde otel işletiyorlarmış. Adam onlara sürpriz yapmak için, karısıyla çocuğunu bir başka otele bırakıp annesinin oteline gitmiş. İçeriye girince annesi kendisini tanımamış. O da, şaka olsun diye bir oda tutmuş, paralarını da göstermiş. Geceleyin, annesiyle kız kardeşi, paralarını almak için kafasına çekiçle vura vura adamcağızı öldürmüşler, cesedini de nehre atmışlar. Sabahleyin, karısı gelip olup bitenden habersiz, yolcunun kim olduğunu söylemiş. Ana kendini asmış, kız kardeşi de kendini kuyuya atmış. Bu öyküyü binlerce kez okudum sanıyorum. Öykü bir yandan gerçeğe uymuyordu, bir yandan olağan bir şeydi. Kısacası, bana kalırsa, yolcu bunu biraz da hak etmişti. İnsan hiçbir zaman böyle oyun oynamamalı.
Albert Camus
İnsanlar da anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içlerini karartmak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. “Ya ötekiler? Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin şu yaşlı adam! Yoksa FATİH'TE İKİ EV YANDI başlığını görüp ‘İyi, Benim orada evim yok,’ diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ. 'İyi etmiş. Kim bilir ne namussuzdu.’ ÇİN'DE İSYAN. 'Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!… Bu 'biz’ dediği daha çok 'ben’ değil mi? 'Ben, benim, bana, beni!’ Herkes 'Ben’.
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
George Pollucci'nin, tuğla ve karanlık gök karışımı bulanık bir zemin üzerinde dolunay gibi aydınlatılmış yüzünü daha iyi görebilmek için gazeteyi gözlerime yaklaştırdım. Adamın bana anlatacak önemli bir şeyi olduğunu hissediyordum, artık her neyse belki de yüzünde yazılıydı. Ama ben baktıkça George Pollucci'nin yüz çizgilerinin kirli kayalıkları eriyip kayboluyor ve yerlerini koyulu açıklı noktalardan oluşan şekillere bırakıyordu. Mürekkep siyahı gazete paragrafında ne Bay Pollucci'nin neden o çıkıntının üzerine çıktığı ne de sonunda onu pencerden içeri alan Çavuş Kilmartin'in ona ne yaptığı açıklanmıştı.
Sylvia Plath (The Bell Jar)
Neruda ne iyi diyor: 'Yalnız Kedi, baştan beri kusursuz biçimdeydi' diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. (...) Kedi, kendi varoluşunun başlı başına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır Kedi. Uyudu mu kinini de unutur...
Tomris Uyar
(Hébert) Cumhuriyet döktüğü kanla ne kadar lekelenirse, bu sürüngenin tüyleri de, devrimin bulvar gazeteleri içinde en bayağısı olan, onun yazdığı, daha doğrusu çamurladığı Père Duchesne ile beraber, bir o kadar kızıla bulanır. Bu gazete, en bayağı ifade biçimiyle –Camille Desmoulins, 'sanki Paris’in bir lağım ağzıymış gibi,' demektedir– en alt, hepsinin en altındaki sınıfların en iğrenç içgüdülerine dalkavukluk etmekte ve böylece devrimi, memleket dışında saygınlığından yoksun kılmaktadır; fakat kendisi kişisel olarak yüksek gelirinin yanı sıra Şehir Meclisi’ndeki sandalyesini ve gittikçe büyüyen gücünü, ayaktakımı arasındaki popülaritesine borçludur; uğursuzluk bu ya, Marie-Antoinette’in kaderi onun ellerine emanet edilmiştir.
Stefan Zweig (Marie Antoinette: The Portrait of an Average Woman)
– Wcale nie trzeba wychodzić z domu, żeby poznać świat – powiedziała nagle Marta, gdy obierałyśmy groszek na schodach przed jej domem. Zapytałam, jak. Może myślała o czytaniu książek, oglądaniu wiadomości, słuchaniu Radia Nowa Ruda, włóczeniu się po Internecie, przeglądaniu gazet, chodzeniu na plotki do sklepu. Ale Marta miała na myśli bezowocność podróży. W podróżach trzeba zajmować się sobą, żeby dać sobie radę, patrzeć na siebie i na to, jak pasuje się do świata. Jest się skupionym na sobie, myśli się o sobie, sobą opiekuje. W podróżach zawsze w końcu natyka się na siebie, jakby się samemu było ich celem. We własnym domu po prostu się jest, nie trzeba z niczym walczyć ani niczego zdobywać. Nie trzeba pilnować połączeń kolejowych, rozkładów jazdy, nie trzeba zachwytów i rozczarowań. Można siebie samego zawiesić na kołku, a wtedy widzi się najwięcej.
Olga Tokarczuk (House of Day, House of Night)
Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi, podyumlardan inerek, televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı, uzun bacaklı, genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu! Ne büyük bir yazıktır ki, ben de bir zamanlar uzun bacaklı, uzun saçlı bir sarışınken, gazete ve dergi köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece. O yazarların tümü erkekti, kalemleri güçlüydü ve asla gazete değiştirmezlerdi. Gazete köşelerinden birine yerleşebilmek için, erkek yazar olmak ve köşe sahibinin ölümünü beklemek gerekirdi. Köşe yazarlarının bu niteliklerini kaybetmeleri, benim de tazeliğimi kaybettiğim yıllara denk geldi ve şu nankör kadere bakın ki, cinsiyetime rağmen saygın bir kalem olmayı becerebildiğim yıllarda, köşeler birdenbire genç ve güzel dişilere açıldı. Bu nedenle, köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor.
Ayşe Kulin (Bir Gün (Turkish Edition))
Indeed, just as possession depends on the discontinuity of the series (real or virtual), and on the choice of a privileged term within it, so sexual perversion is founded on the inability, to apprehend the other qua, object of desire in his, or her unique totality, as a person, to grasp the other in any, but a discontinuous way: the other is transformed into the paradigm of various eroticized parts of the body, a single one of which becomes the focus of objectification. A particular woman is no longer a woman, but merely a sex, breasts, belly, thighs, voice, and face – and preferably just one of them. She thus becomes a constituent 'object' in a series whose different terms are gazetted by desire, and whose real referent is by no means the loved person but, rather, the subject himself, collecting and eroticizing himself, and turning the relationship of love into a discourse directed towards him alone.
