Ara Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ara. Here they are! All 100 of them:

people who have no hold over their process of thinking ara likely to be ruined by liberty of thought.
Muhammad Iqbal
She chuckles again. “Because sane plans never work, girl,” she says. “Only the mad ones do.
Sabaa Tahir (A Torch Against the Night (An Ember in the Ashes, #2))
If you feel like you don't fit into the world you inherited it is because you were born to help create a new one.
Ross Caligiuri (Dreaming in the Shadows)
Ara?" She jerked her face up. "Huh? Where were we?" But his expression had grown serious, the lesson forgotten. He interlaced his fingers and said, "We are bound." "Bound?" He collected a piece of rope, knotting it. "Oh, you mean bound?" He gave a nod, then drew in the sand. An infinity symbol? "Clever demon, how did you know that...?" He was gazing at her with a question in his eyes. "Bound forever?" And somehow she met his gaze and lied, "Yes, demon. Bound forever." As if to make her feel guiltier, he gathered her into his arms, cupping her face against his broad chest. His voice a deep rumble, he said, "Carrow is Malkom's." She wanted to sob. "Yes?" "Yes," she answered, wishing that it could be so simple between them. Demon meets girl. Girl might be falling for demon.
Kresley Cole (Demon from the Dark (Immortals After Dark, #9))
To completely understand me you must first accept that I am not you.
Ross Caligiuri (Dreaming in the Shadows)
Some would ask what country am I from? We ara supposed to tell the truth, [so] we tell them India. Some thought it was Indiana, not India! Some did not know where India is. I said the country next to Pakistan.
Thomas L. Friedman (The World Is Flat: A Brief History of the Twenty-first Century)
My dream is to create something so beautiful that it encourages people to present the best version of themselves to me everywhere I go.
Ross Caligiuri
Hope is the light you follow; faith is believing there is actually a light--they are the refusal to give up when you have no reason to go on. --Snake to Ara (Mark of Betrayal, Book 4 dark Secrets)
Angela M. Hudson
Every decision you make in life will stem from one of two options: love or fear. Choose love.
Ross Caligiuri
Bir gün beni özlersen, sana nasıl göğsüme bastıra bastıra sarıldığımı hatırla. Hatırla ki ağla, hatırla ki anla.. Hatırla ki, ara..
Gülten Akın
Biz rengin değil Ara rengin peşindeyiz
Nilgün Marmara
Eternity will not cause our memories to fade, it will force our hearts to accept the past.
Ross Caligiuri (Dreaming in the Shadows)
En iyisi bir ara gidip beynimi aldırmaktı. Bir kadın olarak beyine, hele ki benimki kadar karışık olanına, böyle bir dünyada pek ihtiyaç yoktu.
Arzum Uzun
She is in particular interested in the Ennui predator. She very much likes its demeanor and coloring in the images. She understand she may not get that particular one, but perhaps one that resembles it? A young one?” The Ennui predator. “Where did she find these images?” “On your planet’s holonet,” Nuan Ara said helpfully. We didn’t have holonet. We had internet… Oh. “So, the esteemed grandmother would like a kitten that looks like Grumpy Cat?” I picked up my laptop, typed in the image search for Grumpy Cat, and showed him the picture. “Yes!” “I will see what I can do.
Ilona Andrews (Sweep in Peace (Innkeeper Chronicles, #2))
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) ...
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
To struggle against the weight of sleep as reality eclipses the moon of your dreams is the purest sign of true love.
Ross Caligiuri (Dreaming in the Shadows)
Humans have too many rights and not enough responsibilities. -Aras
Karen Traviss (City of Pearl (Wess'har Wars, #1))
Sana koşuyorum bir vapurun içinde Ölmemek, delirmemek için. Yaşamak; bütün adetlerden uzak Yaşamak.... Hayır değil, değil sıcak Dudakların hatırası; Değil saçlarının kokusu Hiçbiri değil. Dünyada büyük fırtınaların koptuğu böyle günlerde Ben onsuz edemem. Eli elimin içinde olmalı, Gözlerine bakmalıyım, Sesini işitmeliyim. Beraber yemek yemeliyiz Ara sıra gülmeliyiz. Yapamam onsuz edemem. Bana su, bana ekmek, bana zehir; Bana tad, bana uyku Gibi gelen çirkin kızım. Sensiz edemem.
Sait Faik Abasıyanık (Şimdi Sevişme Vakti ve Diğer Şiirleri)
Nobody can change the world. But you can make a difference.
Seong pill kon
But deep under the earth, where the corpse serpent gnaws at the roots of Yggdrasil, the tree of life, there are three spinners. Three women who make our fate. We might believe we make choices, but in truth our lives are in the spinners' fingers. They make our lives, and destiny is everything. The Danes know that, and even the Christians know it, Wyrd biõ ful araed, we Saxons say, fate is inexorable.
Bernard Cornwell (The Pale Horseman (The Saxon Stories, #2))
The lovely warmth seemed to fill the big void in her heart. Only then did she realize how hungry she was for affection. Because he filled her, she noticed she was empty.
Suji Kim (상수리나무 아래 [Sangsurinamu Arae] (Under the Oak Tree [Novel]))
Madam, knowledge is more precious than gold.
Suji Kim (상수리나무 아래 [Sangsurinamu Arae] (Under the Oak Tree [Novel]))
Fakat arada bu uçurum daima kalacaktı. Ara sıra onun üstünden ellerimiz birbirine uzanacak, sonra ben küskün, o ümitli kendi dünyalarımıza dönecektik. Biliyordum, bu düşünceler sade bu akşamın düşünceleriydi. Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka bir adam olacaktım.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını Bir bir denemişim bütün kelimeleri Yeni sözler buldum seni görmeyeli Kuliste yarasını saran soytarı gibi Seni görmeyeli Kasketim eğip üstüne acılarımın Sen yüzüne sürgün olduğum kadın Kardeşim olan gözlerini unutmadım Çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat Sen tutar kendini incecik sevdirirdin Bir umuttum bir misillemeydin yalnızlığa Şanssızım diyemem kendi payıma Hain bir aşk bu kökü dışarda Olur böyle şeyler ara sıra Olur ara sıra
Cemal Süreya
Yazı kendini söyler, söylemediğini yok eder. Bir de, ara bir yol olarak, yok ettiklerinin bir bölüğünü sezdirebilir. Sezdirdikleri "var" değildir ama "yok" da değildir.
