Var Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Var. Here they are! All 100 of them:

For me, literacy means freedom. For the individual and for society.
LeVar Burton
İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
One morning you wake up with more life behind you than in front of you, not being able to understand how it’s happened.
Fredrik Backman (Britt-Marie var här)
Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni. Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim. Beni uyandır.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Men då sa Jonatan att det fanns saker som man måste göra, även om det var farligt. ’Varför då’, undrade jag. ’Annars är man ingen människa utan bara en liten lort’, sa Jonatan.
Astrid Lindgren (The Brothers Lionheart)
Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Šausmīgi daudz taisnību. Nojukt var, ja nav savējās.
Imants Ziedonis (Epifānijas)
Çok yükseğe çıkamam; bende yükseklik korkusu var. Kimseyi yarı yolda bırakamam; bende ‘alçaklık’ korkusu var. Hayatta silgim hep kalemimden önce bitti. Çünkü kendi doğrularımı yazacağım yere, tuttum başkalarının yanlışlarını sildim. Beklenen hep geç geliyor; geldiği zaman da insan başka yerlerde oluyor. Kimseye göstermem üzüntümü. Gündüz gülerim, geceleri yalnız ağlarım.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
If you can be heard then you exist.
Fredrik Backman (Britt-Marie var här)
Gerçek olan içimdeki bu boşluk mu? Değil! Bir şey var, ama eksile eksile var.
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel; Serde erkeklik var, ağlayamam.
Orhan Veli Kanık (Bütün Şiirleri)
İnsan yirmi yaşında ya toplumun akılla bağdaşmayan düzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sınırlarını zorluyor. Ben de gidiyorum. Henüz uyum duyacağım hiçbir şeyle karşılaşmadım.
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
Piyano çalmayı çok isterdim," dedi donuk bir sesle. "Şimdi piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların? Kelimeleri daha önce öyle kötü yerlerde kullanıyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularıma dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
All marriages have their bad sides, because people have weaknesses. If you live with another human being you learn to handle these weaknesses in a variety of ways. For instance, you might take the view that weaknesses are a bit like heavy pieces of furniture, and based on this you must learn to clean around them. To maintain the illusion.
Fredrik Backman (Britt-Marie var här)
Mark Twain der ki: 'Cennet ve cehennem hakkında ileri geri konuşmam, çünkü her ikisinde de dostlarım var.
Murat Menteş (Dublörün Dilemması)
Maybe they're out doing the tango and drinking tequila shots." He sent Eve a grin. "As we will be when we reach their age. After which we'll come home and have mad sex." "For God's sake. This is on the record." "Yes, I know." He stepped off with her on Var's floor. "I wanted those future plans to be official as well.
J.D. Robb (Fantasy in Death (In Death, #30))
I think reading is part of the birthright of the human being
LeVar Burton
Soccer forces life to move on. There’s always a new match. A new season. There’s always a dream that everything can get better. It’s a game of wonders.
Fredrik Backman (Britt-Marie var här)
Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin ya istikbaldesin? Bu saat de var.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Huzur)
Han var en man av svart och vitt. Och hon var färg. All hans färg
Fredrik Backman (En man som heter Ove)
Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?” “Hangisini?” “Otomatik yanan, sensörlü lamba.” “Hayır.” “Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.” Önüme baktım. “Neden kırdın?” Cevap yok. “Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…” “Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?” “Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.” “Beni görünce yanmıyordu baba.” “Nasıl ya?” “Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.” “E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.” “Hadi ya! Sahiden mi?” “Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.” Babama sarıldım yıllar sonra.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Seni anlıyorum" demek büyük bir yalandır. Kocaman bir yalan. Kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... Var olan en sağlam zırh insan vücududur. İçindekileri en iyi saklayan kasa odur.
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
Vreau sa traiesc cu tine tot.Sa ma satur de tine, sa te vars si apoi sa o luam de la capat
Chris Simion (Ce ne spunem când nu ne vorbim)
Acıları dev aynasında büyüten rezil bir hassasiyetim var.
Cemil Meriç
Sen de fark ettin mi? Az, dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Hakan Günday
Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum, biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için. Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil. Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz?
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Onu sevmeyi bir tutku haline dönüştürüyorum. Bu sevgide tüm sevgilerim, sevebilme gücüm var. Gelecekteki sevgileri de Yaşar gibiyim. Geçmiştekileri de.
Tezer Özlü (Çocukluğun Soğuk Geceleri)
Og tror du det var ensomt å ferdes slik alene Der skog og tundra sprer seg krevende og vill Da feiler du min kjære, for det er blant mennesker at ensomhet blir til.
Helge Ingstad
Yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için...
Hakan Günday (Az)
Ne var ne yok?" "Zor bir soru. Pek emin değilim ama tahminimce her şey var ve yokların içinde saklı.