Jean Baudrillard (The System of Objects)
-Yürüyebileceğimden emin değilim. -Öyleyse seni taşırım. -Aşk bu mu? -Aşk nedir, bilmiyorum artık. Bir hafta önce pek çok fikrim vardı. Aşk nedir, nasıl kalıcı kılınır. Şimdi aşığım ve en ufak bir fikrim yok. Şimdi aşığım ve bu konuda bir aptaldan farkım yok. .... Dolunayın gerçekleştiği güne, Ay’ın ne büyüdüğü ne de küçüldüğü güne, Babilliler “yürek dinlencesi” anlamına gelen Sabat adını vermişlerdi. Bu günde Ay tanrıçasının, Babil’de bilinen adıyla Ay’daki kadın İştar’ın adet gördüğüne inanılırdı; çünkü neredeyse her eski ve ilkel toplumda olduğu gibi Babil’de de çok eski zamanlardan beri bir kadının aybaşı kanaması geçirirken çalışması, yemek pişirmesi ya da yolculuk etmesi tabu sayılırdı. Bildiğimiz Sebt gününün kökeni olan Sabat’ta erkekler de kadınlar gibi dinlenmek zorundaydı; çünkü Ay adet görürken tabu herkes için geçerliydi. Başlangıçta (ve doğal olarak) ayda bir kez gözlemlenen Sebt, daha sonra Hristiyanlar tarafından Yaratılış mitleriyle birleştirilip işe yarar bir şekilde haftalık hale getirildi. Böylelikle günümüzde sert adaleli, sert kasketli, sert zihinli erkekler, adet görmeye ilişkin arketip psikolojik bir tepki sayesinde pazar günleri işe gitmekten kurtulmuşlardır. .... Lüzumlu ve lüzumsuz delilikler vardır. İkinci gruba girenler Güneş karakteri taşır birinci gruba girenlerse Ay ile bağlantılıdır. Lüzumsuz delilikler, hırs, saldırganık ve ergenlik öncesine özgü endişeden oluşan gevrek bir karışımdır, çok uzun zaman önce atılmış olması gereken bir çöp yığınıdır. Lüzumlu delilikler, kişinin, akranları ne kadar kaçık bulsa da erdemli ve doğru olduklarını içgüdüleriyle sezdiği dürtülerdir. Lüzumsuz delilikler insanın başını kendisiyle belaya sokar. Lüzumlu delilikler insanın başını başkalarıyla belaya sokar. İnsanın başının başkalarıyla belaya girmesi her zaman daha iyidir. Hatta lüzumlu olabilir. Şiir, şiirin iyi yazılmışı, Ay özelliklerini taşır ve lüzumlu deliliklerle ilgilidir. Gazetecilik Güneş özellikleri taşır (Güneş adında pek çok gazete varken hiçbirinr Ay adı verilmemiştir) ve lüzumsuzluklara adanmıştır. .... Saygı ve itaat yeminleri etmek yerine, yardım ve yataklık edeceğimiz sözünü vermeliyiz belki.. .... "Dünyanın öbür ucuna dek onun peşinden gideceğim." diye hıçkıra hıçkıra ağladı. Evet şekerim ama dünyanın bir ucu yok. Kolomb bunu saptamıştı. .... (Mutluluk gözyaşları sahne sağından çıkar. Şaşkınlık gözyaşları sahne solundan girer, yer ışıklarına doğru ilerler.) .... Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Geride bıraktığımız yirmi yüzyıl. Peki ya sonra? Bir pastanın üstünde yirmi mum. Bir pakette yirmi Camel. Federal kodeste yirmi ay. Genç bir kızın boğazından aşağı yuvarlanan yirmi kadeh tekila. Hazreti İsa'nın son kez kıç üstü oturuşundan bu yana yirmi yüzyıl geçmiş ve onca zaman sonra bizler tutkunun çekip gittiğinde nereye gittiğini hala bilmiyoruz. .... Ahmaklar, örgütlü davalara hizmet konusunda en uygun kişilerdir; çünkü nadiren yapacak daha yaratıcı bir işleri olur ve böyle bir işleri olsa bile dar görüş nedeniyle kısıtlandıklarından o işi muhtemelen yapmazlar. .... Bernard'ın dolunay ışığının dört buçuk metre yükseklikteki kırk vatlık bir ampule eşit olduğunu söylediğini hatırladı. .... "Bak hayatım, sevgilin nam salmış biri. Orospu çocuğunun her şeyden bomba yapabileceği söyleniyor." .... Dört elementten üçü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyeydi. .... Bir nefes sigaraya, bir lokma yemeğe, bir fincan kahveye, bir parça göte ya da temposu hızlı bir öyküye ihtiyaç duyduğu halde nasibine hepi topu felsefe düşen her zeki kişinin yapacağı gibi dik dik bakıyorlardı ona. .... İnsan kendi kurallarını da bozamadıktan sonra kimin kurallarını bozabilirdi?
Tom Robbins (Still Life with Woodpecker)
I have again been asked to explain how one can "become a Daoists..." with all of the sad things happening in our world today, Laozi and Zhuangzi give words of advice, tho not necessarily to become a Daoist priest or priestess... " So many foreigners who want to become “Religious Daoists” 道教的道师 (道士) do not realize that they must not only receive a transmission of a Lu 籙 register which identifies their Daoist school, and learn as well how to sing the ritual melodies, play the flute, stringed instruments, drums, and sacred dance steps, required to be an ordained and functioning Daoist priest or priestess. This process usually takes 10 years or more of daily discipleship and practice, to accomplish. There are 86 schools and genre of Daoist rituals listed in the Baiyun Guan Gazeteer, 白雲觀志, which was edited by Oyanagi Sensei, in Tokyo, 1928, and again in 1934, and re-published by Baiyun Guan in Beijing, available in their book shop to purchase. Some of the schools, such as the Quanzhen Longmen 全真龙门orders, allow their rituals and Lu registers to be learned by a number of worthy disciples or monks; others, such as the Zhengyi, Qingwei, Pole Star, and Shangqing 正一,清微,北极,上请 registers may only be taught in their fullness to one son and/or one disciple, each generation. Each of the schools also have an identifying poem, from 20 or 40 character in length, or in the case of monastic orders (who pass on the registers to many disciples), longer poems up to 100 characters, which identify the generation of transmission from master to disciple. The Daoist who receives a Lu register (給籙元科, pronounced "Ji Lu Yuanke"), must use the character from the poem given to him by his or her master, when composing biao 表 memorials, shuwen 梳文 rescripts, and other documents, sent to the spirits of the 3 realms (heaven, earth, water /underworld). The rituals and documents are ineffective unless the correct characters and talismanic signature are used. The registers are not given to those who simply practice martial artists, Chinese medicine, and especially never shown to scholars. The punishment for revealing them to the unworthy is quite severe, for those who take payment for Lu transmission, or teaching how to perform the Jinlu Jiao and Huanglu Zhai 金籙醮,黃籙齋 科儀 keyi rituals, music, drum, sacred dance steps. Tang dynasty Tangwen 唐文 pronunciation must also be used when addressing the highest Daoist spirits, i.e., the 3 Pure Ones and 5 Emperors 三请五帝. In order to learn the rituals and receive a Lu transmission, it requires at least 10 years of daily practice with a master, by taking part in the Jiao and Zhai rituals, as an acolyte, cantor, or procession leader. Note that a proper use of Daoist ritual also includes learning Inner Alchemy, ie inner contemplative Daoist meditation, the visualization of spirits, where to implant them in the body, and how to summon them forth during ritual. The woman Daoist master Wei Huacun’s Huangting Neijing, 黃庭內經 to learn the esoteric names of the internalized Daoist spirits. Readers must be warned never to go to Longhu Shan, where a huge sum is charged to foreigners ($5000 to $9000) to receive a falsified document, called a "license" to be a Daoist! The first steps to true Daoist practice, Daoist Master Zhuang insisted to his disciples, is to read and follow the Laozi Daode Jing and the Zhuangzi Neipian, on a daily basis. Laozi Ch 66, "the ocean is the greatest of all creatures because it is the lowest", and Ch 67, "my 3 most precious things: compassion for all, frugal living for myself, respect all others and never put anyone down" are the basis for all Daoist practice. The words of Zhuangzi, Ch 7, are also deeply meaningful: "Yin and Yang were 2 little children who loved to play inside Hundun (ie Taiji, gestating Dao). They felt sorry because Hundun did not have eyes, or eats, or other senses. So everyday they drilled one hole, ie 2 eyes, 2 ears, 2 nostrils, one mouth; and on the 7th day, Hundun died.
