Ama Baba Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ama Baba. Here they are! All 32 of them:

Bir insan, bir baba kızabilir mi? Hiç beklenilmediği bir anda yanına dönen oğlu boynuna sarılsa ve haykırsa: Döndüm, baba! Senin öngörmüş olduğun süre kadar dayanamadığım ve bu yolculuğu yarıda bıraktığım için kızma bana. Dünya her yerde aynı: Çabalıyor ve çalışıyoruz, karşılığında da ücretimizi alıyoruz ve seviniyoruz; ama bundan bana ne? Ben, yalnızca senin olduğun yerde huzur bulabilirim, yalnızca senin huzurunda acı çekmek ve sevinmek isterim. Ey göklerdeki Babam, gelsem beni kovar mısın?
Johann Wolfgang von Goethe (The Sorrows of Young Werther)
İki çocuğu vardı. İkisini de açıkça görememişti. Ama belki de hiçbir anne baba evladını gerçekten göremez. Baktığımızda sadece kendi hatalarımızın bir yansımasını görüyoruz.
Madeline Miller (Circe)
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın. Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın. Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın. Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın. Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.
Emrah Serbes
Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş Toprağa tutku, kendinden dolayı Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Gülten Akın
O akşam ateş başında oturdular ve oğlan sıcak çorba içti ve adam sopalarda buharları tüten giysilerini çevirdi ve oğlan mahcup olana kadar oturup onu izledi. Beni izlemekten vazgeç, baba, dedi. Tamam. Gene de izledi ama.
Cormac McCarthy (The Road)
Her şey yolunda değildi, ama Clint öyle olduğunu söyledi. Bunu defalarca söyledi ve baba oğul birbirlerine sımsıkı sarılarak sanki bu güçle her şeyi yoluna sokacaklarmış gibi hissettiler - ve belki birkaç saniyeliğine bunu gerçekleştirdiler.
Stephen King (Sleeping Beauties)
Bunu yapmayacağına söz vermiştin, dedi oğlan. Neyi? Biliyorsun işte, baba. Sıcak suyu yeniden kaba boşalttı, kendininkine de biraz kakao koydu, sonra geri verdi. Gözümün hep üstünde olması gerekiyor, dedi oğlan. Biliyorum. Küçük sözlerden dönersen büyük sözlerden de dönersin. Öyle demiştin. Biliyorum. Dönmeyeceğim ama.
Cormac McCarthy (The Road)
Öteki kadınlar gibi "Boşa bu adamı, dön baba evine, daha gençliğin güzelliğin yerindeyken dön, ne kısmetlerin çıkar," demezdi Adrina hanım. Evliliğinden, kocasını gencecik yaşta yitirip yapayalnız, bir başına kaldığından, kadın kısmının hem yüreğinin hem de yatağının boş kalmasının şeytanı dürteceğinden uzun uzun bahseder. sonunda: "A kızım, sinek kadar kocan olsun, başında bulunsun; sinek kadar olsun ama olsun," der, nihayet çeker giderdi. Sayfa:9
Hatice Meryem (Sinek Kadar Kocam Olsun, Başımda Bulunsun)
Baba, ben hâlâ bir erkek sevgisine muhtaç, her seni seviyorum'un peşinden mi gideceğim? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Bundan böyle her seni seviyorum'un peşinden gitmeme gerek yok, değil mi? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer, her başımı göğsüne dayayana ağlamam için bir neden yok, değil mi? Baba sen beni sevmişsin, sevgi, bir erkek sevgisi hiç eksik olmamış ki hayatımdan... Baba, seni seviyorum'lar da yetmiyor artık bana... Onları her şey sanmıştım... İnsan yaşamında eksik olanı, her şey sanıyor... Ama artık sanmayacağım baba...
Duygu Asena (Kadının Adı Yok)
Herkes, her şey olabilirim artık. Herkesle konuşabilirim ama unutulmam kaçınılmaz. Sembollerle dolu bir dünyaya adım attım. Eğlenceli değil. Sıkıştım sanırım. Öldüğüm andan ibaretim. Sonsuza kadar aynı başlangıç ile bitiş noktası arasında genişleyebilirim. Herkesi yargılayabilir, taraf tutabilirim ancak yargılarımın hiçbir anlamı yok, çünkü yapamayacağım tek bir şey var, o da olayların gelişimine dâhil olmak. Ne yaşanacaksa ben orada değilken yaşanacak. Tek kural bu: Ben hep dışarıda kalacağım. Bir baba, avcılık ruhsatını yenilerken dışarıda olmalıyım, Türkiye’nin ilk özel televizyonu kurulurken dışarıda kalmalıyım, Atatürk’ün evli kaldığı ve bir oğlunun olduğu alternatif tarihin nasıl ilerleyeceğine müdahale etmemeliyim. Planı izleyebilirim ama. Hiçbir şeyi değiştirmeyecek, yıkmayacak, başlatmayacak, kimseyi ölüme ya da yaşama götürmeyecek planı.
