Zira Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Zira. Here they are! All 100 of them:

Who knew that you would be The One," I smile, "which I guess makes me your Trinity." "My Amidala." "Your Zira." "My Sylvia." "Your..." I scour my brain, trying to remember some other great sci-fi love interest. "Ha! I'm your Saphira," I settle back smugly, only for Trevor to start laughing. "Saphira is a dragon.
Cindy C. Bennett (Geek Girl)
na kalamat va na anche k bayan mikonand hich yek vagheiate bartar nist.zira bartarin vagheiat chizist k ba mohavere natavan b omghe an rah yaft.
Gautama Buddha
..zira bazı kadınlar tam manasıyla mesut olabilmek için ille birini bedbaht etmiş olmanın gururunu duymalıdırlar.
Haldun Taner (Kızıl Saçlı Amazon)
..zira biliyordu ki minnettar olunca daha zordu delirmek.
Elif Shafak (İskender)
Tüm zamanlarda olduğu gibi, tüm insanlar şimdi köleler ve özgürler kategorilerine ayrılmaktadır; zira gününün üçte ikisini kendisine ayırmayan herhangi biri, kim olursa olsun, ister devlet adamı, ister iş adamı, ister resmi görevli, ister bilgin olsun, esasen bir köledir.
Friedrich Nietzsche
... bir fıstığa çıkma teklifinde bulunabileceğin en iyi yer, başkasının düğünüydü. Zira her düğünde yaşlısı genci bütün kadınlar gelinin yerinde olmak isterdi. Cenazelerde durum tersiydi, kimse tabuta alıcı gözüyle bakmazdı. Musalla taşına en uzak nesne beşik değil, nikah masasıydı...
Murat Menteş (Korkma Ben Varım)
Ölüm bütün gün odasından çıkmadı, kahvaltısını da, öğle yemeğini de, aksam yemeğini de hep odasında yedi. Geç vakitlere kadar televizyon izledi. Sonra ışığı söndürdü ve yatağına girdi. Uyumadı. Zira ölüm hiç uyumaz.
José Saramago (Death with Interruptions)
Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biiyordu.
Murat Uyurkulak (Har)
Çok içen insanların yanında ayık kalmak her zaman faydalıdır. Her şeyden önce dilinizi bağlar, fazla gevezelik etmezsiniz. Daha da güzeli insanın kendi kusur ve yanlışlarını örtebilmesidir, nasılsa kimsenin sizi kimsenin sizi görecek hali olmaz. Zira görseler de umursamazlar.
F. Scott Fitzgerald (The Great Gatsby)
İnsan; her zaman, ona en büyük zihinsel rahatlığı getirecek olan şeyi yapacaktır - zira bu onun yaşamının yegane yasasıdır. Ağlaşan ailesini geride bırakır; onların rahatını bozduğunu için üzgündür, fakat onların rahatlığını korumak için kendi rahatını feda edecek kadar değil.
Mark Twain (What is Man?)
zira bu yürek kadar dengesiz, bu yürek kadar istikrarsızını hiç görmemişsindir.
Johann Wolfgang von Goethe
Beni bırakın, bırakın, teselliye ihtiyacım yok, zira ıstırabımın düğümleri çözülmez, ıstıraplarımın sonu yoktur, inlemelerim öylesine sonsuz.
Sophocles (Electra (Drama Classics))
Zira güzellik bu dünyaya ait olmadığını bilelim diye bizim aylaklık ettiğimiz yerde sürer üzünç dolu hayatını.
W.B. Yeats
Zira herkes gizlice hiyanet ettiği bir ahlaka hürmetini başkalarına ithamla ispat etmek ister.
Abdülhak Şinasi Hisar (Fahim Bey ve Biz)
Zira insan, tabiatı gereği zora düşmedikçe yeteneklerini hakkıyla ortaya koyamaz.
Pulat Otkan (The Art of War)
Sağıra laf anlatmak, cahile laf anlatmaktan iyidir. Zira sağır anlamak, cahil anlamamak için çırpınır.
Michael Sikkofield
Ama Gogol'un tüfekleri havada asılı durur ve ateşlenmez; zira onun anıştırmalarının cazibesi de, bu anıştırmalardan hiçbir şey çıkmayacak olmasından kaynaklanır.
Vladimir Nabokov (Nikolai Gogol)
Musibetler de Rabdır. Zira terbiye edici kuvvete maliktirler.
Sâmiha Ayverdi (Mülakatlar)
Kanunlarınızı, cezalarınızı, geleneklerinizi kaldırın; vahşiliğin hiçbir tehlikeli yanı kalmaz, zira ona karşı gelinmedikçe asla harekete geçmez.
Marquis de Sade (En Çok Kendisine Yabancıdır İnsan)
Birbirlerini kucaklamadılar, zira sevginin çok olduğu yerde her zaman çok taşkınlık olmaz.
Miguel de Cervantes Saavedra (Don Quijote de la Mancha)
Zira bilim, vicdansız kişilerin elinde tehlikeli olabilir.
Jules Verne (A Fantasy of Dr. Ox)
Sevgili okurlar bence bir insanın tanıdıkları hiçbir zaman ona yardım edemez. Zira hiçbir tanıdığımız, belli bir mazimiz olan kimse bize karşı objektif olamaz.
Umut Sarıkaya (Benim De Söyleyeceklerim Var! (İki))
o güne kadar okulda kayıtsız ve sıradan bir öğrenci iken,ansızın birinci oldum,gecenin geç saatlerine kadar pek çok kitap okuyordum,zira senin kitaplar sevdiğini biliyordum...
Stefan Zweig (Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu)
Bize dokunmadılar ama ama en boş yere yerleştirdiler, zira hiçlik kadar insan bünyesine ağır gelen bir şey yoktur.
Stefan Zweig
Zira öyle çok kuşku ve yanılgıyla kuşatılmış bulunuyordum ki kendimi yetiştiremeye çalışırken elde ettiğim tek kazanç gitgide cahilliğimi görmeye başlamış olmam gibi geliyordu bana.
René Descartes (Yöntem Üzerine Konuşma)
Bir kişinin hayatına kast eden kanun (idam cezası) uygulanamaz, adil değildir, kabul edilemez. Suçu asla önlememiştir -zira her gün darağacının dibinde ikinci bir suç işlenmektedir.
Marquis de Sade (En Çok Kendisine Yabancıdır İnsan)
Ah siz akıllı insanlar! Tutku! Sarhoşluk! Delilik! Empati kurmadan, orada öyle rahat rahat oturun, alkoliği eleştirin, aklını kaçırmıştan nefret edin, bir rahip gibi yanından geçip gidin ve sizi onlardan biri yapmadığı için Ferisi gibi Tanrı'ya şükredin. Ben birçok kez sarhoş oldum, tutkularım delilikten hiç uzak değildi, her ikisinden de pişman değilim: Zira olanaksız görünen önemli şeyler yapan ve eskiden beri alkolik ve deli diye damgalanan tüm sıra dışı insanları kendi ölçülerimle anlamayı öğrendim. Ama az çok özgür, soylu, beklenmedik bir iş yapan hemen hemen herkesin arkasından şöyle söylendiğini duymak, sıradan yaşamda bile katlanılmazdır: 'Bu insan alkolik, bu insan deli!' Utanın siz ayıklar! Utanın siz akıllılar!
Johann Wolfgang von Goethe (The Sorrows of Young Werther)
Zira ölüm tabiatın ve tabiatüstünün, geçmişin ve geleceğin, yerlerin ve göklerin bütün sırlarına vakıf olma haliydi ve hakikati görenler için yaşam esasen azaptan başka bir şey değildi
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
Sağduyu dünyanın en iyi paylaştırılmış şeyidir, zira herkes onunla öylesine iyi donatılmış olduğunu düşünür ki başka her şeyde çok zor memnun olanlar bile sahip oldukları sağduyudan fazlasını hiç de arzu etmezler.
René Descartes (Yöntem Üzerine Konuşma)
Kurusoğan'ın (100.- TL)sına fırladığı bu ülkede nasıl yaşanacak?! Herkes bir şeyler yapabilme derdinde, kaçma derdinde! Önümüzdeki aylarda göreceğiz ülke'nin nereye gittiğini. Zira sancı büyük, köklü! Sayfa: 210
Vüs'at O. Bener (Canım Tavşancığım - Ayşe Bener’e Mektuplar (Ankara 1969-1987))
Yıllardır şairlerle devletin arası açıktır. Atatürk şairleri hariç. İktidarla şiir bağdaşmaz. Zira iktidar nötralize eder. Sivil şiir resmi kültürde yer alamaz. Zaten askeri şiire alışılmış bu ülkede. Ben kendi payıma şiirin iktidar olmasını istemem.
Ece Ayhan
Suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla insan biraz "kötülüğü hayal etse" iyi olurdu, zira ancak bir aptal kendi doğasının durumunu sürekli olarak görmezden gelebilir.
C.G. Jung (The Undiscovered Self)
Bir can kardeşliği, bir kader yoldaşlığı olmalı arada. Onda idealimizi görmeseydik bu derece sevdasına düşemezdik. Zira milletler olsun fertler olsun daima kendi kendilerinin en olgun en güzel portresine aşıktırlar. Olgunluğu ve güzelliği vücuda getiren vasıflar ise çeşitli istidatlara göre değişir değerlendirilir.
Safiye Erol (Makaleler)
Boyun eğmeyeceğiz. Zira öteden beri Hunlar kuvveti taktir eder, tabi olmayı hakir görürler. Savaşçı özelliklerimiz sayesinde adı yabancıları titreten bir ulus olduk. Zira bilirler ki savaşta muhariplerimizin kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.
Laszlo Rasonyi
Zira kadın hakikatı söylemeye başlarsa, aynadaki suret küçülür durur; erkeğin hayatla uyumu bozuluverir. Erkek kendini sabah iki kat daha büyük göremedikten sonra artık nasıl kararlar verebilecek, nasıl yerlileri medenileştirebilecek, nasıl kanunlar çıkarabilecek, nasıl kitaplar yazabilecek, nasıl giyinip kuşanıp ziyafetlerde ahkam kesebilecektir?
Virginia Woolf (Kendine Ait Bir Oda - Zamansız Eserler 8: Zamansız Eserler - 8)
Ölüm bu!... Varlığımı dünyaya dağıttığıma göre yaşayacak ne kadar ömrüm kaldı artık! Çünkü ben, Zacharius Usta, imal ettiğim bütün bu saatlerin yaratıcısıyım! Bu demir, gümüş ya da altın kutuların her birine ruhumun bir parçasını hapsettim! O lanet olası saatlerden biri ne zaman dursa, kalbimin durduğunu hissediyorum, zira saatleri kalp atışıma göre ayarladım!
