Ol Son Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ol Son. Here they are! All 23 of them:

You brought my son back and turned him into a beautiful thing. I expect you’ll take the same care with that ol’ Hoss.
Abigail Roux (Stars & Stripes (Cut & Run, #6))
Bye, dear ol’ Dad.” He smiled. “Bye, my son, my son.
R.J. Palacio (Wonder)
Bir fare çatı katında kocaman bir erkek kedi ile karşılaşır. Farenin kaçabileceği hiç bir yer kalmamıştır, köşeye sıkışmıştır. Fare titreyerek kediye şöyle der: Kedi Bey, lütfen beni yeme. Ailemin yanına dönmem lazım. Çocuklarım karnı aç beni bekler, lütfen beni görmemiş ol. Kedi yanıt verir: Endişelenme, seni yiyecek değilim. İşin doğrusu, yüksek sesle söyleyemem ama ben vejetaryenim. Asla et yemem. Bu yüzden benimle karşılaşmış olman, senin için bir şans. Fare yanıtlar: Oh ne kadar mükemmel bir gün, ne kadar şanslı bir fareyim ben. Vejetaryen bir kediyle karşılaştım. Fakat hemen sonrasında kedi fareye saldırır, patisiyle yere bastırır. Keskin dişlerini boğazına geçirir. Fare acı içerisinde son nefesinde kediye sorar: İyi de, hani sen vejetaryendin? Asla et yemediğini söylemedin mi? Yalan mı söyledin? Kedi yalanarak yanıtlar: Ha, ben, et yemem. Bu yalan değil. Bu yüzden seni götürüp marulla takas edeceğim.
Haruki Murakami (1Q84 (1Q84, #1-3))
RİNDLERİN AKŞAMI Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç! Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle. Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece. Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince, Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül! Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Yahya Kemal Beyatlı
Son of a beast tried to bite me when I turned my back to the billets!"... Nostrils flaring and ears pinned, the grey repeated the offense. "He wants another go at it. Be a sport ol' man!" Robert chortled. The indignant Scotsman threw the reins in his face, tromping off to collect the major's horse. "I wonder was it reward or punishment Winthrop had in mind in allowing you to keep that brute?" Drake innocently inquired. "He only eats Scotsman," Robert quipped.
Emery Lee (The Highest Stakes)
Alessandro shrugged and pushed the blade in, dragging it down the man’s skin, making him cry out. He struck him again with his fist, blood spurting onto Alessandro as well. “Did Arturo tell you that the mother of my child was in that limo? She’s carrying my baby inside of her, and that her son was in the limo too? I’m sure he did. I’m sure he left explicit instructions as to who exactly you were supposed to dispose of, didn’t he?” “He’ll kill me. I swear, he’ll kill me,” the man cried, tears mixing in with his blood. “Next, I’ll take an eye, you snivelling little shit!” Alessandro growled, raising his bloody blade to the man’s left eyeball. The unmistakable scent of urine filled the air. Alessandro stepped back in disgust and turned to Jason and his other man, Marty, two of the best Dardano soldiers, loyal and efficient. They took his cue and slipped on their brass knuckles. “Just say the words, ol’ boy, and we’ll stop this,” “Fuck you,” the man shouted. Alessandro smirked. “Such defiance for a man who just pissed himself.” He crossed his arms as Marty and Jason went to work. It only took a minute. “All right. Okay! Stop! Stop! Fine, I’ll talk!
E. Jamie (The Vendetta (Blood Vows, #1))
Aşkın beyne kadar çıkmasına, zihnini çelmesine müsaade etme! Daha kalbindeyken onu öldür! Aşkta düşünerek hareket eden, karşısında bulunana üstün gelir. Kendine hakim ol, onu kölen haline getir. Günün birinde kölen, üstün duruma geçecek olursa, ayaklarının altında bir uçurum meydana gelir, kurtuluşu ancak uçurumun dibinde bulursun. İyi düşün! Unutma ki aşk, aslında üstünlük için yapılan bir çarpışmadan başka bir şey değildir! Aşkın istediği bir yenilenle bir de yenendir. Savaşa tutuşanlardan her ikisinin aynı derecede kuvvetli olduğu durumlara pek seyrek rastlanır: Bunlar ya hiçbir türlü savaşa son vermezler ya da karşılıklı birbirlerini yok ederler.
