Var Love Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Var Love. Here they are! All 59 of them:

Han var en man av svart och vitt. Och hon var färg. All hans färg
Fredrik Backman (En man som heter Ove)
Trangen til å lese tok meg og holdt meg i sitt deilige, berusende grep. Jo mer jeg leste, desto mer hungret jeg. Hvert verk var rikt på løfter; hver side jeg bladde om, var en eventyrferd, tiltrekning fra en annen verden.
Tatiana de Rosnay (The House I Loved)
Slik var kjærligheten. Den kunde ruinere sin mand, gjenreise ham og brændemeærke ham igjen; den kunde elske mig idag, dig imorgen og ham imorgen nat, så ubestandig var den. Men den kunde også holde fast som et ubrytelig segl og blusse like uutslukelig til dødens stund, for så evig var den.
Knut Hamsun (Victoria)
Sevişemeyenlerin atarlandığı o tatlı saatlerdeyiz. Bi de sevişip ruhunun açlığından uyku tutmayanlar var ki, bence sevişemeyenler onlara bakıp hallerine şükretmeli. Ve çünkü yalnız olmak, yanında biri varken yalnız hissetmeye yeğdir.
Arzum Uzun
Biliyorum ki, insanlar sadece kendilerini düşünerek var oluyor gibi görünseler de, aslında onlara hayat veren tek şey "sevgi"dir.
Lev Tolstoy (İnsan Ne İle Yaşar?)
Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin Birde bu terli karanlık Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su Sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar Bir korkuyorum yanlız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları Kısrakları birden yavrulamış Havaları birden güneşli Kadınlarla yattığım yetse ya Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor Hoşlanmıyorum
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Güzel bir köşe var. Yiyecek bir şeyler götürürüz. En çok ne istersin?" "Seni, Portuga." "Ben salamdan, yumurtadan, muzdan söz ediyorum..." "Her şeyi severim. Evde yiyecek bir şey bulunduğumuz zaman sevmeyi öğrendik.
José Mauro de Vasconcelos (درخت زیبای من)
Han är hennes Amerika. Det var allt jag kunde tänka. Det är så det ska vara. Kärlek ska vara som en stor, okänd kontinent. Man landstiger, och sen vill man ägna resten av sitt liv åt att bygga bo och slakta ursprungsbefolkningen.
Amanda Svensson (Välkommen till den här världen:)
De hadde hat mangfoldige ting sammen og fåt nogen fyldige barndomsår opover. De var begge like gode om det da de stjal gulrøtter i haven på Fredriksens landsted og ikke gik til ham bakefter og tilstod noget. De var sammen om å drukne katten.
Knut Hamsun (Ringen sluttet)
ÇOCUKLAR GİBİ Bende hiç tükenmez bir hayat vardı Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi Bazı nur içinde, bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kah el üstündeydim, kah hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgar gibi Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair, yahut bir hükümdar gibi Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu Sakinleştiğimi, durulduğumu Denize dökülen bir pınar gibi Şimdi şiir bence senin yüzündür Şimdi benim tahtım senin dizindir Sevgilim, saadet ikimizindir Göklerden gelen bir yadigar gibi Sözün şiirlerin mükemmelidir Senden başkasını seven delidir Yüzün çiçeklerin en güzelidir Gözlerin bilinmez bir diyar gibi Başını göğsüme sakla sevgilim Güzel saçlarında dolaşsın elim Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim Sevişen yaramaz çocuklar gibi
Sabahattin Ali
Saspied ciešāk manu roku, Saspied tā, lai pirksti kaist, Lai zūd šaubas, lai es manu, Nav tas sapnis, kas var gaist.
Ārija Elksne
Jautāt otram nozīmē vēl joprojām izvairīties no izšķirošā spieduma. Es gan arī īstenībā negaidīju atbildi no jums. Būtībā esmu jautājis tikai pats sev. Bet dažbrīd to var izdarīt, tikai jautājot otram.
Erich Maria Remarque (A Time to Love and a Time to Die)
Ved kvældsmaten skulde familjen ha en dram, det var gammel takst, og Rinaldus var den som skulde skjænke i glassene. Det var ham et høitidelig øieblik han skulde holde karaflen med de store malte roser i sine små hænder. Alles øine vogtet på ham... Maten var den reneste fremmedmat, det var både lefse og sirup og et ægg til hver. Man kunde se at det var jul, for det var atpå kjøpet smør til lefserne. (Jul i Åsen, Stridende liv)
Knut Hamsun
For også hun hadde hat sin historie, sin lille uregelmæssighet i sit liv (...)Siden sit ulykkelige forhold til en ung fremmed, en ren æventyrer ved navn Johan Nagel, en uanselig dværg, som hadde dukket op på hendes vei ifjor og gjort hende ganske forvirret, hadde fru Dagny hat sine dulgte sorger å trækkes med. Forholdet var ikke endt med at en hat sænkedes dypt og en pyntelig farvel hadde lydt, nei den vilde man var gåt på hodet i havet og hadde gjort ende på sig uten å si et ord.