Jules Verne (Zacharius Usta)
Girişin iki adım önüne çıktım. Sağımda yükselen gökdelenler çatılarından dev goriller ısırmış gibi eksik, göğe uzanmış bağırıyorlardı. Yaratıklar gelmeden önceki düzenin mabetleriydi bunlar, ama bir gecede sistem çöküvermişti. Buraların sahipleri benden daha çok üzülmüş olmalılardı; zira benim bir kaybım yoktu. Hatta kazancım vardı: Leyla. Deli kız… Güzel kadın… Uğruna yaşadığım şey.
Tevfik Uyar (Galaktik Tiyatro)
heliogabalos'un bütün yaşamı, eylem halinde anarşidir. zira düşman kutuplar olan erkekle kadını, bir ile iki'yi, bir araya getiren birlikçi tanrı elegabalus çelişkilerin sonu, savaşın ve anarşinin -ama savaşla- ortadan kaldırılmasıdır; aynı zamanda bu çelişki ve düzensizlik ülkesinde anarşinin uygulamaya konmasıdır. ve anarşi de, heliogabalos'un vardığı noktada, gerçekleşmiş şiirdir.
Antonin Artaud (Heliogabalus; or, the Crowned Anarchist)
Soru sormak konusunda çekingen davranıyorum zira sormaya başlayınca kıyamet gününün havası çöküyor ortalığa. Bir soru soruyorsun, bir taş atmış oluyorsun. Sükûnetle bir tepede oturuyorsun ve taş gidiyor, başkalarını harekete geçiriyor. Ve sonra da yaşlı bir kuş (aklına gelebilecek en son şey) kendi arka bahçesinde kafasına bir taş yiyor ve bütün aile ismini değiştirmek zorunda kalıyor.
Robert Louis Stevenson (Dr. Jekyll and Mr. Hyde)
Kuşkusuz ki, bu türden mülahazaların üzerine, en büyük bilgeliğin, şimdiki anın keyfini çıkarmak ve bu keyfi hayatın amacı haline getirmek olduğu yolunda bir teori bina edebilirsiniz, çünkü şimdiki an gerçek olan tek şeydir ve geri kalan her şey ancak hayalidir. Öte yandan bu tür bir hayat tarzına en büyük aptallık da diyebilirsiniz: Zira bir anda var olmayı kesen, bir rüya gibi tamamen yok olup giden bir şey, asla ciddi bir çabaya değmez.
Arthur Schopenhauer
Zira bilimlerin hepsi insan bilgeliğinden (humana sapientia) başka bir şey değildir ve nasıl ki şeylerin çeşit çeşit olması, onları aydınlatan güneşin doğasında bir fark yaratmıyorsa, akıl da ne kadar farklı konuyla ilgilenirse ilgilensin hep bir ve aynı kalır. Dolayısıyla insan aklının herhangi bir sınırlamaya ihtiyacı yoktur. Bir doğrunun bilinmesi, bir sanatı edinmenin bir diğerini edinmeyi engellemesi gibi değildir; başka bir doğrunun bilinmesine engel olmasının aksine bu konuda bize yardımcı bile olur.
René Descartes (Regulae Ad Directionem Ingenii (Latin Edition))
Ancak tasavvuf yolundan seyr-î illallah yapılacağını tasavvur eden mutasavvıf hata içindedir. Daha önce de tasavvuf ilmini inkar edenlerle seyr-î illallahı yalnızca tarikat şeyhleri vasıtasıyla tasavvur eden müfrit sofulara cevap olarak bunu zikretmiştik. Zira böyle bir tasavvur tamamen yanlıştır. Zira Ashab-ı Kiram ve onlardan sonra gelenlerin tasavvuf ilminin kaideleri sistemleştirilinceye kadar en büyük gayretleri Kuran ve Sünneti okumak ve tatbik etmekti. Bunların yaptığı seyr değilse, o halde seyr nedir?
Said Havvâ (Ruh Terbiyemiz)
Neden doğrudan metinleri incelemiyorsunuz? Eğer metinler hoşunuza giderlerse ne âlâ; eğer hoşunuza gitmezlerse onları hemen bırakın, zira zoraki okuma kadar saçma bir eylem olamaz, onun yerine zoraki mutluluktan bahsetmeyi yeğlerim. Bence şiir hissedilen bir şey ve eğer siz şiiri hissetmiyorsanız, eğer güzellik hissiniz yoksa, eğer bir öykü sizde daha sonra ne olacağını bilme arzusu uyandırmıyorsa, yazar onu sizin için yazmamıştır. Onu bir kenara bırakın, edebiyat dikkatinize layık olan ya da olmayan, yarın okuyacağınız başka bir yazarı size sunacak kadar zengindir.
Jorge Luis Borges (Seven Nights (English and Spanish Edition))
Yaşlandığımızda mutlu olabilmek için, yaşam boyunca zihnimize eşlik edenlere kendimizi alıştırmamız gerekir, böylelikle her şeyden sırası geldiğinde mutlu oluruz. Sadece zevk adamı olan biri ileri yaşlarda acınacak duruma düşer; köle gibi çalışan da biraz daha iyi olsa bile aynı durumdadır. Doğa felsefesi, matematik ve mekanik bilimleri insanı dingin bir keyfe götüren daimi kaynaklardır ve rahiplerin kasvetli dogmalarına, boş inançlara rağmen bu konularla uğraşmak, gerçek dinle uğraşmaktır; bunlar insana Yaratıcı'yı tanımayı ve ona hayranlık duymayı öğretir, zira yaratılıştaki bilim ilkeleri değişmez ve ilahi bir kökene sahiptir.
Thomas Paine (The Age of Reason)
Bu bölge, bu toprak, bu iklim mi,” diye sordu Başmelek, “Cennet’le ikame etmemiz gereken? Bu yaslı karanlığı mı koyacağız o semavi ışığın yerine? Peki öyleyse, zira her kimse egemen, Neyin doğru olduğunu o kararlaştırıp bildirir. Uzak durmak en iyisi, akılca başkalarını eşit, Gücüyle eşitlerinden üstün olandan. Sevincin eksik olmadığı çayırlara elveda; Selamlayın korkuları, selamlayın şeytanlar diyarını, Ve sen, derin Cehennem, kabul et yeni efendini; Zamanın ve mekânın değiştiremeyeceği Bir zihin taşıyanı. Zihin kendi başına bir mekândır; Kendi içinde cenneti cehennem kılar, Cehennemi cennet. Nerede bulunduğumun Ne önemi var hâlâ aynıysam; neden farklı olayım Yıldırımların daha yüce kıldığından?
John Milton ([John Milton] Paradise lost. Book I. Edited with life, in troduction, notes, &c., by F. Gorse. 1895 [Leather Bound])
Diğer kötülükler içinde en kötüsü kusurlarımızı değiştirmektir, zira böylece en azından bildiğimiz bir kötülüğü sürdürme şansımızı da yitiririz. Bir şeyin ardından başka bir şey hoşumuza gider: Yargılarımızın sadece yanlış değil, değişken olması da bize zarar verir. Savrulur, birbiri ardına farklı şeylere tutunuruz. Daha önce istediğimiz şeyleri bırakır, bıraktığımız şeyleri yeniden ararız. Arzumuz pişmanlığımızla sürekli yer değiştirir. Zira tümüyle başkalarının yargılarına bağlı kalırız, gerçekten övülmeye ve istenmeye layık olan bir şey değil de isteyeni ve öveni çok olan şey bize en iyi şeymiş gibi görünür. Yolu, kendisine değil, geri dönenlere ait olmayan izlerinin çokluğuna bakarak iyi ya da kötü sayarız.
Seneca
Ancak farklı türden bilgi vardır; bir yanda yaşamsal önemi olan şeyleri yaratan bilgi vardır, öbür yanda ise bunları kullanan bilgi. Başka bir sınıflandırma ise: Hizmet gören bilgi türleri ve emreden bilgi türleri; sonuncular, daha üst derecedirler ve asıl anlamdaki iyi, bu türdeki bilgilerdir. Madem ki sadece felsefe, yani doğru bir yargıya varmasını bilen, aklı kullanan ve iyi olam bütün olarak göz önünde bulunduran bilgi türü, tüm diğer bilgi türlerini kullanabilir ve onları doğanın ilkelerine göre yönlendirebilir, o zaman bu da, zorunlu olarak felsefe yapmamız gerektiğine bir kamttır. Zira sadece felsefe, doğru yargıyı ve neyi yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini belirleyen buyurgan güce sahip ve yanılgıdan uzak kavrayışı içinde barındırır.4
Anonymous
Doğrusunu söylemek gerekirse, efendim," diye karşılık verdi Sancho, "eti kemiği olmayan bu kadına, yani ölüme güven olmaz, zira gence yaşlıya bakmıyor kendisi. Bizim köyün papazından duyduğuma göre ayağını fakir fukaranın derme çatma kulübelerine nasıl basıyorsa kralların yüksek kulelerine de öyle basıyormuş. Bu hanımefendi nezaketten çok iktidar sahibi. Öyle hanım evladı falan değil; ne bulursa yiyor; her deliğe giriyor, heybesini her yaştan, her türden ve her rütbeden insanla dolduruyor. Tarladaki orakçı gibi öğlen olunca uykuya yatmıyor. Her saatte biçiyor, otun tazesini de kurusunu da kesip götürüyor. Çiğnemekle de uğraşmıyor, karşısına çıkanı ağzına yuvarlayıp yutuveriyor, çünkü köpek gibi doymaz bir iştahla yiyor. Belki göbeği yok, ama midesi ödem toplamış; yalnız canlıları alıyor, bir testi soğuk su gibi içip bitiriveriyor.
Miguel de Cervantes Saavedra (Don Quijote de la Mancha)
Oysa bir anlatıcı olarak her karaktere eşit mesafede bulunmaya gayret gösteren bizleri tenkite kapalı yaklaşımıyla politize ederek zehirli teolojisi ve terminolojisini ortalığa saçma işini başarıyla yapıyordu ki, bizi bile biz olmadığımız halde yoldan çıkmış kitapların birinci çoğul şahsına çevirebiliyordu. Galiba esas vazifesi sayılan vahiy taşıma işini yaparken, Allah’tan gelen emirleri son derece yüksek bir konsantrasyon sonucu simultane aktardığı için gaipten gelen seslere karşı da büyük bir hassasiyet geliştirmişti. Bu haliyle kulağı kirişte dedikodu kumkuması mahalle karılarından pek farkı kalmayan Cebrail, şu sayfalar aracılığıyla Boncuk’a ve kendisine ve hatta Allah’ına bile Allah’lık yapabilme salahiyetine sahip anlatıcının fikirleri hoşuna gitmese bile duymazdan gelse fena olmayacaktı. Zira olay örgüsü sekteye uğramaktaydı...
