Arzu Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Arzu. Here they are! All 100 of them:

Belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesiniz. Ama daha derine inin, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz: Siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz! Siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil.
Irvin D. Yalom (When Nietzsche Wept)
Düşünme, Arzu et sade! Bak, böcekler de öyle yapıyor.
Orhan Veli Kanık (Bütün Şiirleri)
Ararsa yokum. Ben bir rüyayım artık. Arzu ile tekrar görülemem. Hafızasında yadigârım.
Peyami Safa (Yalnızız)
Dünyada herkesin ilk planda yer alması olanaksızdır ve buna gerek de yoktur. Bana sorarsan, herkes kendi çevreciğinde kendi işini yapmalı derim. İş her yerde vardır.. Çalışan insan, vakti geldiğinde son uykusuna rahat yatar ve rahat uyur. Ön plana çıkmak, toplumda ileri gelen biri olma konusunda duyduğumuz şiddetli arzu, bizim henüz olgunlaşmadığımızı gösteriyor kanımca, kısmen de kendimize saygısızlığımızı... Olgunlaşmamak ve kendine saygı duymamak, insanı dış koşullara bağımlı kılar." (Herzen, Suçlu Kim?, sf. 247)
Alexander Herzen
Sanki bu dünya bir tek ben vardım ve o sonsuz yıldız yağmuru.
Nazlı Eray (Arzu Sapağında İnecek Var)
Kişi nesneleri düşündüğünde, bunlara karşı bir bağımlılık ortaya çıkar; bağımlılıktan arzu doğar; arzudan öfke doğar. Öfkeden yanılgı gelir; yanılgıdan aklın yitimi; aklın yitiminden ayrım kabiliyetinin çöküşü gelir. Ayrım kabiliyetinin yok oluşuyla kişi mahvolur.
Bhagavad Gita
. İnsanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir. Bu yorum sizi şaşırttı mı? Belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesininiz. Ama daha derinlere inin, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz: Siz bu sevginin içininizde yarattığı duyguları seviyorsunuz! Siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil. O halde bana neden hizmet etmek istediğinizi bir daha sorabilir miyim?
Irvin D. Yalom (When Nietzsche Wept)
Hiçbiri de demiyor ki: “Seni çok beğeniyorum, seninle flört etmek istiyorum. Bu işe başlamak ve bu konuyu konuşmak için, en iyi yer şık bir restoran, gelmek ister misin?” “Güzel bir gece geçirdik, bu gece seninle birlikte olmak istiyorum, eğer sen de istiyorsan eve gidelim, ya sana ya bana, hangisi uygunsa.” Böyle deseler sanki bir şeyler yıkılacak... Adamın kötü duyguları açığa çıkmış olacak. (Bu duygular neden kötü olsun?) Kadını kahve, plak gibi masum şeylerle çağırmazsa, kadın da bu sözlere kanmış da gitmiş gibi yapmazsa, kadının onuru kırılacak. (Bunun onurla ne ilgisi var, bu bir arzu meselesidir yalnızca.)
Duygu Asena (Kadının Adı Yok)
Başarı ve başarısızlık arzunun tatmin edilmesi ya da içinde kalması anlamına gelir. Arzu ya kişisel dürtülerimize bağlı olarak baskın bir biçimde içseldir, ya da esasen reklamlarla veya medyanın ve popüler kültürün sunduğu rol modelleriyle uyarılmış bir biçimde, dışsal. Tom benim başarı ve başarısızlık kavramlarımın toplumsal düzeyden çok kişisel düzeyde geçerli olduğu görüşünde. Toplumsal ödülü kabul etmediğim için başarı (ve başarısızlık) sadece anlık olabilirdi benim için, çünkü bu deneyim toplumsal destek gören bir servet, güç ve statü düşmanlığıyla, ya da başarısızlık söz konusu olduğunda utanç ve ayıplamayla sürdürülemezdi. Bu yüzden, Tom'a göre, bana sınavlarda başarılı olduğumu ya da iyi bir işim olduğunu ya da güzel bir piliçle çıktığımı söylemenin bir yararı yoktu; bu tür övgüler bir şey ifade etmiyordu benim için. Tabii ki, gerçekleştiklerinde bu şeylerin keyfini çıkarıyordum, fakat değerleri kalıcı olamazdı, çünkü onları değerlendiren toplumun kabulü söz konusu değildi bende.
Irvine Welsh (Trainspotting (Mark Renton, #2))
Şüphe rüyaları başarısızlıktan daha çok öldürür.
Suzy Kassem (Rise Up and Salute the Sun: The Writings of Suzy Kassem)
Şüphe başarısızlığın öldürebileceğinden daha fazla hayal öldürür.
Suzy Kassem (Rise Up and Salute the Sun: The Writings of Suzy Kassem)
Tırmanmak için dağlara, geçmek için nehirlere ihtiyacımız var; daha güçlü olmak için engellere ihtiyacımız var! Yolunun üzerinde engeller arzu etmekten çekinme! Engelleri iste!
Mehmet Murat ildan
Sen beni her zaman reddedip, zayıf, şüpheli arzuların tehlikesinden kurtararak günden güne senin tarafından kabul edilmeye layık bir hale getiriyorsun.
Rabindranath Tagore
...hakikaten güzel bir ruhun şana şöhrete kavuşmayacağını, çünkü bunu arzu etmediğini kederlenerek düşünmüşümdür.
Marguerite Yourcenar (Alexis ou le Traité du vain combat / Le Coup de grâce)
Bizler arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır!
Irvin D. Yalom (When Nietzsche Wept)
Içimizde güzeldik küçükken biz. Şimdi içimizde bile, Dokunmaya utandığımız arzu ağrıları. Yalanlar, dolanlar, ikiyüzlü insanlar. Ve onların gri renkli dünyası.
Zoya Seksenyedi (Karanlıkta Kör Dokunuşlar)
Başkaları tarafından belirlenmiş amaçları gerçekleştirmek üzere tasarlanmış bir makineye dönmüştü. Her zaman mutlu olması ve sürekli olarak arzu edilmesi zorunlu bir makineye…
Hakan Bıçakcı (Doğa Tarihi)
Yaşamayı arzu etmeyen bir hayat, sona erme yoluna girmiş demektir.
Levent Cinemre (Martin Eden)
Delilercesine sevmiştim! Neden severiz? Dünyada sadece tek bir varlığı görmek, aklımızda sadece tek bir düşünce olması, kalbinizde sadece tek bir arzu olması ve dudaklarınızda tek bir adın olması garip değil midir: Öyle bir ad ki sürekli dilimizin ucuna gelir, sürekli, tıpkı bir su kaynağı gibi, ruhun derinliklerinden dudaklara yükselir ve her yerde, tıpkı bir dua gibi söyleriz, tekrar ederiz, durmadan mırıldanırız.
Guy de Maupassant
Sağduyu dünyanın en iyi paylaştırılmış şeyidir, zira herkes onunla öylesine iyi donatılmış olduğunu düşünür ki başka her şeyde çok zor memnun olanlar bile sahip oldukları sağduyudan fazlasını hiç de arzu etmezler.
René Descartes (Yöntem Üzerine Konuşma)
Yaşam tuhaf, değil mi? Bir zamanlar müthiş bir şekilde parlayan, son derece arzu ettiğin bir şey, onu elde etmek için her şeyi göze alabilecekken, biraz zaman geçtikten sonra ya da ona biraz farklı açıdan bakınca, şaşırtıcı derecede önemini yitiriveriyor.
Haruki Murakami (Men Without Women)
O gün kapkaranlık sokaklarda dolaştım sokaklarda.İçimde, bu şölen sofrasına çıkarıp "bu da benden!" diye koyacak birşey yoktu.Renkli giysileri içinde güzel bacaklarını,muhallebi karınlarını,göğüslerini gösteren,saçlarından ışıltılar saçılan kızlar bende yalnızca ve yalnızca bir keşiş olma isteği uyandırıyordu.Bu istek de öfkelendiriyordu beni.İnsanın en temel meselelerinden birine, "Arzu etme acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere,insanları gömdükleri gibi meselelerini de gömebileceklerini düşünen kazma-kürek erbabına öfke duyuyordum.
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
Eğer değer verdiğiniz bir şey yapmaya çalışıyorsanız, çalışmalarınızı kuşku duymadan destekleyen insanlarla çevrili olmanız çok önemlidir. Aynı zedelenmelere sahip olan ama bunları iyileştirmek için gerçek bir arzu duymayan sözde arkadaşlara sahip olmak, hem bir tuzak hem de bir zehirdir.
Clarissa Pinkola Estés (Women Who Run With the Wolves)
İnsan kendi arzusuna ayak uydurmada giderek acizleşir. Hatta bu acizliği cinsel tetiklenmeyi kaybettirecek raddeye bile ulaşabilir. Bunu kaybetmese bile kişi arzu nesnesini nasıl bulacağını bilemez hale gelir, arayışında hüsran dışında hiçbir şey bulamaz ve kendini keşfetme şansını kademe kademe yok eden bir eziyet içinde yaşar.
Jacques Lacan (The Triumph of Religion)
Bütün aşk hikayeleri az çok böyle değil midir? Karşımızdaki kişide, kalbimizde ve zihnimizde yarattığımız o hayali varlığı bulmaz mıyız gerçekten de? Bulduğumuzu sanıp tapındığımız, o muhayyel, o mükemmel varlık değil midir aslında? Arzu edilen ve imkansız mükemmellikteki varlığı gerçekten karşımızda bulacak olsaydık asla bıkkınlık yaşamaz, aşkımıza acıları karıştırmazdık. İnsanlar, her şeyden çok tapındığını sandığı kişide bile kendi Cogo'sunu, yaratıp da bulamadığını sever daima. İşte bu sebepten, yavaş yavaş açılan bir perde misali, yanlışımızı fark etmeye başlamamızla birlikte bu yanılsama son bulur ve en güçlü, en sarsılmaz sandığımız sevgiden geriye sadece ufak tefek hatıralar kalır.
Krikor Zohrap (Hayat, Olduğu Gibi)
Geçmiş zamanları bilmek ve onları yeniden anmak arzusu bizim kendimize olan aşkımızdan doğar. Kendimize duyduğumuz bu sevgi, artık bizimle yaşamayan insanlar ve nesnelerle bizim aramızda bir bağ kurarak umutlanır ve deyim yerindeyse, onları benimseyerek yaşamımızı uzatmak ister. Bu arzu yüzyıllara yayılma ve bir başka dünyaya sahip olma düşünü sever.
Ugo Foscolo (Last Letters of Jacopo Ortis (Hesperus Classics))
Çok yanılmıyordu. Hedefine vasıl olan hiçbir temayül yaşamaz. Arzu ile gaye arasında ümid verici bir mesafe olmadıkça arzunun yaşaması imkansızdır.İhtiraslar da böyledir. Aşk da hedefinden az çok uzak bulunursa canlıdır. Firari ve sayyal bir hedef karşısında her ihtiras kudurur. Bunun için iki taraftan biri kaçar ve öteki tarafın ihtirasını tahrik eder. İhtiras kovalayan tarafta vardır. Kaçan lakayttır. Bunun için sevişmek yoktur. İki insan, muhtelif anlarda, birbirlerini sevebilirler; fakat bu an birleşir ve iki taraf, birbirlerini aynı zaman içinde sever ve sevdiklerini hissederlerse, ikisinde de ihtiras derhal mahvolur ve aşk hadisesi biter. Her sevdanın sonu böyledir. Garip netice: Sevişmek aşkın zıddıdır.