Knut Hamsun (Redaktør Lynge)
Og jeg var så kjær i ham, å hele verden blev borte når han kom. Jeg husker en mand som kunde komme gående! Han hadde fuldskjæg, han var som et dyr, han stanset iblandt og holdt den ene fot oppe og lyttet, så gik han videre. Han brukte også skindklær.
Knut Hamsun (Rosa (Sun & Moon Classics))
Du har mistet dagen. Du har mistet troen på dagen, på det første og det siste, på det nye som finnes i enhver dag, som finnes i enhver begynnelse og slutt. En ny dag. Den finnes, men du ser den ikke, din dag ligner andre dager, det er fordi du allerede er død. Noe er dødt i deg. Når døde det, når døde du, var det da kjærligheten sluttet? Man kan ikke leve uten kjærlighet. Og likevel lever du, et halv-liv, et nesten-liv, et dødt-liv er det du lever.
Tomas Espedal (Elsken)
yürekten sevdiğim, sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum. kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. aşkım da öyle. zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: o, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. ama aşk -feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor... dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel. ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? senin tatlı çehrende sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim. hoşça kal canım. seni ve çocukları binlerce kere öperim. senin, karl manchester, 21 haziran, 1865
Karl Marx
Cilvēks var būt atbildīgs vienīgi par to, ko pats nodarījis. Un arī tikai tad, ja tas nav darīts pēc pavēles.
Erich Maria Remarque (A Time to Love and a Time to Die)
Jeg traf ham en morgen før jagttid, han var fem og tyve år og kom fra fjærne reiser, han spaserte ved min side i haven og da han berørte mig med sin arm begyndte jeg å elske ham.
Knut Hamsun (Pan)
Tu netrīci. Dzīvība tevī trīc. Tam nav nekāda sakara ar drosmi. Drosme cilvēkam ir tad, kad tas var pretoties. Viss pārējais ir dižošanās. Mūsu dzīvība ir saprātīgāka nekā mēs paši.
Erich Maria Remarque (A Time to Love and a Time to Die)
-Zamanaşımına uğrayarak hiçbir anlamı kalmamış eski kağıtlara, mektuplara ve yazılara dalmak kadar insanı çökerten bir başka şeyin var olabileceğini düşünemiyorum. Ne kadar geçmişin külleri, ne kadar unutulmuş şeyler, ne kadar boşa çıkmış tasarılar, ne kadar sönmüş aşklar söz konusudur bunlarda! Sanki araştırmak için mezarından çıkardığım, kadavralaşmış kendi genç bedenimdi ve bu kadavra kimi zaman masumiyetiyle insanın yüreğini parçalar gibi oluyorsa da kabul etmeliyim ki her zaman mis gibi koktuğu da söylenemezdi.- O, Theobald ya da Kusursuz Cinayet
Michel Tournier (The Midnight Love Feast)
Jag överdrev när jag sa att jag trodde att du hatade det jag spelade. Det jag menade var att jag trodde att du hatade mig. Jag hoppades att du skulle övertyga mig om motsatsen - och det gjorde du, tillfälligt. Varför kommer jag inte tro på det imorgon? - Call Me By Your Name, svensk översättning av Peter Samuelsson. Originalförfattare André Aciman.
André Aciman (Call Me By Your Name (Call Me By Your Name, #1))
Klockan var tio över tolv, det var ett nytt år, vi hade träffat varandra, vi hade hittat någon som fick oss att känna oss mindre halva, en person som inte var perfekt,men vi ville inte ha perfektion, vi var trötta på perfektion, mitt äktenskap hade varit fem års jakt på det perfekta och inte en enda gång hade jag känt mig lika levande som när jag stod där fuktig på en hemmafest i Bagarmossen.
Jonas Hassen Khemiri
Hayır ya, hayır! Seks olmadan yaşamak. Bak düşün! Diyorum ki kötü bir şey olmasa. Misal, belki de çayı şekersiz içmek gibi. Başlarda acıdır, ama şekerli içtiğin yıllarda çayın tadını aslında hiç almadığını fark edersin ve artık şekersiz çay ile çok daha mutlusundur. Yok, olmaz. Baksana, balın tadını almasan, balın olmadığı için üzülür müsün? Yine de bal yiyen insanlara bakıp merak etmemek var mıdır?