Bilge Karasu
«I ara vosaltres sigueu feliços, cagom déu.» ―Paraules televisades, Despatx Oval, Casa Blanca Novembre de 1987
David Foster Wallace (Antologia de contes)
İnsan hayatın ve sonsuz varlığın getirdiği bitmez düşüncelere bazen ara vermek istiyordu, varlığının doğası nasıl planlanmış olursa olsun, oradan kaçmak istiyordu.
Diana Gabaldon (Outlander (Outlander, #1))
Are we being stupid here?” Ara frowned at her broken staff. “There’s a monster down there we know nothing about, and Jula has a frying pan.
Mark Lawrence (Grey Sister (Book of the Ancestor, #2))
Bir ara durdu, merdivenlerin tırabzanına yaslandı, beni göğsüne bastırdı.''Neden sana söylediğimde kaçmadın ki?' diye fısıldadı saçlarıma doğru.''Daha en başından ölümüne sadakatinin yol açacağını biliyordum.Ama bunun, bana olan sadakatinin olacağı aklıma gelmemişti.
Susan Ee (Angelfall (Penryn & the End of Days, #1))
Sen yokken, yani sen evde aşk acısıyla, bittikçe altüst edilen bir kum saati gibi damla damla tükenirken, bu insanların hepsi yaşamaya devam ediyorlar. Elektrik faturası yatırıyorlar, sinemaya gidiyorlar, araç muayenesi yaptırıyorlar, kat karşılığı arsa için müteahhitlerle pazarlık ediyorlar, arabalara, dolmuşlara, teknelere, trenlere biniyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar, kavga ediyorlar, ter kokuyorlar, ayakkabı boyatıyorlar... Bir sen yoksun içlerinde ve bunun farkında bile olmuyorlar. Seni bu hale koyan bile onların arasında dolaşıyor, yaşıyor, ediyor ama sen evde oturmuş, dünya durdu sanıyorsun. "Ben çok yoruldum, biraz ara verelim mi?" dediğinde onlar da mola verdi sanıyorsun. Öyle olmuyor ama. Geç kalırlarsa, hayatta yer kalmayacakmış gibi can havliyle sokaklara koşuyorlar, yaşıyorlar. Uzun süre evden çıkmayınca dışarıdaki ademoğlu kalabalığını kabul etmek zor geliyor işte bu yüzden. Önce hepsini yabancılıyorsun, sonra her birini bir zamanlar bir yerlerde tanımışsın da unutmuşsun gibi gelmeye başlıyor. Öyle bakıyorsun yüzlerine tek tek, bir şeyler arar gibi.
Mahir Ünsal Eriş (Olduğu Kadar Güzeldik)
Cherish your existence, for memories become legacies and life can change in an instant.
Ross Caligiuri
Seninle ne ilgim olduğunu soruyorsun ya hani?” dedi ve aralarındaki yakınlık nedeniyle tıpkı kendi nefesi gibi Ela’nın kesik soluklarının da hızlandığını fark etti. Bakışlarını onun yeşillerinden an bile ayırmadan, Ela’nın eli göğsünde, kalbinin tam üzerindeyken sözlerine devam etti. “İşte bak… Hisset…” dedi ve genç kızın gürültülü nefeslerini işitse de ara vermedi. “Tam şurasının seninle bir ilgisi var. Her şeyin nedeni bu, anlıyor musun Ela?
Burcu Büyükyıldız (Bir Günah Gibi (Aşkın Renkleri, #2))
Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayallerin neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatrını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında ufacık bir şey danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. İstersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
…Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?...
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Oh, man. I’m not interested to driving the Lamborghini. I’m more interested in making Lamborghini. That’s what creativity means to me.
Seong pill kon
En aquest moment, semblava que ens haguéssim convertit en una sola persona. El seu dolor sempre havia estat i sempre seria el meu, i també, la seva alegria ara era meva.
Stephenie Meyer (Eclipse (The Twilight Saga, #3))
Perhaps she would see if Ara would like to have tea or something. They rarely had the chance to socialize outside of Charing Cross (hospital).
Roseanna M. White (A Portrait of Loyalty (The Codebreakers, #3))
And what was Ara if not a piece of her heart?
Mark Lawrence (Bound (Book of the Ancestor, #2.5))
You know,' Astrid said, as Ara climbed off the window ledge, 'sometimes it’s a good thing. When you don’t know it’s the last time.
Temi Oh (Do You Dream of Terra-Two?)
Mijn dromen kosten geld en jouw dromen kosten je je ziel,’ heeft Ara wel eens gezegd.
Connie Palmen (De vriendschap)
Şimdi bahar zamanı! Dünya dövüşmek için yeni bir savaş ararken, sen seyretmek için bir kiraz ağacı çiçeği ara! Bırak aptallar kabalığı arasın, sen zarafeti ara!
Mehmet Murat ildan
Ara went down and Thomas Hudson was alone with the night and the sea and he still rode it like a horse going downhill too fast across broken country.
Ernest Hemingway (Islands in the Stream)
Van entretenir-se més en arribar a les dues cases contigües on havien viscut i que, passatgerament, ressuscitaren en ells una emoció fàcil de contenir, perquè ara ja no eren aquelles dues criatures que, de sobte, ho perdien tot, sinó un noi i una noia aleshores inexistents, la història dels quals començava al moment que es decidien a ser origen i no acabament.
Manuel de Pedrolo (Mecanoscrit del segon origen)
Es terrible destruir la imagen que una persona tiene de sí misma en aras de la verdad o cualquier otra abstracción. ¿Cómo saber si será capaz de crear otra que le permita seguir viviendo?
Doris Lessing (The Grass Is Singing)
Haftalardır, mutsuz olduğu için olaylara başka anlamlar yüklüyordu; ara sıra yoldan geçen temiz yüzlü, iyi kişileri durdurup "Mutsuzum" demek geliyordu içinden, yolda şarkı söyleyen bu ihtiyar kadın, her şeyin düzeleceğine inandırırdı Lucrezia'yı. ... Ne saçma bir düştü mutsuzluk.
Virginia Woolf (Mrs. Dalloway)
So, what were you about to do that day, then? Float away or something?” “No.” He looked up from the ground and smiled. “I was about to lift you in my arms and run, vampire speed, to the closet room under the auditorium stage.” “You would not,” I said, my tone ringing in question. “Ara—” he raised one brow, “I'm a guy. Not a saint.
Angela M. Hudson (Tears of the Broken (Dark Secrets, #0))
Me and my Photographs are a bit romantic. I do not take photographs in a normal light. Either at sunrise, or sundown, or early in the morning. Besides I want to explain something in every frame. Every image has to have a message.