Michael Saso
Az sonra bir de baktık, Oakland yakınlarındaki bayırlardayız. Ardından, bir noktada, o doyumsuz güzellikteki beyaz şehir San Francisco gözlerimizin önüne serildi: masmavi Pasifik'in kenarında onbir gizemli tepe, etrafında yama yama patates tarlalarından bir sis duvarı, akşamüstü saatlerinin dumanı ve altın rengi. "Nefes alışını duyuyorum!" diye bağırdı Dean. "Vay be! Başardık! Hem de tam benzin biterken! Su verin bana! Buradan sonra kara yok! Daha ileri gidemeyiz çünkü kara buraya kadar! Marylou, tatlım, hadi siz hemen bir otele kapağı atın. Sabah görüşürüz. Benim Camille'le konuşup birtakım şeyleri ayarlamam lazım biliyorsun, ayrıca demiryolundaki iş için şu Fransız'ı da arayacağım. Siz de Sal'la gazete alıp iş ilanlarına bakarsınız." Oakland Bay Köprüsüne varmıştık bile. Şehir merkezindeki işyerlerinin ışıkları yanıyordu, Sam Spade'i hatırladım. O'Farrell Caddesinde sendür sundur arabadan indik ve havayı koklayıp gerindik. Uzun bir deniz yolculuğundan sonra karaya ayak basmış gibiydik. Cadde altımızda sallanıyordu. Çin mahallesinden gelen yemek kokuları sarmıştı ortalığı. Arabada ne kadar eşyamız varsa çıkarıp kaldırıma yığdık.
Jack Kerouac (On the Road)
Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır. Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise herhangi bir şey duyması gerektiğini de düşünmez, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz, kaygılanmayı anlayamaz... Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görülüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişmemektedir, o kadar. Aynı kişiler ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir film, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri ancak bir tür somutluk karşısında kıpırdanır, canlanır. ....... Bir yaşam bilişsizliğidir bu. " Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında - gizli de kalsa- bir "oh olsun! dikkat edeydi ya" duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okumasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacaklarının yoksulluğudur bu...
Bilge Karasu (Night)
Monty küçük tuvaletin kapısını kilitleyip, klozetin kapalı kapağının üstüne oturdu. Biri tuvalet kağıdı rulosunun takılı olduğu plastiğin üzerine, cehenneme kadar yolunuz var, yazmıştı. Kesinlikle diye düşündü o da. Ama senin de cehenneme kadar yolun var. Herkesin. Kapıdaki Fransız kadının, şarap içerek yemek yiyenlerin, siparişleri alan garsonların, hepinizin canı cehenneme. Bu kentin ve içindeki herkesin canı cehenneme. Sokak köşelerinde sırıtarak dilenen serserilerin, türbanlı Sihlerin, sarı taksileriyle birbiriyle yarışan yıkanmak bilmez Pakistanlıların da. Göğüs kıllarını alıp, memelerini büyüten Chelsea'li ibnelerin de. Hepsinin canı cehenneme. Aşırı pahalı meyvelerinden piramitler yapan Koreli manavların, onların plastik ambalajlara sarılı lale ve güllerinin de. Beşinci Cadde'de sahte Gucci satan beyaz cübbeli Nijeryalıların da. Brighton Sahili'nde küp şekerleri dişlerinin arasında tutarak çaylarını cam bardaklardan içen Rusların da. Hepsinin canları cehenneme. 47. Cadde'de elmas satan şapkalı, kirli gabardin takımlı, Mesih'in gelmesini beklerken sürekli para sayıp duran Yahudilerin de. Sokaklarda sürtenlerin, yaşlıların ve de spastiklerin de. Kendini beğenmiş, metrolarda sürekli gazete okuyan, kolonya sürünmüş Wall Street borsacılarının da. Hepsinin canı cehenneme. Washington Square Park'ta, bellerinden cüzdan zincirleri sarkan patenli punkçıların, her yere bayrak asan, otomobillerinin açık camlardan dinledikleri müziği bangır bangır herkese dinleten Porto Rikoluların da. Naylon eşofmanları ve St. Anthony madalyonlarıyla gezip, saçlarına durmadan briyantin süren Bensonhurst İtalyanlarının da. Enginarı Balducci'den, eşarbı Hermes'ten alan, büzük dudaklı, asık suratlı ev kadınlarının da. Asla pas vermeyi bilmeyen, savunma yapmayan, her turnikeye girişte bir adım fazladan atan varoş çocuklarının da. Babaları Tokyo'ya iş gezisine giderken mutfakta oturup esrar çeken okullu uyuşturucu müptelalarının da. Mavi giysileri içinde kabadayılık taslayarak dolaşan, kalın enseli, Krispy Kreme'e giderken bile kırmızı ışığı takmayan polislerin de. Knicks'in, Indiana'ya karşı oyunu nedeniyle Patrick Ewing'in, Charles Smith ve onun Chicago maçındaki başarısız uzaktan atışlarının, John Starks'ın Houston maçındaki korkunç şutlarının da canı cehenneme. Jordan'ı hiç yenemedikleri için cehennemin dibine kadar yolları var. Sürekli söylenip duran bücür Jakob Elinsky'nin de canı cehenneme. Hep sevgililerimin kıçlarına bakıp duran Frank Slattery'nin de canı cehenneme. Ben gidince özgürlüğünü ilan edecek Naturelle Rosariao'nun da canı cehenneme. Güvendiğim ama beni gammazlayan Kostya Novotyny'in de. Karanlık odasında film banyo edip duran babamın da. Karlar altında çürüyen annemin de. Bu kadar çabuk kurtulan İsa'nın da canı cehenneme. Çarmıhta yalnızca birkaç saat, cehennemde bir hafta sonu sonra melek ordusuyla eğlence. Bu şehrin ve içindeki her şeyin canı cehenneme. Astoria'daki tek katlı evlerden Park Avenue'daki dublekslere, Brownsville'deki projelerden, Soho'daki mağazalara, Bellevue Hastanesi'nden Alphabet City'deki meskenlere, Park Slope'un kahverengi taşlarına kadar her şeyin canı cehenneme. Bırakın Araplar her tarafı bombalasınlar, bırakın sular yükselsin ve bu fare delikleri yok olsun, depremler yıksın tüm bu yüksek binaları, alevler sarsın her yanı. Yaksın, yıksın, bitirsin. Ve senin de canın cehenneme Montygomery Brogan. Her şeyi mahveden asıl sensin.