Mithat Terje (Oda)
This is not the sound of a new man Or a crispy realization It's the sound of the unlocking and the lift away Your love will be Safe with me förlåt goodreads, vet att detta är en hemsida om författare och deras böcker, och låtskrivare klassas inte som författare på det sättet. MEN hade man funnit texter från några av Bon ivers låtar mellan ett par sidor i en bok hade man nog kunnat tro att det var poesi, och justin vernon var en poet. hoppas därför att det inte är olagligt att jag delar en rad från en sång, den har hjälpt mig så himla mycket.
Bon Iver
Lafı zayıflık demeye getirmeye çalışıyorsun, farkındayım. Ama asıl zayıflık birine ait olmayı istemek, ya da birinin sahibi olmaya çalışmak değil. Asıl zayıflık, kendini bunlardan soyutlamaya çalışarak yaşamak. İnsan dediğin böyle şeylerden uzak kalamaz. Gerçekte, bunlardan uzak kalıp, güçlü hissetmeye çalışmak seni zayıflatır. Ciğer her zaman gözünün önünde, ona ulaşmak istemiyor gibi davranıyorsun. Oysa o ciğeri istediğini biliyoruz. İkisi de zayıflatır seni. Ne farkı var ki? Ha ona ulaşmaya çalışıp heba olmak, ha ulaşmayı istemiyormuşsun gibi görünmeye çalışırken heba olmak.
Mithat Terje (Oda)
För när man är med henne är det alltid söndag morgon. Och det enda jag är bättre än henne på är att jag klarar sömnbrist bättre än hon gör. Förstår du? Jag parkerar på fel parkeringsplats när jag är trött, men hon kör till fel jobb när hon är det. När jag har haft en jobbig natt hittar hon osten i frysen, när hon har haft en jobbig natt hittar jag kylskåpet i källarförrådet. Hon är bättre på precis allt annat, men när du var nyfödd märkte vi att det här var en sån sak som jag var mer funktionell med än hon. Den enda saken. Så vi måste ge henne det, du och jag. Av alla saker som hon gör för oss varje dag så måste vi ge henne det här. Vi måste låta henne sova inatt så att hon kan vara alla våra söndagsmorgnar när hon vaknar.
Fredrik Backman (Saker min son behöver veta om världen)
Sådan var kærligheden. Den kunne ruinerer en mand, genrejse ham og brændemærke ham igen; den kunne elske mig i dag, dig i morgen og ham i morgen nat, så ubestandig var den. Men den kunne også holde fast som et ubrydeligt segl og blusse lige uudslukkeligt til dødens time, for så var evig var den. Hvordan var da kærligheden? Åh, kærligheden den er en sommernat med stjerner på himlen og duft på jorden. Men hvorfor får den ynglingen til at gå skjulte veje og hvorfor får den oldingen til at stå på tæer i sit ensomme kammer? Ak, kærligheden den gør menneskehjertet til en svampehave, en frodig og uforskammet have hvor der står hemmelighedsfulde og frække svampe. Får den ikke munken til at luske ind i lukkede haver og lægge øjet mod de sovendes vinduer om natten? Og besætter den ikke nonnen med dårskab og formørker prinsessens forstand?
Knut Hamsun (Victoria)
Bir dizi çarpıtıcı prizma bir başkasını tanımamızı engeller... Önce imge ve dil arasındaki engel var... ... Bir başkasını hiçbir zaman tamamen tanıyamayışımızın bir nedeni de neleri açığa vuracağımız konusunda seçici oluşumuzdur... ... Bir başkasını tümüyle tanımaya bir üçüncü engel de paylaşan kişide değil, paylaşanın izlediği sırayı tersine çevirip dili imgeye- zihnin okuyabileceği metne- tercüme etmesi gereken öbür kişide, tanıyanda bulunur. Alıcının imgesinin göndericinin özgün zihinsel imgesine uyması çılgınca olanak dışıdır. Çeviri hatası önyargı hatasıyla karışır. Başkalarını kendi yeğlediğimiz fikir ve gestalt'lara uydurmak için zorlayarak çarpıtırız. ... Bir yüzü her görüşümüzde tanıdığımız şey o kişiye ilişkin kendi fikirlerimizdir. Bu kelimeler hüsranla sonuçlanan birçok ilişkinin anlaşılması için bir anahtar verir bize.