Alper Canıgüz (Oğullar ve Rencide Ruhlar (Alper Kamu, #1))
Senin gözlerin hiç gülmez mi? Ne hain gözlerin var senin...
Nâzım Hikmet (Yeşil Elmalar (Romanlar 2))
De som älskade mest, de som var av kärlek besatta, det var dem som frosten tog.
Jonas Gardell (Döden (Torka aldrig tårar utan handskar, #3))
Önce kelime vardı” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil.Kelimelerden önce de Yalnızlık vardı ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık.. Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde.Kelimeler,yalnızlılığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu.Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü,dayanılmaz oldu.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Human beings are the laziest creatures in the history of creation. We would rather not do anything if we could avoid it.
LeVar Burton
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım
Turgut Uyar (Göğe Bakma Durağı (Seçme Şiirler))
İstanbul ile Ankara karşılaştırması yaptı. İstanbul'a giden herkes dönüşte böyle bir kıyaslama getirir, lokum gibi ya da pişmaniye, saray helvası, Bolçi. "İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen bile dişlerini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
Ne zaman vaktin var? dedi. Her zaman. Ona bu sözü söylemedim tabii. Her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz.
Oğuz Atay (Korkuyu Beklerken)
...dünyanın iki buçuk milyar nüfusundan yalnız bir tek insan üzerinde ısrarın bir monomaniden başka adı var mıdır?
Peyami Safa (Yalnızız)
Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? Böyle mi görünür gökyüzü her zaman? Her zaman güzel mi bu kadar, Bu eşya, bu pencere? Değil, Vallahi değil; Bir iş var bu işin içinde.
Orhan Veli Kanık (Bütün Şiirleri)
KARLI KAYIN ORMANINDA ... En acayip gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak: Öleceğimizi bilip öleceğimizi mutlak. Memleket mi, daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı? Bayramoğlu, Bayramoğlu, ölümden öte köy var mı ? ...
Nâzım Hikmet (Şiirler 6 – Yeni Şiirler (1951-1959))
Ben mutsuzluğa karşıyım,” dedim. “Neden?” “Çok fazla mutsuz insan var.
Emrah Serbes
İyi şeyler tesadüfen olmuyor. Vazgeçmediğin sürece iyi bir şey için şansın var demektir.
Azra Kohen (Fi)
Un viņš saprata, ka vienatne ir tas briesmīgākais būris, kurā cilvēks var sevi ieslodzīt.
Alberts Bels (The Cage)
Ayağın taşa takıldığında "Allah kahretsin" bile deme, dua et ki; taşa takılan bir ayağın var...
Necip Fazıl Kısakürek
Hayatımla oynuyorum. (Emel'in ellerini tutar.) Fakat bana acıyın, çünkü oyunlara ihtiyacım var. Ne var ki hiçbir şeyin sonunu getiremiyorum, oyunlarım hep yarıda kalıyor, fakat sizi sonuna kadar seviyorum.
Oğuz Atay (Oyunlarla Yaşayanlar)
Yeniden doğulmaz. Doğsan bile n'olacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var.
Sait Faik Abasıyanık (Mahalle Kahvesi)
Sancı filan da çekme olur mu? Dünyada yeterince acı var zaten.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk. Bir balkon olsa şimdi. Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde. Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse, kocaman bir hırkanın içinde olsan. Bir şeyi terk etmiş olsan. Mesela bir şehri. Mesela kendini, yüzünü filan mesela.
Ece Temelkuran
Ir tādas dienas, kad var redzēt - šķietami nesakarīgu lietu sakarību.
Imants Ziedonis
Kas ir stiprs, salauž stieņus. Kam nav spēka, tas ironizē par stieņiem. Kas ir stiprs, tas iznīcina būri. Kam nav spēka, tas rada būra filozofiju. Jo tikai tā var būrī dzīvot.
Alberts Bels (The Cage)
Genç. Ama yüzünde derin çizgiler var. Sanki çocukken bile yüzü buruşukmuş. Genç. Ama her şeyi yaşamış da, artık hiçbir şeye aldırmıyor gibi bir tutum içinde. Gelişigüzel alıyor yaşamı. Sıkılıyor.
Tezer Özlü (Çocukluğun Soğuk Geceleri)
Aşk, benim için de, benim gibiler için de, biraz fazla. Fazla güzel bir şey. Ne uçmak geliyor elimden, ne de ötmek. Her şeyden önce yiyip içmeye ihtiyacım var; halbuki, aşık olursam yiyip içemem.
Orhan Veli Kanık (Hoşgör Köftecisi)
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Hantal, çirkin bir büfeyi ardından sürüklemek gülünçtür. Büfenin otuz taksidini ödemek için, büfeyi yedi yıl cilası bozulmadan kullanmak için harcanan bütün çabalar gülünçtür. On lira, yirmi lira için büfeyi dar merdivenlerden yukarı çıkarmaya uğraşan iki hamalın çabalarının anlamı var yalnız.