Ara Güler (Fotocep)
Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portuga’m. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok. Ara sıra sevgimle mutluyum, ara sıra da yanılıyorum; bu daha sık oluyor.
José Mauro de Vasconcelos
Bazı yerlerde zaman, zayıf ve ara sıra gerçekleşen bir fenomendir. Birisi onun geçtiğini iddia etmediği sürece zaman geçmeyebilir veya sadece kısmen geçer; olaylar spiraller ve çemberler oluşturacak biçimde kendi içlerine kıvrılır.
Karin Tidbeck (Jagannath)
En solitud, però no solitaris, reconduïm la vida amb la certesa que cap esforç no cau en terra eixorca. Dia vindrà que algú beurà a mans plenes l’aigua de llum que brolli de les pedres d'aquest temps nou que ara esculpim nosaltres.
Miquel Martí i Pol (Tot és possible)
Su simpatía me arrastro fácilmente a hablarle con el lenguaje del corazón, a revelarle el calor abrazador de mi alma y a decirle, con todo el fervor que me animaba, lo gustoso con que sacrificaría fortuna, existencia, hasta esperanza, en aras de mi afán.
Mary Wollstonecraft Shelley
Aşk bağışlayıcılık, sabır, inanç ve ara sıra da mideye atılan yumruk. Yanlış insanı sevmek tam da bu yüzden tehlikeli. Bunu hak etmeyen birini sevmek. Senin inancını hak eden biriyle birlikte olmalı ve sen de bir başkasının güvenini hak etmelisin. Bu kutsaldır.
Taylor Jenkins Reid (Daisy Jones & The Six)
Bugün Taksim'de saatin altında beni çok bekletti. Oysa gözetliyormuş beni. Dün okulu asmadım diye küsmüş. Gelmeyecekmiş. Bir ara dizimi büküp topuğumu ellemişim. O zaman bana koşmuş. Görüyor musun, insanların geleceği nasıl ufacık, bilmeden yapılmış bir hareketle değişiyor?
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
I know you like me, Ara. You don't have to pretend, just because you think it's improper to fall for someone at first sight.” His eyes lit up, shimmering green like a glass marble held up to the sun. “I can see that you feel the same way I do.” Oh, my God! Is this the point where I can jump off the swing and fall into his waiting arms? No. Don't do that. Don't read into it too much. I looked away from his gleaming, white-toothed grin, and clutched the ropes of the swing tighter.
Angela M. Hudson (Tears of the Broken (Dark Secrets, #0))
Tom,” Ara said. “All a man has is pride. Sometimes you have it so much it is a sin. We have all done things for pride that we knew were Impossible. We didn’t care. But a man must implement his pride with intelligence and care. Now that you have ceased to be careful of yourself I must ask you to be, please. For us and for the ship.
Ernest Hemingway (Islands in the Stream)
En Tsukuru Tazaki pensava sovint que potser hauria estat millor que s'hagués mort llavors. Així, el món on ara es trobava no existiria. Li semblava fascinant: que aquest món no existís, que el que ara considerava real deixés de ser-ho. Que, per la mateixa raó que ell ja no existiria per al món, el món també deixés d'existir per a ell.
Haruki Murakami (Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage)
Antes una aclaración: no hay en este mundo infame comedia que dure tanto ni se enturbie ni se aguante si no hay —cual debe ser— humoradas transgresoras y un sinnúmero de equívocos que vayan de lo ridículo a la sofisticación. En aras de que se cumpla la comedia tal cual es, es mejor apresurar las acciones como sea y ponerle como sea un falso final feliz.
Daniel Sada (Porque parece mentira la verdad nunca se sabe)
Ara, đi thôi, giờ thi đấu đến rồi!
Ara Angellittlefire
Di dunia ini, Ara, hanya sedikit saja orang yang penting - Mardjohan.
Pramoedya Ananta Toer (Larasati)
Erkekler, karıların evine çöreklenmeye bayılıyordu! Hemen “biz” diyor pezevenk! ‘Nereden “siz” oldunuz? Ne ara oldunuz? Sen ne ara o evi, kendi evin sanmaya başladın?
Arzum Uzun
Amerikalıların ara sıra toprak kölesi olmayı istedikleri olur, ama köylü sınıfından olmaya karşı hep direnmişlerdir.
F. Scott Fitzgerald (The Great Gatsby)
Em moriré. […] Potser no em moriré ara… però algun dia sí que ho faré. Cada minut que passa m'acosto més a la mort.
Stephenie Meyer (Twilight (The Twilight Saga, #1))
Ara la vida s'ha convertit en el futur. Cada moment de la teva vida es viu pel futur.
John Green (Paper Towns)
Potser aquesta vegada volia que la trobessin, i que fos jo qui la trobés. Potser, tal com m'havia triat aquella nit tan llarga, ara em tornava a triar.
John Green (Paper Towns)
M'agradaria poder congelar aquest moment, just ara, aquí, i viure'l per sempre.
Suzanne Collins (Catching Fire (The Hunger Games, #2))
Ara. Ara, stop.” He propped my body against the wall and unfastened my hands from his neck. “Why? What's wrong?” I wiped my mouth dry with the back of my wrist. “Did I hurt you?” “Yes, you little leech.” He cupped his hand over the bite mark and pulled it away to look at it. “I may not have a heartbeat, but I still feel pain.” “You're bruising.” I squinted through the dull light to see his neck. “I know. I can feel that.” “I'm sorry.” “Are you kidding me?” He looked up at me. “Ara, that felt amazing. It hurt, but damn it was hard for me to control myself.” “Control yourself?” “Yeah. I wanted to...” He looked down and shook his head. “You wanted to what?” I lifted his face. “I wanted to do...things to you.” “What kinds of...things.” Excitement and fear made my heart thump. “Bad things?” “Yes. Bad things.” He reached up slowly and slipped the shoestring strap of my dress down my shoulder, then ran a delicate line of kisses along the curve of my neck, making the skin on my lower back tingle. “That doesn't feel like bad things.” “This is not what I had in mind,” he said into my shoulder.
Angela M. Hudson (Tears of the Broken (Dark Secrets, #0))
Aku boleh seorang pelacur! Aku boleh seorang sampah masyarakat! Aku seorang bintang film gagal! Tapi beradat! Tidak. Aku juga punya tanah air. Aku Larasati, bintang ara. Sedang sebutan Miss pun aku tak pernah pakai. Ara! Cukup Ara. Mengapa mesti dengan Miss? Sebutan itu akan membuat aku berkulit putih. Apakah sebutan itu tantangan kaum pria, kalau aku milik siapa saja?