Mihail Drumeş (Invitaţia la vals)
Tinsel acılarımızın tümü, adam öldürme dışında, zihnimizdedir; adam öldürme ise bize bağlıdır: Bedensel acılarımız yok olur ya da bizi yok ederler. Zaman ya da ölüm bizim çarelerimizdir: Ama daha az acı çekmeyi bildikçe daha çok acı çekeriz. Hastalıklarımızı iyileştirmek için çektiğimiz acılar, bunlara katlanmak zorunda olduğumuzda çekeceğimiz acılardan daha büyük oluyor. Doğaya göre yaşa; sabırlı ol, hekimleri de kov, ölümden kaçamayacaksın, ama onu yalnızca bir kez duyumsayacaksın, oysa hekimler onu senin karışık hayal gücüne her gün getiriyorlar, yalancı meslekleri de senin ömrünü uzatacak yerde onun tadını çıkarmanı engelliyor. Bu mesleğin insanlara ne gibi gerçek bir yararı dokunduğunu hep soracağım. İyileştirdiklerinin içinden kimileri elbette ölecekti, bu doğrudur, ama öldürdüklerinden milyonlarcası hayatta kalacaktı. Sağduyulu adam, bu piyangoya hiçbir şey yatırma, çünkü şansın çoğu senden yana değil! Acı çek, öl ya da iyileş; ama özellikle son saatine kadar yaşa!
Jean-Jacques Rousseau (Emile: or Concerning Education)
Ve biraz sonra peygamber oldukları halde gönderildikleri kavimleri hak yolundan mahrum bırakan o şahıslar göründü. İki büklüm vaziyetteki ihtiyar Konfüçyus’tu, onun koluna girip yürümesine yardım eden de Foucault. Arkalarından da bilinenin aksine kadınlara da peygamberliğin müjdelenebileceğini kanıtı olan İskenderiyeli Hypatia gelmişti. Konfüçyus vakit kaybetmeden tekrarladı: “Bize benzeme!” Kolunu bırakıp ihtiyarın ardından dolaşan Foucault olmayan bir kemanı çalar gibi kollarını kaldırıp boynunu bükmüştü ve sanki nasıl demeli galiba akıl veren Konfüçyus’la dalga geçer bir hali vardı. Fakat bu duruma uyanan ihtiyar birden nasıl döndüyse kendiyle dalga geçen adama başladı veryansına; “Ulan lağımcı keltoş, senin paket elden gitti diye böyle civelek civelek dolanıyorsun ortalıkta ama şu adamı doğru yola soksak affedileceğiz işte anlamıyor musun hötöröf!” Hayret etmiş gibi üst dişleriyle alt dudağındaki gülücüğü saklamaya çalışan Foucault, “aman” dercesine elini sallayınca Hypatia da kahkahayı bastı. Bunu gören ihtiyar, kadına, “Kız bari sen uyma şu kürdancıya” deyip Boncuk’a döndü ve, “Evlat, sen sandığın şey değilsin. Biliyorum anlayabilmen karanlık bir odada kara kediyi bulmak kadar zor ama emin ol senin karanlığında, kara bir kedi yok…” dedi. İşittiklerine onay bekliyormuş gibi Foucault’ya bakan Boncuk adamın kucağında Insanity ismini taktığı o kara kedisini görünce açıkçası bir kahkaha da o attı. Moraran Konfüçyus dışında herkes makaraları koyvermişti. İyice sinirleri bozulan ihtiyar bir yandan baston sallaya sallaya bir yandan da, “biri dibek taşı öteki ablacı… nereden çattık düştük bu şengül hamamına anlayamadım ki…” diye söylene söylene arkasını dönüp uzaklaşmaya ve karanlığa karışmaya başlamıştı. Hemen sonra Hypatia tebessüm edip lafa şöyle girdi: “Düşünme hakkını hep kullan, çünkü yanlış düşünmek hiç düşünmemekten iyidir.” Bu son sözden sonra o da kayboldu ve Foucault da bir veda cümlesi olarak şunları söyledi, “En kötüsü, delilerle deliliklerinde buluşmaktır; bildiklerini yap” ve kucağından karanlığa bıraktığında seçilemeyen kara kedisi gibi o da görünmüyordu artık...