Emirhan Burak Aydın (Gözlemci Olarak Buradayız)
Sanırım çoğu erkek, bir aile sahibi olduğunu kavrayamıyor. Erkeklerin ıstırabı, bir kadını sevmeleriyle başlıyor. Bu ıstırap akıllarına bir nebze yatıyor çünkü onlara haz veriyor ve tatmin de ediyor. Daha sonra erkekler sevdikleri kadınla evleniyorlar. O kadar kolay olmasa da bunu da hâlâ anlayabiliyorlar. Sonra kadın iki ya da ikiden fazla çocuk doğuruyor. Erkekler bu süreçten sonrasını artık anlayamıyorlar. Zira şimdi sofraya dört, beş kişi oturuluyor, kalabalık akşam yemekleri yeniyor. Çocukların bir süre sonra onlara baba demesini yadırgıyor erkekler. Sonra karılarını suçlamaya, çocuklarını korkutmaya başlıyorlar. ----- Olağanüstü şeyleri bizzat yaratmamız gerekiyor yoksa dünyada karşımıza çıkmıyorlar. ----- Traudel, benim uzun süre işsiz kalmamdan, bunu biraz da onun yeterince para kazanmasına güvenerek kasten yapmamdan korkuyor gibi. ----- Traudel’i asla affedemeyebili rim. Kendimi onun tarafından ihanete uğramış hissediyorum. İhaneti, size itiraf edilmiş ama başkasına yapılmışsa kaldırabilirsiniz ancak. Fakat bir ihanetin kurbanıysanız, size ihanet edene asla geri dönmezsiniz. Kıytırık menekşe kokusu aklıma daha da kıytırık bir fikir getiriyor: Belki de kendime yeni bir kadın bulmalıyım. Oysa yeni bir kadın için en ufak bir istek yok içimde. Herhalde aşkın aşağılamalarından geri çekiyorum kendimi. Ayrıca arada bir baş gösteren yeni bir kadın bulma fikri, biyografimin kibriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bir hayat hikâyesi klişesi, ----- Giriş salonunda bir sürü kederli insan otursa da ortamdaki keder akıl alır gibi değil. Keder herkesi kederlendiriyor, yani keder herkes için o kadar aşikâr ki, bu alenilik onu önemsizleştirip görünmez kılıyor. ----- Bir kez sevmiş olan ve hâlâ seven biri, kendini aşka elverişli bir hale getirmenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar uzun sürdüğünü bilir. İnsan acı çekerken anlar, aşk için emek vermeye bir daha kolay kolay kalkışamayacağını.
Wilhelm Genazino (Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk)
Yaşım ilerledikçe öksürüğümün onunkine benzemesine, bir şey yerken ağzımdan onunki gibi ses çıkmasına ve onunki gibi upuzun bir boyum olmasına karşın, kimi zaman gerçekten babam olup olmadığından şüphelendiğim bu adamın görüntüsü gözlerimin önünde yavaş yavaş belirir ve giderek netleşirdi. Çekine çekine, başka, ama çok başka bir baba yaratırdım onun bu görüntüsünden. Gerçi yarattığım babanın hiçbir zaman yere basamayacağını, direksiyon tutup vites değiştiremeyeceğini, şanzımanı tek başına söküp göbeğinin üstüne indiremeyeceğini, vites balatasını ayarlayamayacağını ya da radyatörün önünde büyük bir sabırla saatlerce dikilerek, peteklere yapışıp yapışıp ölen sinekleri avucunda toplayamayacağını bilirdim. Hatta, onun bütün bunlardan nefret edeceğini ve ben ne denli didinirsem didineyim, gerçek babama benzemeyeceğini de bilirdim. Sonra onun, binlerce yıl hiç kıpırdamadan yüz yüze dursak bile beni tanıyamayacağını da bilirdim. Belki onun, elimden hiçbir zaman istediğim gibi tutamayacağını, bana hiçbir zaman sarılamayacağını ve sert sakallarıyla yüzümü acıta acıta öpemeyeceğini de bilirdim ama, gene de vazgeçemezdim onu yaratmaktan. Bir baba yaratmanın tadı, yaşamın bütün tatlarından daha güzeldi çünkü; ister hamurdan yaratılsın, ister tahtadan, ister çerden çöpten... İnanılmaz bir sarhoşluk veriyordu insana; kendi yokluğunu doğurmak gibi bir şeydi bu; var olmadan önceki boşluğunuza, var olduktan sonra dokunmaktı bir anlamda; o boşluğu gönlünüzce doldurmaktı; tatların, güzelliklerin ve şehvetin, evet pespembe ve karanlık bir şehvetin sınır çizgisini hızla geçip sonra yeniden hızla geçmekti... Belki bütün bunların temelinde, yenilenip değiştirilmeden sürdürülen, yenilenmesi hiç mümkün olmayan, tekdüze ve zorunlu bir baba sevgisi vardı. O sevgiden su içen çürümüş bir yorgunluk; düşmanlık yani; minik başkaldırılarla törpülenen ve üstü el öpmelerle, aynı sofraya oturmalarla, aynı ateşte ısınıp aynı soğukta üşümelerle örtülmüş, nedeni nedensizliğinde saklı, itirafı güç, hatta imkansız bir düşmanlık vardı.