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
Her insanın bir başkası için sonsuz bir muamma oluşu, üzerinde düşünülmesi gereken muazzam bir hakikattir. Gecenin bir yarısı büyük bir şehre girdiğimde, karanlıkta kümelenmiş evlerin her birinin kendine ait sırlar barındırdığını, bu evlerin her bir odasının bir sırrı olduğunu düşünürüm; orada çarpan yüzlerce, binlerce yüreğin her biri, en yakınındaki için bile bir muammadır! Ölümün korkunçluğunun bir kısmı da bundandır. Öldüğümde çok sevdiğim şu kitabın sayfalarını artık çeviremez olacağım, bu yüzden de ölmeden önce hepsini okumuş olmaya dair nafile bir umut besliyorum. Bir an ışık vurduğunda yüzeyin altındaki hazinelerin ve batıkların hayal meyal göründüğü şu dipsiz suyun derinliklerine bakamayacağım. Zira ben henüz tek sayfasını okumuşken kitabın aniden kapanacağı çoktan yazılmıştır. Yüzeyinde ışıklar oynaşırken suyun sonsuza dek donmasına hükmedilmiştir; bense kıyıda öylece kalakalmaya mahkümum.
Charles Dickens (A Tale of Two Cities)
İsyan bayrağını çeken ateş ahalisi, "bat dünya, bat" tezahüratları ve düsturuyla ekinleri yakmış, hayvanları telef etmiş, hatta mezkur ve mükedder melodiyi işitemediklerinden ortalığı kırıp geçiren keder dalgasına anlam veremeyen sağırların kulaklarından içeri kızgın yağ akıtmışlardı. İşte bu yıkım ve talandan nasibini alan biri vardı ki onun payına düşen cefa Boncuk'un büyük melekler karşısında aldığı bir başka galibiyet olarak anılacaktı. Evet, Azrail'i yakalayan nehir perileri, ölüm meleğinin kesesini yırtmış ve son üç aydır topladığı tüm canların ruhunu serbest bırakmıştı. Işık küreleri haline dışarı fırlayan ruhlar derhal bedenlerine akmış ve yarım da olsa can bulmuşlardı. Zira kiminin bedeni toprak altında çürümekten ağzı burnu kaymış bulunduğundan, kiminin de tahnit edilip korunmuş olmasına rağmen kansızlık derdi yüzünden eskisi gibi cana gelememişti. Zombilik ve vampirlik müesseselerinin doğuşuna sebep olan bu hadise Satanay'ın da ruhunun serbest kalmasını ve henüz çok taze olan bedenine akmasını sağlamıştı. Bu bir mucizeydi! Satanay, gözlerini açmış ve öylece tavana bakıyordu.
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
Faşizm ve Komünizm : Bu siyasi sistemlerin benzerliği ötesinde, sistemleri yürüten ve yön veren ruh tamamen birbirine zıttır. Esasında komünizm, iyimserlik, beşeriyetin iyiliğine inanç üzerine dayanır. Kötülükler sadece fena bir sosyal teşkilatlanmadan doğar yoksa ferdin tabiatı ile hiç ilgisi yoktur. Faşizm ise bilakis kötümserdir. O büyük halk kütlesini hakir görür, saygıya layık olan sadece aydınlardır. Geriye kalanlar, derlenip toplanıp yönetilmesi gereken bir sürüdür. Halbuki komünizm, tabii olarak eşitçidir. Faşizme göre bu rejim, devamlı bir hükümet sistemidir ve son bulmasına da gerek yoktur. Komünizmde aksine, bahis konusu olan ge çici bir takım tedbirlerdir. Bu tedbirlerin şiddetli olması, burjuvazinin tamamen imhası ve "insanın insan tarafından istismarının" son bulması için elzemdir. Fakat bu gaye bir kere gerçekleşince, prolaterya diktatörlüğü kendiliğinden sönecek ve tam bir hürriyet sınıfsız ve baskısız bir cemiyet içerisinde hüküm sürmeye başlayacaktır. Fakat bu düşüncenin uygulamada boş çıkacağından haklı olarak korkulabilir. Zira bu vasıtalar sürekli kullanılmakla nihayet bizzat sonuçları da bozarlar. BİR BASKININ GELİŞMESİNDEN HÜRRİYETİN DOĞABİLECEĞİNİ DÜŞÜNMEK BOŞ BİR HAYAL GİBİDİR.
Maurice Duverger (Siyasi Rejimler)
Zeki olduğunu göstermenin neden aptallık olarak algılandığı sorgulanırsa, akıllara gelecek ilk karşılık atalarımızdan kalma eşyaların tozunu taşır gibidir; çünkü bu karşılığa göre, zeki değilmiş gibi görünmek temkinli davranmaktır. Günümüzde ilk bakışta artık anlaşılması mümkün olmayan ve derinlemesine kuşku içeren bu temkinli davranış, muhtemelen zayıf insan için akıllı görünmemenin gerçekten de daha akıllıca olduğu dönemlerdeki koşullardan kaynaklanır; zira zayıf kişinin zekası, güçlü insanın hayatını tehlikeye atabilir! Aptallıksa teskin edicidir, güvensizliği yatıştırır; günümüzün deyimiyle “silahsızlandırır.” Bu tarz eski kurnazlığın ve ustalıklı aptallığın izlerine bağımlı ilişkilerde hala rastlanabilir, zira birinin bir başkasına bağımlı olduğu bu tür ilişkiler içinde güçler öyle orantısız paylaştırılır ki zayıf kişi kurtuluşunu olduğundan daha aptalca davranmakta arar: Bu izler kendini, örneğin, köylünün sözümona kurnazlığında, hizmetçinin mürekkep yalamış efendilerini idare etmesinde, askerin üstüyle, öğrencinin öğretmeniyle ve çocuğun ebeveyniyle ilişkisinde gösterir. Zayıf kişinin bir şeyi becerememesi, o şeyi yapmak istememesinden daha az sinirlendirir gücü elinde bulunduran kişiyi. Aptallık güçlü insanı çaresizliğe sürükler, diğer bir deyişle tam olarak bir zayıflık hali ne ise, ona! ... Fakat aptallık aynı zamanda kızgınlık yaratabilir ve her durumda yatıştırıcı olmaz. Kısaca söylemek gerekirse, aptallık genellikle sabırsızlığa yol açar, bazı istisnai durumlarda zalimliği de körükler ve bu zalimliğin hastalıklı ve tiksinti uyandıran aşırılıkları, ki bunlar kabaca sadizm olarak nitelendirilir, aptal insanları çoğunlukla mağdur rolünde gösterir. Şurası açık ki bu durum, aptal insanların zalim insanların kucağına nispeten daha kolay düşmeleri yüzünden ortaya çıkar, fakat bunun aynı zamanda her açıdan hissedilen bir direnç yoksunluğuyla da bağlantısı varmış gibi görünür, ki bu direnç yoksunluğu, kan kokusunun avlanma şehvetini uyandırmasına benzer şekilde, hayal gücünü vahşileştirir: Bu, aptal insanı neredeyse sırf limit duygusu tamamen yitirildiği için zalimliğin aşırıya kaçtığı ıssız bir yere doğru çeker. Acı çektirende görülen bir acı çekme türüdür bu, acı çektirenin vahşetinde saklı bir zayıflıktır ve rencide olmuş duygudaşlığın öfkesine tanıdığımız öncelik her ne kadar bunu fark etmemize nadiren müsade etse de, zalimlik de aşk gibi birbiriyle uyumlu iki insanın varlığına ihtiyaç duyar.
Robert Musil (Über die Dummheit)
Kendimize güvenme konusunda gözümüzü korkutan bir başka dehşet kaynağı da tutarlılığımız, geçmişte yaptıklarımıza ve söylediklerimize duyduğumuz derin saygıdır. Zira başkalarının gözleri, yaptıklarımızı hesap etmek için geçmişteki hareketlerimizden başka bir veriye sahip değildir ve bizler de onları hayal kırıklığına uğratmayı hiç mi hiç istemeyiz. Peki neden sağduyu sahibi olmanız gerekiyor ki? Öyle ya da böyle insan içinde söyledikleriniz ile çelişmeyin diye neden hafızanızın cesedini sürükleyesiniz ki? Geçmişi bin gözlü şimdi tarafından yargılamak ve yeni bir günde yaşamak yerine, salt hafızayla ilgili hallerde dahi, tek başına hafızaya asla güvenmemek neredeyse bilgeliğin kuralı gibi görünüyor. Kendi metafizik anlayışınıza göre, Tanrı'ya bir kişilik vermeyi reddettiniz, ancak ruhun içtenliği ortaya çıkınca, kalbi ve canı ona bırakınız, zira Tanrı'yı şekle ve renge büründürecektir. Nazariyenizi bir kenara bırakınız, tıpkı Yusuf'un, gömleğini kadına bıraktığı gibi ve kaçınız. Ahmakça tutarlılık, küçük akılların gulyabanisidir, küçük devlet adamları, filozoflar ve ilahiyatçılar ise tapar ona. Tutarlılıkla yüce bir ruhun yapacağı kesinlikle hiçbir şey yoktur. Duvardaki gölgesiyle ilgilenir. Şu an ne düşündüğünü ağır sözlerle ifade et, yarın da yine düşündüğünü ağır sözlerle ifade et, bugün söylediğin her şeyle çelişse bile. Ah, o zaman kesin yanlış anlaşılacaksın. Yanlış anlaşılmak o kadar kötü bir şey mi ki? Pisagor yanlış anlaşılmıştı, Sokrates de, İsa da, Luther de, Kopernik de, Galileo ve Newton da, ete bürünmüş her saf ve bilge ruh da yanlış anlaşılmıştı. Büyük olmak yanlış anlaşılmaktır." s.44-45
Ralph Waldo Emerson (The American Scholar: Self-Reliance, Compensation)
Sanırım çoğu erkek, bir aile sahibi olduğunu kavrayamıyor. Erkeklerin ıstırabı, bir kadını sevmeleriyle başlıyor. Bu ıstırap akıllarına bir nebze yatıyor çünkü onlara haz veriyor ve tatmin de ediyor. Daha sonra erkekler sevdikleri kadınla evleniyorlar. O kadar kolay olmasa da bunu da hâlâ anlayabiliyorlar. Sonra kadın iki ya da ikiden fazla çocuk doğuruyor. Erkekler bu süreçten sonrasını artık anlayamıyorlar. Zira şimdi sofraya dört, beş kişi oturuluyor, kalabalık akşam yemekleri yeniyor. Çocukların bir süre sonra onlara baba demesini yadırgıyor erkekler. Sonra karılarını suçlamaya, çocuklarını korkutmaya başlıyorlar. ----- Olağanüstü şeyleri bizzat yaratmamız gerekiyor yoksa dünyada karşımıza çıkmıyorlar. ----- Traudel, benim uzun süre işsiz kalmamdan, bunu biraz da onun yeterince para kazanmasına güvenerek kasten yapmamdan korkuyor gibi. ----- Traudel’i asla affedemeyebili rim. Kendimi onun tarafından ihanete uğramış hissediyorum. İhaneti, size itiraf edilmiş ama başkasına yapılmışsa kaldırabilirsiniz ancak. Fakat bir ihanetin kurbanıysanız, size ihanet edene asla geri dönmezsiniz. Kıytırık menekşe kokusu aklıma daha da kıytırık bir fikir getiriyor: Belki de kendime yeni bir kadın bulmalıyım. Oysa yeni bir kadın için en ufak bir istek yok içimde. Herhalde aşkın aşağılamalarından geri çekiyorum kendimi. Ayrıca arada bir baş gösteren yeni bir kadın bulma fikri, biyografimin kibriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan bir hayat hikâyesi klişesi, ----- Giriş salonunda bir sürü kederli insan otursa da ortamdaki keder akıl alır gibi değil. Keder herkesi kederlendiriyor, yani keder herkes için o kadar aşikâr ki, bu alenilik onu önemsizleştirip görünmez kılıyor. ----- Bir kez sevmiş olan ve hâlâ seven biri, kendini aşka elverişli bir hale getirmenin ne kadar zor olduğunu, ne kadar uzun sürdüğünü bilir. İnsan acı çekerken anlar, aşk için emek vermeye bir daha kolay kolay kalkışamayacağını.