Pramoedya Ananta Toer (Larasati)
¿A qué se reduce, pues, el progreso? Progresa la ciencia, progresa la técnica. El hombre de nuestros días maneja técnicas cuyos fundamentos ignora, pero cuyos resultados aprovecha. La pseudo-doctrina del progreso diviniza el futuro y espera el advenimiento de un estado perfecto. En una época que no se precisa, la historia universal de la humanidad habrá resuelto todos sus problemas. Lo que cuenta es el hombre futuro. Las generaciones presentes son simples eslabones sin ninguna finalidad propia. El presente se evapora en aras de un progresismo inocente y filisteo.
Agustín Basave Fernández del Valle (Tratado de metafísica: teoría de la habencia)
Hayatında her zaman denge ara: Karanlıkta çok kaldıysan aydınlıkta çok dolaş; çok konuştuysan uzun bir süre sessiz kal; eğer yüksek dağlara çıktıysan, ovalarda uzunca yürü! Her şeyi dengele!
Mehmet Murat ildan
Ilık bahar rüzgârı yüzlerine vururken uzun bir süre hiçbir şey konuşmadan sadece çaylarını içip Boğaz'ı seyretmeye daldılar. Biriyle böyle uzun uzun karşılıklı sessizce oturup bundan da bir rahatsızlık duymamak dostluğun bir göstergesi diye düşündü Profesör bir ara. Şevket onun aklından geçenleri okumuşcasına gülümsedi. "Sadece huzur içinde olmak ne kadar güç, değil mi Profesör?
Alper Canıgüz (Tatlı Rüyalar)
Fransızcada özledim denmez, Demir.” “Nasıl yani?” “Öyle işte… Özlemek diye bir kelime yok bu dilde. Tu me manques derler onlar. Ama bunun anlamı özledim demek değildir.” “Nedir peki?” “Özledim denmez. Bende eksiksin, denir. Sen bende hiç eksik olma, Demir. Eksikliğini, varken yokluğunu hiç hissettirme bana. Seni özlemeyi kabul edebilirim. İnsan birini yanındayken de özler çünkü. Ama yokluğuna asla katlanamam...
Burcu Büyükyıldız (Aşk Her Şeyi Affeder mi? (Sonsuza Kadar #1))
Bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret falan değil.. İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile. Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğu mu hissediyorum. Kafamda hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor. Fakat sonra birden bire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker uzun uzun anlatacak birini. Sokağa fırlıyorum. Bir tek çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Interestingly, vinifera is native to the same ara of southwestern Russia as the original Indo-European peoples, whose prehistoric migrations carried the Indo-European language and the vinifera grape to all parts of the ancient world.
Jeff Cox
You don't know how to take no for an answer, do you?” “That wasn't a no,” I teased. “Now—” using his wrists to drive his hands, I pushed them down and jumped as he lifted me up again, “—show me what's so scary about this vampire side.” “Ara, we—” he tried to speak, but I leaned down and gripped his lips tightly with mine, then pulled a little—using my teeth. He drew back abruptly and stared at me, wide eyed, but with a tentative grin. “So, you don't wanna be a vampire, but you like using your teeth?” “I'd like you to use your teeth.” “Physically. Not figuratively,” David practically grunted. “Stay out of my head, vampire.” I bared my puny teeth at him; he chuckled. “Now, do as you're told. Bite me.
Angela M. Hudson (Tears of the Broken (Dark Secrets, #0))
Tot i tenir-la al costat, em vaig sentir completament sol entre aquells immensos edificis buits, com si hagués sobreviscut a una apocalipsi i ara el món fos tot meu, el món sencert, tan increïble i interminable; ara era meu i el podia explorar tot.
John Green (Paper Towns)
How do you know that? he asked himself. Going away can be final. Walking out the door can be final. Any form of real betrayal can be final. Dishonesty can be final. Selling out is final. But you are just talking now. Death is what is really final. I wish Ara and Willie would get back. They must be rigging that hulk up like a chamber of horrors. I’ve never liked to kill, ever. But Willie loves it. He is a strange boy and very good, too. He is just never satisfied that a thing cannot be done better.
Ernest Hemingway (Islands in the Stream)
Ah laikse aşkımız elbet biter bir kışbaharyaz günü Gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma Bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar Üç içbükey komodin silah çeker vurulur Sen gidersin denklem düşer ben aşk olduğumu ağlarım … Modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum. BEN SANA DÜZENLİ OLARAK TELEFON EDİYORUM! Vincit omnia veritas! Belki inanmayacaksın ama ben bu şiiri ellerimle yazıyorum sevgilim Çünkü benim gömdüğüm kızlar ara sıra boğulur Ve laik aşk çarpık toplumlaştırır, doğurma ne olur Sirk deseler tek hırkam var, çatışmada bıraktım Şimdi gidip Beckett okuyacağım, beni de seyret Tanrım Öfkemi devletle bir toprağa gömüyorum Aklımsa çamura saplandı saplanacak Şems çeker çıkarır kitabı havuzdan, kuru Ertan, alsana şu tüfeği duvardan benim ellerim ıslak.
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
Basının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. Yalancı bir fecirle(şafak) başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kudretli kaynağı uranium’da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor. Ey bahtsız! Tarihinin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. Laboratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını değiştiğin her şey arasında yalnız ruhun yok. Onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve göz yaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde her biri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizelerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ye seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. İnan mânevilere ve mukaddeslere, inan! Onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! Her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma: Arşı geç, ferşi atla, sidreyi aş. Gör ne var maverada ibrethiz.
Peyami Safa (Yalnızız)
That, Bonecaster, is what we mortals delight in doing. You bind yourself to a clan, to a tribe, to a nation or an empire, but to give force to the illusion of a common bond, you must feed its opposite – that all those not of your clan, or tribe, or empire, do not share that bond. I have seen Onrack the Broken, a T'lan Imass. And now I have seen him, mortal once again. To the joy and the life in the eyes of my friend, I will fight all those who deem him their enemy. For the bond between us is one of friendship, and that, Til'aras Benok, is not an illusion.