Hasan Ali Toptaş (Sonsuzluğa Nokta)
Hz. Yuşâ (A.S.) öğrenmek istedi: "Seninle ilk tanıştığımız zaman, burasına bir yerden bahsetmiştin. Orası neresidir?" Adam düşündü. Hz. Yuşâ (A.S.) sorduğuna pişman oldu. Teklif etti: "Eğer yaranı, sıla hasretini deşeceksem, sus." "Hayır. O yara kabuk bağladı artık. Sana nasıl anlatacağımı düşünüyordum." "İyi öyleyse." Adam şöyle başladı: "Önümüzdeki vadi içinde akan Erden Nehridir değil mi?" "Evet." "Güneydeki Lût Denizine dökülür." "Öyle." "Nehir kuzeyde Taberiye gölünden su alır." "Doğru." "O halde Erden nehri, bu iki deniz arasında akan bir boğazdır." "Belki." "Ey Yuşâ! Yurdunun sınırı Toroslara dayanıyor. Diyelim ki onu aştın. Hep kuzeybatıya doğru git. Birçok dağlar ve ovalar, dereler, nehirler geç. Nihayet bir gün şu vadinin daha derin ve genişine ulaşacaksın. Kuzey ile güneyinde de Taberiye gölü ile Lût denizinden büyüğü var. Bunun doğusunda, kuzey denizine yakın tepe benim bir zaman yurdumdu. Orasına Dev Dağı derdim. Şurada oturduğumuz gibi oturur, engin güzellikleri seyrederdim. Hile, fesat, kötülük yoktu. İnsanlardan uzaktım. Mavi ile yeşil dostlarımdı sadece. Huzurumu bulmuştum. Ama olan oldu nihayet. İçimdeki sese uydum. Kaya gibi koptum dağımdan. Şükür ki küçük bir örneğiyle avunuyorum." Adamın anlatttığı yer İstanbul Boğazı'ydı. Kuzeyde Karadeniz, güneyde Marmara vardı. Boğaz, Erden vadisi gibiydi. Karadeniz Lût denizi yerine geçerdi. Marmara da Taberiye gölü yerine. Adamın Dev Dağı dediği tepe, Boğazın Anadolu kıyısında Karadeniz yakınındaydı. . . . Hz. Yuşâ (A.S.) tekrar tenhaya çekildi. İlhamları gibi oldu. O yıl vefat etti. İsrailoğullarını onu nereye gömeceklerini pek düşündürmedi. Mademki Efrayim Dağlığı'nda Gaaş Dağı'nın Timatsarah Tepesi'ni pek seviyordu, oraya defnettiler. Bu olay üzerinden üç bin seneye yakın zaman geçti. İstanbul Boğazı'nın doğu kıyısında Karadeniz'e yakın bir tepe var. Adı Yuşâ Tepesi'dir. Karşısında da Telli Baba var. Nasıl ki bir zamanlar Anadolu Hisarı ile Rumeli Hisarı Boğaz'ın emniyetini madde bakımından sağlamış ve sağlıyorlarsa, bu iki tepede yatanların da Boğaz'ın emniyetini mânen sağladıkları, ebediyen Müslümanlara kalacağı anlatılır. Telli baba kimdir. Onun Fatih Sultan Mehmet ordusunda bir asker olduğu, erdiği ve tel çekerken şehit düştüğü rivayeti yaygındır. Ya Yuşâ Tepesi'ndeki, acaba Hz. Yuşâ (A.S.) mıdır? Yoksa başka bu adda bir veli midir? Çeşitli söylentiler anlatılır. Umumi fikir onun Hz. Yuşâ (A.S.) olduğu merkezindedir. Eskiden adı Dev Dağı olan o yerde savaşırken, gövdesi ikiye ayrıldığı halde, tepenin en üstüne çıkmış ve ruhunu teslim etmiştir. Ona onyedi metre boyunda, dört metre eninde bir mezar yapılmıştır. Baş ve ucunda iki küçük taş vardır. Elbet Hz. Yuşâ (A.S.) bu kadar büyük değildi. Mezarının geniş ve uzun tutulması, rütbesinin enginliğindendir. Yuşâ Tepesi'ni asırlık kavaklar süsler. Doğrusunu şüphesiz ancak Hazreti Allah (C.C.) bilir.
Ahmet Cemil Akıncı (Kâbe'ye Doğru Büyük Kısas-ı Enbiya/ Peygamberler Tarihi 18, Hz. Yûşâ)
Baba'' diye söze başladı Anahita, o akşam. ''Düşündüm de...Halımı bitirince evlenmeye karar verdim.'' Bir elini göğsüne koyarak devam etti. ''Ama sadece bilmeceleri çözecek kadar akıllı biriyle evlenirim.
Meghan Nuttall Sayres
Siz hiç Fransız Yahudisi gördünüz mü? Ben gördüm, eğer kendisi söylemeseydi, Allah bilir sittin sene Yahu di olduğunu anlayamazdım: Konuşmasıyla, kültürüy le, davranışıyla tam bir Fransız. Şimdi ona sorsam ne diyecek, Yahudi miyim, yoksa Fransız mı? Denediğim için biliyorum, önce Franstzım diyor, sonra ilâve ediyor, Musevi asıllıyım. Bunu yalnız Yahudiler yapmaz, ora da Anadolu’dan gitme hayli Ermeni de vardır, çocukla rı, torunları elbet o ülkede doğmuş, o ülkenin uyruğu na geçmişler, kısacası Fransızlaşmalar, oysa dinleri Hı 94 ristiyan ama mezhepleri Ortodoks, dahası Gregoryen, ana dilleri de farklı, Ermenice konuşuyor, kendi arala rında hâttâ okuyup yazıyorlar. Peki bunlar ne, Ermeni mi Fransız mı? Daha 1950’de, Heybeliada’dan Paris’e düşmüş Ermeni dostum Barkef Şemikyaıı’a sormuş, boyumuzun ölçüsünü almıştık: Fransızım diyor, ilâve ediyorlar, Ermeni asıllıyım. Daha ilginci, dışardan gel me olmayıp, Fransa toprağında yaşayan, ama değişik dilleri, kendilerine özgü kültürleriyle belirli azınlıkları oluşturan kümelerin davranışları. Evet, sık sık yazarım, Fransa’da, o toprağın halkından olup, dili başka, kül türü farklı, göreneği kendine göre, hayli ‘etnik grup’ vardır: Brötonlar, Basklar, Korsikalılar, Alzaslılar vb. Üç aşağı beş yukarı hepsiyle temasım olmuştur. Hotel le Tango’nun yöneticisi Bröton’du, Fransızcasını zor an lardım, üstüne varırsanız Fransızım derdi, Bröton asıl lıyım. Mari-France Normand’dır (sahi, onları unuttuk), onun da sorunuza vereceği cevap öbürlerinden farklı mı olacaktır sanırsınız? Paris Polis Müdüriyeti’nde ikamet izni alabilmem