Wilhelm Genazino (Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk)
İnsanın sadece bilincinin kendisi hakkında bildikleri kadar olduğuna evrensel çapta inanıldığı için, kişi kendisini zararsız zanneder ve kötülüğüne bir de aptallığı ekler. Korkunç şeylerin olduğunu ve olmaya devam ettiğini inkar etmez, ama bunları her zaman ‘ötekiler’ yapar. Ve bu tür kötülükler yakın veya uzak geçmişte kaldıkları zaman, çabucak ve rahatça unutkanlık denizine gömülürler, arkasından ‘normallik’ dediğimiz o kronik bulanık kafalılık geri gelir. Oysa çarpıcı gerçeğe göre hiçbir şey yok olmamış, hiçbir şey düzelmemiştir. Kötülük, suç, vicdanın derin rahatsızlığı ve karanlık kuşkular gözlerimizin önündedir, keşke görmeyi bilseydik. Bunları yapan insandır; ben de insan doğasından nasibini almış bir insanım; demek ki başkalarının yanısıra ben de suçluyum ve bu kötülükleri tekrar tekrar yapabilme kapasitesini ve eğilimini içimde hiç değişmez ve silinmez biçimde taşıyorum. Hukuken konuşursak, suçun ortağı olmasak bile, insan tabiatımız yüzünden her zaman potansiyel suçlularız. Sadece o cehennem gibi meydan kavgasına sürüklenecek uygun ortamı bulamadık şimdiye dek. Hiçbirimiz insanlığın o kolektif kara gölgesinin dışında değiliz. Suç, nesiller önce işlenmiş olsa da, bugün işleniyor olsa da, her zaman ve her yerde olan bir eğilimin semptomu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla insan biraz ‘kötülüğü hayal etse’ iyi olurdu, zira ancak bir aptal kendi doğasının durumunu sürekli görmezden gelebilir. Gerçekten de, bu gaflet insanı kötülüğün aracı yapmanın en etkili yoludur. Zararsızlık ve naiflik, bir kolera hastası ile yakınlarının hastalığın bulaşıcılığından bihaber olmaları ne kadar işe yararsa, o kadar işe yarar. Aksine, zararsız ve naif olmak farkedilmeyen kötülüğün ‘ötekine’ yansıtılmasına yol açar. Bu da ötekinin pozisyonunu gayet etkin biçimde güçlendirir, çünkü yansıtma kendi içimizdeki kötülüğün gizlice ve gayri ihtiyari duyduğumuz korkuyu karşı tarafa taşır ve ondan gelecek tehlikenin boyutlarını arttırır. Daha da kötüsü, bu konudaki içgörü eksikliğimiz, kötülük ile başa çıkabilme kapasitemizi yok eder.
C.G. Jung
Çocuk evlerindeki kediyi pataklamaya başlamış. Baba “Oğlum” demiş “kediyi niçin dövüyorsun?” Çocuk “Babacığım, hepimiz oruç tutarken, kedi demin oruç yiyordu, o sebeble cezalandırıyorum” demiş. Baba çocuğun başını okşayarak hoşnutluğunu belli etmiş, çocuğun hassasiyetini ve dikkatini tebrik etmiş ve şunları söylemiş: “Yavrum, kediyi bırak, zira hayvanlar oruç tutmaz”.
Cahit Zarifoğlu (Bir Değirmendir Bu Dünya)
Cihan zamanla Sinan'ın da kendince itikatları olduğunu fark etti. Boynundan hiç çıkarmadığı bir tılsımı vardı. Deriden yapılmış iç içe iki daireden müteşekkildi; biri açık, diğeri koyu. Yeni bir inşaata başlamadan evvel üç gün oruç tutardı. Bitirirken, bina ne kadar görkemli olursa olsun geride muhakkak bir kusur bırakırdı - ya ters döşenmiş bir çini, ya başaşağı bir taş veya kenarı kırık mermer. Hata orada, avamın algısından uzak ama bilen gözlere ayan dururdu. Zira mükemmellik Allah'a mahsustu. - Ustam ve Ben
Elif Shafak
İkinci bir arzum daha vardı; O da Mustafa Kemal paşa ile ilgilidir. Onun başarıya ulaşması için mümkün olan hiçbir yardımı esirgeme. Zira Allah, onu bu memleketi düşmandan kurtarmak ve korumak için göndermiştir.’’ (Enver Paşa’dan Naciye Sultan’a)
Erdal Özkan (Çılgın Osmanlılar - Kahramanlık Genetiktir)
Hak dostlarından Ebû Abbas Nihâvendî’ye, ticaretle meşgul olan zengin talebelerinden biri gelerek zekâtını kime vermesinin daha uygun olacağını sorar. O da: “–Gönlün kimde karar kılıyorsa ona ver!” buyurur. Üstâdının yanından ayrılan talebe, yolu üzerinde dilenmekte olan bir âmâ görür. Gönlü ona ısınır. Zekâtı olan bir kese altını çıkarıp verir. Keseyi eliyle şöyle bir yoklayan âmâ sevinçle hemen oradan ayrılır. Ertesi gün aynı yerden geçen talebe, bir önceki gün kendisine zekât verdiği âmâyı, pek neşeli bir sûrette başka bir âmâ ile konuşurken görür. Âmâ hem de öylesine neşelidir ki, yanındaki arkadaşı ile aralarındaki konuşma, bu sebeple uzak mesafeden dahî rahatlıkla duyulacak derecede yüksek perdeden gerçekleşmektedir. Talebe de gayr-i ihtiyârî şu cümlelere kulak misâfiri olur: “–Biliyor musun, dün bana bir beyzâde tam bir kese altın verdi. Ben de hiç vakit kaybetmeden meyhâneye gidip bir güzel demlendim…” Duyduğu bu ifâdeler talebenin çok canını sıkar. Doğruca Ebû Abbas Hazretleri’nin huzûruna varır. Hâdiseyi tam arz edecektir ki, Ebû Abbas Hazretleri onun konuşmasına fırsat dahî vermeden, sattığı külâhının karşılığı olan bir akçeyi infâk etmesi için kendisine uzatıp, önüne çıkan ilk kişiye bu akçeyi vermesini tembihler. Talebe, bir şey diyemeden verilen vazifeyi derhal îfâ etmek üzere oradan ayrılır. Kendisine tembihlendiği gibi, karşısına çıkan ilk kişiye o akçeyi verir. Ancak içini kemiren büyük bir merakla, o şahsı tâkibe koyulur. Adamcağız, biraz ilerideki bir harâbeye girer. Sonra elbisesinin altından ölü bir keklik çıkarıp yere bırakır. Tam oradan ayrılacaktır ki, talebe önüne geçip sorar: “–Ey yiğit! Allah için doğruyu söyle, bu ne hâldir! Şuraya attığın ölü keklik de neyin nesidir?” Adamcağız, kendisine akçeyi veren şahsı karşısında görünce heyecandan kekeleyerek şunları söyler: “–Yedi gündür, bir şey bulup da çoluk-çocuğuma yediremedim. Ben ve hanımım sabrediyorduk, ama çocuklarımın artık açlığa tahammülleri kalmamıştı. Buna rağmen dilenip insanlardan bir şey istemek, aslâ yapamayacağım bir işti. Bu ıztırap içinde kıvranırken, senin görmüş olduğun, çürümeye yüz tutmuş o ölü kekliği buldum. Zarûret sebebiyle onu yemeleri için çocuklarıma götürecektim. İçimden de Allâh’a yalvarıyor; «Yâ Rab, hâlime inâyet eyle!» diye niyâz ediyordum ki, sen karşıma çıkıp o bir akçeyi verdin. Ben de Rabbime şükrederek, yenilemeyecek durumda olan o kekliği bu mezbeleye bıraktım. Şimdi pazara gidecek ve verdiğin bir akçeyle yiyecek bir şeyler alacağım…” Bu hâle şaşırıp kalan talebe, derhâl Ebû Abbas Hazretleri’nin yanına gelir. Hazret-i Pîr, yine talebesinin bir şey söylemesine mahal vermeden şöyle buyurur: “–Evlâdım! Demek ki sen, kazancına şüpheli veya haram bir şeyin karışıp karışmadığına dikkat etmemişsin. Bu yüzden de verdiğin muhtâca dikkat ettiğin hâlde, zekâtın şaraba gitti. Zira kazanılan şeyler, nereden ve nasıl elde edilmişse, benzer şekilde elden çıkar. Nitekim senin bir kese altınına mukâbil benim bir tek akçemin sâlih bir insanın eline geçmesi de, onun helâlliğinden kaynaklanmaktadır…
Anonymous
Zira “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir” Hadis-i şerifi ile küfür adetlerinde, kâfirlere benzemenin yasaklandığı, Peygamberimizin yaşadığı dönemden, günümüze kadar tevatüren naklolunagelmekte olup, Ummet-i Muhammedden her asırda bulunan muctehidler bunun haram olduğuna icma ve ittifak etmişlerdir.