Sevgi Soysal (Yürümek)
Sen bana bak, oğlum, yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin.
Yaşar Kemal
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’de birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler heryerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orada...
Aziz Nesin (Zübük)
Senin soyunun güçleri arasında soyunmayı gerektirmeyen bir şey var mı? Anita Blake s.131
Laurell K. Hamilton (Danse Macabre (Anita Blake, Vampire Hunter, #14))
şimdiye dek düşünmediyseniz bakmayın içinde ne var küçük bir kitaptır yaşamak elinde tutmaya yarar
Cemal Süreya
Peki, kim kurtaracak beni var olmaktan?
Fernando Pessoa
o büyük ve muazzam zamanda unuttum kanatlarım çok oldu üşüyor benim bu beyaz ıssızlıkta göğsüme düşüyor bu yüzden eğik boynum bir kuşun anısı kalmış bende, saklı bundan gözlerimdeki kayalık, içimdeki serseri buzullar dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var.
Birhan Keskin
Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var. Hayalciler... Sıfırlar... Varolmayanlar... Yoklar... Yarım yamalaklar... Hayalperestler... Olmayanlar... Hiçler... Biz onlar gibi değiliz!
Doğu Yücel
Slik var kjærligheten. Den kunde ruinere sin mand, gjenreise ham og brændemeærke ham igjen; den kunde elske mig idag, dig imorgen og ham imorgen nat, så ubestandig var den. Men den kunde også holde fast som et ubrytelig segl og blusse like uutslukelig til dødens stund, for så evig var den.
Knut Hamsun (Victoria)
Sizler, tanımadığım okurlarım, sizler bize oranla muhtemelen çocuksunuz (sonuçta bizim arkamızda TekDevlet var ve haliyle insan için en mümkün en yüksek doruklara erdik). Ve tıpkı çocuklar gibi, acı şeyleri ancak tatlı ve kalın bir macerayla kaplayıp verirsem yutacaksınız.
Yevgeny Zamyatin (We)
Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Cemal Süreya (Sevda Sözleri)
Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla. Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbette sıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.) ...
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Jeg ville ønske, du aldrig var kommet så natten heller aldrig var gået. Og jeg ville ønske, du ikke var blevet så morgenen heller aldrig var kommet. Jeg ville ønske, det aldrig blev sommer så sommeren altid var på vej.
Henrik Nordbrandt
Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de köprüsü balgamlıdır. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Read the books they don’t want you to. That’s where the good stuff is.
LeVar Burton
Ne var ki dünyada “sizi anlıyorum” gözlerinin sahteleri türemişti;gerçeği sahteden ayırmak çok zordu.”Sizi anlıyorum konuşmanıza ihtiyaç yok” ya da “siz onlara bakmayın yalnız gözlerime inananın” bakışlarını çoğu aslında “bugünü geçirmek için birine ihtiyacım var” kalıbından ibaretti.İnsanın böyle sahtekarları görünce başı ağrıyordu.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen de dişini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
… insanların hayatlarında tatmadıkça bilemeyecekleri mutluluklar, sevinçler, acılar, mübhem, muğlak, dile getirilemeyen duygular var, haller var. insanoğlu bir kapalı kutu. içinde ne gizli köşeler, ne mahrem mekânlar var. seni anlıyorum. seni seviyorum. senden nefret ediyorum. seni istiyorum. sensiz yapamıyorum. vesaire. …
Mustafa Kutlu (Kapıları Açmak)
Es tevi gribu Cik labi, ar tevi var neizlikties, Es tikai ar tevi gribu tikties, Es gribu, lai tikai tu manī skaties, - Kad tu manī skaties, es esmu patiess. Kad tu manī skaties, es esmu patiess, Mūsu dzīvē vēl simtiem vilcienu aties Un tūkstošiem jūdžu būs jāiet vēl kājām Un varbūt bez ūdens, bez sāls un bez mājām. Bez ceļa, bez ūdens, bez sāls un bez mājām Man liekas, mēs tūkstošiem jūdžu jau gājām. Tavs skatiens bij traks, un tavs skatiens bij prātīgs, Tavs augums kā rudzu maize bij sātīgs. Tavs augums kā rudzu maize ir sātīgs, Ta zeme, ko min tavas kājas, man patiks, Pat sviedriem un asinīm saindēta Tā zeme, ko min tavas kājas, būs svēta. Šī zeme, ko min tavas kājas būs svēta. Balti ķirši un sarkanas rozes zied sētā. Kā laiku un telpu, un bezgalību Es tevi gribu.
Imants Ziedonis (Kā laiku un telpu, un bezgalību..)