Irvin D. Yalom (Love's Executioner and Other Tales of Psychotherapy)
Sniegam ir piecas pamatpazīmes. Tas ir balts. Tas sastindzina dabu un pasargā to. Tas nemitīgi pārvēršas. Tas ir slidens. Tas pārtop par ūdeni. Kad Juko par to ieminējās tēvam, viņš tajā saskatīja tikai negatīvo, it kā dēla dīvainā kaisle uz sniegu viņa acīs ziemas sezonu padarītu vēl biedējošāku. -Tas ir balts. Tātad neredzams un nav pelnījis būt redzams. Tas sastindzina dabu un pasargā to. Lepnais. Kas viņš tāds ir, lai apgalvotu, ka spēj sastindzināt pasauli? Tas nemitīgi pārvēršas. Tātad tas nav uzticams. Tas ir slidens. Kurš gan gūst baudu, paslīdot sniegā? Tas pārtop par ūdeni. Lai vairāk mūs appludinātu atkušņu laikā. Bet Juko savā sabiedrotajā saskatīja piecas citas īpašības, kas pilnībā apmierināja viņa māksliniecisko talantu. -Tas ir balts. Tātad sniegs ir dzeja. Neizsakāmas tīrības dzeja. Tas sastindzina dabu un pasargā to. Tātad sniegs ir glezna. Vissmalkākā ziemas glezna. Tas nemitīgi pārvēršas. Tātad sniegs ir kaligrāfija. Ir desmittūkstoš veidu, kā uzrakstīt vārdu sniegs. Tas ir slidens. Tātad sniegs ir deja. Uz sniega ikviens var sajusties kā virves dejotājs. Tas pārtop par ūdeni. Tātad sniegs ir mūzika. Pavasarī tas pārvērš upes un strautus baltu nošu simfonijās. -Sniegs Tev nozīmē to visu? - jautāja priesteris. -Vēl vairāk.
Maxence Fermine
En händelse utmärker sig. En gång när vi var ute tillsammans hade Marit på sig en ullig rosa tröja som fällde som en collie om våren. Jag måste ha hållit henne tätt intill mig när vi sa godnatt, för nästa morgon upptäckte jag att tröjan hade luddat av sig på min jacka som nästan var alldeles skär. Under den halvtimme som det tog mig att få bort luddet vällde det upp en överväldigande känsla av ömhet inom mig, den sortens ömhet som uppslukar en helt och hållet och gör kroppen svag. Om jag fick veta att jag bara kunde spara en enda minnesbild ur livet och att alla de andra måste försvinna, skulle jag välja denna, inte så mycket av romantiskt nostalgiska skäl utan för att händelsen markerade ett betydelsefullt ögonblick i livet. Den pekade framåt mot vårt giftermål, mot de två barn vi skulle få tillsammans, det hem vi skapade och den glädje och sorg vi skulle dela. Jag tänker mig far sitta på sängkanten eller på en stol i ett litet rum med jackan i knäet. När han tar de som troligen var angoraludd mellan tummen och pekfingret och kastar det i en papperskorg eller samlar ihop det till en boll att slänga senare, förstår han att han är förälskad. Det händer inte medan han tittar på den unga kvinnan eller kysser henne, inte ens när han senare den kvällen ligger i sängen och tänker på henne. Det händer följande morgon, när han upptäcker att hennes tröja har blandat sig med hans jacka. Tillsammans blir plaggen drivkraften i en metafor som jag anar att far bara upplevde subliminalt. Dolt bakom den "nästan skära" jackan finns löftet om två passionerade kroppar, den ena inuti den andra. Som gammal minns han intensiteten i sina känslor och förstår att saker och ting tog en ny vändning i det ögonblicket. Jag tror att det fanns mycket som far ångrade, mer eller mindre med rätta, men inte den halvtimme som han tillbringade med en luddig jacka ensam i sitt rum i Oslo. (180-181)
Siri Hustvedt (The Sorrows of an American)
La Ierusalim oamenii mergeau intotdeauna ca dupa un mort sau ca intarziatii la un concert. Mai intai puneau jos varful pantofului si incercau pamantul. Apoi, dupa ce asezau piciorul, nu se grabeau deloc sa-l miste: asteptasem doua mii de ani ca sa putem pune piciorul in Ierusalim, si nu voiam sa renuntam la asta. Daca ridicam piciorul s-ar fi putut sa vina cineva si sa ne insface fasiuta de tara. Pe de alta parte, dupa ce ai ridicat piciorul, nu te pripi sa-l pui iar jos: cine stie in ce cuib de vipere poti calca. Sute de ani ne-am platit cu sange impetuozitatea, am cazut iar si iar in mainile dusmanilor pentru ca am pus picioarele pe pamant fara sa ne uitam pe unde mergem. Cam asa paseau oamenii la Ierusalim. Dar la Tel Aviv - maiculita! Intreg orasul era o lacusta uriasa. Oamenii saltau, ca si casele, strazile, pietele, briza marii, nisipul, bulevardele, si chiar norii de pe cer.