Anonymous
Mayıs 26 Sherlock Holmes iki kez öldü Sherlock Holmes’un ilk ölümü 1891’de oldu. Onu babası öldürdü: Yazar Arthur Conan Doyle, yarattığı ukala karakterin ondan daha meşhur olmasına daha fazla dayanamadı ve Alpler’in tepesinden Sherlock’u uçuruma yuvarladı. Haber Strand dergisinde yayınlanınca kısa sürede herkes tarafından duyuldu. Bunun üzerine bütün dünya yasa büründü, dergi okurlarını, yazar da dostlarını kaybetti. Dedektiflerin en ünlüsünün yeniden dirilmesi çok gecikmedi. Conan Doyle’un ona hayata geri döndürmekten başka çaresi yoktu. Sherlock’un ikinci ölümüyle ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Baker Street’teki evinde kimse telefonu açmıyor. Gerçi Times gazetesinin sayfalarında ölüm ilanı yayınlanmış olsaydı illaki dikkat çekerdi, ama onun vaktinin de çoktan gelmiş olması lazım, burası kesin, zira hepimiz ölmek zorundayız
Anonymous
Kölelik Araplar arasında yerleşik bir kuruluş idi. Eğer Tanrı köleliği bir anda kaldırmış olsaydı, halk ayaklanır, kargaşalık olurdu.” Söylemeye gerek yoktur ki böyle bir iddia, Tanrı’yı “acz” içerisinde, “güçsüz” bir “Yaratan” imiş gibi gösterip Tanrı fikrini zedelemekten başka bir ise yaramaz. Zira iktidarına sınır bulunmayan ve her şeyi dilediği gibi yaratıp dilediği sekle sokabilen bir Tanrı’nın, kölelik gibi kötü bir kurulusu, sırf halk ayaklanır endişesi ile yasaklamadığını söylemek, O'nun iktidarını ve yüceliğini inkâr demek olur Öte yandan toplum düzenini sağlamak üzere en sert ve amansız cezaları öngörmekten geri kalmayan (örneğin şarap içimini yasaklatan, ya da hırsızın bileklerinin kesilmesini emreden) bir Tanrı’yı: “Köleliği yasaklarsam toplumda kargaşalık çıkar" mazeretine sığınmış gibi göstermek, Tanrı fikrini küçültmekten başka bir şey değildir.
İlhan Arsel (Şeriat ve Kölelik)
Meşrutiyet şeriatsız olmaz. Bunun için seni de şeriat isteriz” diyenlerin içine 31 Mart’ta dahil ettiler? Eski Said onlara demiş ki: Evet, Millet‑i İslâmiye’nin sebeb‑i saadeti yalnız ve yalnız hakaik‑i İslâmiye ile olabilir.. Ve hayat‑ı içtimaiyesi ve saadet‑i dünyeviyesi şeriat‑ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zir ü zeber olur. Ahlâksızlık pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır...”(124) DÖRT HAK MEZHEP Bediüzzaman Hazretleri o zamanlar bütün kuvvetiyle çalıştığı şeriat ahkâmını vaz’ ve tesbiti hizmeti yanında bir fikri de, behemahal İslâmî hükümlerin dört hak mezhebden çıkarılması mes’elesiydi. Bu konuda o zamanlar ve daha sonraları; yani 1919’larda da, bunu alenî olarak bütün İslâm Ulemasının yanında ısrarla istiyordu. Eski makale ve eserlerinden bu meseleye dair nümuneler arzedelim: 1‑ “Adalet namazında, kıble mezahib‑i erbaa olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik‑i Meşrutiyet, sarahaten ve zımnen ve iznen mezahib‑i erbaadan istihracı mümkin olduğunu dava ettim...”(125)
Anonymous
Cinayet işleyen birisine karşı kısas uygulandığı halde, cariyesini öldüren kişiye uygulanmaz ve bu kişi kısas olarak öldürülemez; zira Kur’an’a göre kısas: “Hür ile hür, köle ile köle ve kadın ile kadın'dır." (K. Bakara 178; Maide 45). Köle (ya da cariye) öldüren kimseye "ta'zir" (azarlama) cezası uygulanır.
İlhan Arsel
Kıymeti bilinmemiş bir edebiyatçı olduğu kanaatindeyim... "Sayın Davman, iyi edebiyatçıların değeri er geç bilinir, bunun böyle olacağını da her iyi edebiyatçı bilir..." "Bakın size kendi fikrimi söyleyeyim: Asıl vahim ve acı olanı, değeri bilinmemiş okuyucuların durumudur..." "Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür... Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır... Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır... Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz... Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır... Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız... Ve sizde bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz...
Murat Uyurkulak (Bazuka)
Örneğin şeriatçı kalkıp da bize, "Yaşamlarımızı din kurallarına uydurmalıyız, aksi takdirde Kur'an'ı inkâr etmiş oluruz" dediği zaman, kalkıp da kendisine, "Hayır yanılıyorsun ve yalan söylüyorsun, çünkü uymamız gereken şey din kuralları değil, hele Kuran hiç değil; uymamız gereken şey, her şeyden önce akıl kurallarıdır, akılcılıktır; çünkü şeriat verileri, özellikle Kuran, akla ve çağdaş yaşamlara yer verm ez” diyemiyoruz. Çünkü şeriatm akla, mantığa ve çağdaşlığa ters yönlerini bilmiyoruz ya da bilsek de bunu söyleyecek cesareti gösteremiyoruz. Yine bunun gibi şeriatçı bize, "Şeriata inanan insanlar olarak ... cehaleti, ataleti ve meskeneti terk etmeliyiz ” dediği zaman, ”Hayır yalan söylüyorsun, çünkü cehaleti, ataleti ve meskeneti yaratan tek şey şeriatın ta kendisidir" deyip şeriatçıyı susturamıyoruz, zira şeriatın özünde ve içeriğinde cehalet, atalet ve meskenet yattığını bilmiyoruz; bilsek de söyleme cesaretini gösteremiyoruz.
İlhan Arsel (Şeriatçıyla Mücadelenin El Kitabı)
Göğsünde vurup parçalanan kalbi nihayet Bir saçları kan gözleri keskin dişi çeldi. Artık bitecek ruhunu sarsan bu şeamet Zira saçı kan sevgilinin ismi eceldi İçtin de ecel zehrini sen kendi elinle Hala bu gönül hangi uzak gölgeyi bekler Bak haykırıyor “boştur ümitler” diye dinle, Zulmette keder besteleyen gamlı köpekler Bir dinle adem ülkesinin ruhunu: yer yer Davet ediyor bak seni binlerce kucaklar... Bir sır gibi sevda gibi sessizce gezinenler Bir gün seni otlarda uzanmış bulacaklar... Kalbin benim olsun diyorum çünkü mukadder... Cismin sana yetmez mi? çabuk kalbini sök, ver! Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer! Yutlak seveceksin beni bundan kaçamazsın... Ram ol bana, ruhun yeni bir aleme girsin... Yazmış kaderin: aşkıma ömrünce esirsin! Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin. Mutlak seveceksin beni bundan kaçamazsın...
Hüseyin Nihal Atsız (Ruh Adam)
Hayata asıl neşe katan şey bilmek değil, öğrenme azmi ve kabiliyetidir. ... Geçmişin hayaletleriyle boğuşmak zorunda olmayan, hafızası hala yerinde, nostalji nedir bilmeyen, geçmişteki acıların üstüne sünger çekebilmiş ve kaybedilenin ardından duyulan o ince sızıdan bihaber 'şanslı' insanlar vardır elbette; bu insanlar için üzgünüm; zira kaybedilenlerin ardından gözyaşı dökmek, hayatta gözyaşı dökmeye değer bir şeylerinin olduğunu gösterir.
Isaac Asimov (It's Been a Good Life)
... Yavaş yavaş, parça parça ölen bizler, ölülerin birdenbire ne kadar ölmüş olduklarına bir türlü akıl erdiremiyoruz. Onlar artık kendilerinden bize geçmiş, biraz da bizde kalmış zerreleriyle, ancak biraz bizim içimizde yaşayabilirler. Onları ancak biz, biraz hatırlamakla, içimizde, kendimize karıştırarak belki bir gölge, belki bir rüya halinde, biraz daha yaşatmış oluruz! Fakat, ölülerden bize ancak hepsi az süren, bozulmadan evvel bile belki yanlış ve herhalde müphem, hepsi de havalanan kokular gibi dağılan birtakım hatıralar kalmış oluyor. Her şey, rüyalar gibi, o kadar seyyal geçiyor ki bu kadar zahmetle yaşanan zamanlardan insana birtakım vesveselerden başka bir şey kalmıyor! Ölülerin arkasında kalanlar, onların hatıralarını da ancak kendi boylarına indirerek, kendi huylariyle bozarak ve kendi unutkanlıklarına göre parça parça hatırlarlar. Bu da, bu hislerin alacakaranlığında, başkalarının hafızalarında, yani dünyanın en az emin olan sahasında, onlara nasip olan sonuncu bir kalış, bir hayal varlığının sonuncu gölgeleridir. Zira kendilerinin biraz tanımış olan bu unutkanlar da bir gün gidince, artık yeryüzünde onları biraz olsun sayıklayacak kimseler de bulunmaz!
Abdülhak Şinasi Hisar (Çamlıca'daki Eniştemiz)
Şartlar daha iyi olsaydı daha iyi olurdum' diyerek hiç yola koyulmayan insan, kendisine yalan bir teselli vermiş olur. Zira insanın potansiyeli yol çıktığında belli olur. Kimse yola çıkmadan ne kadar uzağa gideceğini bilemez. Açılmamış kanatların büyüklüğünü kimse tahmin edemez.
Kemal Sayar (Beni Sessiz de Sevebilir misin?)
İlim maalesef amelî müstelzim değildir. Zira ilmin kaynağı zekâ, amelinki ise, iradedir.
Ali Fuad Başgil (Gençlerle Başbaşa)
zira bu yürek kadar dengesiz, bu yürek kadar istikrarsızını hiç görmemişsindir.
Johann Wolfgang von Goethefgang
ŞUARÂ Şiir ölümsüzlük için yazılmaz, Zira imam şair cenazesi kaldırmaz. Peki, nedir ahaliyi en çok şaşırtan Sadece Şairdir kendi cenazesine katılan.