için bana ‘torpil yapan’ Baba Sanguinet- ri Korsikalıydı ama, ana dili bal gibi İtalyanca olduğu halde, Fransa için dövüşmüş, yaralanmış, tutsak düş müştü. Benzeri sözleri size İngiltere’de yaşamış bir Türk de tekrarlayabilir. Orada da İskoçlar, Galler, İrlandalılar vardır, kimisinin dili farklı, kimisinin dini başkadır. Sorduğunuz zaman hepsi Britanyalıyım der, ama İskoç asıllıyım, ya da İrlanda asıllıyım. Gerçekte bu saptama, çağdaş uluslarda bizdeki birtakım salakların tartıştık ları ‘halklar’ sorununun hangi düzeyde çözüldüğünü pek güzel göstermektedir. İnsan gruplarını ırksal köken lerine göre ayırmaz da, tarihsel yazgı beraberliklerine, ekonomik ortaklıklarına, kültür birikimlerine göre bir 95 likte düşünürsen, çağdaş ulus anlayışı ortaya çıkar, bun da da esas, yurttaşın kendini içinde yaşadığı ulusun his setmesidir, böyle hissetti mi, bitti, o ulusun çocuğudur, ama şu ya da bu asıldandır, fark etmez. Mustafa Kemal Meclis’teki milletvekillerine seslenirken, onun için ‘Bu radaki öğeler yalnız Türk değildir, Kürt değildir, Çerkez değildir, Lâz değildir’ diyor, onun için yıllar sonra Türk milliyetçiliğini tanımlarken ‘Ne mutlu Türk’üm diye ne’ diyecektir. Türklüğü kişinin benimsemesine bıraka caktır. Acaba bilir misiniz, Anadolu’dan şu ya da bu neden le Avrupa’ya, Amerika’ya dağılmış Musevi ya da Erme- nilerin kendi soydaşlan arasındaki adları Türk’tür. Bes belli yüzyıllarca Türk kaderini paylaştıkları için. Hiç unutmam, Paris’te İstanbul’dan gitme Madam Victoire’i bana tanıtan, Fransız Musevisi dostum, ‘Türk’tür’ diye tanıtmıştı, Madam Victoire da, (toprağı bol olsun) da ha ilk sözünde bana kahveyi orta mı şekerli mi içeceği mi sorduğuna göre, elbette Türk’tü. Salonunda Boğaz resimleri, sofrasında tahin helvası, gramofonunda De niz Kızı Eftalya’nın plakları olan bir Türk. Emperya lizm, Osmanlı’yı dağıtmak için Ermeni’yi, Rum’u, Ya hudi’yi doğduğu toprağa düşman edip, kökeninden ko pararak, bin beter kötü bir talihe mahkûm etmiştir. En azılı Türk dü�
Anonymous
Kutsal kitaplarda yüce konsey oldukları yazan bir takım insanlar varmış. Ama bunlar insandan ziyade Tanrı’nın bizzat kendisinin insan suretine bürünüp görünmesinden ibaretmiş baba. Sen de gayet iyi bilirsin ki, bir ortama aydınlık geldiğinde, karanlık hemen kaybolur. Bu yüce konseyin hayal edilemez, akıl almaz bir gücü varmış ve belli aralıklarla dünyaya, özellikle de karanlık tarafa müdahale edip dengeyi sağlarlarmış. Hatta Enver’e göre en son böyle bir müdahale bizim Kurtuluş Savaşımızda yaşanmış.
Adnan Kurt (Şamanın Doğuşu)
Mustafa Kemal, uygun zamanı, sürpriz yaratacak taktiği, üstü kapalı tehdidi bir arada ustalıkla kullanarak ülkede iktidarın en yüksek noktasına erişmişti. Kendinde üç başkanlığı birden toplamıştı: Devlet başkanlığı, hükümetin ve Meclis'in gerçek başkanlığı, tek parti başkanlığı. Selanik'ten beri kendisine hayran olan arkadaşı Tevfik Rüştü onu bir gün Hıristiyanların “teslis”iyle (üçlü birlik) kıyaslamıştı: “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.” Gazi, gözlerinde bir pırıltıyla onayladı: “Öyledir, ama, kimse duymasın!
Lord Kinross (Atatürk: The Rebirth Of A Nation)
Duygular andır, geçer. Duyguları yaşarken sanıyoruz ki budur işte her şey. Hayat, ölüm, varlık, anlam, hepsi bu andır, bu anın içindedir. Ama geçiyor baba. Duygu dediğimiz şey, benliğimizin bir yerlerinde belirip kaybolan bir şeyler işte. Geliyor, geçiyor, ama çok ağrı yapıyor.
Ayfer Tunç (Yeşil Peri Gecesi (Kapak Kızı, #2))
Babam 4 mayıs 2001'de intihar etti. Onun yaşındaki ve durumundaki birinin, kimseye fark ettirmeden nasıl 4. kata kadar çıkabildiğini ve kendisini pencereden boşluğa bıraktığını kimse anlayabilmiş değil. Ben bunu nasıl yaptığını biliyorsam, nasıl yaptığını bilecek tek kişi olduğumdandır. Çünkü orada olmasam da hep onun içindeydim. Çünkü bir baba, doğmamış çocuklarından oluşur. Ve ben babamın dünyaya gelmiş tek evladıyım. Onun soyundanım. Onun soyunu sürdürüyorum ve doğmadan önce bile, kalıtımsal olarak tüm olup bitenin bir parçasıydım. Onun nasıl öldüğünü biliyorum. Ve nasıl yaşadığını... Bana birçok defa yaşamındaki iniş çıkışlarını anlattı. Depresyonunun üstesinden gelebilmesine yardımcı olur düşüncesiyle onu yazması için cesaretlendirdim. Ardında, anılarla sıkış tıkış dolu yaklaşık iki yüz sayfa bıraktı. Onun hakkında bildiklerimin kaynağı, ne duyduklarım ne okuduklarım... Ben daha doğmadan onun içinde yaşıyordum. O da öleli beri benim içimde yaşıyor. Haliyle damarlarımda onun kanı dolaştığından, sizlere onun tanıklıklarını, hislerini olduğu gibi anlatabilirim. Ben size babamın hayatını, onun gözlerinden, ama benim bakış açımla anlatacağım. Dolayısıyla, intiharının aynen böyle olduğuna kalıbımı basarım. Ve bir o kadar da eminim ki, öncesinde birkaç saniye beklemişse de, doksanında, dördüncü kattan atlamak için geç kalmıştı...