Peyami Safa (Şimşek)
Yalnızca kısa bir süre, bir an için bu acı dizlerimin bağını öyle çözdü ki, nefessiz, cansız ve sanki ölecekmiş gibi bir duyguyla o banka yığılıp kaldım. Ama dediğim gibi bütün acılar korkaktır, yaşama karşı duyulan aşırı arzu karşısında acı geriler; çünkü yaşama arzusu, düşüncelerimizde var olan ölüm arzusundan çok daha güçlü şekilde bedenimizin her zerresinde mevcuttur.
Stefan Zweig (Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau: Stefan Zweig erzählt die noch einmal aufflackernde Leidenschaft einer fast erkalteten Dame (German Edition))
oğunlukla dürüst bir insanımdır. Anladığım zaman anladım, anlamadığım zaman da net olarak anlamadım derim. İkircikli ifadeler kullanmam. Sorunların büyük kısmının ikircikli ifadeler yüzünden çıktığına inanırım. İnsanların çoğunun ikircikli ifadeler kullanmasını, onların aslında içten içe, bilinçsizce de olsa, sorun çıkmasını arzu etmelerine bağlarım. Başka türlü düşünebilmem mümkün değil.
Haruki Murakami (Hard-Boiled Wonderland and the End of the World)
Kadını kurtarmak, özgür kılmak, onu erkekle arasındaki ilintilerin daracık dünyasına kapatmamak demektir, yoksa bu ilintileri yadsımak değil; kadın, kendisi için var olmaya devam edecektir: iki cins de, hem birbirlerini özne olarak kabul edecek, hem de karşılarındaki varlık için başkası olarak kalacaktır; ilişkilerindeki karşılıklılık , insanoğullarının birbirinden ayrı iki kategoryaya bölünüşünün doğurduğu arzu, tutku, aşk, düş, serüven gibi mucizeleri yok etmeyecektir; ve hepimizi heyecanlandıran vermek, elde etmek, birleşmek gibi sözcükler yine aynı anlama gelecektir; insanlığın yarısının köleliği ve bunun getirdiği bütün o iki yüzlülük yok edildiği zaman ortaya çıkacaktır insanlık denen "varlık kesimi"nin gerçek anlamı ve yine ancak o zaman kadınla erkek arkadaşlığı gerçek yüzüne kavuşacaktır.
Simone de Beauvoir (Kadın)
Dinin sorması gereken, "insani bir arzu nasıl kutsanır, nasıl güzelleştirilip, yüceleştirilebilir, nasıl tanrılaştırılabilir" olmalıdır. Ama dinin tek yaptığı, haz verici duyguları yok etmek, aç gözlülüğü, intikam duygusunu, iktidar hırsını ve kibri ön plana çıkarmak olmuştur. Oysa tutkunun köklerine saldırmak, hayatın köklerine saldırmak demektir. Dinin doğal gelişimi, hayata düşmanca bir uygulamadı.
Friedrich Nietzsche (Twilight of the Idols)
çünkü yitmek üzereyiz giderayak benim diyeceğiz her hücreye çünkü düştük düşeceğiz derken mermerde kısılacağız diretmeksizin, çekince belirtmeksizin sunalım çünkü öldük demeye bile fırsat bulamayacağız...
Ömer Alkan (Kan)
Bu olayda açıkça gözlemlenen, bir kadının yaşamının bazı anlarında, arzu ve isteklerinin dışındaki esrarengiz güçlere teslim olabileceği gerçeğinin reddedilmesinin altında, insanın kendi içgüdülerinden ve yaradılışından gelen şeytani dürtülerden korkmasının yattığını ve bazı insanların kendilerini, "kolay baştan çıkarılabilen"lerden daha güçlü, daha ahlaklı ve daha temiz addetmekten zevk aldıklarını söyledim.
Stefan Zweig (Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat)
Hırslı adam, düşlerinde, kazanmış olduğu (ya da kazandığını hayal ettiği) ya da kazanmak istediği defne dalından taçlan görür; oysa âşık, düşlerinde, tatlı umutlannın nesnesiyle uğraşmaktadır... Yürekte uyuklayan tüm bedensel arzu ya da itilmişlikler, eğer bir şeyler onlan harekete geçirirse, kendilerine eşlik eden düşüncelerden doğan bir düşe neden olur ya da zaten var olan bir düşe bu düşüncelerin kanşmasına yol açarlar
Sigmund Freud
Benim Marco Polo'mun kalbinde yatan, insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, krizlerin ötesinde değerleri olan nedenleri keşfetmek. Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir: Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır. Kitabım, mutsuz kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, yitip giden mutlu kentler imgesi üzerine açılıp kapanıyor.
Italo Calvino (Invisible Cities)
Yangınlar, Kahpe fakları, Korku çığları Ve irin selleri, aç yırtıcılar, Suyu zehir bıçaklar ortasındasın. Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay! Pusatsız, duldasız, üryan Bir cana bir de başa Seher vakti leylim - leylim Cellat nişangahlar aynasındasın. Oy sevmişem ben seni... Üsküdardan bu yan lo kimin yurdu! He canım... Çiçekdağı kıtlık, kıran, Gül açmaz, çağla dökmez. Vurur alnım şakına Vurur çakmaktaşı kayalarıyla Küfrünü, Medetsiz, Munzur. Şahmurat Suyu kan akar Ve ben şairim. Namus işçisiyim yani Yürek işçisi. Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş, Ne salkım bir bakış Resmin çekeyim, Ne kınsız bir rüzgar Mısra dökeyim. Oy sevmişem ben seni... Ve sen daha demincek, Yıllar da geçse demincek, Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm, Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim, Yaran derine gitmiş, Fitil tutmaz, bilirim. Ama hesap dağlarladır, Umut, dağlarla. Düşün, uzay çağında bir ayağımız, Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri Düşün, olasılık, atom fiziği Ve bizi biz eden amansız sevda, Atıp bir kıyıya iki zamanı Yarının çocukları, gülleri için, Koymuş postasını, Görmüş restini. He canım, Sen getir üstünü. Uy havar! Muhammed, İsa aşkına, Yattığın ranza aşkına, Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü! Benim de boş yanım hançer yalımı Ve zulamda kan - ter içinde asi, He desem, koparacak dizginlerini Yediveren gül kardeşi bir arzu Oy sevmişem ben seni...
Ahmed Arif
Gerçekten hazineyi bulduğumuzu sanmıştım ben de..." Kullandığı kelime Ralph'ı şaşırttı; gökkuşağının solgun ışıklarına gömülü hayal, altın küpü, altın post, define canlandı bir an gözünde ve arayışının ilkelliğini kavrayarak sarsıldı. Keskin bir sel dememiş, kendi çizdiği haritaların altın vaat ettiği her yeri kazmıştı. Kurumuş çam ağacının beş adım doğusu, kütüphane kapısından beş pano içeride, gıcırdayan basamağın altında, armut ağacının köklerinin arasında, asmalı çardağın altında altın ve gümüş külçelerle dolu küp gömülüydü. Laura daha önce yüzlerce kez yaptığı gibi taburenin üzerinde dönerek zayıf kollarını Ralph'a uzattı. Artık genç değildi, Ralph altınları bulmuş, onu kaygılardan, sürekli çalışmaktan kurtarmış olsa görünebileceğinden daha solgun, daha zayıf görünüyordu. Gülümsemesi, çıplak omuzları arzunun temel taşları olan anlaşılmaz şekillerle simgeleri harekete geçiriyordu; lambanın ışığı hem aydınlatıyor hem ısıtıyor hem de bahar güneşinin her tür yorgunlukla umutsuzluğa kazandırdığı sebepsiz memnuniyeti, iyi niyeti saçıyordu sanki etrafa. Laura'ya duyduğu arzu Ralph'ı hem mutlu ediyor hem kafasını karıştırıyordu. İşte buradaydı, hepsi buradaydı; altının parıltısı Laura'nın kollarını sarmalıyormuş gibi geldi ona.
John Cheever
İnsan kalbinin tesellicisi teslimiyettir. Kadere teslim olan bir insan, Rabbimden gelen her şeye ama her şeye razıyım der. Her şey O'ndan gelip yine O'na dönüyordur. Hayatın, kendi arzu ve hevesleri, istekleri, beklentileri doğrultusunda gitmeyeceğine inanır. Kalbini O'nun verdiklerine tümüyle açar. Evet, o da hüzünlenir ama kasvetli, insanın içini karartan bir hüzün değildir yaşadığı.
Mustafa Ulusoy (Giderken Bana Bir Şeyler Söyle)
Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu).
Anonymous
İnsanların arzu ve isteklerini gıcıklamaya ve onların, ayranını kabartmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Onun içindir ki, İslâmî çerçevede, mala revaç vermek üzere iştihaları kabartacak şekilde vitrin kullanma dahi mezmumdur, yani zemmedilmiştir. Çünkü, teşhir edilen o şeyleri alamayanlar da görecek ve içinde burukluk hissedecektir.
Anonymous
Arzu ettiğin her arzu gerçekleşmez ve bu senin için bir kutsamadır çünkü arzuladığın her arzu etik değildir, sadece bazıları etiktir!
Mehmet Murat ildan
I realize there's little we can do about the way you view our planet or how your conversation with your wife goes, but as the time for you to go back to your world comes near, we would like your last moments on Earth to serve as a bridge between our people." Mitchell had to give it to the just-out-of-college guy who'd written this First Contact speech. It did sound nice. He felt thoroughly stupid saying it,
M.N. Arzu (The Librarian: A First Contact Story)
What's out there, son? Do we have a chance?" Mitchell asked, forgetting the script. Logan had to know this was at the heart of their questions: who was out there, and how could they protect themselves against it? Logan's eyes went to the ceiling, recalling knowledge so far and vast it baffled the mind. "It's not a mirror of human societies, as you like to imagine. We witness and we record, but most species are in it for resources… You're too new to have much of value, so Earth… Look, Earth is in the Archives, has been for a while now. This thing, now, between us… this will speed up First Contact protocols. Some worlds like to keep tight records on who's coming to play, that sort of thing. One will pick this up, they'll make sure you go through the entire thing nice and easy." "The entire thing?" "It's done in stages… With small groups. First Contact as a whole takes anywhere between a few decades to a few centuries. You won't get giant ships sweeping into New York City, or a huge radio message. You'll get something discreet, from someone who will even look human. They do their homework right, and the Archives are very detailed. But you'll know it for what it is: an invitation." "To join the galactic counsel?" Mitchell said with a dry smile. Logan smiled the same way. "You'll see.
M.N. Arzu (The Librarian: A First Contact Story)
Sanat bizim ölümlü şeyleri ölümsüz şeylere çevirmek için sonsuz arzumuzdur!
Mehmet Murat ildan
Marksizmin ilmini sevmez, fakat ruhunu severdi. Asla gerçekleşmiyeceğini bildiği büyük emellerinden biri de bu ruhu o ilmihalden kurtarmaktı: Bir satırını yazmadığı ne eserler tasarlamıştı. Tıptan felsefeye atlayışının sebeplerinden biri bu arzu idi, felsefede kalamayışının sebeplerinden biri de bu iradesizlik.
Peyami Safa (Matmazel Noraliya'nın Koltuğu)
Biz genc ve atesliysek de, ne arkadasimiz ne ziyaretcimiz vardir; her ne kadar kesintisiz bir kucaklasma icinde olsak da huzurlu degiliz. Arzu doyurulmadiginda, tutku amacsiz kaldiginda hangi huzurdan soz edilebilir ki?