Çünkü benim durumumu en iyi sen anlarsın. Yalnızlığı ve korkuyu en iyi sen bilirsin. Yorgunluklar vardılar fakat ümitsizlik yoktular. Sen bir yerde bulunuyordun, yumuşak bir yerdeydin. Sert köşelere çarpmaktan yorulan aklımın durgun ve sürekli bir aşk içinde ancak seninle birlikte dinlenebileceğini biliyordum. Bizi başkaları anlamaz Sevgi. Başkalarının aklı başkadır. Bu yüzden ikimizi hep garip bakışlarla süzmüşlerdir. Şimdi beni de garip bakışlarla süzenler var. Ben onlara aldırmıyorum, insanların beni beğenip beğenmemeleri umrumda değil artık. Ben kendimi tanımakla ilgiliyim.
Oğuz Atay
Wait, I'm not done.. We didn't have a stuffed bear. And, since I'm not even sure what sort of beast a teddy bear is or where one would find it, I brought you a stuffed baldric instead. It will have to suffice." -Prince Quinn
Michelle M. Pillow (The Playful Prince (Lords of the Var, #2))
It takes just as much energy to be an asshole as it does to be kind.
LeVar Burton
Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi. "Ne gibi? " "Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki..." "Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..." "Ben de yalnızım..." dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım..." diye devam etti, "hasta bir köpek kadar yalnız..." ... Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz… Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daim bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok… Fakat bilmem… Ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm… ... Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım… Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir…
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Of course the dust is building up unseen, but you learn to repress this for as long as it goes unnoticed by guests. And then one day someone moves a piece of furniture without your say-so, and everything comes into plain view. Dirt and scratch marks. Permanent damage to the parquet floor. By then it’s too late.
Fredrik Backman (Britt-Marie var här)
Daha erken. Fakat yoruldum albayım. Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Korkuyorum. Hiçbir şey yapmak istemediğim için kötü bir şey yapmak istemiyorum. Yavaşça yukarı çıkmalıyım. Albaya belli etmemeliyim. Korkuyorum albayım. Beni tutacak mısınız acaba? Hayır, albayıma belli etmemeliyim. Acaba ağlar mı? Yazık, ben göremeyeceğim. Bu oyunu kendi başınıza oynayacaksınız albayım. İsterseniz ben daha önce yazarım size bütün aytıntılarıyla. Hikmet'in yükselişi ve düşüşünün son kısmı olur bu. Yorgun da olsam yazarım. Bir dakika dursam. Düşünsem. Düşünemiyorum. Düşünemediğimi belli etmemeliyim. Sonra şüphelenirler. Beni götürürler. Nereye? Biliyorsun. Hayır. Bilmiyorum işte. Dinlemiyorsun. İşte, oturmuş kitap okuyor albay. Ne var ne yok albayım? Oyun sanmalı. Kimseye belli etme, olur mu? Ben gidiyorum albayım. Albayım işte geldim. Sesini çıkarma. Hayır, belli etmem. Son bir hak tanıyamazlar mıydı bana? Bırak şimdi bunları. Albayım korkuyorum. Aşağıda olanları duydu mu acaba? Bilge boş bir eve dönmedi ki. Ben döndüm. Bilge, Bilge, neden beni yalnız bıraktın? Ağlarsan, her şey anlaşılır şimdi. Albayım, kusura bakmayın, balkona kadar yürümek zorundayım. Benim durumum Bilge'ninkinden farklı. Bu parmaklıklar da çok zayıf, albayım. Neden sözlerime karşılık vermiyor? Albayım beni tutmayacak mısınız? Parmaklığa dayandım albayım. Belki de bu parmaklıklar zayıftır, ne dersiniz? İnsanın ağırlığına dayanmaz sonra. Bana bakmıyor. Sesimi duymuyor. Artık çok geç, geriye bakamam. Bütün hazırlık bozulur. Neden geriye dönemiyorum? Aşağı da bakamıyorum. Gözlerini kapa. Buraya takıldım kaldım. Beni duymuyor musunuz? Bir şey yapamaz mısınız? Düşünüyorum.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin Birde bu terli karanlık Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su Sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar Bir korkuyorum yanlız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları Kısrakları birden yavrulamış Havaları birden güneşli Kadınlarla yattığım yetse ya Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor Hoşlanmıyorum
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Yani galiba seviyordum, sanırım sevmek böyle bir şeydi. Hiç yanımdan gitmesin istemekti. Yanımdan gitmesin, gündüz de gece de benimle dursun, başka odada uyumasındansa gelsin benimle balkonda başlı-kıçlı yatsın gerekirse, benimle simit satmaya, mahalle maçına, okula, denize de gelsin. Ekmeği, babamın sigarasını birlikte alalım, birlikte büyüyelim, okulumuzu bitirip evlenelim, el ele tutuşalım, annesi de iyileşsin, bayramlarda hem onun annesini hem benimkini ziyaret edelim. Ben askere gittiğimde bile o her hafta sonu beni görmeye gelsin. Onunla aile olalım, "Araba aldık çok borcumuz var," diyelim, "Çocuk ne zaman çocuk?" desinler, biz utanalım. Ama hiç ayrılmayalım.