Antonio Altarriba / Kim (El arte de volar)
babam 4 mayıs 2001'de intihar etti. onun yaşındaki ve durumundaki birinin, kimseye fark ettirmeden nasıl 4. kata kadar çıkabildiğini ve kendisini pencereden boşluğa bıraktığını kimse anlayabilmiş değil. ben bunu nasıl yaptığını biliyorsam, nasıl yaptığını bilecek tek kişi olduğumdandır. çünkü orada olmasam da hep onun içindeydim. çünkü bir baba, doğmamış çocuklarından oluşur. ve ben babamın dünyaya gelmiş tek evladıyım. onun soyundanım. onun soyunu sürdürüyorum ve doğmadan önce bile, kalıtımsal olarak tüm olup bitenin bir parçasıydım. onun nasıl öldüğünü biliyorum. ve nasıl yaşadığını... bana birçok defa yaşamındaki iniş çıkışlarını anlattı. depresyonunun üstesinden gelebilmesine yardımcı olur düşüncesiyle onu yazması için cesaretlendirdim. ardında, anılarla sıkış tıkış dolu yaklaşık iki yüz sayfa bıraktı. onun hakkında bildiklerimin kaynağı, ne duyduklarım ne okuduklarım... ben daha doğmadan onun içinde yaşıyordum. o da öleli beri benim içimde yaşıyor. haliyle damarlarımda onun kanı dolaştığından, sizlere onun tanıklıklarını, hislerini olduğu gibi anlatabilirim. ben size babamın hayatını, onun gözlerinden, ama benim bakış açımla anlatacağım. dolayısıyla, intiharının aynen böyle olduğuna kalıbımı basarım. ve bir o kadar da eminim ki, öncesinde birkaç saniye beklemişse de, doksanında, dördüncü kattan atlamak için geç kalmıştı...
Antonio Altaribba (El arte de volar)
Yeni bir baba edinmek gururunun almıyacağı bir şeydi ama, Ragıp Bey için kötü bir hatırası da yoktu. Üvey ağabeyi Süreyya için pek iyi konuştuğunu hatırlarım. Bilindiği üzere Türk kadınının o kapalılık devirlerinde Türkler arasında cinsî ahlâk pek bozuktu. Delikanlı için güzellik bir tehlike idi. Mustafa Kemal de altın yeleleri, henüz terliyen sırma bıyıkları, pembe teni, mavi gözleri ile bir erkek güzeli idi. Bir gün kendisini Süreyya ağabey çağırmış, sustalı bir çakı vermiş. - Ne olur olmaz, ırzını bununla koruyacaksın, demiş. Yüzbaşı Süreyya, Toyran'da intihar etmiştir. İkinci üvey kardeşi reji memuru Hakkı Bey'di.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Kız eğilip ayaklarının dibinden beyaz bir çiçek aldı ve Demirci’nin saçlarına taktı. “Şimdilik Hoşçakal!” dedi. “Belki, Kraliçe izin verirse yine görüşürüz.” Demirci o karşılaşmadan sonra atını ülkesinin yollarında sürerken buldu kendini. Aradaki yolculuğu hiç hatırlamıyordu. Bazı köylerde insanlar ona hayretle bakıyor, gözden kaybolana dek arkasından onu izliyorlardı. Evine geldiğinde kızı koşarak dışarı çıktı ve sevinçle selamladı onu -Demirci beklenenden erken dönmüştü, ama onu bekleyenler için değil. “Babacığım!” diye bağırdı çocuk. “Nerelere gittin? Yıldızın parlıyor!” Demirci eşiği aştığında yıldız yine soldu, ama Nell onun elini tutup şömineye çekti ve orada durup tekrar baktı ona. “Sevgili Kocam,” dedi, “nerelere gittin, neler gördün Saçlarında bir çiçek var.” Çiçeği kocasının saçlarından nazikçe aldı ve kendi eline koydu. Çok uzaktan görünen bir şeye benziyordu, ama oradaydı işte ve çiçekten yayılan ışık, akşam ilerledikçe kararmaya başlamış odanın duvarlarına gölgeler düşürüyordu. Nell’in önündeki adamın gölgesi yüksekti ve koca başı Nell’in üzerine eğilmişti. “Deve benziyorsun baba,” dedi daha önce konuşmamış olan oğlu. Çiçek ne soldu ne kurudu; onu bir sır ve bir hazine olarak sakladılar. Demirci onun için anahtarlı bir kutu yaptı ve çiçeği orada sakladılar, nesilden nesile aktardılar; ve anahtarı miras alanlar zaman zaman kutuyu açıyor, kutu tekrar kapanana kadar uzun uzun Yaşayan Çiçek’e bakıyordu: Kutunun kapanma vaktini seçen onlar değildi. Sayfa: 203
J.R.R. Tolkien (Tales from the Perilous Realm)
Kerim genzini temizledi, başını öne eğdi. Sonra, açıkladı: Asker, genç hanımla kamyonun arka tarafında yarım saat baş başa kalmak istiyordu. Genç kadın atkıyı yüzüne çekti. Ağlamaya başladı. Kocasının kucağındaki bebek de öyle. Kocanın beti benzi attı; bu yüz şimdi gökyüzünde asılı duran ay kadar soluktu. .... Baba bir silkinişte elimden kurtuldu, bacağını çekti. İri gövdesi, ayışığmı kapamıştı. "Bu adama bir şey sormak istiyorum" dedi. Kerim'le konuşuyor ama doğruca Rus askere bakıyordu. "Utanma duygusunun nerede olduğunu sor." İkisi konuştular. "Savaştayız" diyor. "Savaşta utanma olmazmış." "Yanıldığını söyle. Savaş onuru ortadan kaldırmaz. Tam tersine, barış zamanından çok daha fazla onur gerektirir. Sayfa: 137
Khaled Hosseini (The Kite Runner)