Kahlil Gibran
Peki ama neden ozellikle Yahudileri hedef aliyorsunuz?" "Cunku Rusya Yahudi dolu. Turkiye'de olsaydim, Ermenileri hedef alirdim." "Yani siz yahudilerin yok edilmelerini istiyorsunuz aynen-belki tanirsiniz-Osman Bey gibi." "Osman Bey fanatiktir, ustelik kendi de Yahudidir. Ondan uzak durmak iyi olur. Ben yahudileri yok etmek istemiyorum, curetimi mazur gorun ama Yahudilerin en iyi muttefiklerim oldugnu soyleyebilirim. Ben Rus halkinin moralinin guclu olmasini arzu ediyorum ve halkin mutsuzlugunu Car'a yoneltmesini istemiyorum -ya da yaranmaya calistigim kisiler istemiyorlar. Bu nedenle bir dusman gerekiyor. Bir zamnalarin hukumdarlarinin yaptigi gibi gidip dusmani Mogollarbya da Tatarlar arasinda aramanin geregi yok. Dusmanin taninir ve korkulur olmasi icin onun evde ya da evin esiginde olmasi gerekir. Iste yabudi dememin nedeni budur. Kader onlari karsimiza cikardiguna gore kullanmaliyiz, her zaman korkacak ve nefret edecek birkac Yahudi'nin olmasi ici dua etmeliyiz. Halka umur vermek icin bir dusman gereklidir. Biri yurtseverligin alcaklarin son siginagi oldugunu soylemisti: Ahlaksal ilkeleri olmayanlar genellikle bir bayraga sarinirlar, soysuzlar da daima irklarinin safligiyla ovunurler. Ulusal kimlik, mirastan yoksun kalanlarin son pinaridir. Simdi kimligin anlami, nefret uzerinde temelleniyor, ayni olmayana duyulan nefret uzerine. Nefreti uygar bir tutku olarak beslemek gerekir. Dusmani, halklarin dostudur. Insanin kendi sefilligine mazaret bulabilmedi icin nefret edecek birine gereksinmesi vardir.
Umberto Eco (The Prague Cemetery)
ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok! Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu. Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, aşağıya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar... Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun? Ölüm, yaşayabilmek için sonsuzca kaçındığımız, ama sözcükleri yaşatabilmek için kucak açtığımız... Deniz tepiniyor. Akıl hastanesinde gidişat üzerine sorgulamada, hastalardan biri: ’’ Hepiniz bir gün buraya geleceksiniz, gelecek, geleceksiniz, gelecekler ’’ demiş. Kafka insan vücudundaki karanlığı görmüştü yalnızca, ışığı, aydınlığı gözden kaçırmıştı. Çöl rengi elbise giydim. Beden kaç atom barındırıyorsa o kadar da anlam ve sembol taşır. Hücrelere çok önceden /her zaman/ zaten işlemiş, işlenmiş sözcük ve arzu. Kırmızı Kahverengi Defter
Nilgün Marmara
Ama kitleleri aydınlatma fikirlerimi ileri gelenlerle paylaşınca başlarını iki yana sallayarak böyle bir şeye kalkışmamam hususunda beni ikaz ettiler. Her hareketim baltalandı. Kısa sürede ileri gelenlerin gerçeği kitlelerden bilinçli olarak sakladıkları kanaatine eriştim. Bencilce sebepler uğruna halkın cahil kalmasını arzu ediyorlardı. Bunun üzerine seyahlarimde insanlarla bizzat görüşmeye başladım. Pazar yerlerinde, kervansaraylarda, hac yolundakilerin bulunduğu yerlerde herkese inandıkları her şeyin uydurulmuş hikâyeler olduğunu, bu şekilde devam ederlerse hakikate hiçbir zaman ulaşamadan öleceklerini anlatıyordum. Ancak sözlerim hakaretlerle karşılanıyor, taş yağmuruna tutuluyordum. Bunun üzerine kalabalıklara hitap etmek yerine nispeten daha zeki olanlarla konuşma yolunu seçtim. Çoğu gerçekten de beni dikkatle dinlemişti. Ama söyleyeceklerim bitince kendilerinin de benzeri şüpheleri olduğunu ama sağlam bir dala tutunmanın çok daha faydalı olacağı kanaatindeydiler.
Vladimir Bartol (Alamut)
Dedim ki, ben her zaman söylerim, burada da bu vesileyle arz edeyim, benim elime büyük bir yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda arzu edilen inkilabı bir anda bir "Coup"(darbe) ile tatbik edebileceğimi zannederim. Zira, ben, bazıları gibi halkın anlayışını, önde gelenlerin anlayışlarını yavaş yavaş benim anlayışım ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar yıllık yüksek öğrenim gördükten sonra, medeni ve sosyal hayatı inceledikten ve hürriyeti elde etmek için hayati ve yılları harcadıktan sonra neden sıradanların seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarayım; ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar.
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri 2. Cilt (1915 - 1919))
Mən də hamı kimiyəm: arzu etdiyimi həqiqət kimi qəbul edirəm və dünyanı olduğu kimi yox, görmək istədiyim kimi görürəm.
Paulo Coelho (The Alchemist)
Tüm bu işlevlerine rağmen, evlerin son zamanlarda gitgide balkonsuzlaştırılması, yani evlerin kastre edilen mekânlarının balkonlar olması oldukça düşündürücü, duygusal olarak da ürpertici. Kastre edilmiş balkon biçimi ise, "fransız balkonu" diye tabir edilen, sanırım dış dünyaya "fransız" kalmamızı arzu eden 40 santimetrelik bir çıkıntı. "Balkonmuş" gibi yani. "-Mış gibi" yaşamlarımıza oldukça uygun bir biçim olsa gerek.
Tuğçe Isıyel (Ya Hiç Karşılaşmasaydık)
Birdenbire çok kaliteli bir grup işsiz kalıyor Almanya'da. Bunun için Philip Schwartz önderliğinde İsviçre'de bir teşkilat kuruluyor ve işsiz kalan bu hocalar için dünyanın çeşitli yerlerinde iş aramaya başlanıyor. Ardından Türkiye'nin böyle bir arayışta olduğu öğreniliyor ve Atatürk'e müracaat ediyorlar. Atatürk, "Alanında en iyi olanları istiyorum," diyor ve Prof. Schwartz bir süre sonra bir liste ile Mustafa Kemal'in yanına geliyor. Bu arada diş hekimliği ile ilgili enterasan bir olay yaşanır. Atatürk'e takdim edilen listede büyük diş hekimi Alfred Kantorowicz'in üstü çizilmiş. Atatürk sebebini soruyor. Schwartz, "Efendim, bu arkadaşımız diş hekimliği alanının en iyisidir, fakat ne yazık ki kendisi bir sosyal demokrattır. Şu anda da Lichtenburg Konsantrasyon Kampı'ndadır, bunu getirtemeyiz. Reich Hükümeti bu arkadaşı bize teslim etmez. Bu sebeple listenin ikinci sırasında olan arkadaşı size öneriyorum," diyor. Bunun üzerine Atatürk, "Sen onu bana bırak,"anlamında bir şey söylüyor ve hemen Almaya'ya bir mektup yazılıyor. Profesör Kantorowicz isteniyor. Bu mektuba iki ay cevap gelmiyor. Schwartz zavallı, elindeki listeyle tekrar geliyor. "Ekselans," diyor, "zatıâlinize arz ettim, vermezler bu adamı. Arzu ederseniz listenin ikinci sırasındaki arkadaşla irtibata geçelim." "Hayır," diyor Atatürk, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ı çağırıyor. "Hemen Reich Hükümetine bir nota çek," diyor. "İki ay mektubumuza cevap verilmemesi Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ne kasıtlı bir hakaret midir?" 48 saat sonra Prefesör Kantorowicz serbest bırakılıyor ve İstanbul'a geliyor.
A.M. Celâl Şengör (Dahi Diktatör)
Uyudun ve çok arzu ettiğin bir durağı kaçırdın ve durak artık çok gerilerde! Bu duruma hayıflanmak yerine 'hayat bana daha iyi bir şey sunacak' diyerek umut dolu olabilirsin!
Mehmet Murat ildan
...Кimsə bu dünyada arzu qoymadı. Кimi yеr altından хəbər gətirdi, Кimi uçdu göyə, yеnə doymadı...
Mikayıl Müşfiq
Gitmeyi arzu ettiğin yere giden yol her zaman bulunabilir; sadece bir nehir gibi davran, yani birincisi hareket et ve ikincisi de tereddütsüz hareket et!
Mehmet Murat ildan
Bir sabah ne kadar güzel olursa olsun, onun sonsuza dek devam etmesini arzu etmemeliyiz, çünkü bu, gecenin bütün güzelliklerini sonsuza dek kaçırmak demektir!
Mehmet Murat ildan
- Ben sizin misafiriniz değilim, siz benim misafirimsiniz. - Acayip! Doğrusu Viyana şehrinin bu şerefinden henüz haberimiz yok. - Biz bir yere sahibi olmakla şeref vermeyi arzu ettik mi eski sahibine haber vermeye lüzum görmeyiz. Ordumuz gelir, o yeri alır. Ev sahibi biz oluruz. - Öyle anlaşılıyor ki, simdi de şirin Viyana şehrine sahip olmayı arzu etmişsiniz. - Tamamıyla değilse de inat için... Biz Macarların basında bir Avusturyalı istemiyoruz. Kralınız Ferdinand'ın burnu hem büyük, hem çirkin; hoşumuza gitmiyor. Önce ona haşmetimizi göstermek istedik. Kardeşi Şarlken ise cihana hâkim olduğunu söyleyip durur. Ona da haddini bildirmek istedik. Fakat görüyoruz ki, ikisi de kaçmışlar. Kavga etmek için de senin gibi sıska kargalar bize pek hafif geliyor. - Sizin teşrif edeceğinizden haberleri yoktu. Tahmin etmiş olsalardı, karşılamaya çıkarlardı.
Abdullah Ziya Kozanoğlu (Malkoçoğlu)
Arzu ettiğin hayattan asla vazgeçme çünkü o arzu senin kişisel güneşindir! Eğer vazgeçersen, en parlak günde bile karanlıkta kalırsın!
Mehmet Murat ildan
Bir insana verebileceğin en iyi şey, kültürünün, o sınırlı küçük dünyasının ötesine geçme cesareti ve arzusudur!
Mehmet Murat ildan
Bu gece ya da her gece eğer arzu edersen uzaydan çok seçkin bir misafirin olabilir: Sadece gece perdeni aç, Ay seni ziyarete gelecektir!
Mehmet Murat ildan
Futbol oynamak için topa ihtiyacın yok; ihtiyacın olan tek şey güçlü bir istek! Sonrasında top yerine bir taşı bile kullanabilirsin! Yapmak istediğin bütün öteki şeyler için ihtiyacın olan tek şey güçlü bir istek!
Mehmet Murat ildan
Sinan'ın Nilgün'e duyduğu isteği Gül'e aktardığını kim olsa anlardı.
Pınar Kür (Bitmeyen Aşk)
Her tohum toprakta ölmek ister! Her şemsiye sürekli yağmurlu bir dünyada yaşamak ister! Her ayna kendi yüzünü başka bir aynada görmek ister! Bu evrendeki her şeyin gerçekleştirmeyi arzu ettikleri hayalleri vardır!