Tarık Alptekin (Âlem Olan Kelimeler (Turkish Edition))
İçim bütün cüdalarla dolu bir diyardır ki uçsuz bucaksız hasreti, elemi, ziyanı, nikbeti* var... Fakat bu diyarı çok seviyorum; zira bu benimdir. “Keşke iyi günlerinde yaşasaydım” diye onun şimdiki hâlinden yılacak, ürkecek kadar zayıf değilim!... Ona ağlayabilmeyi dünkü kaygısız kahkahalardan daha doğru ve daha derin buluyorum!... Yarın benden sonrakilerin yüzü gülebileceğini ummak bugün dertlerime, tasarıya sığmaz bir tahammül, bir munislik** veriyor. Evet bu diyarın toprağını da, insanlarını da seviyorum. Hepsine birden: “İyi olacaktır! Ümit kesmeyin, ümit kesmeyin! Neler çekseniz yorulmayın! Zira yorgunlukların akıbeti her fecaatten*** feci olur!... Ümidiniz varsa, ölseniz de ölmezsiniz... ” * Talihsizlik, felaket. ** Cana yakın, uysal, sevimli olma durumu. *** Çok acıklı, yürekler acısı durum.
Ruşen Eşref Ünaydın (İstiklal Yolunda)
Bana günümüzde artık insanlar sırf cennete gitme vaadiyle seve seve ölüme koşmazlar gibi geliyor," dedim. "Halklar da yaşlanırlar," diye cevap verdi. "Cennet düşüncesi eksi önemini kaybetti. Ölünce gidecekleri cenneti tasavvur ederek eskisi kadar mutlu olmuyorlar. Ama aynı şekilde inanmayı da sürdürüyorlar. Zira yepyeni bir şeylerin peşinden koşmaya yeltenmeyecek kadar tembeller.
Vladimir Bartol (Alamut)
1915 Yazı ve sonbaharında gerçekleşmiş tehcirler, toplu sürgünler ve katliamlar, Ermeni davasına büyük darbelerdi. Tarihî Ermenistan'ın yarısı -o yarı ki Avrupa diplomasisinden miras alınmış geleneklere göre bağımsızlığın temelinin yattığı- Ermenilerden arındırıldı: Türkiye'nin Ermeni içermeyen Ermeni bölgeleri. Türkler ne yaptıklarının farkındaydılar ve bugün pişmanlık duymak için bir sebepleri yok. Zira Türkiye'deki Ermeni sorununu temelli çözmenin en kararlı yolu buydu.
Hovhannes Kajaznuni (Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok: 1923 Parti Konferansı'na Rapor)
Zira henüz kolağası iken Mustafa Kemal'in arkadaş çevresinde yarı şaka, yarı ciddi kendisine devlet başkanlığı rolünü biçmekten geri kalmadığı sır değildir. Selanik günlerinde arkadaşları Tevfik Rüştü (Aras), Nuri (Conker) ve Salih (Bozok) beylere nazırlık vb. görevler dağıttığı, buna karşılık "Peki bu görevlere bizi getirmek için sen ne olacaksın? Yoksa padişah mı?" sorusuna, "Ondan da büyük" cevabını verdiği bilinmektedir. Atatürk'ün bu özelliğini Enver Paşa'nın da keşfettiği anlaşılmaktadır. Zira Enver Paşa, Çanakkale'deki başarılarının ardından paşalığa yükseltilmesinin geciktirilmemesini hatırlatan Talat Paşa'ya, "Mustafa Kemal’in mirlivalığa terfi iradesi cebimdedir. Ama siz onu bilmezsiniz. O hiçbir şeyle memnun olmaz. General olur, korgenerallik ister. Korgeneral olur, orgenerallik ister. Orgeneral olur, müşirlik ister. Müşir yaparsınız, bununla da yetinmez, padişahlık ister!" cevabını vermiştir. Atatürk daha sonra Enver Paşa'nın bu sözleri kendisine nakledildiğinde, "Ben Enver'in o kadar zeki olduğunu bilmezdim" demiştir.
Sabahattin Özel (Mustafa Kemal Atatürk – Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler)
Sözü bitince savunmamı yapmak için ayağa kalkmıştım ki birazdan anlatacağım olay sayesinde bu zahmetten kurtuldum. Ağzımı açmış tam konuşacağım sırada, kalabalığı zar zor aşıp gelen bir adam, kralın ayaklarına kapandı ve uzunca bir süre sırt üstü süründü. Bu görüntü beni pek şaşırtmadı zira toplulukta söz almak için böyle yaptıklarını çoktandır biliyordum. Ben çenemi tutarken o bize şunları söyledi: “Efendiler, beni dinleyin! Bu adamı, maymunu veya papağanı, geldiği Ay'a Dünya dediği için cezalandıramazsınız! Ay'dan gelmese bile eğer bir insansa, tüm insanlar özgür olduğundan o da istediğini düşünmekte özgür değil midir? Ne yani! Onu sizin gibi düşünmeye zorlayabilir misiniz? Şimdi onu Ay'ın Dünya olmadığına inandığını söylemeye zorlayacaksınız. Oysa buna gerçekten inanmayacak. Nitekim bir şeye inanmak için insanın zihninde, o şeyle ilgili hayırlardan çok evetlerin çoğunluğu teşkil ettiği olasılıkların bulunması gerekir. Siz ona bu olasılıkları gösteremedikten yahut o bunları kendi mantığına oturtamadıktan sonra size inandığını söylese bile aslında inanmayacaktır. Öte yandan onu hayvan kategorisine koyuyorsanız, niçin mahkûm edilmemesi gerektiğini şimdi size kanıtlayacağım. Farz edelim ki dediğiniz gibi mantıksız bir hayvan, o hâlde siz hangi mantıkla onu mantığına karşı günah işlemekle suçlayabilirsiniz? Ay'ın bir dünya olduğunu söylemiş. İyi de hayvanlar zaten içgüdüyle hareket eder, öyleyse bunu söyleyen kendisi değil, içgüdüsüdür. Hem Ay'ı hem de bu dünyayı yaratan bilge doğanın, bilinen ne varsa hepsinin doğadan, yani kendisinden geldiğini bilmediğini sanmak tam bir ahmaklık olur. Tutkular size ilkelerinizi unutturduğunda bile doğanın hayvanları yönlendirmediğini akıl edin ki bir hayvanın tuhaflığından dolayı endişelenmek hiç değilse biraz yüzünüzü kızartsın. Beyler, bir karınca yuvasının başında bekçilik eden orta yaşlı bir adam görseniz ve bu adam, eşini düşüren bir karıncaya fiske atsa, kimi zaman komşusundan buğday tanesi çalan bir karıncayı cezalandırsa veya yumurtalarını bırakıp giden anne karıncayı adalete teslim etmeye çalışsa, bu adamın boyundan büyük işlere kalkıştığını ve mantıksız hayvanları boşu boşuna mantıklı olmaya zorladığını düşünmez misiniz? Öyleyse saygıdeğer piskoposlar, bu minik hayvanın tuhaflıklarından nasıl bir fayda beklersiniz? Söyleyeceğim bu kadar, efendim.” Sözü biter bitmez salon alkış sesleriyle yankılandı. Geçmek bilmeyen bir on beş dakika boyunca fikirler tartışıldıktan sonra kralın dediğine göre, bundan sonra insan sayılacak ve serbest bırakılacaktım.
Cyrano de Bergerac (L'autre monde; ou, Histoire comique des Etats et Empires de la Lune: Exploration philosophique et humoristique de la Lune dans la littérature du XVIIe siècle (French Edition))
Atatürk’ün bize mirası “aklını kullan” tavsiyesidir. Ona bugün ihtiyacımız var mı sorusunun cevabı da “Atatürk’ü sil, yerine akıl yaz, sonra bu soruyu tekrar sor”dur, dediğim gibi. Ama Atatürk’ün şahsı akıl değildir. Akıl bizim kafamızın içindedir. Onun aklını kullanamayız, zira o akıl artık yoktur, bedeniyle beraber yok olmuştur. O çok akıllı, müthiş zeki, çok bilgili bir insandı. Ama nihayet insandı. Tanrılık, peygamberlik, yanılmaz önderlik, değişmez komenderlik taslayanlardan hiç olmadı. Her insan gibi iyi meziyetlerinin yanında keşke olmasaydı dediği, dediğimiz yanları da vardı ve her insan gibi sonunda öldü. Ne yazık ki erken öldü. Erken ölümünün bir sebebi de yaramaz çocuk gibi davranmasıydı. “Kaç paket sigara içiyorsunuz ekselans?” diye soran Fransız doktora, “Üç paket,” diye cevap vermişti. Doktor da bunu tek pakete indirmesini söyleyip gittikten sonra Salih Bozok, “Ama Paşam siz zaten bir paket içiyorsunuz her gün,” demekten kendini alamamıştı. Atatürk hınzır hınzır gülerek, “Enayi miyim ben Salih?” diye cevap vermişti. “Bir paket içiyorum desem, herif üçte bir pakete indir diyecekti.” İşimiz Atatürk’ün yaptıklarını ezberlemek değil, onun akılcılığından öğrenmek, yaramazlıklarına da gülüp geçmektir, zira artık onları değiştirmek için çok geçtir.