Mahir Ünsal Eriş (Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...)
I am very tired. I watched the death of my friends who followed me here to the end of the world. They came to rescue your daughter. Not even knowing her. Apart from Cahir, none of them even knew Ciri. But they came here to rescue her. For there was something in her that was decent and noble. And what happened? They found death. I consider that unjust. And if anyone wants to know, I don’t agree with it. Because a story where the decent ones die and the scoundrels live and carry on doing what they want is full of shit. I don’t have any more strength, Emperor.
Andrzej Sapkowski (Pani Jeziora (Saga o Wiedźminie, #5))
Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayallerin neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatrını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında ufacık bir şey danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. İstersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi… Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorum demek, seni kendimden çok biliyorum, demektir. Bilmesem de, öğrenmek için her şeyi yaparım, demektir. Belki de az, her şey demektir. Ve belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir…
Hakan Günday (Az)
ÇOCUKLAR GİBİ Bende hiç tükenmez bir hayat vardı Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi Bazı nur içinde, bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kah el üstündeydim, kah hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgar gibi Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair, yahut bir hükümdar gibi Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu Sakinleştiğimi, durulduğumu Denize dökülen bir pınar gibi Şimdi şiir bence senin yüzündür Şimdi benim tahtım senin dizindir Sevgilim, saadet ikimizindir Göklerden gelen bir yadigar gibi Sözün şiirlerin mükemmelidir Senden başkasını seven delidir Yüzün çiçeklerin en güzelidir Gözlerin bilinmez bir diyar gibi Başını göğsüme sakla sevgilim Güzel saçlarında dolaşsın elim Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim Sevişen yaramaz çocuklar gibi
Sabahattin Ali
kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. insan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. evet, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.
Ingeborg Bachmann
Yürüyor mu, yürümeyi mi düşünüyor Ruhi Bey Düşünmesi daha mı sonra koyuluyor yola Nereye gidecek ama, nereye varacak sanki Yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda Oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi Boşvermiş de sanki oyunun kurallarına Üstelik son bölümde, perdenin kapanmasına Azıcık vakit kalmış Ya da vakit var daha. Ama ne çıkar Gövdenin yazgıya başkaldırması mı Ruhi Beyin Başkaldırması mı yoksa Vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı Vaktinde anlamanın sevinci mi Ya da biraz geç kalmanın O gereksiz tedirginliği mi Hangisi Ama belli ki sonundayız her şeyin En sonunda.
Edip Cansever
Aslında bir aşka, olup bittikten sonra, en sonundan baktığımda, geride aşk adıyla anılacak bir şey bulamıyorum; belki hoş bir duygucuk, kısa bir süre yaşanmış ama mutlaka sona ermiştir; geriye kalan buruk bir tebessüm, acılı bir anı, yitmiş bir aşk vehmi, görünmez olmuş! Oysa başlarken ne kadar inandırıcıdır her şey. İki insanın, bir örgü gibi, tülden, hafif bir dantel gibi sarınmışlıkları vardır aşkı. Etin ete, ısının ısıya geçişi; yitirdiği yarısını arayan insanoğlunun bulduğunu sandığı parçasına rastladığında geçirdiği bir baygınlıktır aşk. Sonu olmasa, sonu gelmese vardır, evet vardır. Bir düşünce olarak, nakşedilmiş bir bilgi olarak genlerimize, vardır; yoktur demeye dilimizin varmadığı; kıyamadığımız için yok olmasına, elbirliğiyle yalandan var ettiğimiz bir sözcük, olmasını hep istediğimiz ve isteyeceğimiz bir umuttur aşk, bu umudu çalmaya kimin gücü yeter yarının insanından?
Leylâ Erbil (Mektup Aşkları)
Samim, tahlilinin neticesinden olduğu kadar, onu biraz evvelki heyecanlarından kurtarıp hislerini soğutan düşüncelerinin sakin bünyesinden de gelen bir ferahlıkla derin bir nefes aldı ve yatağına baktı. Artık uyuyabilirdi. Islık çalarak soyunmaya başladı. Pijamasının bir ayağını geçirdiği zaman durdu. Islıkla çaldığı hava, Meral’le beraber arada bir mırıldandıkları bir halk türküsüydü. Bir gün, Necip Bey korusunun tepesinde, birbirlerinin ellerini olanca kuvvetiyle sıkarak, uzakta bir gramofonun çaldığı bu havayı dinlemiş ve beraber sevmişlerdi. Sonra bir çok tabiat gezintilerinde ve yalnızlık anlarında beraber mırıldandıkları bu melodiyi Samim’in şimdi hatırlaması, şuur altından, biraz evvel tahmin ettiği sürprizlerden biriydi. Pijamasının ikinci ayağını geçiremeden, gözleri uzun müddet daldı. Ayrılma kararına hatıralar tarafından gelen ilk isyanı bastırmak için yapılacak bir şey var mıydı? Otomatik mücadelesinde ruhu yalnız bırakmak daha doğru olmaz mıydı? Zekanın müdahalesi, deminden beri tecavüze uğradığı için şuuraltı siperlerinde bir karşı taarruza hazırlandığı anlaşılan ihtirası büsbütün azdırmaz mıydı?