Amos Oz (A Tale of Love and Darkness)
Batı aklının...bir handikabı var. Çerçevenin içinde olmayı önemsiyor, dolayısıyla hakikati daraltıyor. Sistematik analiz kalıpları dışına çıkıldığında, boşluğa düşülüyor. Batı kültürü daha çok tüketime, görseliğe, gürültüye, eğlenceye, hıza ve hazza dayanmaktadır. Bu anlamda insanların aklı bombalanmış, bütünlüğü hasar görmüştür. Batı insanının üzerine çöken maddi ağırlık derinlikli düşünmesini ve ince duyarlıklar edinmesini engellemektedir. Bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Hakikate maruz kaldıkça, Hazreti Mevlana'nın şu sözü bana açıldı: 'Senin gürültün benim suskunluğumdur.
Rabia Christine Brodbeck (From the Stage to the Prayer Mat: The Story of How a World-Famous Dancer Fell in Love with the Divine)
It’s hard to explain how important Star Trek is to me. I think I went to my first Star Trek convention when I was fifteen. So to hear that Leonard Nimoy—Mr. Spock—was on the phone, I was not processing what he was saying. I could only focus on his amazing voice. I thought this was a phone call to see if he’d agree to do the part, but in his mind, he had already agreed to do it! He had one specific note on the script, which is that Mr. Spock doesn’t use contractions when he speaks. He says “cannot;” he doesn’t say “can’t.” And I remember just being chagrined that I hadn’t intervened and had allowed this to go on. I loved Spock so much, I used to sneak lines of Mr. Spock dialogue from the movies and TV shows into Big Bang Theory and give them to Sheldon. There’s an episode early on where Sheldon and Leonard are having a fight, and Penny asks, “Well, how do you feel?” And Sheldon replies, “I don’t understand the question.” That’s from the beginning of Star Trek IV where Spock has reunited with his mind and his body, and is being quizzed by a computer about his status. So Leonard Nimoy was just one of many fanboy moments. I once said to LeVar Burton, “If I could go back in time and tell my teenage self there would be a day where I would eventually talk to three crew members of the USS Enterprise, I’d fall over and die.
Jessica Radloff (The Big Bang Theory: The Definitive, Inside Story of the Epic Hit Series)
Düşündüğümüz bildiğimizden çok daha az. Bildiğimiz sevdiğimizden çok daha az. Sevdiğimiz var olandan çok daha az. Böylece, gerçekte olduğumuzdan çok daha az kendimiziz.
Leo Buscaglia (Living, Loving, Learning (1982) (Korea Edition))
Şüphesiz ki, arkasından "İyi ki yoksun" dediklerimiz de var olanlar kadar değerlidir.
Cem Göksel Özargun (Sanmasınlar Yıkıldık)
Problemet var att han faktiskt ville ligga med Rachel, oerhört gärna, och han viste inte om han stod ut med att sitta på hennes soffa medan pupillerna vidgade sig under de kommande tio eller tjugo åren (…). Den verkliga frågan var förstås om hans pupiller stod ut med det. Skulle han inte få ont i dem efter ett tag? Han var nästan säker på att det inte kunde vara bra för dem att hålla på att vigda sig och dra sig samman, men han skulle bara nämna pupillsmärtan för Rachel som en sista utväg -det fanns en avlägsen möjlighet att hon skulle vilja ligga mer honom för att rädda hans syn- men det vore bättre om han hittade en annan och mer konventionellt romantisk väg.
Nick Hornby
Men jag, jag såg henne egentligen först nu. Nu först såg jag, att det stod en kvinna i mitt rum, en kvinna med hjärtat överfullt av lust och elände, en ung kvinnoblomma med doft av kärlek omkring sig och med blygselrodnad över att doften var så mäktig och stark. Jag kände att jag bleknade.
Hjalmar Söderberg (Doctor Glas)
Dünyada benim ihtiyaç duyduğum kadar sabır var mı Milena?