Steven Erikson (Reaper's Gale (Malazan Book of the Fallen, #7))
Herkes hayatının bir devrinde şu veya bu şekilde talihinin şuuruna erer. Babam, ve hepimiz, onunla en zalim şekilde karşılaşmıştık. Babam bunu o kadar iyi biliyordu ki, bütün bu olan biten şeylerde kendi sabırsızlığının, kendi ihtiyatsızlığının payını bile düşünmeye lüzum görmüyordu. Garip bir sükunete kavuşmuştu. Kendi köşesinde sessiz sedasız oturan bir adam olmuştu. Yalnız ara sıra, bilmem niçin sofanın duvarına astığı ve bir daha oradan kaldırılmasına razı olmadığı saat rakkasına bakar ve sonra acayip ve mazlum bir gülüşle gülümseyerek yerinden fırlardı.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Arrasado el jardín, profanados los cálices y las aras, entraron a caballo los hunos en la biblioteca monástica y rompieron los libros incomprensibles y los vituperaron y los quemaron, acaso temerosos de que las letras encubrieran blasfemias contra su dios, que era una cimitarra de hierro.
Jorge Luis Borges (The Aleph and Other Stories)
Biyolojik ölüm sadece mekanik bir problem, çözülebilir ve insan milyonlarca yıl yaşayabilir! Ölümden sonraki yaşama inanma! Hayatın içinde hayatı ara! Turritopsis nutricula denizanası biyolojik olarak ölümsüzdür ve bu küçük canlı bizim için büyük bir ilham kaynağıdır! Olumlu düşünen, hedefine varır!
Mehmet Murat ildan
Yattığım kaçış uykularından kabuslarla uyanıyorum. Uyandığımda odama bakıyorum, koltuklara, yerdeki halıya, duvardaki saatlere, takvime, kapının arkasında asılı duran pantolonuma bakıyorum. Etraftaki her şey uzamış, irileşmiş, büyümüş oluyor. Bense ufalmış oluyorum, deterjan kokan ıslak çamaşırlar gibi çekmiş küçülmüş oluyorum birkaç beden. Ellerim, annemin elleri oluyor. Çamaşır kokulu, beyaz, tombul, ıslak... Ve ıslak ıslak ağlıyorum karşımdaki karanlığın içinde duran boş yüzlere, güneş dolu ara sokaklara, pencerelerinde paslı tenekeler, tenekelerinde hercai menekşeler duran çocukluğuma bakarak.
Hakan Yaman (Fotoğraftaki Kadın)
One day, years after we stop living together, I will embark on a Kyuri series. I know that with absolute certainty. I cannot start now, when I am in the midst of my Ruby series, nor while I am still living with Kyuri. I need time and distance between us. But this is why I relish living with Kyuri now. I am spoon-feeding the muse that lives in a well deep inside of my brain--hearing Kyuri's stories, watching her drink to oblivion every weekend, obsessing over her face and her body and her clothes and her bags. I take photos of her and her things whenever I can. I will need them to remember her by. The other girls too, I have glimmers of them lurking in the outer regions of my mind; Sujin's terrifying transformation, and dear, silent Ara and her antediluvian upbringing. I will take years, though, before I can commit them to paper or form. As for Hanbin, I don't need Kyuri or Hanbin's mother to know that he will not be my salvation.
Frances Cha (If I Had Your Face)
Ne adamlar var! Bana soruyorlar. 'Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?' diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir! Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum! Roman daktiloyla mı yazılır! Arkadaş, fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim. Şunlara bak. Alıyorlar Leica'yı, Canon'u, Nikon'u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Koyun sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam... Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım... Onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim.
Ara Güler
every choice to do or not do something creates a chain reaction. You can’t help but wonder exactly how much is preordained.” “You’ll drive yourself mad thinking about that,” Nektas replied. “But none of your choices are preordained. Fate is not absolute. Fate is only a series of possibilities.” “How can you be sure of that?” I asked. “Because I was there when mortals were created. I lent my fire to breathe life into their flesh,” he reminded me. “Mortals were created in the image of the Primals, but they were also given more.” “The ability to feel emotion.” “And free will,” he said. “Fate doesn’t usurp that, no matter how much the Arae probably wish they did in some situations. Fate just sees all the possible outcomes of free will.
Jennifer L. Armentrout (A Light in the Flame (Flesh and Fire, #2))
Sovint […] m'imaginava com devia ser el fil de la meva vida en el teler de les parques. Qui sap si existia de veritat. Estava convençuda que el meu fil devia haver canviat de color. Creia que segurament hauria començat sent d'un bonic to beix, altruista i passiu, que quedés bé com a fons, però ara em donava la sensació que devia ser carmesí o daurat brillant. El tapís de família i amics que es teixia al voltant meu era preciós, lluent, ple de colors vius i complementaris. Em vaig quedar parada d'alguns dels fils que havia hagut d'incloure a la meva vida. […] Malgrat tot, en aquella joia hi havia un revers. M'imaginava que, si es girava el tapís de les nostres vides, l'estampat del dors devia estar teixit amb els inhòspits grisos dels dubtes i les pors.
Stephenie Meyer (Breaking Dawn (The Twilight Saga, #4))
Nedir bürokrasimizdeki en büyük değişme? "American Spoil System" dedikleri, her gelen iktidarın hademeye kadar adam değiştirmesidir. Bu, Cumhuriyetle gelmedi. İmparatorluktan Cumhuriyete geçtiğimiz zaman böyle bir uygulama yapılmadı. Bu ne zaman geldi? 1970'lerin sağ-sol kavgası içinde; MC (Milli Cephe) hükümetleri, CHP koalisyonları devrinde ortaya çıktı. Herkes tepeden tırnağa değiştiriyordu bürokrasiyi. Ve o bürokrasinin, kalemin içinde yetişen insanları dışlayarak yapıyordu bunu. Mesela bizim üniversitemizin, verimsiz, işe yaramayan üyelerini bürokrasiye aktarması gibi bir gelenek doğdu 1970'lerden itibaren. Fransa'da hiçbir ciddi profesörü kalkıp bir yere müsteşar yapamazsın. Adamın böyle bir şeye vakti yoktur. Mesela kültür müşaviri olur, ama büyükelçi olur bir ara, devamlı bürokraside kalmaz.
İlber Ortaylı (Tarihin Sınırlarına Yolculuk)
Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi yardır. Fakat beyinleri bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez.