Kaplumbağaların kralıydı o. Kral, kibirli yüzgeçlerini zaferle salladığı an -"Yukarıda her zaman bir başkasına yer var"-başka bir şey sırtına bindi ve kısa günü son buldu. Kayarak, yayılarak, yuvarlanarak kanlı yığından aşağı indi ve masanın altına sırtüstü düşerek çılgınca debelenmeye koyuldu. "Sevgili dostlar ve kibar yürekler," -soğuğun sürünerek gelişini hissederek çırpındı- "öylece durup eski dostunuzun ölümünü mü seyredeceksiniz? Kendim için hiçbir şey istemedim ben; ne para, ne rahat, ne güç, ne emniyet. Bunlar için çabaladım, çünkü bunlar beni çok istedi. (Tabii işime geldiğinde, arada paylaştım da hepsini.) Sahiden beni ölüme mi bırakacaksınız?" "Tamam iyi yedim. Ama o, sırf çilekeş fedakârlık günlerimde gücümü korumak içindi. Çünkü ben, önüme çıkmadıkça hiçbir kardeş yaratığa zarar vermedim. Kazancım yoksa adaletsiz avantajlara hiç sarılmadım. Sahiden bu tatlı kaplumbağayı ölüme terk edebilecek misiniz?" "Adanmış bir baba, sadık bir yurttaş, inançlı bir işçi, kibar bir işveren, ilgili bir komşuydum; düzenli gittim kiliseye. Kalbimin tüm saflığıyla Tanrı ve insanın kanunlarına saygı gösterdim. Safım ve kodes korkusuyla doluyum. Sahiden öylece durup böylesi aziz bir kaplumbağanın ölümünü izleyebilir misiniz?" "Az önce, kardeşlerimin boğazlarına basıp geçerken biraz gergin göründüğümü söylersiniz şimdi. İtiraf ediyorum -ama o az önceydi- ve artık değiştim ben. Böylesi açık fikirli bir kaplumbağanın ölümüne dayanabilir misiniz? "Kaldırın beni, bir el verin kibar yürekler, kaldırın da bir zamanlar hükmettiğim şu zirveye bir daha bakabileyim." Ve ardından ağır ağır indi karanlık. Yüzgeçleri katılaştı. Mücadelesi ebediyen bitti. Kaplumbağaların en bilgesi ölmüştü.
Nelson Algren (A Walk on the Wild Side)
Yaşam, kaybetmeyi öğrenmektir,” diye başlardı rahmetli Tufan Abi. Genellikle ikinci kadehin dibine darı ektikten sonra felsefe yapma hastalığı tutar, sağ elinin tersiyle dudaklarını kurulayarak, iştahla girişirdi söze: “Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın oradan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi olan annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca, kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveririz. Ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. Kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı fark ederiz. Bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimiz sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz. Yeniyetmelik çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veririz, ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır. Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. Aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. Artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. Şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar, ama kısa süreliğine. Çok geçmeden, koca bit kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. İlk sevgili ellerimizin arasından kayıp bilinmeyen sularda kaybolup gider. Bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır. İlk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir ama bunun da farkına varmayız. Yeniden âşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: Evleniriz. Biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. Derken, çocuklarımız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. Oysa o gözüpek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terk etmiştir bizi. Derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar; hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz, ama ne yapsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. Taa ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim alana kadar.
Ahmet Ümit (Kukla)
Ego hep güç peşindedir. Bu yüzden aşkta bile -aşkınız gerçek olmadığı, yalnızca egonuzun bir parçası olduğu için- ego zor kullanır. Sevgimiz bir savaşa dönüşür. Baba oğul, anne kız, karı koca sevgili değillerdir. Biz onları düşmana çevirdik. Sürekli birbirleri ile savaşırlar. Ancak savaşmadıklarında aralarında sevgi olduğunu söyleriz. Bu negatif bir tanımlamadır. İki çatışma arasında bir boşluk, bir ateşkes ve barış sürecidir. Ama gerçekte iki savaş arasında barış olması mümkün değildir. Bu bir sonraki savaşın hazırlık dönemidir.
Anonymous
Zati seçimin ne nüzümü var Emin beyim !» diye Kır Abbas atıldı. «İki yıla bir seçim, üç yıla bir seçim ... Her köye bir sandık koyuyor. Her sandığa bir başkan. Her başkana 120.lira para! Türkiye'nin gökte yıldız kadar köyü var. Ne demek bu? Bu Türkiye'nin aklı yok mu Çelik beyim? Öyle yapacaklarına, versinler köy başına yüzer lire, alsınlar bizim oylarımızı, istedikleri sandığa tıksınlar, bitti !. .» «Ama baba!. .» dedi Demir bey. «Mesele senin bildiğin gibi değil! Millet seçim istiyor . .. «Eh! ..» dedi Kır Abbas. «Millet seçim istiyorsa hökümet ne bok yisin! Millet ben ikilik üçlük istiyorum, otuz evli bir köyün kırk parçaya bölünmesini istiyorum, imam Halkçı deye Demokratların ayrı yerde namaz kılmalarını istiyorum, camilerin içine ip çekilip ikiye bölünmesini, dahi içine iki dene soba kurulmasını istiyorum derse, sen ben hökümet olsak ne yapabiliriz ?