David Benioff (The 25th Hour)
Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ağır kanlı adamlardır Değişen bir dünyaya karşı Kerpiç duvarlar gibi katı Çakır dikenleri gibi susuz Kayıtsızca direnerek yaşarlar. Aptal, kaba ve kurnazdırlar. İnanarak ve kolayca yalan söylerler. Paraları olsa da Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır. Her şeyi hafife alır ve herkese söverler. Yağmuru, rüzgarı ve güneşi Bir gün olsun ekinleri akıllarına gelmeden Düşünemezler... Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek Topraklarını büyütmeye çalışırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar karılarını döverler Seslerinin tonu yumuşak değildir Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler. Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar. Adım başı pınar olsa da köylerinde Temiz giyinmez ve her zaman Bir karış sakalla gezerler. Çocuklarını iyi yetiştiremezler Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur. Bir gün olsun dişlerini fırçalamaz Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler. Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler. Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar Gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar. Binlerce yılın kalın kabuğu altında Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır. Aldanmak korkusu içinde Sürekli birbirlerini aldatırlar. Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse Karılarından en az on adım önde yürürler Ve bir erkeklik işareti olarak Onları herkesin ortasında döverler. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler Kendilerinden olanlarla alay edip Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar. Devlet, tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir. Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar. Yiğittirler askerde subay dövecek kadar Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır- Ezim ezim ezilirler. Enflasyon denilince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler. Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler. Dindardırlar ahret korkusu içinde Ama bir kadının topuklarından Memelerini görecek kadar bıçkındırlar Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez Şehre giderler! Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar. Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde Bunun, Tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar. Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki Zengin bir akrabalarından söz ederler. Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler.. Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar. Köylüleri niçin öldürmeliyiz? Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar. Yarı gecelerde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur. Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler. Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe -Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa- Sonuçlarını görmeden inanmazlar. Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur. Mülk düşkünüdürler amansız derecede Bir ülkenin geleceği Küçücük topraklarını ipoteği altındadır. Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden Zamanın derin ırmakları önünde... KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM?
Şükrü Erbaş
Ara sıra, geleceğin tarihçileri bizim için ne diyecekler, diye düşünürüm. Çağdaş insanı anlatmaları için bir cümle yeter; çiftlesirdi ve gazete okurdu. Bu tanımdan sonra, söyleyecek başka bir şey kalmaz sanırım...
Albert Camus (The Fall)
To achieve a standardized level of security for aviation, States, through their appropriate aviation security authorities need to establish a comprehensive policy, supported by appropriate legislation, to be implemented by the many entities involved in any civil aviation security structure. These include aircraft operators, airport operators, air traffic service providers (ATSPs), law enforcement authorities, providers of security services and intelligence organizations, amongst others. This policy is typically contained in the NCASP, but its implementation on the other hand, and by a civilian entity like CAA, especially where service providers such as Airport Police are concerned, leaves a lot to be desired. How do we expect a civilian entity to regulate a gazetted uniformed one ?
Taib Ahmed ICAO AVSEC PM
Gazete bütün insanları, tek bir kafa haline getirmeye çalışır. Tüm insanların kafasını ve düşüncesini ele geçirmeye çalışır. Benim düşünceme karşı savaşır. Bunu becirir de. Sabah kağıdı okursan, öğlene diğer Papalagi'lerin kafalarında ne taşıdıklarını, ne düşündüklerini bilirsin. Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını . Ama bu düşüncelerin çoğu onurdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinlerle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabiliriz.
Erich Scheurmann (O Papalagui: Discursos de Tuiavii Chefe de Tribo de Tiavéa nos Mares do Sul)
A legislation under the name of Sexual Harassment of Women at Workplace (Prevention, Prohibition and Redressal) Bill, 2012, was introduced in Parliament. There was no debate in Parliament when the bill was introduced on 3 September 2012 and the matter was sent before the Rajya Sabha for approval. Ultimately, it was assented to by the president on 22 April 2013 and gazetted on 23 April 2013. This is a social welfare legislation of far-reaching consequence, giving protection and the right to work with dignity to women, and is the result of the judicial intervention in Vishaka.