Peyami Safa (Yalnızız)
Hayat beni sıkıyor..." dedi. "Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar... Hele kızlar... Hepsi beni sıkıyor... Hem de kusturacak kadar..." Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: "Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsanlar bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Eliminizden ne yapmak gelir? Hiç!... Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında. Bu bile biraz palavralı bir rakam. Gecen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve 'hikmeti vücudumuz'u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatin bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akillimizin kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir suru bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları seklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç is bir insani nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bizde ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adi unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak yahut üç bin sene sonra kolsuz bacaksız, bir müzede teshir edilsin diye ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akilli isi gibi gelmiyor." Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı: "Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek is vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakla kullanmış oluruz. Ben ne diye bu isi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeeeh.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Eroinden söz ederken kendimi şaşırtıcı ölçüde iyi, sakin ve berrak hissediyordum. "Tam olarak bilmiyorum, Tom, bilmiyorum. Bi şekilde her şeyi daha gerçekçi kılıyor. Hayat sıkıcı ve anlamsız. Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bi gün büyük sorulara cevap bulmadan öleceğimizi keşfederiz. Hayatımızın gerçeğini farklı biçimlerde yorumlayacak dolambaçlı düşünceler geliştiririz, bedenimizle büyük şeylere, gerçek şeylere dair kayda değer bi bilgiye uzanmaksızın. Aslında, kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu bi hayat yaşar, sonra da ölürüz. Kendimizi her şeyin tamamen anlamdan yoksun olmadığına inandırmak için hayatlarımızı bokla doldururuz; kariyerle, ilişkiyle falan. Eroin dürüst bir uyuşturucudur, çünkü bu yanılsamaları sıyırıp atar. Eroin çaktığında iyiysen, kendini ölümsüz hissedersin. Kötüysen zaten var olan sıkıntıyı artırır. Tek dürüst uyuşturucudur. Bilincini değiştirmez. Bi anda çarpar ve gevşetir. Ondan sonra dünyanın sefaletini olduğu gibi görür, kendini buna karşı duyarsızlaştıramazsın.
Irvine Welsh (Trainspotting (Mark Renton, #2))
Pentru el, universul nu era mai mare decat circumferinta matasoasa a fustei ei; isi reprosa ca n-o iubeste, i se facea dor s-o vada iar; si se intorcea repede, urca scara cu inima batand. Emma, in camera ei, isi facea toaleta; el intra cu pasi usori, o saruta pe spate, iar ea scotea un tipat. Nu se putea opri sa-i atinga tot timpul pieptenele, inelele, salul; uneori ii saruta zgomotos obrajii sau o coplesea cu un sirag de sarutari marunte de-a lungul bratului gol, din varful degetelor pana la umar; ea-l respingea, pe jumatate zambitoare si plictisita, ca pe un copil care se tine scai. Inainte sa se marite crezuse ca simtea iubire; dar fericirea care ar fi trebuit sa rezulte din aceasta iubire nefacandu-si aparitia, insemna ca s-a inselat, gandea ea. Si Emma incerca sa afle ce se intelegea de fapt in viata prin cuvinte ca desfatare, patima si betie, care i se parusera atat de frumoase in carti.
Gustave Flaubert (Madame Bovary)
Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, bizim trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde olduğumuzun farkında bile değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlar da, bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyorlar. Birkaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi. O aydınlar da, sosyal bir takım sözler ediyorlar. Psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlarımız, bu kötü yaşantıyı dile getirmenin 'muhalefet yapmak' olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde, anlaşıp gidiyorlar. Bir 'mış gibi yapmak' tutturmuşlar; arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geliyor ya... mesele yok. Bir taklid yapıyoruz ve Batıya bile kendimizi kabul ettirdiğimiz anlar oluyor (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, Batılılara iftiralar ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz.