Adolf Hitler (Mein Kampf)
Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum.Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor.Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda,insanı içinde boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor.Zannediyorum ki,tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağının bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmakarışık dünya beni bir buğday tanesi,bir karınca gibi ezip geçiverecek...Böylece acz içindeyken odamda herşey bana küçüklüğümü ve zavalılığımı haykırıyor.Sokağa fırlıyorum.Bir tek yakın çehre görsem de yanında yürüsem,hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum.Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum.Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor.Bilmem beni anlıyor musunuz ?Dün size bir sürü şeyler söyledim.Onların manasına bakmayınız.İçimde senelerin biriktirdiğini boşaltmak istemiştim.Siz bana şimdi bahsettiğim bu yakın çehre gibi göründünüz.Vapurda sizi görür görmez:İşte,dört tarafa koşup aradığın yanına sokulup sessizce yürümek istediğin,işte,hayatın müddetince istediğin insan!dedim.Katiyen yanılmadım.Yanılmış olsam şimdi yanımda bulunmazdınız.Sizin rast gelen delikanlıyla deniz kenarında gezmeye gidecek bir insan olmadığınızı anlamak için zeki olmaya lüzum yok...Buna rağmen,bakınız,yan yana oturuyoruz.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
— Estaves profundament adormida, no m'he perdut res —els ulls li van brillar—. Ja havies acabat de parlar. Vaig rondinar. — I què he dit? Els seus ulls daurats es varen tornar molt dolços. — Que m'estimes. — Això ja ho sabies —li vaig recordar, acotant el cap. — És igual, és agradable sentir-ho. Vaig amagar el rostre en la seva espatlla. — T'estimo —vaig xiuxiuejar. — Ara tes la meva vida —va respondre simplement. De moment, no hi havia res més per dir.
Stephenie Meyer (Twilight (The Twilight Saga, #1))
Megértettem, hol van a helyem az univerzum nagy rendszerében, és ez segített abban, hogy a saját sikereimet is megfelelően szemléljem. [...] Mégis tudom, hogy az emberek legtöbbje - magamat is beleértve - hajlamos ara, hogy ne a megfelelő dolgokért lelkesedjen: a látványos, drámai, a korábbi rekordot megdöntő sprintet többre értékelik, mint a szívós munkát követelő felkészüléssel töltött éveket vagy a rendületlen kitartást a veszteségek sorozata ellenére.
Chris Hadfield (An Astronaut's Guide to Life on Earth)
El tremolor se'm va aturar de cop i el foc em va envair, amb més força que mai, però era una calor diferent, no abrasava. Lluïa. Tot el meu interior es va ensorrar […]. Tots els fills que em lligaven a la vida varen quedar fets bocins amb tisorades veloces, com si es tallessin els cordills que aguanten un munt de globus. Tot el que em definia —[…] la meva llar, el meu nom, el meu jo— es va desconnectar de mi en aquell instant, amb unes quantes tisorades, i va marxar volant cel enllà. No m'havia quedat vagant. Ara un nou fil em lligava allà on era. No un, sinó un milió. I no eren fils, sinó cables d'acer. Un milió de cables d'acer que m'unien a una sola cosa, al mateix centre de l'univers. Ara ho podia veure, notava com l'univers girava al voltant d'aquell punt. Fins llavors mai n'havia vist la simetria, però ara em quedava ben clar. Ja no era la gravetat de la Terra el que em lligava on estava… …ara era [ella] […] qui em mantenia allà.
Stephenie Meyer (Breaking Dawn (The Twilight Saga, #4))
Zekice bir kitap yazmışsın, Bon-Bon,” diye devam etti Majesteleri, dostumuzun omzuna, o verilen emri tam anlamıyla yerine getirdikten sonra bardağını bırakırken hafifçe, bilgiç bir tavırla vurarak. “Kesinlikle zekice bir kitap. Tam benim sevdiğim türden bir eser. Ancak özdeğe ilişkin tasarımın geliştirilebilir ve fikirlerinin pek çoğu bana Aristoteles’i anımsatıyor. O filozof en yakın tanıdıklarımdan biriydi. Onu hem korkunç huysuzluğundan, hem de pot kırmak gibi eğlenceli bir yönünden dolayı severdim. Bütün o yazdıkları arasında tek bir somut gerçek var ki, onun ipucunu da kendisinin absürdlüğünü sevdiğim için ben verdim. Pierre Bon-Bon, hangi yüce ahlâki gerçekten bahsettiğimi biliyorsun sanırım, değil mi?” “Bildiğimi söyleyemem –” “Evet! – Aristoteles’e insanların hapşırırken gereksiz fikirleri burunlarından dışarı attığını söyleyen bendim.” “Bu –hık!– gerçekten de doğru,” dedi metafizikçi, kendisine bir bardak daha Mousseux koyarken ve ziyaretçisinin parmaklarına enfiye kutusunu sunarken. “Platon’a da,” diye devam etti Majesteleri, enfiye kutusunu ve içerdiği iltifatı alçakgönüllülükle geri çevirerek, “Platon’a da bir zamanlar arkadaşça hisler beslemiştim. Platon’la tanıştın mı Bon-Bon? – Ah! Hayır, binlerce kez özür dilerim. Benimle bir gün Atina’da, Parthenon’da karşılaştı ve bana bir fikirden bunaldığını söyledi. Ona ο νους εδτιv αυλος‘yu* yazmasını önerdim. Bunu yapacağını söyleyip eve gitti, ben de piramitlere çıktım. Ama vicdanım beni bir arkadaşa bile olsa birine gerçeği söylediğim için kınadı ve apar topar Atina’ya geri dönüp ‘αυλος’yu yazarken filozofun sandalyesinin arkasında durdum. Kağıda parmağımla dokunarak ters çevirdim. Böylece cümle şimdi ‘ο νους εδτιv αυγος’** olarak okunuyor ve gördüğün gibi, metafiziğinin temel doktrini.” “Hiç Roma’da bulundunuz mu?” diye sordu restaurateur, ikinci Mousseux şişesini bitirdikten sonra dolaptan büyük bir şişe Chambertin alırken. “Sadece bir kez, sevgili Bon-Bon, sadece bir kez. Bir ara” –dedi Şeytan, sanki bir kitaptan okurcasına– “bir ara beş yıllık bir anarşi dönemi olmuştu ve o sırada bütün memurlarından yoksun kalan cumhuriyetin halkın seçtiklerinden başka yargıcı yoktu. Bunlar da yasal idari yetkiye sahip değildi – o zaman, Mösyö Bon-Bon – yalnızca o zaman Roma’daydım ve bu yüzden onun felsefesine ilişkin dünyevi bir tanıdığım yok.” “Epicurus hakkında ne –hık!– ne düşünüyorsunuz?” “Kimin hakkında?” dedi şeytan şaşkınlıkla, “Epicurus’ta kusur bulmak istiyor olamazsın! Epicurus hakkında ne düşünüyormuşum! Beni mi kastediyorsunuz bayım? – Epicurus benim. Diogenes Laertes tarafından adı anılan üç yüz bilimsel incelemenin herbirini yazan filozof benim.” * Ruh bir flüttür. ** Ruh parlak bir ışıktır.