Asok Kumar Ganguly (Landmark Judgments That Changed India)
Este cu neputinţă să ne păstrăm pacea sufletească dacă nu veghem asupra minţii noastre, adică dacă nu vom depărta gândurile care nu-I plac lui Dumnezeu şi nu le vom păzi, dimpotrivă, pe cele plăcute lui Dumnezeu. Trebuie să priveşti cu mintea în inimă, ce anume lucrează acolo: lucruri de pace sau nu. Dacă nu, atunci vezi cu ce anume ai păcătuit. Pentru pacea sufletească trebuie să fii înfrânat, pentru că pacea se pierde şi din pricina trupului nostru. Nu trebuie să fii curios; nu trebuie să citeşti nici gazete, nici cărţi lumeşti, care pustiesc sufletul şi-i aduc urât şi tulburare. Nu osândi pe alţii, fiindcă adeseori se întâmplă că, fără să-l cunoaştem pe om, îl vorbim de rău, dar el prin mintea lui e asemenea unui înger. Nu te sili să cunoşti treburi străine, ci numai pe cele ale tale; nu te îngriji decât de ceea ce ţi s-a poruncit de "bătrâni" şi atunci, pentru ascultarea ta, Domnul te va ajuta cu harul Său, şi vei vedea în sufletul tău roadele ascultării: pacea şi rugăciunea neîncetată. În viaţa de obşte harul lui Dumnezeu se pierde înainte de toate pentru că n-am învăţat să iubim pe fratele nostru după porunca Domnului. Dacă fratele tău te întristează şi în clipa aceea primeşti un gând de mânie împotriva lui sau dacă-l osândeşti ori îl urăşti, vei simţi că harul te-a părăsit şi că pacea a pierit. Pentru pacea sufletească trebuie ca sufletul să se obişnuiască să iubească pe acela care l-a întristat şi să se roage de îndată pentru el. Sufletul nu poate avea pace, dacă nu va cere cu toată puterea de la Domnul darul de a iubi pe toţi oamenii. Domnul a zis: "Iubiţi pe vrăjmaşii voştri" [Mt 5,44], şi dacă nu-i vom iubi pe vrăjmaşi, nu va fi pace în suflet. Este neapărată nevoie să dobândim ascultare, smerenie şi iubire, altfel toate marile noastre nevoinţe şi privegheri vor fi doar spre pierzanie. Un "bătrân" a avut următoarea vedenie: un om căra apă într-un vas al cărui fund era spart; omul îşi dădea multă osteneală, dar toată apa se scurgea şi vasul rămânea gol. Aşa şi noi, trăim în nevoinţă [asceză], dar pierdem o singură virtute, şi pentru ea sufletul stă gol.
Siluan Athonitul (Între iadul deznădejdii și iadul smereniei)
Avrupa şehirleri; gazete basan, kitap yazan, protesto düzenleyen, tehdit eden, Bolşevikleri iyileştiren envâi çeşit hoşnutsuz göçmenle dolu. Yapılan bu "işten" daha faydasız ve sefilini görmedim. Sovyet kafalarını uçuracak olan söz şamatası bu mu? Şimdi size, sizi utandıracak ama söylenmesi gerekli, sonunda söylenmesi gereken ve basitçe söylenecek o vahim lafı, gizlemeden sakınmadan söyleyeceğim: ERMENİ DEVRİMCİ FEDERASYONU'NUN YAPACAĞI BİR ŞEY KALMADI.
Hovhannes Kajaznuni (Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok: 1923 Parti Konferansı'na Rapor)
Eruh ve Şemdinli eylemleri Türkiye'de birçok kesim ve çevrede adeta şok etkisi yarattı. Devlet böyle bir şey beklemiyordu. Bu hadiseleri yapanlar, sanki gökten zembille inivermişlerdi. Çünkü; o güne kadar emniyet ve asayişten sorumlu olan kuruluşlar, PKK hazırlığının, dönen dolapların, hazırlanan tezgahların bu gün de olduğu gibi farkında değillerdi. Bu eylemler; psikolojik etkileri büyüt olan, basit, risksiz fakat sansasyonel etkileri fazla olan eylemlerdir. Yöre halkı hariç genelde Türk kamuoyu terör ve terörist faaliyetleri yakınen bilmesine rağmen bu tür eylemlere yabancıydı. Öyle ya, iki ilçeye saldırılıyor, bir tanesi işgal ediliyor, sonra işgalciler ortadan kayboluyordu. Gazete manşetleri verdikleri haberlerle halkın şaşkınlığını iyice artırıyordu. "Eruh ve Şemdinli'yi basan teröristler aynı gece Irak'a kaçtılar!" Bir başka manşet; "Baskını gerçekleştiren teröristler falan dağda çembere alındı, bütün ikmal ve iaşe yolları kesildi, yakalanmaları an meselesi vs." Görülüyor ki; olayları halka aktaran gazeteler de olaylardan habersizdiler. Yöre halkı basının abartmaları, güvenlik kuvvetlerinin telaşı, teröristlerin yakalanamayışından dolayı büyük bir korku ve paniğe kapılmıştı. Fakat meseleyi İngiliz BBC radyosu biliyordu. Apo'nun sesi radyosu gibi "PKK gerillaları, gerilla mücadelesi, Kürdistan... vs." gibi bir üslup kullanıyordu.
Ahmet Cem Ersever (Kürtler PKK ve Abdullah Öcalan)
Sen elinde kapağı kartondan kitap, ben elimde okuyamadığım gazete, sorardım: "Kahramanı ben olsam beni sever miydin?" "Saçmalama!" Gecenin acımasız sessizliği diye yazardı okuduğun kitaplar, sessizliğin acımasızlığı nedir bilirdim.
Orhan Pamuk (The Black Book)
Ülkende özgür bir basın olmadığı sürece gazete almaya gerek yoktur ve haber dinlemeye de gerek yoktur çünkü yalanları dinlemeye gerek yoktur! Ve zaten bir tane gerçek bilgiye sahipsin: Seni yönetenler tarafından aldatılıyorsun! Bu senin için yeterli bir bilgidir!
Mehmet Murat ildan
Ja nie oglądam telewizji, nie szukam specjalnie wiadomości o tym, co się w Polsce ostatnio dzieje. A dzieje się głównie polityka, która zubaża nam świat. Nie jest warta uwagi. Nie może wypełniać każdego dnia i wszystkich gazet, bo to jest horror umysłowy. Cały czas te same twarze, które mówią to samo, głupio najczęściej. Ja się na to nie godzę. Życie jest ciekawsze, potężniejsze, bardziej przejmujące niż to, co oni opowiadają. Tęsknię za ich kompletną nieobecnością, tak jak w krajach skandynawskich. Są, ale ich nie ma.
Andrzej Stasiuk
...İnsanlar,bilmek,anlamak,tefekkür etmek,akıl yürütmek yerine seyrediyor.Her şeyin bir gösteriye dönüştürülerek pazarlanması,sunulması her şeyi değersizleştiriyor.Kalıp yargılardan oluşan televizyon ve gazete kültürüne maruz kaımak,düşünsel hiçliğe maruz kalmak şeklinde sonuçlar veriyor.Televizyon ve gazete kültürü kolaycılık,spekülasyon,sansasyon,güncellik,partizanlık ve ideolojik ölçütlerden oluşuyor.Bu kültür ahlaki normların yerine ideolojik normları koyuyor...
Atasoy Müftüoğlu (Varoluşsal Kaygılar)
Gazete yapmak, dünyayı her gün yeniden kurmak, her gün yeniden yorumlamaktır.
Anonymous
Eğer bir devlet gazetecilerden korkuyorsa, bu şu anlama gelir ki o devlet kesinlikle bazı gizli şeytani işler yapıyordur!