Mehmet Murat ildan
Yine bir gün Aliye: 'Bu dünya piçlerle dolu' diyordu. 'Örneğin ben piçin âlâsıyım. Benim babam pis, adi, sarhoş herifin biri. Annem de eh, sıradan bir kadın. Birbirini düşünmeden, arzu etmeden, rastgele birleşmiş iki insan. Nikah ne demek? Ne idüğü belirsiz bir herif, yani imam; üç beş kişiden amin amin ve peydahlanan ben. Ama düşünün, birbirini arayıp bulan, isteyen iki ruh, iki vücut birleşirse... O zaman kağıtlar imzalar bir yana, doğan çocuk piç değildir. Kesinlikle! Sahici insan odur işte...
Nezihe Meriç (Toplu Öyküleri I)
Marka konumlandırma sınırları belirli olan mevcut pazardan hareketle yola çıkarken kavramsal marka yaklaşımını uygulayan markalar “var olana” değil “olması gerekene, arzu edilene” odaklanır. “İyilik” ve “Mutluluk”, arzu edilen durumlardır.
Anonymous
Zihnin senin tramvayındır; seni arzu ettiğin her durağa götürecektir!
Mehmet Murat ildan
Selma'nın bana verdiği en kuvvetli his,merak ve kin oldu. Biraz da korku, fakat arzu değil.
Peyami Safa (Selma ve Gölgesi)
Sana yalvarıyorum yavrum... Ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum... Ben senden vücutlarımızın değil kafalarımızın birleşmesini istiyorum... Ötekini arzu etmek münasebetsizdir. Çünkü ne sen bana sadık kalırsın, ne ben sana... Hayat... ki yegâne zevki değişikliktedir, bir kişiye bağlanmak ancak aptalların işidir ve ben, beni aldatmayacak kadar alelade bir kadına tahammül edemem. Aldatmasına da cemiyetin henüz kıramadığımız kayıtları ile hayvani insiyaklarımız müsaade etmez... Şu halde aşk, zamanımızda biraz kafasını işletmiş olanların yapamayacakları şeydir... Ben bunları ancak şimdi söyleyebiliyorum. Senden başkasına da söyleyemem, bilirim ki başkaları orijinalite göstermek için garabet ve ahlaksızlık yapıyor diyeceklerdir... Sen böyle düşünmezsin değil mi? Yine: tekrar ediyorum: Kafalarımızı birleştirelim, bu şekilde kâinatla daha güzel alay edeceğiz... Çünkü dünya... alay etmekten başka bir şeye yaramaz...
Anonymous
Eğer dünya anlamsızlaşıyorsa -bu her ne anlama geliyor ve hangi süreçlerden geçiyor olursa olsun-, bu onun yıkımına yönelik bir arzu, dünyanın varlığına ve varlıklarına duyulan müphem bir öfke uyandırıyor. İnsan hayatı bu dünya üzerinde gerçekleştiğine göre, anlam, dünyayla birlikte insandan da esirgeniyor demektir. Apokaliptik tehdit bir umuda dönüşüyor: Anlamsızlığından şüphelenilen şey, -bir kez yıkılması halinde- ardında anlamını kanıtlamış olandan başka bir şey bırakmayacak ya da bizzat anlamın oluşmasını sağlayacaktır.
Hans Blumenberg (Endişe Nehri Geçiyor)
Beden kaç atom barındırıyorsa o kadar da anlam ve sembol taşır. Hücrelere çok önceden /her zaman/ zaten işlemiş, işlenmiş sözcük ve arzu.
Nilgün Marmara (Kırmızı Kahverengi Defter)
O şu anda, burada, farkında olabilirsek o patlama gerçekleşir. Zaten çok yakınımızda. O bizim en yakın komşumuz ama biz hep uzaktakini arzu ediyoruz. Yanı başımızda duruyor ve biz haclara gidiyoruz. Bir gölge gibi bizi izliyor ama gözlerimiz uzaklarda olduğundan onu göremiyoruz. Yaşam varoluşun içinde olmak zorundadır. Lao Tzu'nun bir sözü vardır: "Ararsan yitirirsin. Arama, bulursun.
Anonymous
Ey güzeli açığa çıkarıp çirkini örten.. ey günahlarından dolayı kullarını hemen muâheze etmeyen ve perdeyi yırtmayan.. ey affı güzel.. ey mağfireti bol.. ey rahmetini her yana saçan.. ey kullarının gizli yakarışlarını duyan.. ey bendelerinin arz-ı hâllerini ilettikleri yegâne merci.. ey afv u safhı geniş olan.. çokça ihsanda bulunan.. ey kullarının istihkakından önce nimetleri daha baştan bahşeden… ey Rabbimiz, ey Seyyidimiz, ey arzu ve dileklerimizin en son ufku, ey Allahım! Senden, vücudumu ateşte yakmamanı diliyorum.
Anonymous
tutkunun en yoğun hali, iki bireyin her iki bireyin birbirlerine karşı olan uygunluğundan ileri gelir. Dolayısıyla, irade yani babanın karakteri ile annenin zekâsının meydana getirdiği bütün genel olarak yaşama isteminin ki, bu bütün türlerde kendini ortaya koyar, arzu duyduğu bireyin bütün eksikliklerini giderir. Bu arzu, iradenin büyüklüğü ile aynı orandadır ve bu yüzden de ölümlü bir kalbe sığmayacak kadar büyüktür, dürtüleri de benzer şekilde, kişinin aklının sınırlarının ötesine geçer. Gerçek ve büyük bir tutkunun ruhu da buradadır işte. Bu yüzden de, iki bireyin, daha sonra bahsedilecek olan pek çok bakımdan birbirleriyle karşılıklı uygunluğu ne kadar kusursuz ise birbirlerine karşı duydukları tutkunun da o oranda güçlü olduğu kanıtlanmış olacaktır. Birbiriyle tamamen aynı iki birey mevcut olmadığından, belirli bir kadının tek bir belirli erkeğe en kusursuz biçimde karşılık gelmesi gerekir -Bu denklikte, doğacak çocuk, her zaman ön planda tutulur. Gerçekten tutkulu bir aşk da bu iki kişinin kazara bir araya gelmesi kadar nadir görülen bir şeydir. Böyle olmakla birlikte, hepimiz, gerçek bir tutkulu aşkın mümkün olduğuna inandığımız için, şairlerin bunu eserlerinde neden dile getirdikleri konusu bizim için son derece anlaşılır bir şeydir. Sadece âşık insanın tutkusu gerçekte doğacak çocuğa ve onun niteliklerinin kestirilmesine yöneldiğinde ve bu tutkunun bütün özü de burada yattığından eğer ortada yaradılışları, kişilikleri ve zihinsel eğilimleri açısından bir uyum varsa, farklı cinsiyetlerden iki genç ve güzel insan arasında, içine cinsel aşkın hiçbir biçimde karışmadığı bir dostluk kurulabilir aslında duruma cinsel aşk açısından bakıldığında, aralarında belirgin bir isteksizliğin var olması bile mümkündür. Bu durumun nedeni de onlardan meydana gelecek olan çocuğun zihinsel veya bedensel nitelikler açısından uyumsuz olması olasılığıdır kısacası. Çocuğun varlığı ve doğası bütün türlere kendini gösterdiği şekliyle yaşama isteminin amaçlarıyla uyum içinde olmayacaktır. Aksi halde, yaradılış, kişilik ve zihinsel eğilim arasındaki farklılıkların olduğu ve arada bu durumdan ileri gelen bir hoşnutsuzluk hatta düşmanlığın bulunduğu hallerde bile yine de bir cinsel aşkın doğup varlığını sürdürmesi bile mümkündür. Ama bütün bunlara gözümüzü kapatıp bir evlilik gerçekleştirirsek bu, son derece mutsuz bir evlilik olacaktır.
Anonymous
İşte bundan dolayıdır ki, bütün insanlar, öncelikle ve kesinlikle en güzel olanları bir başka deyişle türün karakterinin en saf ve güçlü biçimde ortaya çıktığı kişileri tercih edecektir. Fakat ikincil olarak da özellikle kendisinin eksikliğini duyduğu mükemmeliyetleri arzu edecek hatta kendisininkilerin zıddı olan kusurları güzel bulacaktır. Bu sebepten dolayıdır ki, örneğin, kısa boylu erkekler, uzun boylu kadınların peşinde koşacak, sarışın insanlar esmerlerden hoşlanacaktır. Güzelliği, kendisine uygun bir kadın gördüğünde, erkeği etkisi altına alan ve ona bu kadınla birleşmenin yaşanabilecek mutlulukların en büyüğü olduğunu düşündüren bu aldatıcı coşkunluk, türün duyuşundan başka bir şey değildir. Bu duyuş, aynı olanın belirgin biçimde dışa aksetmiş özelliğini görüp onu bu bireyle sürdürmeyi arzu eder. Türlerin karakteristiğinin korunması işi de, güzel olana karşı bu kararlı yönelişe dayanır ve bu yüzden de böylesine büyük bir güce sahiptir. Bunun içinde barındırdığı düşünceleri,
Anonymous
Bir yazar yüceliğe ulaşmak için dört şeye ihtiyaç duyar Pasquale: Arzu, hüsran ve deniz.” “Üç etti ama.” Alvis şarabını bitirdi. “Hüsranı iki kere sayacaksın.
Jess Walter (Beautiful Ruins)
Ebeveynlere öğretilen “ebeveynleşme” teknikleri; çocukların sistemin temel değerlerini kabul etmesini ve sistemin arzu ettiği şekilde davranmasını sağlamayı amaçlar. “Akıl sağlığı” programları, “müdahale” teknikleri, psikoterapi vs. görünüşte bireylerin çıkarı için düzenlenmiştir, ama gerçekte bireylerin sistemin ihtiyaç duyduğu gibi düşünmesi ve hareket etmesini sağlayan metotlardır.
Anonymous
-"Toplumlar tarihleriyle yüzleşmeli" diyorlar. Bizim kendi tarihimizde yüzleşmemiz gereken karanlık noktalar var mı? Evet bunlar çok moda. biz tarihimizle yüzleştik. Kastettiğiniz Ermeni meselesiyse şükürler olsun bir Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu. Çünkü diasporadaki herhangi bir toplumun, yani kültürlü ve üretim yapan bir toplumun devletsiz olması hiç hoş bir şey değildir. Yahudilik bunu asırlar boyunca yaşadı. Ermeniler yaşadı, şimdi onların da devleti var ve başkaları da var, onlar için de istiyoruz. Bİz Ermenistan'la otururuz tarihi yeniden gözden geçiririz. Bu arada bazılarının dediği gibi bunun resmi tarih olması beni hiç rahatsız etmiyor. bizim resmi tarhçilerle onların resmi tarihçileri oturur, belki de çok uzun süren bir süreç içinde bu işi tartışırız, bilmediğimiz birtakım şeyler daha ortaya dökülür. Ve biz sonunda okul çocuklarımız için ortak bir çalışma hazırlarız. Bu artık halledilmek zorundadır, o safhaya gelmiştir. Bu yüzden de çok önemlidir. Diasporadaki sorumsuz ve birbirinin dilinden anlamayan gruplarla ve Türk muhalif gruplarıyla bu iş halledilmez. Bu çok ciddi bir sorundur. Çünkü bunun maalesef başka yönlere çekildiği açıktır. Yeryüzü tarihinin en korkunç jenositini yapan bir kavim bu gün kendisiyle paralel işler yapan bir başka "criminal brother" arıyor. O kimlik ve işleve de Türkleri uygun görüyor. Kastettiğim Almanlardır. Milli bir kompleksten kurtulmak için böyle bir çaba içindeler. Dertleri Ermeni sorunu değil. Vichy Fransa'sında yapılan bir alçaklık Türkiye'de olmadı. Onu da söyleyeyim. Bunun da bilinmesinde fayda var. Özetle bu çok önemli bir olaydır. Araştırılması gerekir ve biz Ermeni tarihçilerle birlikte oturup araştıracağız hatta kurumlar kuracağız. Çünkü biz geçinmek, birlikte yaşamak zorunda olan iki memleketiz. Ve Ermeniker kabiliyetli, üretken bir halk. Çalışacaklar, çalıştıklarının karşılığını bulacaklar. Bugünkü gibi yaşamayı hak etmiyorlar. Çok daha iyi bir yaşam içinde ve bizimle beraber olmak zorundalar. Diasporanın bu ülkeyi yönlendirmesi de çok arzu edilir bir şey değil.