A.M. Celâl Şengör (Dahi Diktatör)
İfade özgürlüğünün - yemek, barınmak, ısınmak, güvende olmak- gibi temel ihtiyaçlardan geri kalır bir yanı yoktur. Zira ifade özgürlüğündeki zaaflar -yemek, barınmak, ısınmak ve güvende olmak- gibi temel ihtiyaçların sağlanmasındaki zaaflarla doğru orantılıdır
Ece Üner (Haysiyet: Tuhaf Zamanlarda Cesurca Yaşamak)
bu dünyada yaşlıların gençlere her türlü hürmet ile itibarı gösterdiğini ve dahası, filozoflar senatosunun kararıyla babaların, reşit olur olmaz çocuklarına itaat ettiğini söyledi. Şeytanım, “Sizin ülkenizdekine tamamen zıt bir gelenek olduğu için şaşırdınız değil mi?” diye sordu. “Yine de mantıksız sayılmaz zira söyleyin bana, eli ayağı tutmayan bir altmışlıktansa artık düşünme, muhakeme etme ve uygulama becerisine kavuşmuş genç ve canlı bir adam daha iyi bir aile reisi olmaz mı? Altmış kışın karıyla hayal gücü donmuş bu zavallı sersem, mutlu başarılarını emsal alırken insanın ihtiyatının tüm kurallarına ve iktisadına aykırı o başarılı emsalleri yaratan şey aslında talih değil midir? Muhakemeye gelince, sizin halk arasında ihtiyarlara atfedilmiş bir özellik olsa da aslında ihtiyar biri onun da pek azına sahiptir. Ayrıca hayal âleminden çıkması için şunu bilmelidir ki ihtiyar ihtiyatı denilen şey aslında evhamdan, onu tedirgin edecek herhangi bir işe girişmenin azgın korkusundan başka bir şey değildir. Evladım, genç bir adamın gözü kapalı daldığı bir tehlikeyi o göze alamadığında, bunun sebebi felaketi öngörmesi değil, insanı cesaretlendiren bu asil dürtüleri tutuşturacak yeterli ateşe sahip olmamasıdır. Öyle ki bu genç adamın cesareti, onun maksadını başarıya ulaştıran teminat gibidir çünkü icraatını kolaylıkla ve süratle gerçekleştirmesini sağlayan bu şevk, onu söz konusu işe girişmeye iten şeydir. Uygulama içinse sizi kanıtlarla ikna etmeye çalışarak zihninizi biraz zorlayacağım. Bildiğiniz gibi sadece gençlik harekete geçmeye elverişlidir. Bu ikna etmediyse sizi, yalvarırım söyleyin, sırf düşmanlarınızdan veya size zulmedenlerden sizin yerinize öç alabileceği için cesur bir adama saygı duymaz mısınız? Alışkanlıktan değilse, kanı donmuş yetmişlik taburu, adalet için ısınan gençlerin tüm asil coşkularını soğukkanlılıkla öldürdüğü zaman niçin hâlâ ihtiyar birine saygı duyasınız? Güçlüye boyun eğmenizin nedeni, kazanacağı zafere karşı koyamayacak olmanız değil mi? Öyleyse niçin tembellikten kasları erimiş, damarları çekilmiş, aklı buharlaşmış, iliği kurumuş bir adama itaat edesiniz! Bir kadına güzelliğinden dolayı hayran olmadınız mı? O hâlde, yaşlılıktan ruhu artık canını ölümle tehdit eden bir hayalete dönüşmüş birine neden diz çökmeye devam edersiniz? Son olarak, akıllı bir adama saygı duymanızın nedeni, karmaşık bir soruna canlı dimağıyla çözüm bulması, en yüksek zümrelere bile söz geçirebilmesi, tüm bilgileri bir çırpıda öğrenmesi veya sadece kendi olmak için şiddetli arzularla dolan bir ruha sahip olması değil miydi? Buna rağmen, çürümüş organları kafasını ağırlaştırıp onu aptallaştırdığında bile, kalabalık içinde mantıklı bir adamdan ziyade sessiz bir put heykeline benzeyen bu adama saydı duymayı sürdürürsünüz.
Cyrano de Bergerac (L'autre monde; ou, Histoire comique des Etats et Empires de la Lune: Exploration philosophique et humoristique de la Lune dans la littérature du XVIIe siècle (French Edition))
Eh, diriliş karşıtı çokbilmiş laflarınıza verecek bir cevabım yok. Tanrı yalan söylemez, ne dediyse doğrudur.” “Yavaş olun bakalım. Daha şimdi 'Tanrı dediyse?' dediniz ama önce Tanrı'nın varlığını kanıtlamalısınız, zira ben onun varlığını katiyen reddediyorum.
Cyrano de Bergerac (L'autre monde; ou, Histoire comique des Etats et Empires de la Lune: Exploration philosophique et humoristique de la Lune dans la littérature du XVIIe siècle (French Edition))
Bir kartal benimkine çok yakın bır ağacın dalları arasına gelip oturduğunda ve konuşmamızı kesmeye mecbur ettiğinde, saksağan tam da sözlerini bitiriyordu. Onu kral sandığımdan kalkıp önünde diz çökmek istediğimde, iyi ki saksağanım ayağıyla beni olduğum yere oturttu. “Düşünüyor muydunuz yani,” dedi, “bu büyük kartalın bizim hükümdarımız olabileceğini? Bu siz insanlara ait bir hayal, çünkü sizler emir almak için kendinizi, vatandaşlarınızın en kocaman, en kuvvetli ve en gaddar olanlarına bıraktığınız için, her şeyi kendinize göre değerlendirerek, aptalca, kartalın bize emir vereceğini sandınız." “Ama bizim siyasetimiz çok farklıdır, zira bizler krallarımız olarak sadece en çok zayıf, en çok tatlı ve en çok barışçıl olanları seçiyoruz, üstelik onları altı ayda bir değiştiriyoruz ve kral olarak en zayıf olanı, eğer birisine en küçük bir hata yaparsa, hata yapılan kendisinden intikam alabilsin diye seçiyoruz. Onları tatlı birilerinden seçmemizin sebebi, kimseden nefret etmemesi ve kimsenin de ondan nefret etmemesi içindir, ve sulhsever bir mizaçta olmasını istememiz de, savaştan kaçınmak ve her türlü adaletsizlik yolunu kapatmak içindir.” “Her hafta, herkesi toplar ve orada herkes, kral hakkındaki şikâyetini söylemek üzere kabul edilir. Eğer, idaresinden memnun olmayan sadece üç kuşla bile karşılaşırsa, görevden alınır ve yeni bir seçime gidilir. Halk toplantısının devam ettiği gün, kralımız, kanatları ve ayakları bağlanmış olarak, bir gölün kıyısındaki büyük bir porsuk ağacının en tepesine yerleştirilir. Bütün Kuşlar peş peşe önünden geçer; eğer içlerinden biri son kralı sorumlu bulursa, onu suya atabilir. Ama hemen önce orada bu olayın sebebini kanıtlamak zorundadır, yoksa kederli ölüme mahkûm edilir.
Cyrano de Bergerac (les États et Empires du Soleil)
Cennet kuşları, gagalarını kulaklarıma dayayarak bana, "Ölüm" dediler, "madem güzel anamız doğa, bütün çocuklarını ona tabi kılar, kuşkusuz o kadar kötü bir şey değildir, ve her an ve en küçük bir vesileyle başa gelebildiğine göre, büyük sonuçları olan bir hadise de sayılmamalıdır. Zira hayat eğer çok mükemmel olsaydı, bizim onu terk etmemiz kendi elimizde olamayacaktı veya eğer ölüm kendinden sonra, senin gözünde büyüttüğün önemli sonuçları getirseydi, onu terk etmemiz elimizde olamayacaktı. Halbuki canlılar hayata oyunla başladığına göre, aynen öyle bitirmeleri için, aksine birçok belirti vardır. Sana böyle anlatıyorum, zira senin ruhun bizimki gibi ölümsüz olmadığına göre, sen öldüğünde, her şeyin seninle birlikte öldüğüne kanaat getirebilirsin. Onun için, senin arkadaşlarından birkaçının daha sonra başına gelecek şey, senin başına daha önce gelecek diye hiç üzülme. Onların şartları göz önüne alındığında, onlar sana göre daha fazla acınacak durumdadır; zira eğer ölüm fena bir şeyse, sadece ölecek olanlara fenadır ve onların, burayla orası arasında ancak bir saati olan sana göre, yaşayacakları daha elli altmış seneleri vardır. Ayrıca, doğmamış olan mutsuz değildir. Nitekim sen de henüz doğmamış gibi olacaksın; hayatından bir göz açıp kapama sonrasında, bir göz açıp kapama evvelinde nasıl idiysen öyle olacaksın ve bu göz açıp kapama geçince, bin asır önce ölenler kadar eskiden ölmüş gibi olacaksın.
Cyrano de Bergerac (les États et Empires du Soleil)
Bir klan'ın üyeleri arasında evlenme yasaktır, zira aynı toteme taptıklarından birbirlerine karşı «mahrem»dirler ve aynı kutsallığı taşırlar. Halbuki diğer totemler, kendilerince, kutsal olmadığı için başka klan mensupları ile evlenmeleri mümkündür. Bir görüşe göre «exogamie» (dışardan evlenme)nin sebebi budur.
İbrahim Kafesoğlu (Eski Türk Dini)
17. yüzyılda "Epicure" felsefesine bürünmüş olarak dinsel geleneklere ve inanışlara saldıranlardan biri de "Cyrano de Bergerac"tır. İnsan yaşamını mutsuz kılıcı her şeye karşı savaş açmıştır; örneğin gelecek dünya yaşamlarının, bu yeryüzü yaşamlarına tercih edilmek gerektiğini öngören dinsel inançları yerer. La Mort d'Agrippine adlı piyesinde kaderciliği küçümser ve dünya yaşamlarının zevk ve mutluluk arama temeline dayatılması fikrini işler. Benimsediği Tanrı anlayışı, din kitaplarındakinden çok farklıdır. Ona göre Tanrı fikri yücelik ifade etmelidir ve bu yüceliği zedeleyici tanımlamalar yok edilmelidir: Örneğin, uğruna kurbanlar kesilen ya da korku duygularıyla itaat edilen bir Tanrı anlayışına yer verilmemelidir; zira böyle bir Tanrı, olsa olsa insanların kendi kafalarından uydurdukları bir şeydir. Bu tür fikirleriyle “Cyrano de Bergerac", sadece halk yığınlarını değil fakat aydın sınıfları ve bilim çevrelerini dahi olumlu yönde etkilemiştir.
İlhan Arsel (Aydın ve "Aydın")
Ey bilmediğimiz bir yerde gizlenerek ismini söylemeyen, sırrını bildirmeyen, ruhumuz içinde meşalesinin yanmasını bekleten; şiiri zihnimize bir tebessümle sirayet edecek, dersi tam bir samimiyet ve sağlam bir ciddiyet olacak ve sözleri çorak gönlümüzü yeşertecek olan İlah, din, ruh, zeka, mantık veya mürşit! Sen, bulunduğumuz karanlığı aşkımızın aradığı nurunla aydınlatarak, bize mutlu ve çıkar bir yol göster! Zira izleri hep kanlı adımlarla yürüdüğümüz toprakta yolculuğumuz büsbütün (yokluğa) varmadan evvel, bir gün senin ilmine kurtuluşuna ermemiz: Eltafı Kibriyadan memul-ü müstedadır!
Abdülhak Şinasi Hisar
Dedim ki, ben her zaman söylerim, burada da bu vesileyle arz edeyim, benim elime büyük bir yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda arzu edilen inkilabı bir anda bir "Coup"(darbe) ile tatbik edebileceğimi zannederim. Zira, ben, bazıları gibi halkın anlayışını, önde gelenlerin anlayışlarını yavaş yavaş benim anlayışım ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar yıllık yüksek öğrenim gördükten sonra, medeni ve sosyal hayatı inceledikten ve hürriyeti elde etmek için hayati ve yılları harcadıktan sonra neden sıradanların seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarayım; ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar.
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri 2. Cilt (1915 - 1919))
Bedenlerin birbirine olan cazibesinden daha fazla, ruhların birbirine cazibesi vardır. Ruhlar birbirini çeker. Zira hepsinin de kaynağı aynıdır. Hepsini de Allah kendi ruhundan üflemiştir. Beden gemisinin kaptan köşkünde ruh oturuyorsa ki -ki orada oturmak onun hakkıdır-, geminin istikametini o kaptan belirler.