Oğuz Atay (Günlük)
Sana ahlak vaazı verecek değilim. Yalnız, benim gibi eş dost arasında akıllı geçinen bir insanın nasıl olup da bu kadar manasız ve bomboş bir gençlik geçirdiğine herkesten evvel kendimin hayret ettiğimi söyleyeceğim… Evvela bunun farkında değildim. Kendilerini derecesiz bir zeka ve kabiliyete sahip sayan arkadaşların arasında, mukaddes ve mağrur bir aptallığa sırtımı vererek yaşıyor ve sırf bununla mühim bir şey yaptığımı sanıyordum. Ne gayem, ne düşüncem vardı. Zekam bütün kuvvetini, içinde bulunduğu ana sarf ediyordu. Yerinde bir cevap, keskin bir nükte bütün hakikatlere bedeldi. Böyle günü birlik bir fikir hayatının tabii bir neticesi olarak tezatlara, manasızlıklara, hatta edepsizliklere düşüyordum. İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın bir uydurması… içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvanlar da diyebiliriz. Mikroplar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır. Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıftır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem:körkütük oluncaya kadar, aklı boğuncaya kadar: karaciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa'ya, oradan tabana kuvvet Van'a kadar gidemem. Yollarda geberirim... Çarşıya inemem. Çarşıyı Allah kahretsin.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Draugs nav laba grāmata, ko kurā katrā laikā arī nemazgātām rokām var noņemt no plaukta, lai bagātinātu vientuļu vakara stundu, izkliedētu garlaicību, atrastu sapratēju. Draudzība ir dvēseļu mijiedarbības skaistākais, vārīgākais, rūpīgi kopjamais zieds, kas, ja tam nepievērš pietiekami vērības, nonīkuļo un nokalst, vēl iekām pilnīgi uzziedējis. Ir vārdi, kas satur indi, un drausmi ir, ka izrunāto vārdu nevar paņemt atpakaļ. Kā indīga bulta tas reizēm aizķeras dvēselē un aizdzen to bojā. Bet ir arī vārdi, kuros apslēpts burvju spēks. No viena maza vārda nonīkusi dvēsele var atspirgt, atjaunoties, – sākt ziedēt visiem pavasara ziediem reizē. Tu pacietīgi izturi arī tās drauga īpašības, kas, ja ir citiem, tevi pilda ar īgnumu. Draugs ir nevis labu īpašību katalogs, bet dzīvs cilvēks, kura negatīvās īpašības tu tikpat labi pazīsti kā pozitīvās, nesaslejoties pret tām. Ja draugs no tevis aiziet tādēļ, ka tu žāvājoties muti neaizklāj ar roku, tad neskumsti par to. Kā ir malu mednieki, tā ir malu draugi, kas tver tikai tavas būtības ārējās malas. Ar tiem jauki pakavēties vienu otru stundu, bet dvēseli viņi nebagātina, ziemas vidū nespēj ienest pavasari, pusnaktī neaizdedzina gaismu.
Zenta Mauriņa
yürekten sevdiğim, sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum. kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. aşkım da öyle. zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: o, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. ama aşk -feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor... dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel. ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? senin tatlı çehrende sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim. hoşça kal canım. seni ve çocukları binlerce kere öperim. senin, karl manchester, 21 haziran, 1865
Karl Marx
Sevgili Bilge, sen yanımda olmadığın zaman seni düşünmek gerçekdışı bir olgu. (Nasıl oluyor iyi mi?) Ben gecekondudaki varlıklarla (soyut bir kavram olsun diye ‘varlıklar’ dedim) birlikte yaşamak istiyorum. Ben, birlikte yaşadığım varlıkları, ayrıca birer ‘kavram’ olarak düşünmek istemiyorum. Gönlümün rüzgarına kapılıp gidiyorum. Bunun dışında, bulanık hayaller var kafamda. Bu hayalleri bazen Hüsamettin Albay ya da Nurhayat Hanımla karıştırdığım oluyor; fakat, istediğim gibi düşünüyorum bu insanları. Sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda: Bir varlıkkavram olarak çıkıyorsun karşıma. Yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun. Bilge’yi, senin gibi hissetmemi istiyorsun. Nasıl olur? Yani albayı da, kendimi onun yerine koyarak mı düşüneceğim? İşte bu nedenle, kurmak istediğim dünya, senin yüzünden yıkılıyor; bütün oyunlar anlamını kaybediyor. ... Belki sana bu satırları yazmamalıydım. Belki de dönel bir yüzeyin, ekseni etrafındaki hareketi sırasında çeşitli ışık kaynaklarından beslenmesi olayında görüldüğü gibi, benim bir an süren ışıltımın yansımalarını artık ilginç bulmuyorsun; görüntümün gerçekliğine inanmıyorsun. Fakat seni seviyorum. (Bu sözü bir yere sıkıştırmaya mecburdum.) Düşünmek ve yansımak anlamlarını birlikte ifade eden ‘reflection’ kelimesini kullanmak isterdim burada. Fakat aslında, seni görmediğim zamanlarda yansımalarımın gerçekliğine ben de inanmıyorum. Belki benden artık nefret ediyorsun; belki de unuttun beni. Düşünce ve eylemlerin her an sonsuz değişik görünümlere bürünebileceğini bilen bir insan olarak, senden kararlı bir düşünceye benzeyen yansımaları nasıl bekleyebilirim?