İlber Ortaylı (Tarihin İzinde)
Baudrillard’ın belirttiği gibi, tüketim, toplumun kendisiyle konuşma tarzıdır. Yani, birey satın aldığı ürünler, gezdiği yerler, kullanmış olduğu her türlü nesne üzerinden bilinçli ya da bilinçdışı bir ruh hali içerisinde etrafa mesajlar verir. Arzu ve isteklerinin sonuca ulaşmasıyla tatmin olmaya çalışan tüketici, bunu yaparken belirli bir imaj ekseni üzerinden imge ve sembolleri kullanır. Sürecin imge ve semboller üzerinden yürümesi markaların tüketiciyle daha yakından ilişkili olmasına, yani bir bakıma ‘anlamı’ ifade etme aracı olarak görmesine sebep olur.
Anonymous
... Bununla birlikte serotonin düzeyleri kesin olarak patolojik bir durumun varlığını belirlemez ve Prozac'ın varlığı, Kramer'in ünlü kozmetik farmakoloji tanımıyla işaret ettiği şeye, yani bir ilacın sağlatım değeri nedeniyle dğeil, yalnızca kişinin kendisini "iyiden daha iyi" hissetmesini sağladığı için alınması anlamına gelen durumu hazırlar. Eğer özsaygı duygusu insanın mutluluğu açısından bu denli önemliyse, kim daha fazlasını arzu etmez ki? İŞte böylece, bazı yönleriyle Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sındaki soma'ya rahatsız edici biçimde benzeyen bir ilacın önü açılmış oldu.
Francis Fukuyama
Alsas Davası Geçen yüzyılın ikinci yarısında, kolaylıkla hatırlanacağı gibi, uzaya uzaya yılan hikâyesine dönen Alsas davası yeniden alevlendi. Fransızların Alsas'a bağları kültür birliğinden ibarettir. Alsas halkının soyu Cermen, dili Almanca idi. Fransızlar açısından, mücadele sahası olan bölgeyi muhafaza için yegâne dayanakları kültür birliği idi. Mantığın nasıl yürütüldüğü besbelli; 'Millet'in esası kültür birliğidir, Alsas'ta Fransız kültürü hakimdir; şu halde Alsas halkı Fransız'dır. Almanlar boş mu duracak? Derhal cevap verdiler: 'Millet', sınırlarının kesinlikle çizilmesine imkan olmayan bir esasa bağlanamaz, insanlar hangi soydan geliyor, hangi dili konuşuyorlarsa o millettendirler. Büyük Alman milliyetçisi Fichte'in meşhur nazariyesi de imdatlarına yetişti - daha doğrusu nazariye sırf bunun için ortaya atılmıştı - diyordu ki: 'Bir millet yabancı bir devletin hâkimiyetinde bulunan soydaşlarının oturdukları toprakları, kendileri istemeseler bile, almak hakkına sahiptir.' Ve tarihçi Treitschke ilave etti: 'İstediğimiz ve dava ettiğimiz Alman memleketi tabiat ve halkı bakımından bizimdir, Almanya'yı ve Fransa'yı tanıyan biz Almanlar, Alsas halkına yakışan şeyi bu talihsiz adamlardan daha iyi biliriz. Biz onların dilediğine aykırı olarak, yine onlara kendi varlıklarını geri vermek istiyoruz.' Batılıların millet tariflerinden, bilinmesini faydalı saydığımız birkaç örnek daha vererek bu bahsi bitireceğiz. Yalnız, Türk milliyetçiliğine gönül verenler hele hele genç ülkücüler, Almanların ve Fransızların tutumunu hep hatırlasınlar islerim. Schelling: 'Millet, sadece. birbirine fizyolojik bakımdan benzeyen fertlerin az veya çok sayıda birleşmeleri değil, daha ziyade bu fertler arasındaki şuur iştirakidir. Bu iştirak dosdoğru ifadesini ancak müşterek dilde bulur.' Laster F. Ward: 'Millet, sadece yan yana yaşayan insanlar kitlesi değil, birçok bakımdan birbirine benzemiş, birbirine yakınlaşmış, birbiriyle kaynaşmış fertlerin bir sentezidir.' Emil Durkheim: 'Millet etnolojik veyahut tarihî esaslara dayanarak aynı kanunlar altında müstakil bir devlet olarak yaşamak arzu ve irâdesini besleyen fertlerden mürekkep bir beşeri zümredir.' Rupert Emerson: 'Millet çift anlamda, bir olduklarını duyan insanların meydana getirdikleri bir topluluktur: birincisi, bir içtimaî mirasın en önemli unsurlarına ortaklaşa sahip oldukları, ikincisi gelecekteki kaderlerinin de ortak olduğu duygusudur. Bugünkü dünyada insanlığın çok büyük bir kısmı için millet, en şiddetli ve en kayıtsız şartsız bir şekilde benimsedikleri, hattâ başka meseleler üzerindeki ayrılıkları ne olursa olsun, uğrunda canlarını vermeye razı oldukları içtimal varlıktır.
Galip Erdem (Türk Kimdir? Türklük Nedir?)
Yaşamayı arzu etmeyen bir hayat, sona erme yoluna girmiş demektir.
Jack London (Martin Eden / The Sea Wolf)
Efendim, öyle zannediyorum ki Atatürk'ün iktisadî ve sosyal görüşlerini ve uygulamasını sizin kadar yakından bilen ve değerlendirmek durumunda olan başka kimse yok. Uzunca bir süre Atatürk döneminde İktisat bakanlığı yaptınız ve yanılmıyorsam o dönemin İktisat bakanlığında en uzun kalan devlet adamı sizdiniz. Sonra da Başbakanlık'ta yine iktisadî ve malî konulardaki çalışmalarınız ağırlık kazandı. Atatürk döneminde iktisadî politikada en büyük rolü oynamış bir devlet adamı durumundasınız zannediyorum. O bakımından bu konudaki açıklamalarınızın büyük değeri olacak herhalde. Çünkü çok tartışılan bir konu oluyor, Atatürk'ün iktisadî görüşleri... Eğer izin verirseniz sorumu sormadan önce Atatürk dönemi ile ilgili iktisadî araştırmalarda tespit ettiğim bir hususu size nakletmek istiyorum ve bunun bir doğru teşhisle ilgili bulunup bulunmadığını sormak istiyorum. Bu araştırmaların edindiğim izlenime göre, 1920'lerin başında, güdülen iktisadî politika liberal bir anlayış taşıyor, 1929'lara kadar sürüyor bu. 1929'lardan itibaren oldukça kuvvetli bir devletçi politika benimseniyor: 1932'de, devletçilik yumuşatılıyor. Fakat 1935-36 yıllarında daha da kuvvetli bir şekilde uygulanıyor. 1937'de sizin Başbakanlığa geldiğiniz zaman yine değiştiriliyor ve yine siz daha liberal bir politikayı hâkim kılıyorsunuz. Bu teşhis doğru mu efendim? Tarih bakımından doğrudur. Fakat bu konuyu akla geldiği kadarıyla söylemek istemem. Size tarihleriyle, vesikalarıyla ifade etmek isterim. Çünkü bu mes'ele etrafında çok yanlış fikirler uyanmıştır. Yanlış yazılar yazılmıştır. Gerçek benim gördüğüm gibi tamamen ifade edilmiş değildir. Ve hepsine de tatmin edecek cevap vermek için size ayrı bir konuşmayı yapmayı vâdederim. Bugün müsaadenizle yalnız onun hatırasını ve politika dışında şahsî ihtiyatlarını, hastalığını ve o zamana ait anıları eğer arzu ederseniz size anlatabilirim...
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun maddelerini zihnen takip ediyorum. Türkiya Büyük Millet Meclisi iki sene vazife yapar. Her iki senede bir defa yeniden seçilir. Bu zaman meselesi münakaşa olunabilir bir meseledir. Denilebilir ki, çok ve devamlı bir iş yapabilmek için toplantı ve oturum müddeti fazla olmalıdır. Fakat bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısıyla uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır. Halbuki üç sene ve beş sene meclisin içinde kapanmış olan insanlar adeta devletle alakadar değilmiş, milletle alakasızmış gibi başka türlü düşünüyor. Ve bunları milletin nam ve hesabına kaydetmek isterler ve edebilirler. Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan her milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır. Bu bakımdan ne kadar az olursa bittabi bizim için o kadar arzu edilir. Eğer memleketimiz seri vasıtalara sahip olsaydı, şimendiferleriyle üç beş günde toplanabilmek ihtimali olsaydı. meclis her sene değişmeli idi. Hatta denilebilirdi ki, altı ayda değişmelidir. Ta ki millet anlasın ki, millet hakimiyetini vermemek için ve herhangi şekil ve surette vermemek için, kaptırmamak için bütün vasıflarını, bütün dikkat ve uyanıklığını temin edebilmiştir. Bu emniyeti temin edinceye kadar çok kıskanç davranacağız. Onun için müddet iki sene kabul edilmiştir. Bu, bu değerlendirmelerden dolayı uygun görülmelidir.