Franz Kafka (Letters to Milena)
-Başka ne öğrendin? -Karşındakini tanımayı arzulamanın gerçekten aptalca olduğunu öğrendim. -Neden? Değiştiremezsin ki. Onlar ‘var’. Sadece var. Düşünsene, ilkokulda tahtaya yazılan problemler gibi insanlar. Onları anlamaya çalışmak, istenilen ve verilenleri yazmak gibi ve… Madem çözemeyeceksin, madem soru hatalı, kitabı kapatıp gitmek daha iyi. Elinde tebeşirle beklemenin, yazarken ciğerine kaçan tozlarla bünyende terör estirmenin ne gereği var? Sadece karşındaki insanı yaşa, daha fazlası yok. -Unuttun mu onu? -O sadece bir erkek ve düştüğü yeri yakıyor. Artık biliyorum.
Mithat Terje (Oda)
Dün babamın evine gittim," dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Öyle mi?" "Evet. Beni ve Owen'ı yemeğe davet etti. Ben gitmeyecektim ama Owen gelmemi isteyince hayır diyemedim." Uzanıp başımı göğüsüne koydum "Nasıl geçti?" "Iyiydi sanırım. Güzel bir evi var." Bir şey söylemedim; devam etmesini bekledim. Çok uzun gibi gelen bir duraksamanin ardından konuştu. "Hani bana izlettigin eski bir film vardı ya, zavallı çocuk burnunu cama dayayıp içeri bakıyordu? Işte öyle hissettim." Bahsettiği "eski film", Willy Wonka ve Çikolata Fabrikası'ydı. Charlie'nin diğer çocukların şeker dükkanında kendilerinden geçmelerini izlediği ama parası olmadığı için içeri göremediği sahneydi.
Jenny Han (Always and Forever, Lara Jean (To All the Boys I've Loved Before, #3))
Bir insanın bütün değeri, kendini aşabilme, kendi dışında olma, başkasında ve başkası ile var olabilme yeteneğinde yatıyor.
Milan Kundera (Laughable Loves)
Roland Barthes: Roman yaratmayı çok istiyorum; hoşuma giden bir roman okuduğumda onun gibi bir şey yapmayı istiyorum, ama ben galiba şimdiye kadar romanın gerekli kıldığı kimi işlemlere direndim. Örneğin; geniş yüzey, devamlılık. Aforizmalardan, fragmanlardan oluşan bir roman yazılabilir mi? Hangi koşullarda bu mümkün olabilir? Romanın roman olarak kendisi de belli bir devamlılığa işaret etmiyor mu? Bu noktada bir direniş olduğunu düşünüyorum. İkinci direniş noktası da adlarla, özel adlarla ilişkimde bulunuyor; özel adlar uydurmayı bilmiyorum, bilemeyeceğim de ve üstelik ben romanın tamamen özel adlarla var olduğunu düşünüyorum...
Alain Robbe-Grillet (Why I Love Barthes)
- Har du aldrig varit rädd att ni var för olika? - Jag ska ge dig ett gott råd: om du är på ett ställe där alla människor är som du, stick därifrån så fort du kan!
Marc Levy
I will always protect you, he had said. But that does not mean you will not know pain. In the darkness of Palace Var, lost in Vahe's sweet-smelling enchantments, she had rejected him. Shame filled her, made all the more painful because he now looked directly into her eyes and said: "My child, won't you come to me?" She was on her feet in a heartbeat, running to his outstretched arms. Like a little girl running to her father for comfort, without a thought for her vile face, her dirty rags, her burned body. His arms closed around her, and he held her gently but with strength, and she cursed herself again and again for doubting him. "I'm sorry," she whispered. "You were long since forgiven," he replied.
Anne Elisabeth Stengl (Moonblood (Tales of Goldstone Wood, #3))
Bazı felsefeciler sonsuzluğun an olduğunu ileri sürmüşlerdi. Daha Yunan düşüncesinde bile bu anlayışa rastlanır. Sonsuzluğun tek zamansal boyutu andır onlara göre.... Elbette, mucizevi karşılaşma anı aşkın sonsuzluğunu vaat eder. Ama ben daha az mucizevi, daha çok emek isteyen bir sonsuzluk anlayışı, demek ki nokta nokta, inatla oluşturulan zamansal sonsuzluğu, İki'nin deneyimini ileri sürmek istiyorum. Karşılaşma mucizesi diye bir şeyin var olduğunu kabul ediyorum, ama onun tek başına ele alınırsa, nokta nokta yaratılacak bir gerçekliğin, emek isteyen bir oluşuma yönlendirilmezse, gerçeküstücü bir şiirden kaynaklandığını düşünüyorum. "Emek isteyen" sözü burada olumlu anlamda anlaşılmalı. Bir aşk çalışması vardır, yalnızca mucize değil. Habire uğraşmak, uyanık olmak, hem kendiyle hem de ötekiyle birleşmek gerekir. Düşünmek, hareket etmek, değiştirmek gerekir. O halde, evet, emeğin içkin ödülü mutluluk olur.