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
Ivan Goncharov (Oblomov)
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı. Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi. Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.
Cemil Meriç
Cea mai minunată femeie din lume este cea care te iubeşte cu adevărat şi pe care-o iubeşti cu adevărat. Nimic altceva nu contează. Odată, pe vremea liceului, umblam pe bulevard cu un prieten, doi puşti zăluzi şi frustraţi care dădeau note «gagicilor» şi vorbeau cu atât mai scabros cu cât erau, de fapt, mai inocenţi erotic. Ce fund are una, ce balcoane are alta... Femeile nu erau nimic altceva pentru noi decât nişte obiecte de lux, ca automobilele lustruite din vitrinele magazinelor «Volvo» sau «Maserati»: nu ne imaginam cu adevărat că vom avea şi noi una vreodată. Prin dreptul cinematografului Patria am zărit o tipă trăznitoare. Am rămas înlemniţi: ce pulpe în ciorapi de plasă neagră, ce fund rotund şi ce mijloc subţire, ce ţoale pe ea, ce plete de sârmă roşie, răsucită în mii de feluri... Ne-am învârtit în jurul ei ca s-o vedem şi din faţă: cum putea avea aşa pereche de ţâţe, aşa de perfecte cum numai în albumele de artă — care pe-atunci ne ţineau loc de Penthouse—mai văzuserăm? Pentru cine era o astfel de fiinţă, cum putea fi o noapte de sex cu ea? Până la urmă ne-am aşezat la coadă la bilete, fără s-o scăpăm din ochi şi fără să-ncetăm comentariile. Când, îl auzim pe unul, un tip destul de jegos care stătea şi el la coadă, mâncând seminţe, înaintea noastră: «E bună paraşuta asta, nu? V-ar place şi vouă, ciutanilor... Da' ascultaţi-mă pe mine, c-am fumat destule ca ea: cât o vedeţi de futeşă, să ştiţi că e pe undeva un bărbat sătul de ea până peste cap! Poa'să fie cea mai mişto din lume, poa'să fie şi Brijibardo, că tot i-e drag vreunuia de ea ca mie de nevastă-mea...» Am fost mult mai şocat de remarcile astea decât mi-aş fi imaginat. Cum să te plictiseşti de frumuseţea însăşi, de neatins şi de neconceput? De cea pentru care ţi-ai da şi pielea de pe tine? Ce ar putea dori un bărbat mai mult decât să-şi poată trece braţul în jurul mijlocului ei, să poată privi minute-n şir în ochii ei, să o întindă încetişor pe pat... Să o scoată din învelişul ei de dantelă mătăsoasă... De-aici încolo imaginaţia mea se bloca, nu-mi puteam închipui cum e să faci dragoste. De câte ori mă gândeam cum ar fi, vedeam doar un ocean roz care se răsuceşte asupra ta şi te sufocă... Am cunoscut apoi femei reale, femei imaginare, femei din vis, femei din cărţi, femei din reclame, femei din filme, femei din videoclipuri. Femei din revistele porno. Fiecare altfel şi fiecare cu altceva de oferit. M-am îndrăgostit de câteva şi de fiecare dată a fost la fel: primul semn că aş putea-o iubi a fost mereu că nu m-am putut gândi, văzând-o, «cât de futeşă e». Chiar dacă era. Bărbaţii au creierul impregnat de hormoni. Nici cel mai distins intelectual nu e altfel, până şi el, la orice vârstă, îşi imaginează cum ar face-o cu fata plictisită, necunoscută, de lângă el. Dar când cunoşti cea mai minunată femeie din lume, care e cea pe care o poţi iubi, semnul este, trebuie să fie, că nici pulpele, nici «balcoanele» nu se mai văd, de parcă hormonii sexului şi-ai agresivităţii s-ar retrage din creierul tău tumefiat şi l-ar lăsa inocent ca un creier de copil şi translucid ca o corniţă de melc. Facem sex cu un creier de bărbat, dar iubim cu unul de copil, încrezător, dependent, dornic de a da şi a primi afecţiune. Femeile minunate din viaţa mea, toate cele pe care le-am iubit cu adevărat şi care-au răspuns cu dragoste dragostei mele, au fost într-un fel necorporale, au fost bucurie pură, nevroză pură, experienţă pură. Senzualitatea, uneori dusă până foarte departe, nu a fost decât un ingredient într-o aventură complexă şi epuizantă a minţii. Pentru mine nu există, deci, «cea mai minunată» în sensul de 90-60-90, nici în cel de blondă, brună sau roşcată, înaltă sau minionă, vânzătoare sau poetă. Cea mai minunată este cea cu care am putut avea un copil virtual numit «cuplul nostru», «dragostea noastră».
Mircea Cărtărescu (De ce iubim femeile)