Edgar Allan Poe (Bon-Bon)
The tyranny of this dictatorship isn't primarily the fault of Big Business, nor of the demagogues who do their dirty work. It's the fault of Doremus Jessup! Of all the conscientious, respectable, lazy-minded Doremus Jessups who have let the demagogues wriggle in, without fierce enough protest. "A few months ago I thought the slaughter of the Civil War, and the agitation of the violent Abolitionists who helped bring it on, were evil. But possibly they had to be violent, because easy-going citizens like me couldn't be stirred up otherwise. If our grandfathers had had the alertness and courage to see the evils of slavery and of a government conducted by gentlemen for gentlemen only, there wouldn't have been any need of agitators and war and blood. "It's my sort, the Responsible Citizens who've felt ourselves superior because we've been well-to-do and what we thought was 'educated,' who brought on the Civil War, the French Revolution, and now the Fascist Dictatorship. It's I who murdered Rabbi de Verez. It's I who persecuted the Jews and the Negroes. I can blame no Aras Dilley, no Shad Ledue, no Buzz Windrip, but only my own timid soul and drowsy mind. Forgive, O Lord! "Is it too late?
Sinclair Lewis (It Can't Happen Here)
bedenlerin olmadığı bir kavgaya hazırlanman gerekiyor, her durumda karşı koymayı başarabileceğin, soyut bir kavgaya, diğerlerinin aksine düşe kalka öğrenilen bir kavgaya. kusurların mı, telaşa gerek yok. düşüncesizlik edip onları düzelteyim deme. sonra yerlerine ne koyacaksın ki? güçsüzlüğünü olduğu gibi sakla. yeni güç kazanmaya çalışma, hele senin için olmayan güçler, sana göre tasarlanmamış güçler, doğanın seni başka şeylere hazırlarken senden kaçındığı güçler söz konusuysa… birinin gelip senin içinde yüzmesine, senin içine yerleşmesine, senin içine alçı dökmesine izin veriyorsun ve sen hala kendin olmak istiyorsun! yanlışlarının sonuna kadar git, en azından bazı yanlışlarının, tam olarak hangi tür yanlış olduğunu iyice gözlemlemene imkan verecek biçimde. bunu yapmazsan, yarı yolda durursan, körlemesine gidersin ve tüm yaşamın boyunca hep aynı tür yanlışları tekrarlarsın, bazıları da çıkar buna senin “kaderinmiş” der. düşmanı, ki bu aslında kendi yapındır, zorla, açığa çıksın. eğer kendi kaderini değiştiremdiysen, o zaman kiralık bir daire olabilirsin yalnızca. çok erken akıllı oldukları için aptallar. sen ise uyum göstermek için acele etme. yedekte hep bir uyumsuzluk sakla. insanları hiç derinden tanımadın. onları gerçekten gözlemlemedin, hatta onları sonuna kadar sevmedin veya onlardan sonuna kadar nefret etmedin. sen yalnızca sayfaları şöyle bir karıştırmakla yetindin. öyleyse senin de sayfalarını karıştırmalarına ve birkaç yapraktan ibaret olmaya razı ol. anımsa, kazanan her kazandığında kaybeder. kendi küçük dünyanda hep daha fazla hüzmetkarım oldu diye düşünürken, muhtemelen sen daha fazla hizmetkar oluyorsun. kimin? neyin? eh işte artık ara, ara! bir şey yakaladıysan ister istemez daha fazlasına sahip olmuşsun demektir. bu fazlalıktan hiç şüphe duymuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, aradan uzun bir zaman geçmeden de bilmeyeceksin. belki tüm bir dönem geçtikten sonra da bilmeyeceksin. o zaman çok geç olacak. evet, çok geç. rahat olabilirsin, içinde berraklık kalmış. tek bir yaşamda her şeyi kirletememişsin. kendi kendine bulaşıcısındır, bunu anımsa. senin sana galip gelmesine izin verme. meleğinin sıkıcı hale gelmesi, seni bir iblis seçmeye zorladı, o da seni şeytanlaştırandan başkası değildir. onu iyi seçtin mi? olması gerektiği gibi şeytansıdır; ama şeytanın gücü senin cılız gücünle ille de orantısız değildir. göz kulak ol ona, sıkıca sarılırlar, bunu biliyorsun değil mi? eğer bir kara kurbağası italyanca konuşabiliyorsa, zamanla neden fransızca konuşmasın niye konuşmasın? aptallık edip kendini göstermiş olsan dahi, sakin ol, onlar seni görmediler. bir insanın yaşamın da taşıyabileceği duygu yükü sonsuz değildir. Üstelik çoğu insan da çabucak sona varır. daha da vahim olanı, senin hissedebileceklerinin yelpazesi sınırlı bir açıklığa sahiptir. büyük zahmetle, büyük riskler alarak ya da şansın yardımıyla ya da büyük kurnazlıkla bu yelpazeyi bazı kereler biraz daha açmayı başarabilirsin, o da belli bir süre için. ama doğanın yelpazesi öyle yapılmıştır ki, eğer sürekli dikkat etmezsen, fazla geçmeden daralır, ta ki kapanıncaya kadar. her allahın günü batan için ne yolcu gemisine ne de yolunu şaşırmış bir buzula ihtiyaç vardır, batmak, ilelebet batmak için. sahne düzenine ihtiyaç yoktur. ne titanic ne atlantis. eşlik yok, görecek bir şey de yok. yalnızca batıyorsun. elde, kalptekinden daha fazla şefkat, kalpte de davranıştan daha fazla şefkat bulunur. ona ait hareketleri bul. onun arzuladığı ve seni yeniden biçimleyecek hareketleri. elin dansı. şu andaki ve uzaktaki etkilerini gözlemle. bu çok önemlidir, özellikle hiç elleriyle hareket etmeyen bir insan olmuşsan. sende eksik olan buydu, boşu boşuna dışarıda aradıkların, incelemelerde ve derlemelerde değil. tanımsızca ele dön.