Alain Badiou (In Praise of Love)
Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur. Ne var ki, bence son derece yanlıştır bu; boğmaya, unutmaya çalıştığımız duygulardan ne kadar uzaklaşırsak, onlar da gönlümüze o kadar yaklaşırlar.
Paulo Coelho (Eleven Minutes)
Jeg elsker mine venners børn. Jeg tænker på dem, og jeg ringer til dem og er med til deres fødselsdage, men jeg var optaget af andre ting. Og monogami, i det omfang, det er befordrende for godt forældreskab ... nå, jeg har aldrig været specielt begejstret for monogami.
Lisa Halliday (Asymmetry)
Acaba kendi kendine mi zorluk çıkartıyordu, yoksa sorunun cevabı sandığından daha mı kolaydı? Saatin karmaşık yapısını da dışarıdan bakınca anlamak kolay değildi, yüzlerce dişli ve vida birbirlerine kenetleniyor, akrep ile yelkovan dönüyor ve buna bağlı olarak da belli aralıklarla saatin yüzeyinde bazı figürler beliriyordu. Ne var ki bu karmaşık yapı basit bir sarkacın vuruşları tarafından yönetilmekteydi. Newton konuyu böyle açıklamıştı. Tanrı saati kurmuştu, artık kendi kendine hareket ediyordu. Sarkaç ise yerçekimiydi, bu evrensel güçtü her şeyi bir arada tutan...
Margit Walsø (Kjære Voltaire)
Şeriat der ki: "Seninki senin, benimki benim." Tarikat der ki: "Seninki senin, benimki de senin." Marifet der ki: "Ne benimki var ne seninki." Hakikat der ki: "Ne sen varsın, ne ben.
Elif Şafak (The Forty Rules of Love)
Mücadele ve cenk hayatın özünde var. Bak tabiata! Aslan geyiği yer; leşini de akbabalar didikler, geriye apak kemikler kalır. Zalimdir tabiat. Bakmaz gözünün yaşına. Havada, denizde ve karada her an her yerde büyük küçüğü, cabbar çelimsizi yutar. Bu sebeptendir ki hayatta kalmak için tek kaide var: Hasmından daha kurnaz ve daha kudretli olmak! Başın omzunun üstünde dursun, kalbin göğüs kafesinde atsın istiyorsan, dövüşeceksin. Bu kadar basit.
Elif Şafak (The Forty Rules of Love)
Önce diyorsun ki: "Dünyada bir ben varım!" Sonra: "Bende bir dünya var!" Ve en nihayetinde: "Ne dünya var, ne ben varım!
Elif Şafak (The Forty Rules of Love)
Sikken et arbejde! Alt var gennemsyret af hykleri og løgne. Selv de allermest banale ord og bevægelser var masker, forklædninger, det rene karneval. Og hvad var der blevet af vores fantasi i alt det? Skåret godt og grundigt ned! Selv børnenes fantasi var næsten væk for at der kunne blive plads for den færdigpakkede fantasi, de blev fodret med i skolen og hjemme. For ved at tale til dem, som jeg gjorde, ved at klæde dem på, som jeg gjorde, ved at leve, som vi gjorde, påtvang jeg dem mine love og regler, mine ideer, min smag. Jeg blev klar over, at jeg var dårlig til at lytte til dem, lyttede meget lidt til dem, og at jeg derfor kendte dem dårligt. Takket være dem begyndte jeg igen at lære at gå, at tale, at skrive, at læse, at regne, at le, at elske, at lege. Det var utroligt spændende, mine dage var alt for korte! Sikken et virvar! Alle døre stod åbne, alle fortøjninger var kastet! SIKKEN EN LYKKE!