Mehmet Murat ildan
Parliament Scout’ 1643 yılında yayına başladığında gazeteciliğe yeni bir boyut getirecekti: Sadece kendisine ulaşan haberlerle yetinmeyecek, artık yeni gelişmeleri (news) araştırıp, keşfetmek için gerekli her türlü çabayı da sergileyecekti. Bir sonraki yıl ‘Spie’ adlı gazete yayına başladığında okuyucularına, ‘Krallık’ta dönen dolapları ve iç mücadelelerdeki hile hurdayı keşfedip okurlarımza sunmayı planlıyoruz. Bunun için de kendimizi saklayarak(undercover) çalışacağız’ sözü veriyordu.
Anonymous
Ülkendeki hükümet yanlısı medyadan sakın, çünkü o gözlerini açmaz o sadece seni kör eder!
Mehmet Murat ildan
uANKARA (12 Temmuz 1921'de İkdam gazetesinde çıkmıştır-Y.K.K.) "Allah'a bin şükür nihayet Ankara'dayız. Yedi günlük ve altı gecelik yorucu bir yolculuktan sonra meşhur Çubuk Ovası'ndan geçilerek yalçın tepelerden müteşekkil dönüm dönüm bir dehlizden bu esrarlı şehre giriliyor. Benim yerimde bir Avrupalı gazete muhabiri kim bilir buraya erişebilmek için ne büyük fedakarlıklara katlanırdı. Dünyanın hangi şehri burası kadar merak ve tecessüs çekebilir? Bugünkü siyasi cihanın üç büyük ve mühim merkezinden birisi de bence Ankara'dır. Hatta son zamanlarda burası Moskova'dan ve Londra'dan daha ziyade ehemmiyet kesbetti. Avrupa ve Amerika gazetelerinden herhangi birini açınız görürsünüz ki, en çok ismi geçen diyar Anadolu ve onun merkezi olan Ankara'dır. Fakat zannetmeyiniz ki, Ankara'nın manzarası şehir itibariyle şu şöhret ve ehemmiyetle mütenasip bir heybet ve ihtişam arz ediyor. Türk öilliyetçilerinin Hükümet Merkezi bir yangın harabesinden başka bir şey değildir. Bütün dünyaya kafa tutan ve Garp aleminin mütecaviz ve müstevli dalgalarına karşı Şark'ın eşiğinde yegane geçilmez seddi teşkil eden Büyük Millet Meclisi bu harabenin bir kenarında tek katlı, mütevazi, küçük bir binaydı. On yıllık mütemaddi bir mücadeleden sonra hala sayısız düşmanlarla döğüşen Türk Milleti'nde azim, irade, kuvvet vekahramanlık, fazilet ve ümit namına ne varsa hep bu yalıtkan binanın içinde bulunuyor. Zarf ile mazruf arasında ne büyük tezat! Fakat, Türk'ün ruhundaki hayati ve ahlaki fazilete o emsalsiz ulviyet ve mahabeti veren asıl bu tezat değil midir? Eğer Ankara, Londra gibi muazzam ve tantanalı bir şehir ve Büyük Millet Meclisi, West Minister şehrinde bir saray olsaydı Anadolu'daki milliyet ve istiklal hareketinin manası bu kadar büyük görünür müydü? Türk askerine yirminci asır medeniyetinin icabı demir ve çelikten bin türlü cehennem aletlerine karşı koyabilmek kudretini veren şey onun büründüğü paçavralardır. Her hadiseyi zahiri sebepleriyle görmeye alışmışlar bu tecellinin sırrını anlıyamazlar. O gibi kimselere tavsiye ederim ki, Ankara'ya gelmesinler. Zira, buraya ne tarafından baksalar ayrı bir hayat inkisarına uğrarlar. Hatta, bunlar ne derece iyi niyet sahibi olurlarsa olsunlar kalblerndeki kuvvetin mutlaka sarsıldığını hissederler. ... Bir Frenk muharririne göre, dünyada bazı yerler vardır ki, orada bir ilahi nefha eser, Vahdaniler için, Kudüs, Mekke; Cihangirler için Roma, Kartaca; Sosyalistler için Leningrat, Moskova bu neviden yerler olsa gerekir. Mazlum ve mağdur millet için de ilahi nefhanın estiği yer Anadolu'nın en harap bir kasabası olan Ankara'dır. Bundan anlamak lazımgelir ki, herhangi bir şehre azamet ve mahabet veren şey o şehrin binaları, yolları, kubbe ve sütunları dğeildir; ancak orada vukubulan hadise, orada doğan fikir, orada esen nefhadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Vatan Yolunda)
Rüyamda ayın kağıttan olduğunu gördüm, kibrit yakıp ayı ateşe verdim. Gazete gibi alev aldı, damların üstüne yanan parçalar dökmeye başladı. Annem dükkandan çıkıp "Bu okyanus ister," dedi. Sonra uyandım. Eskiden artemisya tepelerinin olduğu yerden gelen okyanus seslerini duydum.
Ursula K. Le Guin (Başka Bir Yer)
Efendim, son olarak bir şey sormak istiyorum. Yanılmıyorsam bugün hayatta olan gazete fotoğrafçılarının en eskisi sayılabilirsiniz. Allah uzun ömürler versin. Bugünkü meslektaşlarınıza, gazete fotoğraılarına edindiğiniz tecrübelere dayanarak verebileceğiniz tavsiyeler bulunur mu? Valla şimdi onlar bizim imkânlarımızdan çok daha fazla imkânlarla çalışıyorlar. Ve içlerinde kıymetli elemanlar da var. Bu meslekte hâdiseyi bilerek resim çekmek en mühimi... Hâdiseyi bilmeden resim çekilecek olursa, maalesef hiçbir şey ifade etmez. Bir resim, beş sayfa yazıyı bir anda silip atabilir. Veyahut daha değerlendirebilir. Hâdiseyi bilerek resim almak lâzım.