Fakir Baykurt (Kaplumbağalar)
Ölmek üzere olan yaşlı bir baba, yatağının basına üç oğlunu çağırarak, onlara vasiyette bulunur: “Oğullarım, ben ölünce, birbirinize düşmemeniz için, size sahibi olduğum 17 deveyi paylaştırmak istiyorum. Miras olarak develerin yarısını büyük oğluma, üçte birini ortancaya, dokuzda birini ise küçük oğluma bırakıyorum.” Babalarının ölümünden sonra, mirası babalarının vasiyeti uyarınca paylaşmak üzere kardeşler bir araya gelirler. Fakat bir türlü işin içinden çıkamazlar. Mirası babalarının istediği gibi pay edemezler. Çünkü 17 sayısı ne 2’ye, ne 3’e, ne de 9’a bölünebilir. “Bu işin üstesinden ancak köyün tecrübe ehli, yaşlı bilgesi gelir!» diye düşünüp, ona giderek, danışırlar. Bilge kişi “Benim bir devem var, onu da alıp, yeniden hesap yapın!” der. Bu cömertliğe çok şaşıran oğullar, 18 deveyi pay etmeye girişirler. Önce 2’ye bölerler, büyük oğul 9 develik payını alır. Sonra 3’e bölerler, çıkan 6 deveyi ortanca oğul alır. Daha sonra 9’a böldüklerinde 2 deveyi de küçük oğul alır. Ama, bütün develeri paylaştıktan sonra ortada fazladan bir deve kalır yine. Oğullar bu duruma da bir çözüm getirmesi için yaşlı bilgeye başvururlar. Bilge kişi güler ve: “İyi öyleyse!” der. “Sorununuz çözümlendiğine göre, ben de devemi geri alayım.
Hakan Turgut (Parasal Zeka)
Por qué los niños son así Es la gente del mundo que más ama a sus hijos y mejor tratamiento les hace. ALVAR NÚÑEZ CABEZA DE VACA, Naufragios Se lamentan algunos de que los niños vengan al mundo sin manual de instrucciones, o de que no se pidan estudios y un título para ser padres. Detrás de estas frases pretendidamente graciosas subyace la peligrosa creencia de que no se puede criar adecuadamente a un niño sin seguir los consejos del experto de turno. En realidad, los padres lo hacen en general bastante bien, como lo han hecho durante millones de años. La mayoría de los errores que cometen no se les ha ocurrido a ellos, sino que provienen de expertos anteriores. Fueron médicos los que recomendaron hace un siglo dar el pecho diez minutos cada cuatro horas, lo que llevó al fracaso casi total de la lactancia. Fueron farmacéuticos los que hace apenas sesenta años vendían «polvos para la dentición» a base de mercurio, sumamente tóxicos, que había que administrar a los bebés para hacerles babear, pues la «baba retenida» causaba graves enfermedades. Fueron médicos y educadores los que hace dos siglos advirtieron que la masturbación «secaba el cerebro», e idearon terribles castigos y complejos aparatos para evitar que los niños se tocasen. Fueron expertos los que hace cinco siglos recomendaban envolver a los niños como momias para que no pudieran gatear, porque tenían que andar como las personas y no arrastrarse por el suelo como animales. Es posible que todos los errores que cometemos al educar a nuestros hijos sean el sedimento de siglos de consejos erróneos de psicólogos, médicos, sacerdotes y hechiceros. ¡Menos mal que los niños no traen instrucciones, menos mal que no nos piden aún el título de padre!
Carlos González (Bésame mucho: Cómo criar a tus hijos con amor)
Belki siz bile bilmiyorsunuzdur içinizdeki (muhtemeldir unutmuşsunuzdur haberleri dinlerken) o beyaz peynir seçmekte titizlenen, kesik zeytinleri kekikle süslenmiş bir tabakta görmekten mutlu olan, palamutun yağlısı için balıkçısıyla çekişen, tazecik ekmek ve poğaça kokusuna aldanıp beş ekmek alan (biri mısır unundan, biri tahinli, biri haşhaşlı) domatesler kıvırcığın ve yeşil soğanın yanında pek güzel duruyor diye iştahlanan, martıların kafası neden bu kadar büyük diye oturup uzun uzun düşünen, erguvanlar bu yıl uzun kalsa bari diye dua eden, İsmet Baba'da bol soğanlı arnavut ciğeri yemekten hoşlanan, vapurların eski görünümünden acıklı bir haz alan, başkasının acısına da göz yaşı dökebilen, hala küfür etmeye utanan, insana ve hayata zerre kadar saygısı olmayana şaşkınlıkla bakan, kulakları belediyenin etiketi ile delinmiş köpeklere acıyan, kedilerin gözünü gözünüze dikip bakmasından korkan, ama yine de bütün bu basit küçük şeyleri sevmekten vazgeçmeyen canı tatlı insanı... Belki de öyle yabancı kalmıştır ki size gerçek siz, endişeler içinde tanıyamaz olmuşsunuzdur kendinizi...
İclal Aydın (Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken)
Ve dostuna şunları söylediğinde büyüksün: 'İyi bir yazgım olduğu, pisliklerden ve oburluktan uzak bir yaşam sürebildiğim için sevinçliyim, çocuklarımın büyümesini ve gelişmesini, ilk agularından emekleme, yürüme ve oynamalarına dek yakından izleyebildiğim, onların sorularını ilgiyle dinleyebildiğim, kahkahalarını duyduğum, sevgilerine tanık olduğum için sevinçliyim. Baharı ve onun tatlı rüzgarlarını, evin az ilerisindeki ırmağın türkülerini yüreğimde duyabildiğim, kötü niyetli komşuların dedikodularına katılmadığım, eşimi kucaklarken derin bir mutluluk duyduğum, bedenimden akıp giden yaşamın sesini, coşkusunu, canlılığını duyabildiğim için sevinçliyim; güçlüklerle karşılaştığımda, hangi yolu seçeceğimi bilebildiğim, yön duygumu yitirmediğim için, yaşamımın bir anlamı olduğu için sevinçliyim. Böylesine mutlu bir yaşam sürebildim, çünkü, her zaman ama her zaman, içimdeki şu sesi dinledim: 'Önemli olan tek bir şey vardır: Sakıngan ve korkak kimselerin yürüdüğü yoldan başka bir yönü gösterse, seni sürüden ayırsa bile, yüreğinden gelen sesi dinle. Yaşam, zaman zaman sana dayanılmaz acılar verse de küsme, kaba davranma ona karşı.' Günlük işimi yaptıktan sonra, akşamın sessizliğinde evimin önündeki çimenler üzerine karım ve çocuğumla, oturduğumda, doğanın solumasını içimde duyduğumda, bir ezgi çalınıyor kulağıma, geleceğin ezgisi: 'Eyy, siz milyonlarca insan, sizi kucaklıyorum, bütün dünyanın öpücüğüyle kucaklıyorum sizi!' İşte o an, bu yaşamın, bu yaşamın içinde olan her şeyin haklarına sahip çıkmasını, dünyayı top sesleriyle dolduran korkak ve katı ruhları değiştirmesini istiyorum; dayanılmaz bir istek bu. Durdurun şu top seslerini. Bu insanlar, yaşam karşısında kendilerini çaresiz gördükleri için geçiyorlar top tüfek başına. Oysa çaresiz değiller... 'Baba, güneş battı. Nereye gitti? Gene gelecek mi?' diye soruyor oğlum; onu kucaklıyorum ve yanıtlıyorum: 'Evet oğlum, gelecek, az sonra gelip bizi ısıtacak.'' (S. 166-167)
Wilhelm Reich (Listen, Little Man!)