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
Arkadaşlar, asırlardan beri miras alınagelen zihniyetleri, âdetleri ve ananeleri kökünden çıkarıp atabilmek için, itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir: müşkül bir meseledir. Mesela, ben kendimden bahsedeyim. Benim merhum anam beni terbiye ederken bana derdi ki, padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var. Ben zaten evliyanın ne olduğunu, büyük ve üzeri yeşil örtülü birtakım mezarlara bakaraktan çıkarmak istiyordum. Her halde büyük bir şey, manevi, semavi bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine sahip olan insan ne olacaktı? Müthiş bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklük timsalinin hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana vermiş olduğu terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kahabati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermiş. Onun da kabahati yoktur; ona da annesi aynı terbiyeyi vermiştir. Arzu ederseniz hanımefendiler, bu noktada sorduğunuz soruya cevap vereceğim. Arkadaşlar, Yaradan, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsleri yekdiğerinin lazımı ve melzumu olmak üzere yaratmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birlik halinde bir şeydir; çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva'nın nasıl yaratıldığına dair olan teoriler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız, herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonraki insanlık safhalarında her ne görürseniz kadının eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile belki hayatımın çok senelerini evham içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı çok ibadet ettim, çok dua ettim. Eğer annem bana böyle yanlış bir terbiye vermemiş olsaydı, belki çok zaman evvel başka türlü de düşünürdüm ve benim gibi herkes de başka türlü düşünürdü ve bu felaketlere uğramazdık. Arkadaşlar, bu birlik teşkil eden mevcudiyet hakikatte birtakım vasıfların ve şartların mevcudiyetini gerektirir ve karşılıklı olmasını gerektirir. Eğer bu mevcut olmazsa, belki birlik vardır ama bir taraflı vardır. İki şahıs arasında yapılacak olan bir mukayese, iki cinsten meydana gelen bir toplum için de aynen vakidir. Daha açık söyleyeyim; bir toplum, yalnız bu iki cinsten birinin insani icapları, asri icapları almasıyla yetinirse, bu toplum yandan daha aşağı bir zaaf içindedir. Tam yarıda da değil, yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. Toplumun kuvvetli olabilmesi, zayıf olmaması bu iki unsurun çok kuvvetli kaynaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla herhangi bir millet cidden ilerlemek, medenileşmek ve gelişmek isterse, bu arz ettiğim noktayı elif olarak kabul etmek mecburiyetindedir. Çok kati ifade ederim ki, şimdiye kadar bizim milletimizin giriştiği mesaide muvaffak olamaması, bu arz ettiğim noktadaki kusurdan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
Spencer'in 'Sosyoloji Prensipleri' isimli eserinde belirttiği gibi, İngiltere ve Fransa ayrı ayrı insan topluluklarının bu iki memleketin geçirdiği derebeylik devrinden sonra ruhen birleşmeleri onların bir millet haline gelmelerine yardım etti. Fransa milleti, İngiliz milleti, Alman milleti, Napolyon'a karşı yapıları muharebelerin sonucudur. Bu suretle daha eski zamanlara çıkılırsa, önce kuvvetsiz küçük devletlere ayrılmış Yunanlıların İranlılarla savaşmak için birleştikleri görülür. Yunan milleti o zamandan başlar. Savaşlar, insan topluluklarının birleşmesinde en güçlü etkenlerden biri olmuştur. Milletlerin nasıl kurulduğu arandığı zaman, bunun tamamen başka bir unsur ile karıştığı görülür. Bu da toprak parçasının şeklidir (Coğrafya). Fakat bunun ilişkilerde kesin bir prensip, devletlere tabii (doğal) hudut olarak nehirlerin, dağların gösterilmesidir. Bunun önemi, keyfi bir hareketle hudutsuz parçalanmalara sebebiyet verebileceğinde görülür. Ernest Renan'ın deyişiyle 'stratejik unsurlar'dan söz açılmaktadır. Hiçbir şey bu durumda yeterli değildir. Zorunluluk karşısında pek çok fedakârlıkta bulunmak gerekli olur. Fakat bütün bunların bir hududu (haddi) vardır. Aksi halde, bütün dünya kendine en uygun ve askeri hareketin gereği olanı ister ki bunlar sürekli savaşlara sebep olur. Hayır, toprak, milleti mevcut ırki bağından fazla bir şey yapamaz. Toprak; çalışma, uğraşma alanıdır. İnsan ise ruhdur. İnsan, kavim denilen (insan topluluğu) mukaddes şeyin meydana gelmesinde temel unsurdur. Yalnız maddiyat bu oluşum için yeterli değildir. Bir millet, tarihin derin devrimlerinin verimli olan manevi unsuru, manevi bir ailedir. Toprak parçasının şekli ile ortaya çıkmış bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrarla duran Ernest Renan, millet hakkında geçici ve yetersiz unsurları ikinci derece unsurlar kabul ederek, insan topluluklarının iki şeyin birleşmesiyle millet haline geldiğini açıklamaktadır. Bunlardan birincisi zengin bir geçmişin mirasını paylaşmak, diğeri beraber yaşamak hususunda arzu ve fikir birliğidir. Beraber yaşamak hususundaki istek ve karşılıklı anlaşma sahip olunan mirasın korunmasında devam eden irade birliğinin sonucudur. Geçmişte ortak zafer ve kurulmuş miras gelecekte ortaya çıkarılacak ve gerçekleştirilecek programların temelini kapsayacaktır. Beraber ıstırap çekmiş olmak, beraber sevmiş olmak, beraber aynı ümitleri yaşamış olmak, hudutlardan yabancıların giriş ve çıkışlarının kayıtlanmasından, gümrüklerden ve stratejik zorunluluklardan daha önemlidir. İşte milli birlik ve beraberlik zorununda ırk ve dil anlaşmamazlığına rağmen anlaşılması gereken budur. Fakat, ortak fikirlerin, belirsiz benzeyişlerin, ilk kök birliğinin ahlaki temeli kurmasına etkili olduğu da açıktır. İlk kök ve ırk birliği bunların etkilerini inkar edemez. İnsan topluluklarının geçirdikleri uzun geçmiş ve birçok çağlar içinde ahlakın, geleneğin, hatıralarını, çıkarların özetle bugün milleti kuran her şeyin kutlu hazinesini korumakta dilin de önemli etkisini unutmamak gerekir.
Sadi Borak (Atatürk: Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri)
Ernest Renan'a göre, çağdaş milletin kurulmasına yardım eden unsurlar, aynı bir hanedanın idaresi altında yaşayan, aynı merkezi örgütler tarafından idare edilen toplulukları birleştiren manevi bağlar olmuştur. Bu noktadan hareketle millet, gerçek olarak ancak Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra ortaya çıkmıştır. Ortaçağda, bu İmparatorluğun özelliği, sakinlerinin çeşitli ırklara bağlı olmasıdır. Ve bu çağdaş anlamda bir devlet kurulmasına engel olmuştur. Milletlerin varlığı Cermen istilasından başlar. Bazı istilacı milletlerin gücü, kendi isimlerini verdikleri ve bazı önemli yerlerde, birliği sağlamıştır. Avrupa'da bugün görülen kuruluşlar o devirlerin sonucudur. Bir Fransız, bir Burgondi, bir Lombardi ve özellikle Normanlar ilh... oradan gelmektedir. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya çoğunlukla dolaşık yollardan ve binbir macera arasında milli varlıklarını yürütmektedirler. Bu çeşitli devletlerde, başka yerlerde mesela, Türkiye'de gördüğümüzün aksine olarak kaynaşma temsili olarak sağlanmış veya oluşmuştur. Bu birleşmelerin birinci sebebi galip ve mağluplar tarafından aynı dinin, Hıristiyanlığın kabulü olmuştur. İkinci sebebi de galiplerin kendi dillerini unutmalarıdır. Bir üçüncü unsur Cermenlerin Latin kadınlarla evlenmeleridir. Sonuçta, genel olarak galiplerin mağluplar tarafından massedilmeleri (asimile) başlıca sebebidir. Fransa'da milli birliği yaratan hanedan bağıdır. İtalya'da bu birlik uzun çalışmalar sonunda fikri alanda oluşmuştur. İtalya'da hükümran olan hanedan, millete aynı emelde olmaksızın yalnız çalışmanın içinde, fikri çalışmanın içinde aktif rol oynamıştır. Avusturya-Macaristan'da ayrılık kesindir. Bir Avusturya Devleti vardır. Fakat bir Avusturya milleti yoktur. Diğer memleketlerde, İsviçre'de, Belçika'da, Felemenk'te hüküınet şekli ne olursa olsun milliyet toplumların doğrudan doğruya kendi arzu ve iradelerinin eseridir. Bu sebeple, Pruhdon'un söylediği gibi 'milliyet ortak siyasi müesseselerin (kurumların) veya merkezi idarenin cebir, (zor) sonucudur' görüşü, doğru değildir. Fakat doğru olan şudur ki aynı toprak parçası üzerinde yaşayan ve millet haline gelen toplulukların ortak siyasi kuruluşlar tarafından idare edilmesi gerekir. Prudhon'un eseri bir an için etkili olmuş görünmektedir. Bizzat Fransa, krallar tarafından idare edilmeden evvel derebeylik zamanında da millet idi. Onun siyasi kuruluşları komşu ülkelerin ve özellikle İngiltere'nin taarruzlarına şiddetli ve etkili bir biçimde karşı koyduğu için ve bu karşı koymada ısrarla gereğini yaptıkları için merkeziyete dönmek sağlanmış ve merkeziyet gelişmiştir. Tehlikeyi hisseden Fransız vilayetleri, korumak arzusuna büyük ölçüde zorunluluk duydukları için merkezi bir kuvvet etrafında toplanmışlardı. Fakat Fransa zaten vardı. İngiltere'de de derebeylik ve çeşitli unsurların varlığına rağmen coğrafi durumunun sonucu milli birlik krallıktan önce oluşmuş bulunuyordu.
Sadi Borak (Atatürk: Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri)
Ben şu kanaatteyim ki 19. asrın büyük filozofu olan ve bir doktrin adamından çok evvel bir filozof olan Karl Marks'ın fikriyatı, o zamanın şartlarına göre şüphe yok ki ileriyi gösteren bir sistem idi. Ve elbette o devirde, 19. asrın ortalarında, 20. asırda gelecek gelişmeleri kestirmek son derece güçtü. O itibarla Marksizmi elbette 19. asrın içerisinde uzun bir varlık olarak kabul etmekle beraber, onu, bütün asırlara şâmil, son hakikat diye anlamak ve anlatmak son derece mahsurlu ve bizzat filozofun kendi aleyhine olan, kendisinin de asla arzu etmediği bir sistemdir. Yine öyle sanırım ki, bugün dünyaya gözlerini bir daha açabilse, 19. asır için söylediği şeyleri bugün kendisi iptal etmek namusunu gösterirdi... Mesela 19. asırda sanayileşme hızlı olarak büyük kitlelerin proleterleşmesine yol açıyor, büyük sefâletler vardı. Böyle bir ortam içerisinde proleterlerin müşterek bir savunmaya dâvet edilmesi belki tabiî idi. Bugün içinde bulunduğumuz dönem içerisinde dünya proletersizleşmektedir. Ve bazı memleketler bunu şimdiden gerçekleşmiş sayabiliyor. Amerika'yı alalım... Almanya'da benim tahminim yanlış değilse 5 milyon işçi ailesi, şimdiden fabrikalara ortaktır. Yani, artık bunlar proleter değildir. Yani, gittikçe proletersizleşme cereyanı var. Farz edelim ki proleterler var ve bunları kurtarmak istiyoruz. Fakat bu kurtuluş, beşeriyetin 10 bin sene geriye gitmesine mâl olmayan bir kurtuluş olmalıydı. İnsanlık 10 bin seneden beri hürriyetsizlikten, hürriyete geçmeye çabalıyor... Şimdi fırsat eşitliği temin edeceğiz derken 10 bin senede elde edilmiş olan beşerî bir tekâmülü, yani özgürlüğü iptal etmeye kimsenin hakkı yoktur. İşte Atatürk'ün sosyal olan, fakat aynı zamanda özgürlüğü muhafaza etmek isteyen sisteminin Marksistlere karşı söyleyebileceği, vereceği cevap budur...
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
Arzumuza uzanan yolda ilerlerken güzellik bizi aniden durdurur, çünkü der Lacan, ardındaki hakikat hiç de hoş değildir. Cinsel arzumuzun peşinden özgürce ve doğru­dan gidebilsek, iğrenç hakikatle çok geçmeden karşılaşırdık. Dolayısıyla, her ne kadar yaygın görüş güzelliğin cinsel arzu­ yu artırdığını düşünme eğiliminde olsa da, yani (daha önce gördüğümüz gibi) nesne ne kadar güzelse arzumuzun o kadar kabardığına inanılsa da aslında durum tam tersidir: Güzellik arzuyu felç eder; güzellik bizi öyle büyüler ki cinsel arzunun peşinden gidemez hale geliriz.