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
İlk zamanları, sabah trenine yetiştirmek için o saatlerden sonra otel odasında yazıya oturmasına şaşardım. Semizliğinin ve çoğunca durgun hâlinin hiç umdurmıyacağı kadar tetik ve çalışkandı. İstanbul’da “Cumhuriyet” gazetesini çıkarıyordu. Bu gazete uzun müddet Atatürkçü tek gazete olarak kalmıştı. İstanbul’u muhalefet havası sardığı zamanlarda da hayli sürüm sarsıntıları geçirmişse de davaya bağlılığından hiç ayrılmamıştır. Nadi samimî devrimci idi. Eski “Malûmat” mektebinden, hemen hemen Muallim Naci edebiyatından olmakla beraber, Meşrutiyet Türkçülüğünün dil prensiplerini benimsemiş, Osmanlıcasını Türkçeye doğru çözmüştü. Bu yalnız şekil bakımından Türkçe, üslûp ve lehçe bakımından Osmanlıca idi. Sonra ikinci fedakârlığa sıra geldi: Atatürk kendini seven yazarları, bir müddet, tamamıyla öz Türkçe denemelerine davet etmişti. Bu benim yazı ömrümün en sıkıntılı günleridir: Türkçeden başka hiçbir kelime kullanmamak, sonra da zevklerimden ayrılmamak! Ben kolay ve çabuk yazarım. O zamanları dörtte bir sütunluk bir şey yazabilmek için bir iki saat uğraşırdım. Yemek masasını yazı masasına çevirmiştim: Etrafında döner, dururdum. Hem Atatürk’ün meclisinden, hem onun gazetesini emanet ettiği adam olmak gibi iki şerefli mesuliyetle sanat kaygılarım arasında ne yapacağımı şaşırırdım. Kendisi ise bizden fazlasını yapıyordu. Nadi kolayını şöyle bulur: Yazılarını kendi üslubu ile yazar, sonra içeriye vererek Tarama dergisine göre öz Türkçeye çevirtirmiş. Bu yazıları hatırlarım. Asılları kendinin olmasına rağmen, üzerlerinden iki gün geçince, Nadi’nin de onları anlayamaz olduğuna şüphe bile etmem.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
ömrümde gördüğüm en güzel yüz bir gazete satıcısının yüzüydü, Beverly ile Vermont kavşağında standı olan yaşlı adamdan söz ediyorum, yüzüne bakınca ona o ismi neden taktıklarını anlıyordunuz: Kurbağa Adam. sık sık oradan geçerdim, ama pek konuşmazdık ve bir gün ölüverdi Kurbağa Adam ama onu hep hatırlayacağım; bir gece civardaki barlardan birinden çıkmıştım, o standındaydı ve bana bakıp, "sen ve ben, aynı şeyleri biliyoruz," dedi.
Charles Bukowski (The Last Night of the Earth Poems)
După mine, dragostea creștinească față de aproape este un miracol imposibil pe pământ. Hristos a fost Dumnezeu. Adică ceea ce nu suntem noi. Să presupunem, de pildă, că eu aș avea o suferință adâncă; nimeni altul însă n-o să-ți poată da seama vreodată cât sufăr, pentru că este altul, nu eu, și, în afară de asta, foarte rar întâlnești un om care să admită că semenul lui poate fi un martir (ca și cum ar fi cine știe ce titlu de noblețe!). Și știi de ce nu vrea să admită? Pentru simplul motiv că miros urât sau mutra mea i se pare stupidă, ori pentru că odată, nu mai știu când, l-am călcat pe picior. Și apoi, sunt suferințe și suferințe: o suferință umilitoare și degradantă, cum ar fi, de pildă, foamea, poate mai degrabă să trezească mila cuiva; dacă însă suferința mea este de un ordin superior, bunăoară dacă, să zicem, aș avea de pătimit pentru o idee, prea puțini ar fi dispuși să-i dea crezământ decât doar în cazuri extrem de rare, pentru că, uitându-se la mine, ar constata că n-am înfățișarea pe care, după părerea lor, ar trebui s-o aibă omul sortit să sufere în numele unei idei. Și le este de ajuns ca să-mi retragă pe loc bunăvoința lor, și fii sigur că n-o fac din răutate; nu, câtuși de puțin! De aceea, cred eu, cerșetorii și, mai ales boierii scăpătați n-ar trebui să scoată niciodată capul în lume, mulțumindu-se să ceară de pomană prin gazete. Teoretic, firește, poți să-ți iubești aproapele, dar numai așa, de la distanță, niciodată însă când e-n preajma ta. Dacă totul în lume s-ar petrece ca pe scenă, ca într-un balet unde milogii apar costumați în zdrențe pitorești de mătase și dantele rupte, cerșind cu cea mai desăvârșită grație, atunci ai putea cel puțin să-i admiri. Să-i admiri, însă nu să-i și iubești.
Fjodor Dostojewski (The Brothers Karamazov)
,,Pod koniec września do Nikodema przyjechał z Trójmiasta Wojtek K. jego serdeczny przyjaciel i zarazem wspólnik. (...) Wojtek K. przyszedł na spotkanie w towarzystwie eleganckiej (...)W pierwszym momencie pomyślałam, że jest jego żoną, bo widać było, że świetnie się ze sobą czują. Dopiero podczas rozmowy okazało się, że owa kobieta była pracownikiem nowo otwieranego w tamtym czasie oddziału Hestii w Krakowie. Wojtek był wtedy mężczyzną w sile wieku. Miał około 40 lat, był średniego wzrostu szatynem, nosił okulary korekcyjne, ubrany był elegancko (...). Przy Wojtku Nikodem powiedział do mnie: - Razem z przyjacielem Wojtusiem założyliśmy firmę ubezpieczeniową i właśnie teraz uruchamiana jest filia w Krakowie. - chwalił go, że ma głowę na karku i otacza się mądrymi, wykształconymi ludźmi. Stwierdził, że jeśli interes z ubezpieczaniami, na który wyłożył pieniądze, wypali, to będziemy ustawieni do końca życia.(...)" (s.68-69)Drugi ciekawy cytat: ,,Po chwili otwierają się drzwi policyjnej nyski, a ku mojemu wielkiemu zaskoczeniu moim oczom ukazuje się skuty w kajdanki i siedzący z posępną miną jeden z gości Nikodema, który miał tego dnia przyjechać do niego. Był to znany trójmiejski biznesmen, wtedy jeden z najbogatszych Polaków Wojtek K. ,,Kura" - współwłaściciel Hestii."(s.118)Trzeci cytat: ,,Na przełomie 1992/1993 Digital trafił na pierwsze strony gazet z powodu wykrytej przez prokuraturę i Urząd Ochrony Państwa afery gospodarczej. Według śledczych przedsiębiorcy mieli zagarnąć 5 milionów marek niemieckich, 1 milion dolarów oraz prawie 10 milionów frankow belgijskich" (s.197 przypis) I jeszcze jeden cytat dodam: ,,Niedługo po tym zdarzeniu poznałam kolejnego dystyngowanego kolegę ,,Nikosia" pana Andrzeja W. Był mężczyzną w sile wieku, eleganckim i bardzo elokwentnym. (...)Gdy tak chodziliśmy po tym terenie, Nikodem z Andrzejem rozmawiali o inwestycji, która mogłaby na tym terenie powstać." (s.254 i 255)
Edyta Skotarczak (Nikodem Skotarczak „NIKOŚ”. Ruletka życia)
Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın. Ama unutma karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı. Radyoyu kıracaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamanda elinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı.