Fevzi Çakmak devletin ve görevinin adamı idi. Muhafazakârdı: Devrimlerden hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığından ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır. Atatürk belli başlı devrim kararlarını verdikten sonra, bir defa pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca Rıfat Efendiyi çağırıp onu tatlı dille kandırır, sonra: - Şimdi mareşale gidelim, derdi. Biri camilerin ve hocaların, biri ordunun başında idi. Yüzümüze karşı bir şey demez, fakat biz ileri hareket takımına kem gözle baktığını hissederdik. Fevzi Çakmak’ın geri düşünüşlüğü, yasak bölgeler sisteminde kendini gösterir. Bir defa Antalya Valisi Hâşim İşcan’la beraber Finike’ye doğru gidiyorduk. Bir yeni yol yapılıyordu. Vali: - Bu yolu kaçırıyorum, demişti. Sonra açıkladı: - Fevzi Paşa kıyıdan içeriye doğru yol yapmayı yasak etti. İtalyan taarruzuna yardımı olur diye... İzmir bir yasak bölgeler hapsi içinde idi. Pek verimli birçok ziraat toprakları nüfussuz kalmıştı. Hatta bir gün oradaki komutana: - Canım paşam, uğraşsanız da İzmir’e biraz nefes aldırsanız... diyecek oldum. Tıpkı Fevzi Paşa gibi düşünen komutan: - Benim fikrimce asıl yapılacak şey, İzmir’i bu körfez dışına çıkarmaktır, cevabını vermişti. - Ama unutuyorsunuz ki millet Erzurum’dan buraya kadar işte bu İzmir’e kavuşmak için kanını akıta akıta koştu, geldi. Mimar Yansen İzmit tersanesinin kaldırılmasını ve şehrin denize açılmasını teklif etmişti. Bir defasında Başbakan Celâl Bayar’la birlikte İzmit’e gittiğimizde bunu kendisine hatırlattım. Yanımızda bulunanlar: - Ne diyorsunuz beyefendi, Fevzi Paşa Hazretleri diyorlar ki kâğıt fabrikasına bir başka vilâyette yer bulunuz. Onu da yasak bölge içine alacağım. Bütün İzmit Körfezi boğuluyordu. Mustafa Kemal’in emri ve baskısı üzerine Yalova serbest bırakılarak İstanbul’a bağlanıp imar edilmeye başlanması üzerine: - Yapınız, yapınız, ben Yalova’nın on kilometresine bir top koyunca masraflarınızın ne kadar boşa gittiğini anlarsınız, demişti. Medenîce manası ile yaşamaktan, imardan ve dünya zevklerinden bir şey anlamazdı. Bir lokma bir hırka ruhlu idi. Demir ve çelik endüstrisini Karabük’e sürdüren, zekâsı yontulmuş mühendis ve ihtisas adamlarının maddî manevî ihtiyaçları nasıl bir çevre arayacağını düşünmeden Kırıkkale’deki bozkır gurbetlerinde fabrikalar kurduran odur. Hatta İktisat Bakanlığı, Karabük’te kurulmaktansa demir ve çelik endüstrisine başlamamak daha doğrudur, diye söylemesi üzerine Fevzi Paşa, Atatürk’e: - Demir ve çelik yapmak için benim ölümümü bekliyorlar, diye haber yollamıştı. Atatürk önce Bakan Celâl Bayar’a: - Rica ederim, telefona gidiniz ve kendisine demir ve çelik endüstrisinin Karabük’te kurulacağını haber veriniz, demişti. Ordu ile pek ilgilenen ve Terakkiperverler muhalefetinden önceki komutanlar vak’asından beri dikkat kesilen Atatürk, harpte kendisi başkomutan olacağını düşündüğüne göre, barışta askerî kuvvetlerin başında tamamiyle güvenilir bir şahsiyet bulundurmak istemişti. Zaafı bundandır. Rejim Fevzi Çakmak’ı gerektiğinden çok fazla ordunun başında tuttu. Aydın general ve subaylar, eski anlayışlara bağlılık yüzünden, ordunun pek geri kaldığından daima şikâyetçi idiler. İspanya iç savaşı sırasında kendisinin: - Harpte tankın ve uçağın büyük değeri olmadığı sabit olmuştur, dediğini yakınlarından duyarak içimiz yanıyordu: - İnşallah Çakmak devrinde bir harbe tutuşmayız, diye dua ediyorduk. Nihayet emekli yaşı geldi, çattı. Uzatma imkânları da tükenince İnönü kendisini emekliye ayırtmak zorunda kaldı. Fevzi Çakmak küstü. Ordu onun malı gibi bir şeydi sanki. Kolundan yakalanıp ana baba yuvasından atılmışa döndü. Kendisini ziyarete gelen devlet reisine gitmedi.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)