Bruce Fink (Lacan on Love: An Exploration of Lacan's Seminar VIII, Transference)
Samimiyetinden etkilenerek ve takdirimi gösterecek doğru hareketi bulmaya çalışarak elimi tişörtünün altına soktum. Parmak boğumlarım tenine sürtündü ve duyduğum arzu, beni paramparça etti. Neden insanı alev alev yakıp kavuran hisler, mantığı unutmayı bu kadar kolaylaştırıyordu?
Becca Fitzpatrick (Silence (Hush, Hush, #3))
(Tanzimat) romancılarının muhafazakar bir tavır takınmasının temel gerekçesi, teknik sahada ideal olarak benimsenen Batı'nın kültürel bağlamda çekinilen bir tarafının bulunmasıdır. Buna göre Batılı tekniğin altyapısını teşkil eden tecrübeden habersiz olan Tanzimat aydını, teknik ve kültür arasındaki neden-sonuç ilişkisini çözemediği için birbirinden ayrı addettiği bu iki sahayı birbirine karıştırmamak üzere muhafazakar bir yaklaşımla Batı'nın olumsuz niteliklerinden korunmaya çalışır. Ayrıca Taner Timur'un da vurguladığı üzere Tanzimat aydınının 1870'lerde romanla tanıştığı dönemde Batı'da natüralist yazarlar ön plandadır. Osmanlı aydını Batı'yı tarih ve sosyoloji incelemelerinden önce, gerçekleri olduğundan çok daha karanlık ve çirkin gösteren natüralist romanlarla tanıdığı için, askeri ve teknolojik nedenlerle taklidine çaba harcadığı Batı'nın ahlaken yozlaşmış, aile kurumu çökmüş ve tüm bağlılık duygularını yitirmiş tarafıyla da karşılaşır. (...) Teknik olarak örnek alınması gereken uygarlık, aynı zamanda toplumun mevcut değerlerine yönelik bir tehdit oluşturduğu (sanıldığından R.A.)ndan temkinli yaklaşılması gereken bir alanı ifade etmektedir.
Erdem Dönmez (Arzu ve Tereddüt: 19. Yüzyıl Türk Romanında Muhafazakarlık)
Tatminsizlik nerede başlar? Üşümeseniz de titrersiniz. Yemek yeseniz de açlık duyarsınız. Sevilseniz de içinizdeki arzu sizi yeni alanlara götürür. Üstüne üstlük bir de zaman vardır, piç Zaman. Hayatın sonu artık çok uzak değildir -bitiş çizgisini görür gibi görürsünüz onu- ve zihniniz der ki: "Yeterince çalıştım mı? Yeterince yiyip içtim mi? Yeterince sevdim mi?" Bütün bunlar insanoğlunun en büyük lanetinin ve belki de en büyük ihtişamının temelidir elbette.
John Steinbeck
Atatürk'ün yeşile hayranlığı Faruk Nafiz Çamlıbel'in şu şiirini tekrarladığı zamanlarda ne kadar belli olurdu: Yeşil hem de! Ben bu rengi taşırım her zaman can köşemde. Yeşilde ne arar da bulamaz insanoğlu? Yeşil bu... Varlık dolu, gök dolu, umman dolu. Bir ucu gözlerinde, bir ucu engindedir, Meyve veren ağaçlar bu çini rengindedir. Bu çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman Bana Tanrım gözükür yeşil dediğim zaman M. Kemal, bu şiiri okuduğu zamanlarda sağlığı yerinde bir varlıktı. Fakat yeşile hasret kaldığı bu son zamanlar, ölümlü varlığının erimekte olduğunu hissettiği zamanlardı. O, daima olduğu üzere, bu son döneminde de çam ağaçları ve yeşillikler arasında olmak istemiştir. Demek ki, Atatürk gömüleceği yer için, resmi bir vasiyet yazmadığı gibi, özel arzularını da, benim bildiğime göre bu vesilelerle belirtmiştir, fakat bizlere kesin bir kararını bildirmemiştir. Ancak bazı arzu ve düşüncelerini söylemiştir. Onlar da: Öncelikle sembolik anlamı olan bütün vatan parçalarından gelen toprakta yatmak ve ikinci olarak da bol yeşillikli ve çam ağaçlı bir yerde olmak.
Afet İnan (Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler)
Biraz yukarıda işaret ettiğim gibi istifa keyfiyeti, Mustafa Kemal Paşa'yı cidden pek çok üzmüştü. Çünkü paşa, memleketin istikbali menfaatine büyük ümitler besleyerek kabul buyurmuş oldukları bu vazifeyi yani, 7. Yıldırım Ordusu kumandanlığını, günün birinde istifa için değil, ancak bütün mevcudiyetiyle bağlı bulunduğu vatanına hizmet gibi kutsal bir gaye uğrunda ve pek büyük bir arzu ile deruhte etmişlerdi. İstifa!... Evet; günlerce, haftalarca ve hatta aylarca onu derin teessür içinde bırakan bu çekilme, hiçbir zaman paşanın hatır ve hayalinden geçmeyen ve onun prensiplerine asla uymayan bir olaydı. Şunu da takdir etmek lâzımdir ki: Bu istifa, hiçbir zaman Millî Mücadele başlangıçlarında vuku bulan askerlik mesleğinden istifasına benzemiyordu. Çünkü, bütün rütbe ve nişanlarını atarak hiç tereddüt etmeden istifa ettiği o tarihlerde, Mustafa Kemal'in yanı başında, çok güvendiği kadını erkeği, çoluğu çocuğu ve ihtiyarı genci ile büyük Türk milleti bulunuyordu. O zaman, bir taraftan istifa ederlerken, diğer taraftan da istiklâl uğrundaki millî görevlerine devam için elverişli alanı yaratacaklarına itimadı bulunduğu gibi, asıl gayelerini tahakkuk ettirebilmek gücünü kullanmak fırsat ve imkânını da bulacaklarına sarsılmaz inançları vardı. Evet, Mustafa Kemal'in; Yıldırım Ordusundan çekildiği tarihlere tesadüf eden günlerin, bambaşka mahiyette bulunan ahval ve umumî durumu nazara alınacak olursa her iki istifanın yekdiğeriyle mukayesesine hiçbir bakımdan imkân olamayacağı da kendiliğinden ortaya çıkar. Bu itibarla, bahis konusu istifa, onu, doğrudan doğruya pasif vaziyette bırakmış ve o günlerin icap ve şartlarına göre artık onun için faal bir saha kalmamıştı. Binaenaleyh, bütün cephelerde vatanın muhafaza ve müdafaası uğruna savaş devam ederken onun, geçici de olsa böylece bir köşeye çekilerek memleket hizmetinden mahrum ve seyirci durumda kalmasından doğan büyük endişesi de esasen bundan ileri geliyordu. Bu olay, Mustafa Kemal gibi bir kumandan için çok acı ve cidden tahammülü güç bir şeydi. Ne gariptir ki; Grup Kumandanı Mareşal Von Falkenhayn'in kötü bir zihniyetle vaki hareketleri yüzünden ortaya çıkan ve doğrudan doğruya memleketimizi ilgilendiren bu meselede Mustafa Kemal, tamamen haklı olduğu hâlde istifaya mecbur kalıyordu. Çok hazin bir manzara değil mi?.. Bu ters durum, şüphesiz ki Almanlarla olan askerî ittifakımızın katlanılması mecburi ve kaçınılmaz sonucundan başka bir şey değildi.
Şükrü Tezer (Atatürk'ün Hatıra Defteri)
TALAT PAŞA, İttihat ve Terakki'nin son kongresinin yapıldığı 1 Kasım 1918 günü yaptığı konuşmada tehcir konusuna da değinmiştir. Talat Paşa, şunları söylemişti: Ermenilerin tehcir meselesi, içeride ve bilhassa dışarıda harp kabinelerine en çok söz getirmiş meselelerden birisidir. En evvel söylemek lazım gelir ki, bu tehcir ve katliam rivayetleri son derece mübalağa (abartma) edilmiştir. Ermeni ve Rum neşriyatı biri on yaparak dünyayı gürültüye boğmuştur. Bununla olayları inkâr etmek istemiyorum. Yalnız hakikati söylemek, fazla mübalağaları ortadan kaldırmak arzusundayım. Şu mübalağalardan sarfınazar olunursa, herhalde böyle bir hayli tehcir olayları olmuştur. Fakat, Babıâli bunların hiçbirinde evvelden verilmiş bir karar üzerine hareket etmiş değildir. Meydana gelen olayların sorumluluğu, her şeyden evvel onlara sebep olan, telafi edilmez dayanılmaz hareketleri yapan unsurlara aittir. Şüphesiz bundan bütün Ermeniler sorumlu değildir. Fakat, devletin hayat ve ölüm kararını verecek, büyük bir harp esnasında, ordularının hareket serbestisini engelleyen, arkada isyanlar çıkararak, memleketin geleceğini ordunun emniyetini tehlikeye düşüren hareketlere hoşgörü ile bakılmazdı. Erzurum havalisinde ordularımızın harekâtını işgal eden Ermeni çeteleri bütün Ermeni köylerinde yardım ve koruma buluyorlardı. Başları sıkıştığı zaman gönderdikleri bir haber üzerine, köylüler kiliselerde sakladıkları silahları çıkararak imdatlarına koşuyorlardı. Ordunun arkasında böyle devamlı geri çekilme yollarımızı keserek ve cephe gerisi hizmetlerini engelleyecek tehlikelerin varoluşuna göz yumamazdık. Ordulardan bilgi, vilayetlerden devamlı olarak gelen uyarılar ve bildirimler, bu mesele hakkında kesin tedbirler alınmasını zorunlu kıldı. İşte tehcir meseleleri; her şeyden önce böyle bir savaş zorunluluğu neticesinde alınmış olan çarelerden, tedbirlerden oluşmuştur. Demek istiyorum ki, her yerde tehcir muntazam bir şekilde ve yalnız zorunlu olunduğu derecede yapılmıştır. Birçok yerlerde çoktan beri birikmiş olan düşmanlıklar, bu neden ile patlayarak katiyen arzu etmediğimiz suiistimallere sebep olmuştur. Birçok memurlar, haddinden fazla zulüm ve şiddet gösterdiler. Birçok yerlerde, haksız yere birtakım masumlar da kurban oldular. Bunu itiraf edelim.* (...) 1918 yılı Kasım ayında Talat Paşa böyle konuşmuştur. Ondan yaklaşık üç yıl sonra; 24 Şubat 1921'de, Mustafa Kemal Paşa da aynı konuda şunları söylemiştir: Düşmanca ithamda bulunanların sürdürdükleri büyük mübalağalar (abartılar) dışında, Ermenilerin tehcir meselesi aslında şuna dayanmaktadır: Rus ordusu 1915'te bize karşı büyük taarruzunu başlattığı bir sırada, o zaman çarlığın hizmetinde bulunan Taşnak Ermeni Komitesi, askeri birliklerimizin gerisinde bulunan Ermeni ahalisini isyan ettirmişti. Düşmanın sayı ve malzeme üstünlüğü karşısında, çekilmeye mecbur kaldığımız için kendimizi iki ateş arasında kalmış gibi görüyorduk. İkmal ve yaralı konvoylarmız acımasız şekilde katlediliyor, gerimizdeki köprüler ve yollar tahrip ediliyor ve Türk köylerinde terör hüküm sürdürülüyordu. Bu cinayetleri işleyen ve saflarına eli silah tutabilen bütün Ermenileri katan çeteler, silah, cephane ve iaşe ikmallerini, bazı büyük devletlerin daha sulh zamanından beri kendilerine kapitülasyonların bahşettiği dokunulmazlıklardan bilistifade ve bu maksadı matuf olarak, büyük stoklar husule getirmeye muvaffak oldukları Ermeni köylerinden yapıyorlardı. İngiltere'nin sulh zamanında ve harp sahasından uzak olarak İrlanda'ya reva gördüğü muameleye hemen hemen kayıtsız bir şekilde bakan dünya efkârı, Ermeni ahalinin tehciri hususunda almaya mecbur kaldığımız karar için bize karşı haklı bir ithamda bulunamaz. Bize karşı yapılmış iftiraların aksine, tehcir edilmiş olanlar hayattadır ve bunlardan ekserisi, şayet İtilaf devletleri bizi tekrar harp etmeye zorlamasa idi, evlerine dönmüş olurlardı.** * Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 288 ** Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 393