Mustafa İslamoğlu (Kur'an'a Göre Esma-i Hüsna 2)
(Janet Frame) ...Her günkü yazma sürecini bir deftere not alma alışkanlığının da faydası oldu. Bu deftere bir sütuna tarihi, diğerine yazmayı umduğu sayfa sayısını, bir sonrakine gerçekte yazdığı sayfa sayısını, sonuncu sütuna da 'Mazaretleri' yazıyordu. Kariyerinin daha sonraki dönemlerinde son sütunu kaldırıp onun yerine 'Boşa Geçen Günleri' takip etti-zira, kendisinin yazdığı üzere,'Bildiğim mazaretleri kendi kendime teşhis etmeye ihtiyacım kalmamıştı.' (s.253)
Mason Currey (Daily Rituals: Women at Work)
Zira harp sahasında kalın paltolarla kaba çizmelerin içinde uykusuz üç dört gece geçiren bu zat, salonlarda pek mahirane vals edermiş; tanıyanlar Mustafa Kemal Paşa'yı yalnız gözü yılmaz bir kumandan diye değil, aynı zamanda salonlarda pek lezzetle aranan nazik, terbiyeli ve zeki bir kavalye diye anıyorlar.
Ruşen Eşref Ünaydın (Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat)
Mustafa Kemal, Sakarya harbine giderken, bir taraftan tehalükle [istekli bir çabuklukla] yol hazırlıklarını yapıyor, diğer taraftan yanındakilere dönerek: - Hey, çocuklar: bum bum başladı, bilesiniz… diye gülüyordu. Bu haliyle tıpkı futbol maçına koşan sporcu bir delikanlıyı andırıyordu. Sporcu?.. Evet, Mustafa Kemal, muharebeyi -kinsiz, öfkesiz ve korkusuz- bir spor gibi yapardı ve maçlarını kazandıktan sonra ise defne çelenkleri üzerinde uykuya dalmayı hiç sevmezdi. Bütün samimî sporcular gibi, fena kuvvetlere karşı cidalci [savaşçı] mizacının ona emrettiğini antrenmanlara devam ederdi. Günün birinde karşısında güreşecek kimseyi bulamazsa, kendi nefsiyle bir sessiz münakaşaya girişirdi. Evet, Atatürk, sapına kadar askerdi fakat, militarist değildi. Harbi, şevk ve şetaretle kabul ederdi, fakat, aramazdı. Çağırmazdı. "- Harpçi olamam. Çünkü, harbin fecaatlerini herkesten iyi bilirim." derdi. Ve belki, bu fikrini, bu içtihadını hareketiyle ispat etmek içindir ki, bir devlet reisi sıfatıyle de kendisine o kadar yakışan ve taşımakta o kadar haklı olduğu şanlı üniformayı giymekten çekinmişti. Taşımakta o kadar haklı olduğu; dedim. Zira, harb sonrası rejimleri, nice çavuşlara, nice sokak politikacılarına birer general veya mareşal kıyafetine girerek nice orduların, nice devlet ve milletlerin talihiyle bir oyuncak gibi oynamak fırsatını vermiştir. Hatıra gelebilir ki, Atatürk, biraz da bunlar sırasında görünmekten tiksindiği ve kendi meşru üniformasının şerefini esirgediği için milleti arasında daima bir "ferdi millet" olarak dolaşmayı tercih etmiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Atatürk)
Binyıllar üzerinden bakıldığında, insanî tutkular birbirine karışır. Zaman insanların duyduğu aşk ve nefretlerden, bağlanmalardan, mücadelelerden ve arzulardan bir şey de eksiltmez, onlara bir şey de katmaz: Geçmişi ile bugünü hep aynıdır. Tarihin on ya da yirmi asrını rastgele aradan çıkarsak, insan doğası hakkındaki bilgimizde elle tutulur bir eksilme olmazdı. Yeri doldurulamayacak tek kayıp, o asırların dünyaya getirmiş olduğu sanat eserlerinin kaybı olurdu. Zira insanlar eserleriyle birbirlerinden farklılaşır, hatta var olur.
Claude Lévi-Strauss (We Are All Cannibals: And Other Essays (European Perspectives: A Series in Social Thought and Cultural Criticism))
Penceredeki Kadın” motifi, Afrodit Parakiptusa kültü ile bağlantılıdır. Bu kült, Kıbrıs ve Babil’de yayılmıştı. Herodot bize bu kült hakkında alışılmadık bir hikâye anlatmaktadır: “Geleneklerinin arasında en kötü şöhretli olanı, Babil’deki her kadının hayatı boyunca bir sefer Afrodit tapınağına gidip oturması ve yabancı bir adamın kendisiyle ilişkiye girmesine izin vermesidir. Servetiyle övünen kadınların çoğu ise diğerleriyle karışmayı istemediğinden, tapınağa örtülü taşıtlarla getirilir, maiyetindeki birçok hizmetliyle yerini alırdı. Yine de çoğunlukla genel kalabalığın içinde oturur, Tanrıçanın huzurunda başlarına bir şerit takar, bazıları gelirken ve diğerleri giderken kadınların arasındaki geçitlerde boşluk bırakılır, böylece yabancılar aralarında yürüyüp seçim yaparlardı. Ve bir kadın oraya oturduğunda, artık bir yabancı onun kucağına bir madeni para atıp tapınağın dışında onunla yatmadıkça evine gidemezdi. Madeni parayı attıktan sonra adam şöyle söylemeliydi: “Tanrıça Mylitta adına, seni talep ediyorum”, zira Asurlular Afrodit’e böyle seslenirdi. Madeni paranın değeri ne olursa olsun, kadın onu reddedemez, bu yasaya karşı olur, çünkü madeni para kutsaldır. Kadın, kendine parayı atan ilk adamla gider ve kimseyi reddedemezdi. İlişkiye girerek Tanrıça’ya olan görevini yerine getirir ve evine dönerdi; sonrasında ne kadar büyük olursa olsun hiçbir hediyeyi de kabul edemezdi. Güzel ve endamlı kadınlar en baştan ayrılır, ancak çirkin olanlar gelenek yerine gelinceye dek uzun süre beklerlerdi, ki bu bazen üç ile dört yıl kadar sürebilirdi. Kıbrıs’ın belli bölgelerinde benzer bir gelenek vardır.” Herodot tarafından abartılı terimlerle tanımlanan bu kült, Babil’de şüphesiz bulunuyordu, ancak çivi yazısı metinler bunun ne zorunlu, ne de genel anlamda uygulandığını gösterir. “Penceredeki Kadınlar”, baş rahibenin gözüne girmek adına yarışan ve Tanrıçalarının hizmetinde birleşmek için erkekleri sokaktan toplayan kadın müritlerdi. Herodot’un bahsettiği başa giyilen şeritin (örtü) ise hayat kadınlarına özgü olduğu görülür; örneklerine ise -Nimrud parçası gibi- Arslan-Taş ve Horsabad’da rastlanmıştır.
Ekrem (Hrsg.): Akurgal (Orient und Okzident: Die Geburt der griechischen Kunst (Kunst der Welt))
(Asurluların kavramsal iki boyutlu sanatı) Betimlemedeki başarısız bir deneme olarak yargılanmamalıdır; zira çizimleri Asurlular için insan vücudunun "ideal" sunumuydu. Sanatçılar göğüs ve omuzları cepheden (önden) göstermeyi seçtiler, çünkü vücudun bu parçalarını en net ve en "güzel" sergileyen taraf buydu. Ve şayet gerekliyse, Asurlu sanatçı kavramsal betimlemenin ilkelerinden feragat edebiliyordu: Köleler, mahkumlar ve sıradan insanlar, konuya alakasıyla ihtiyaç duyulduğu sürece profilden görülebilirdi, ki kavramsal sanatın dayatmasına ters olarak, kral -bir eylem sırasında gösterilse bile- göğsün tüm genişliğini içeren seçkin biçimi korurdu.
Ekrem (Hrsg.): Akurgal (Orient und Okzident: Die Geburt der griechischen Kunst (Kunst der Welt))
O zaman ben -zira insan yüreğinin ahmaklığının sonu yoktur- başka bir sen arar, başka bir sen bulurum.
Virginia Woolf (The Waves)
Çoğumuz gerçekliği dışarıda zannederiz ama aslında tüm gerçeklik bizim zihnimizdedir. Zira bu dünyayı algılamakta kullandığımız tüm veriler duyularımızdan gelir ve her biri, benzersiz olan beyinlerimizde değerlendirilerek anlamlandırılır. Tüm duygularımız, hayallerimiz, istek ve korkularımız kişisel ve bize özeldir.
Sinan Canan (İnsan Odaklı Liderlik)
Zavallı çocuklar... Elinizden kaçırdığınız o kirazlar gibi ne kadar saldırdığınız emeller, ümitler öyle tam elinize alacağınızı sandığınız anda böyle sizden kaçacaklar! Gülünüz! Gülünüz! Zira ancak şimdi içtenlikle gülebilirsiniz. Hayallerinizin boşluğunu, ümitlerinizin neticesizliğini görünceye kadar böyle gülünüz! Parlak bir gelecek hayal ederek, dünyanın gösterişine kapılarak, hayatın neşelerinden istifadeye çalışarak kaderdeki zirveye doğru adımlarınızı atınız. Bir başarıya, iyi bir sona gidiyorum diyerek gidiniz. Ondan sonra karşınıza çıkan inişi gördükten sonra o neşeler, o gülüşler neye dönüşür görürsünüz. Artık istediğiniz kadar korkunuz, istediğiniz kadar yakanızı kurtarmaya çalışınız... Ondan sonra elinizde olmadan adımlarınızı atmaya mecbursunuz, mahkumsunuz!
Fatma Aliye (Udî)
Duyguları ve hayatı muhafaza eden, ruhun potansiyellerini idareli kullanan, afyon dozunu Goethe gibi ayarlayabilene ne mutlu! Bu kişilerde hâkim olan hayal gücüdür yalnız, duygu değil. Byron, Schiller, Camões, Tasso genç öldü; kalpleri öldürdü onları. Homeros ile Goethe, Sofokles ile Voltaire yaşlılıktan öldü; hayal gücü besliyordu onları, yaşamları harcanmadı, zira hayal gücü duyguları harcamaz. Hayal etmek düş görmektir: Hayat bu sırada uyuyup dinlenir; hissetmek aktifçe yaşamaktır: Yorar, tüketir.
Almeida Garrett (Viagens na Minha Terra)