Marie Cardinal (The Words to Say It)
Bu kitap çok özel biri için yazıldı…. SENİN İÇİN” NOT: Küçük öykülerden oluşan bir kitap hayatın aslında sadece bizim için olduğunu, bakarken görmediklerimizi, kendimizi bazen önemsemeyip başkalarına daha çok önem verdiğimizi küçük hikayelerle beynimize kazıyor. Evet SADECE BİZİM İÇİN olmalı gerçekten. Bu hayat sadece bizim , kendimize en çok zararı biz veririz bunu düşünüp mutlu olacağımız şeyleri yaşamalı yapmalıyız. Bazen başkasına gösterdiğimiz nezaket bile , kendimizi ikinci plana atmaya yeter. Bunları hayatımızdan çıkarabilir miyiz. Bilmiyorum ama çıkarabilsek ve sadece kendimiz için yaşasak, yada etrafımızdaki her şeyi çok net görebilsek, doğru anlayıp kendimizi gereksiz yere üzmesek…. Bizi sevenlerle sevdiklerimizle karşılıksız umarsız sevgi dolu bir dünyaya… “Yaşamın olduğu yerde umut vardır.” “Hayat bir prova değil. Atlıkarıncaya sadece bir kez binme hakkımız var.” “Günlük koşuşturmaların arasında biraz nefes alman ve kendini şımartman için. Tüm özel günlerin kutlu olsun
Patricia Scanlan (A Gift For You: Warmth, wisdom and love on every page - if you treasured Maeve Binchy, read Patricia Scanlan)
Bu kitap çok özel biri için yazıldı…. SENİN İÇİN” “Yaşamın olduğu yerde umut vardır.” “Hayat bir prova değil. Atlıkarıncaya sadece bir kez binme hakkımız var.” “Günlük koşuşturmaların arasında biraz nefes alman ve kendini şımartman için. Tüm özel günlerin kutlu olsun
Patricia Scanlan (A Gift For You: Warmth, wisdom and love on every page - if you treasured Maeve Binchy, read Patricia Scanlan)
Redzi, man ir tāda sajūta, it kā es atrastos kaut kā neatrisināma priekšā. Tas ir kā mezgls… Milzīgs… Es gri… Klusu! Ļauj man runāt. Man tas viss tagad jāatšķetina. Tas ir ļoti svarīgi. Es nezinu, vai tu spēj mani saprast, bet tev mani jāuzklausa. Man jāparauj striķītis, bet kurš? Es nezinu. Es nezinu nedz ar ko, nedz kurā vietā, lai sāk. Ak Dievs, tas ir tik sarežģīti… Ja es paraušu nepareizo vai ja paraušu pārāk spēcīgi, mezgls var savilkties vēl ciešāk. Savilkties tik stipri vai tik nelāgi, ka neko vairs nevarēs līdzēt, un es šķiršos no tevis nomākts. Jo redzi, Kloē, mana dzīve, visa mana dzīve ir kā šī savilktā dūre.
Anna Gavalda (Someone I Loved (Je l'aimais))
Kaut kur uz šīs planētas bija sieviete, varbūt divu soļu attālumā, varbūt desmittūkstoš kilometru tālu, un vienīgais, kam bija kāda nozīme, - lai viņa var man piezvanīt. Es biju paļāvīgs. Enerģijas pilns. Man lieks, ka biju diezgan laimīgs šajā dzīves posmā, jo arī tad, ja nebiju kopā ar viņu, es zināju, ka viņa ir. Tas vien bija necerēti.
Anna Gavalda (Someone I Loved (Je l'aimais))
Es mīlēju viņu vairāk par visu. Vairāk par visu… Es nezināju, ka tik ļoti var mīlēt.. Nu, vismaz es, es domāju, ka neesmu... ieprogrammēts, lai tā mīlētu. Skaļi vārdi, bezmiega naktis, postoša kaislība, tas viss derēja citiem. Starp citu, vārds kaislība jau manī izsauca smīnu. Kaislība, kaislība! Es, es to ierindoju kaut kur starp hipnozi un māņticību… Manā mutē tas bija gandrīz kā lamuvārds. Un tad tā piemeklēja mani brīdī, kad vismazāk to gaidīju. Es … Es mīlēju sievieti. Iemīlējos tāpat, kā saķer slimību. To negribot, tam neticot, par spīti sev un bez pretestības, un tad… Viņš noklepojās. Un tad es viņu pazaudēju. Tieši tāpat.
Anna Gavalda (Someone I Loved (Je l'aimais))
William kom in naken i vardagsrummet och hämtade ett glas. Jacob förstod vad han höll på med. William visste att Jacob hade svårt att stå emot hans vältränade kropp och seniga muskler. Det här var hans sätt att bli förlåten, att få Jacob att smälta och glömma dispyten. Det hade fungerat förr och det skulle säkert fungera igen
Håkan Lindgren (Att raka en zebra)