Henri Michaux
Söyleseler inanmazdım, yaşamın kıyısında korku buhar olup uçuyor. Bana şans dile. Mektubu ortalık sakinleşir sakinleşmez postaya verebilecekmişiz. Eline geçmesi bir haftayı bulur yine de. Seni ne kadar çok sevdiğimi bilirsen felaketim olacağından korkmuşumdur hep. Ama az önce de söyledim ya, yaşamın kıyısında korku buhar olup uçuyor. Seni sevmekten hiç vazgeçmedim. Ve... Ve seni affettim. Kendim için yaptım bunu. Ölüm meleğim çok ani baskın vermezse, son nefesimde bütün bunları tekrar düşünerek huzurla gülümseyebileceğim. Elbette sevgilim. Elbette önümüzdeki aylardan birinde sonsuz karanlığın kaçınılmaz olarak yolumu keseceğini biliyorum. Ölümün kendisinden değil, fikrinden kaçıyorum. Ara sıra da olsa hatırla beni ve ne olur çok iyi bak kendine.
Feryal Tilmaç (Esneyen Adam)
Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanın delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
William Faulkner (The Sound and the Fury)
Fay ve Bea aile hayatının idaresini ele almıştı. Jim ile ben emir almaktan memnunduk. Bu hepimiz ama özellikle kızlar için harika bir eğitimdi. Okul ve üniversite yaşamlarını mümkün olanın en fazlasını alarak tamamladıktan sonra sanat alanında ve BBCde başarılı kariyerleri oldu. Mutlu evlilikler yaptılar ve kendi ailelerine sahipler. Baştan itibaren, fırsat ve başarıya herhangi bir erkek kadar onların da hakkı olduğunu, hiçbir zaman hükmedilmeye veya sömürülmeye izin vermemeleri gerektigini kafalarına yerleştirdim. Sonunda boşuna konuşmuş olduğumu anladım; hayatta ne yapmak istediklerini gayet iyi biliyorlardı ve kararlıydılar. Bazı babalar iyi anne olur ve umarım ben de onlardan biriyim. Ama sanırım, beni tanıyan kadınlara sormuş olsalardı, büyük kısmı çok pasaklı bir anne olduğumu söylerdi. Ev işinden tamamen bihaber olduğum gibi, ara sıra evin temizlenmesi gerektiğinin de farkında değildim ve sık sık, bir elimde sigara, diğerinde de içki olurdu. Kısacası, her ne kadar sevgi dolu ve hoşgörülüysem de, sosyal hizmetlerin onaylamayacağı bir anneydim. Yıllar içinde benimle röportaj yapan kadın gazeteciler, ayrıntıları kaçırmayan bakışlarıyla evimin kullanılmayan köşelerinde keşfettikleri toza sık sık göndermede bulunmuştur. Galiba, mutluluğu gözlerinden okunan çocuklar (ki bundan hiç bahsetmezler) yetiştiren bir erkeğin varlığı, eski kafalılığın yol açtığı bir refleksi harekete geçiriyordu. Eğer kadınlar toz da almayacaksa, o zaman hiç mi ümit yoktu? Belki de aile yaşamının sürdüğü evin saplantılı bir şekilde sürekli temizlenmesi, gün ışığına çıkmaya çalışan bastırılmış duyguların silinmesi girişimiydi. Aşırı çalışan annenin hâkim olduğu çekirdek aile, birçok açıdan doğal değildi; tıpkı aslında erkek cinsini kontrol etmek için ödemek zorunda olduğumuz büyük bedel evlilik gibi.
J.G. Ballard
Öyküsüyle bu günlüğün özünü oluşturan kızı bir zamanlar tanımıştım. Adam daha başkalarını da baştan çıkardı mı bilmiyorum; yazılarından öyle anlaşılıyor. Öte yandan sırf kendine özgü başka bir konuda da ustalaşmış görünüyor: Çünkü o alışılmış anlamda bir baştan çıkarıcıya göre çok daha tinsel bir yapıya sahipti. Ayrıca günlükten, bazı şeylere karşı zaman zaman duyduğu arzunun tümüyle keyfi olduğunu -örneğin selamlaşmak gibi- ve hiçbir durumda fazlasını kabul etmeyeceğini, çünkü söz konusu kişide en güzelin o olduğunu da öğreniyoruz. Zihinsel yetenekleri sayesinde bir kızı nasıl baştan çıkaracağını, ona tam anlamıyla sahip olma niyeti olmadan nasıl kendine çekeceğini bilirdi. Bir kızı, her şeyini feda edeceğinden emin olduğu noktaya dek getirebileceğim, fakat olay böylesine ilerlemişken en ufak bir adım atmaksızın, bırakın ilan-ı aşkı ya da bir vaadi, ağzından tek bir sevgi sözü çıkmadan çekip gittiğini hayal edebiliyorum. Böyle bir şey yine de olur ve mutsuz kız bu olayla ilgili bilincini iki kat acıyla taşır, çünkü dayanacağı en ufak bir şey yoktur. Kız korkunç bir cadılar dansındaki en aykırı ruh halleri arasında sürekli çırpınıp durur, kimi kez kendini kınayıp onu affeder, kimi kez de onu kınar ve sonra, aralarındaki ilişkinin ancak simgesel bir geçerliği kaldığında ise her şeyin yalnızca bir hayal olduğu şüphesiyle uğraşıp durur sürekli. Bu sim herhangi bir kişiye de açamaz, çünkü aslında açacak bir şey de yoktur. Düş gördüğünüzde düşünüzü başkalarına anlatabilirsiniz; ama onun anlatacağı düş değil gerçektir; yine de, karmakarışık olmuş zihnini rahatlatmak için bunu bir başkasına anlatmak istese, o anda bu bir hiçe dönüşür. Kendisi bunu şiddetle hisseder; ama onu kimse, hatta kendisi bile anlayamaz ve bu durum, üzerine bir ağırlık olarak çöker. Böyle kurbanlar bu nedenle gayet özel bir yapıya sahiptirler. Onlar toplumdan dışlanmış ya da kendini öyle hisseden, açıkça kızıp köpüren ve ara sıra, yürekleri çok dolu hale geldiğinde nefretiya da bağışlamayı açığa vuranlar gibi talihsiz kızlar değildiler. Onlarda gözle görünür hiçbir değişim olmazdı; normal çevrelerinde, her zamanki gibi saygın bir şekilde yaşadılar; ama yine de, nerdeyse kendilerince bile açıklanamayacak, başkaları tarafından anlaşılamayacak bir biçimde değiştiler. Onların yaşamları, diğerlerininki gibi kırık ya da horlanmış değildi; onlar kendi içlerine kapanmışlardı. Öteki insanlardan kopup boşu boşuna kendilerini bulmaya çabalayıp durdular.
null