Osho
Oynama Zamanı: Yabancılarla Sohbet Yabancılarla başlattığımız konuşmaların özel bir dokusu vardır. Gündemimizin bütünüyle dışında olduklarından kalbe ferahlık verirler. Sadece iki insanın birbirlerinin insanlığıyla tanışması ve bunu kutlaması... Bu hafta yolda karşılaştığın bir insanla bir sohbet başlat. Bu sana çayını getiren bir adam, köpeğini gezdiren yaşlı bir kadın, metrodayken yanında gazete okuyan biri, nehirde balık tutan bir aile, yanındaki masada kahve içen biri olabilir. Çözüm gerçekten meraklı olmakta ve diğer insanları tüm güzellikleriyle görmektedir. Bu masal kahramanı tavrının hayatına getireceklerine şaşırabilirsin.
Judith Malika Liberman (Masallarla Yola Çık)
aylar boyunca beni kurtaran şey, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, şehrin küçük bir barında, bir hanımefendinin herkesten gizli gazete okuduğu gerçeğine güvenebileceğim oldu. bununla birlikte, tutarlılığın da kendi tuzakları vardır; bozulduğu gün bütün dünya yerle bir olmuş gibi gelir insana.
Carlos Fonseca (Museo animal)
CUZA: Au vrut recunoasterea Unirii. Le-am adus-o. M-am cãrat la Constantinopol si am obtinut-o eu în locul lor. Au vrut libertate. O au. Trag de ea în toate pãrtile ca hienele. Au vrut independentã. M-am înteles cu Napoleon sã punem trupele pe Dunãre si s-o declarãm. Secretarul meu s-a dus fuga la gazete si a dat totul în vileag, într-o zi voi scoate scrisoarea de la Napoleon din scrin sã o arãt poporului. Sã vadã si el ce a scris împãratul Frantei despre noi: „O natiune cu astfel de trãdãtori nu meritã independenta”.
Alex Mihai Stoenescu (Dinastia Brătianu)
Dzień na wschodzie Polski Ależ‍ to był długi dzień. Czwartek, 16 czerwca. Wstałem o szóstej rano, wypiłem kawę, wsiadłem do auta i pojechałem jakieś sto pięćdziesiąt kilometrów na wschód do więzienia w miejscowości Uherce blisko ukraińskiej granicy. Jeżdżę tam co jakiś czas, by rozmawiać z więźniami zamkniętymi na specjalnym oddziale dla uzależnionych od alkoholu i narkotyków. Terapeuci twierdzą, że wizyty ludzi z zewnątrz pomagają. No więc jeżdżę tak raz na kilka miesięcy i po prostu z nimi rozmawiam. Sam kiedyś, bardzo dawno, siedziałem w więzieniu i to mi ułatwia sprawę, gdy staję naprzeciwko trzydziestu ponurych, wytatuowanych facetów, których podstawową cechą jest brak zaufania. Staję i po prostu mówię o życiu, o tym, jak sam byłem więźniem, o swoich przygodach z alkoholem, o tych wszystkich rzeczach, które mogą im być bliskie. Czasami włączam projektor i pokazuję im zdjęcia ze swoich podróży. Wybieram miejsca piękne i puste: Mongolia, Syberia, Daleki Wschód. Patrzą w półmroku na ekran, na nieskończoność stepu, na bezmiar Ałtaju i wyobrażam sobie, że ich dusze doznają czegoś na kształt oczyszczenia, czegoś na podobieństwo tęsknoty i na tę krótką chwilę opuszczają ciasną, gorącą i nieco smrodliwą salę. Pamiętam dobrze, że gdy sam byłem w więzieniu, to moim największym skarbem była widokówka z jesiennymi górami. Mogłem się w nią wpatrywać godzinami. Była jak okno. Jesienne góry były tymi samymi górami, które i dziś otaczają więzienie, do którego przyjeżdżam. Takie ironiczne przygody gotuje nam los. Dwie godziny później pojechałem dwieście kilometrów na północ. W miasteczku Krasnystaw miałem rozmawiać z kolegą o Stanisławie Bojarczuku. Bojarczuk żył lat osiemdziesiąt sześć i nigdy nie opuścił swojej rodzinnej wsi. W dzieciństwie zaledwie przez kilka miesięcy chodził do szkoły. Nauczył się czytać i pisać, ale nie do końca przyswoił sobie znajomość poprawnej ortografii i gramatyki. Poza tym wiódł życie biednego rolnika. Można nawet rzec, że jego bieda częstokroć przypominała nędzę. Zostawił po sobie około tysiąca sonetów. Tak: klasycznych w formie, niezwykle wysublimowanych, poetycko kunsztownych, jak tylko sonet być może. Spisanych częstokroć na skrawkach papieru, na marginesach gazet, na czymkolwiek. Ten wiejski samouk użył do opisu swojego świata tej najtrudniejszej poetycko formy. Czytał w przekładzie Dantego i Petrarkę. Pasąc swoje dwie chude krowy, często doświadczając głodu, wchodził w dialog z dziedzictwem europejskiej kultury. Książki pożyczała mu miejscowa elita. Pod koniec życia, już za czasów komunizmu, korzystał z biblioteki. O tym rozmawialiśmy z kolegą do mikrofonu w miasteczku Krasnystaw, do którego Bojarczuk chadzał ze swojej wsi na niedzielne msze święte. A ja sam miałem w pamięci swoje chłopskie pochodzenie oraz fragmentaryczną edukację. A potem,‍ o zmierzchu, pojechałem jakieś czterdzieści kilometrów na zachód do wsi Gardzienice, gdzie Włodzimierz Staniewski prowadzi swój teatr. Na zapadłej prowincji, pośród łąk i pastwisk, Staniewski próbuje tchnąć nowe życie w Eurypidesa. Tego wieczoru pokazywali akurat Ifigenię w Taurydzie. Półgodzinny‍ spektakl był esencją teatralnej energii. Ruch, taniec, dźwięk, śpiew i słowo stapiały się w materię elementarną, w pierwotną siłę, która porywała ciała i aktorów, i siedzących w kręgu widzów. Jakby jednych i drugich pochłaniał płomień rodzący się gdzieś w głębi ciał, w głębi biologii. Gdy już się skończyło i wszyscy poszli, nie miałem sił, by się podnieść. Po tym jednym dniu, który o szóstej rano zaczął się od zwykłej kawy.
Anonymous
(...) tak, jak (kapitał) kontroluje środki produkcji (towarów), kontroluje również "środki produkcji poglądów i opinii". W związku z tym zupełnie nie zaskakuje, że większość gazet nie publikuje treści, które kwestionowałyby kapitalizm, imperializm lub struktury rasizmu, bo w końcu działają one na ich korzyść (...).
Suhaiymah Manzoor-Khan (Tangled in Terror: Uprooting Islamophobia (Outspoken by Pluto))