İlker Başbuğ (Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler)
Bütün din sözcüleri, genellikle, Tanrı tarafından gönderildiklerini, mucizelerle kanıtlamışlardır. Ancak, bir mucize, bir keramet nedir? Doğanın yasalarına taban tabana zıt bir işlemdir. Ancak sizce bu yasaları kim yapmıştır? Tanrı yapmıştır. Bu durumda, size göre, her şeyi önceden görmüş olan Tanrı, en yüksek hikmetini doğaya kabul ettirmiş olduğu yasalara karşı çıkıyor, yaptığı yasaların hükmünü bozuyor demektir. Bundan dolayı, bu yasalar hatalıydı, ya da herhalde bu aynı Tanrı'nın niyetine bazı durumlarda uygun olmuyordu demektir. Çünkü bu yasaları durdurmak ya da yasaklamak gereğine inanmış olduğunu bize söylüyorsunuz. Çok yüksek ve yüce zatın sevgilisi olan bazı insanların, ondan, mucizeler gerçekleştirme gücü almış olduklarına bizi inandırmak istiyorsunuz. Ancak bir mucize yapmak için, bilinen etkenlerin oluşturabileceği eserlerin zıttı eserler oluşturacak yeni etkenler yaratmak yeteneğine sahip olmak gerekir. Tanrı'nın bazı insanlara, yeni etkenler yaratmak, ya da yoktan etkenler çıkarma gücü aklın alamadığı böyle bir gücü verebilmesine akıl erdirilebilir mi? Hiçbir zaman değişmeyen bir Tanrı'nın, planını değiştirme ya da düzeltme gücünü, değişmez bir varlığın kendisinin de sahip olamayacağı böyle bir gücü, kişisel özelliklerine bakarak bazı insanlara vermesi, inanılır bir şey midir? Mucizeler, Tanrı'nın şerefini yükseltmek, dinin kökeninin Tanrısal olduğunu kanıtlamak şöyle dursun; Tanrı hakkında, değişmez, başkasına aktarılamayan sıfatları ve hatta her şeye yeten gücü hakkında bize verilen fikri, açık biçimde yok eder. Planının tümüne hâkim olması gereken ve ancak içinde hiçbir şeyin değişmeyeceği, pek eksiksiz, mükemmel yasalar yapmış olan bir Tanrı'nın, projelerini başarıya ulaştırmak için mucizeler kullanmak zorunda kalmasından, ya da, ilahi iradelerini uygulamak için yaratıklarına keramet gösterme gücü vermesinden, bir ilahiyatçı bize nasıl dem vurabilir? Bir Tanrı'nın insanların yardımına muhtaç olması inanılır bir şey midir? İradeleri, arzuları daima yerine getirilen, gönüllerin ve ruhların mutlak hâkimi olan, bütün her şeye gücü yeten bir zatın, her arzu ettiği şeye yaratıklarının inanmaları için, inanmalarını istemekten başka bir şey yapmaya ihtiyacı olmaz.
Jean Meslier (Akl-ı Selim)
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Doğu Anadolu'yu istila eden Rus ordusunda Ermeni asıllı subay ve generaller mevcuttu. Lors Melikof gibi. Bunlar Osmanlı Ermenileri ile temas ve onlara yardım teklifinde bulundular. Böylece Ruslar, Doğu Anadolu'daki emellerini gerçekleştirmek için, Osmanlı Ermenilerini devlet aleyhinde kullanmak yoluna girdiler. Ermeni Patriği Nerses Ayastefanos'a gidip Babıâli' ye kabul ettirilecek anlaşmaya Ermeniler lehine hükümler konulmasını istedi. Esasen Rus generalleri, Ayastefanos'ta (Yeşilköy) Ermenilerin evlerinde kalmakta idiler. Onlar da Ermenileri böyle bir müracaat için tahrik ettiler. Bu Ermenilerin, İstanbul Ermenilerini harekete geçirmeleriyle, Ayastefanos Andlaşması'na Ermenilerle ilgili 16. madde konuldu. Bu maddeye göre, Osmanlı Devleti, Ermenilerin yerleşmiş olduğu eyaletlerde, mahalli şartların gerektirdiği ıslahat ve tensikatı vakit kaybetmeksizin icra edeceğini ve Ermenilerin güvenliklerini Kürtler ve Çerkezlere karşı koruyacağını taahhüt etmekteydi. Bu madde ile Rusya, Doğu Anadolu işlerine karışmak imkânını kazanıyordu. Fakat Doğu Anadolu'da Ermeni çoğunluğu yoktu. Azınlığın arzu ve iradesi çoğunluğa tercih mi edilecekti? Netice itibariyle bu madde ile Ermeni meselesi iç mesele olmaktan çıkıp Şark meselesinin bir parçası haline gelerek milletlerarası bir nitelik kazanmıştır.
Abdurrahman Çaycı (Türk - Ermeni İlişkilerinde Gerçekler)
1856 yılına kadar, ne Rusya'nın ne de başka devletlerin Osmanlı İmparatorluğu içindeki Ermeni toplumu ile ilgilenmediği bilinmektedir. Bu yıllara kadar da, Osmanlı Ermenileri yaşamlarından oldukça memnundur. Bu konuda New York'ta 1857'de yazılmış bir yazıda şöyle denilmektedir: “Ermeniler, Türkiye'de günlük hayatın esasını teşkil ediyordu. Türkler sanayinin bütün dallarını onlara bırakmışlardı. Bankerler, tüccarlar, mekanikler hep Ermeni idi. Ayrıca, onlarla Müslümanlar arasında his benzerliği ve menfaat birliği vardı. Çünkü, menşe itibariyle aynı bölgeden oluşları dolayısıyla duyguları ve âdetleri aynıydı. Bu sebeple de, kendilerini Türklere rahatlıkla uydurmuş ve emniyetlerini kazanarak reayanın en nüfuzlusu haline gelmişti ve hâlâ da öyledir. “Ermenilere bir şekilde borçlu olmayan bir tek paşa veya yüksek rütbeli memur bulunmazdı. En fakir köylü bile ektiği tohumun bedeli için onlara borçlanırdı. “Türkiye'yi çökertmek isteyen Ruslar, bu toplumu kazanmaya çalışmıştır.* Ermeniler, “Osmanlı Devletinin Sadık Kulları” (Tebe'a-i Sadıka/Millet-i Sadıka) olarak tanımlanmaktaydı. Bu yıllarda, Ermeniler yoğun olarak İstanbul bölgesinde yaşamaktaydılar. Doğu Anadolu'da dağlık platolarda Ermeniler, Kürtlerle beraber yaşıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bu bölgede yaşayan Ermeniler ile Kürtler arasındaki ilişkiler bozulmaya başladı. İstanbul'a ve bölgedeki Kürt ağalarına vergilerini ödemekte zorlanan Ermeniler, Kürt ağalarının saldırıları ile karşı karşıya kalmaya başladılar. 1876'da Meşrutiyet idaresine geçilmesi de, Ermenilerin durumlarının düzeltilmesine fazla katkı sağlayamadı. Doğu Anadolu'da, Ermenilerin yaşamakta olduğu bölgelere Amerikan ve Alman misyonerlerinin gelişi ile Ermeniler arasında milliyetçi düşünceler filizlenmeye başladı. Ermeni Kilisesi, Ermeni toplumu için her şeydi. Kilise, Osmanlı İmparatorluğu içinde muhtar (özerk) bir Ermenistan'ın kurulmasını istiyordu. Bulgaristan'da çıkan isyan hareketi, her şeyi değiştirdi. Bunu takip eden süreçte, 1877 yılının Nisan ayında, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'nın kendisine savaş ilanıyla karşı karşıya kaldı. 1856'da Islahat Fermanı'nın ilan edilmesi 1876'da ise Meşrutiyet idaresine geçiş, Osmanlı devleti tarafından arzu edilen neticelerin elde edilmesinde yararlı olamamıştı. 1876'da ilan edilen I. Meşrutiyet idaresi de, Abdülhamid'in 1877-78 Harbini bahane ederek 1878'de Meclisi kapatmasıyla sona ermişti. 1877-78 Harbi esnasında, Doğu Anadolu'yu işgal eden Rus ordusunun başında bir Ermeni vardı: Mikayel Loris-Melikov. Ayrıca, Rus ordusunda da çok sayıda Rus-Ermenisi bulunmaktaydı. Bu durum, Osmanlı devletinin Ermenilere karşı duyduğu güveni büyük oranda zedeledi. Savaş sonrası imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nın 16. maddesi gereğince, Osmanlı devleti, Ermenilerin bulunduğu eyaletlerde mahalli menfaatlerin gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti etmişti. Antlaşmanın bu hükmü, esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla tatmin etmemiş olsa bile, “Ermeni Sorunu”nun tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve “Ermenistan” diye bir bölgenin varlığından söz edilmesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Daha sonra, 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması ile 1877-1878 harbine son verildi. Berlin Antlaşması'nın 61. maddesi, Ayastefanos Antlaşması'nın 16. maddesini daha da kuvvetlendirerek, Osmanlı devleti tarafından alınacak ıslahat ve güvenlik tedbirlerinin Osmanlı devletince ilgili devletlere bildirilmesi şartını da getirmiştir. Böylece, Türk-Ermeni ilişkilerine yabancı güçlerin müdahale edebilme hakkı tanınmıştır. Aslında, böylece “Ermeni Sorunu” resmen, uluslararası bir konu haline getirilmişti. * C. Oscanyan, The Sultan and His People, s. 353
İlker Başbuğ (Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler)
Hapishane penceresinden gördüğü, daha önce farkında bile olmadığı kuşlardan nasıl hayranlıkla, coşkuyla söz ediyor! Şimdi, hapishaneden çıktıktan sonra, onları yine farketmez olmuştur. Siz de tıpkı öyle, Moskova'da Moskova'nın farkında olmayacaksınızdır. Bizler için mutluluk diye bir şey yoktur, sadece arzu ederiz
Anton Çehov
tanrım, benim kanatlı benliğimi yaratan, içimdeki niyet senin niyetindir. içimdeki arzu senin arzundur. senin teşvikindir sana ait gecelerimi yine sana ait gündüze döndüren. senden hiçbir şey istemem. çünkü sen bilirsin gereksinimlerimi onlar daha içime doğmadan evvel. sen yaratırsın gereksinimlerimi ve kendinden daha çok vererek, tüm her şeyi bahşetmiş olursun bize.
Halil Cibran (Ermis)