Cihan Gülbudak (Habis Kıssa)
A:Surely you· know that one can read a book many times-perhaps you almost know it by heart, and nevertheless it can be that, when you look again at the lines before you, certain things appear new or even new thoughts occur to you that you did not have before. Every word can work productively in your spirit. And finally if you have once left the book for a week and you take it up again after your spirit has experienced various different changes, then a number ofthings will dawn on you. On the higher levels of insight into divine thoughts, you recognize that the sequence of words has more than one valid meaning. Only to the all-knowing is it given to know all the meanings of the sequence of words. Increasingly we try to grasp a few more meanings." .... I: "But Philo Judeaus, if this is who you mean, was a serious philosopher and a great thinker. Even John the Evangelist included some of Philo's thoughts in the gospe!." A: "You are right. It is to Philo's credit that he furnished language like so many other philosophers. He belongs to the language artists. But words should not become Gods." I: "I fail to understand you here. Does it not say in the gospel according to John: God was the Word. It appears to make quite explicit the point which you have just now rejected." A: "Guard against being a slave to words. Here is the gospel: read from that passage where it says: In him was the life. "What does John say there?" I: "'And life was the light of men and the light shines in the darkness and the darkness has not understood it. But it became a person sent from God, by the name of John, who came as a witness and to be a witness of the light. The genuine light, which That is what I readh ere. But what do you make of this?" A: "I ask you, was this AorOL [Logos] a concept, a word? It was a light, indeed a man, and lived among men. You see, Philo only lent John the word so that John would have at his disposal the word 'AorOL' alongside the word 'light' to describe the son of man. John gave to living men the meaning of the AorOL, but Philo gave AorOL as the dead concept that usurped life, even the divine life. Through this the dead does not gain life, and the living is killed. And this was also my atrocious error." I:"Iseewhatyoumean.Thisthoughtisnewtomeandseems worth consideration. Until now it always seemed to me / as if it were exactly that which was meaningful in John, namely that the son of man is the AorOL, in that he thus elevates the lower to the higher spirit, to the world of the AorOL. But you lead me to see the matter conversely; namely that John brings the meaning of the AorOL down to man." A: "I learned to see that John has in fact even done the great service of having brought the meaning of the AorOL up to man." I: "You have peculiar insights that stretch my curiosity to the utmost. How is that? Do you think that the human stands higher than the logos?" A: "I want to answer this question within the scope of your understanding: if the human God had not become important above everything, he would not have appeared as the son in the flesh, but as Logos.
C.G. Jung
ne yapacağımı şaşırdım; kafam, beynim durmuş gibi... Hiçbir şey etkilemiyor beni artık, duygularım körelmiş sanki. Anlayamıyorum söylenenleri, hiçbir şey anlayamıyorum. Bu son günlerde korkunç şeyler oldu, gene de anımsayamıyorum. Olanları anımsayabilsem, öldürmem gerekecek kendimi, tek bildiğim bu. Niçin, neden, neden, nasıl oldu bütün bunlar? Kendimden, yaşamımdan söz etmek istiyorum, ama neye yarar? Mektubu duruyor önümde, öldürücü bir şey istiyor benden: "Yazma bana" diyor, "buluşmamıza da ne yap yap engel ol... Bu dileğimi olsun getir yerine, belki o zaman yaşama gücü bulurum kendimde, yoksa her şey, her şey biter." Ne yapabilirim? Tek sözcük yazmayı, bir şey sormayı göze alamıyorum; hoş, ne soracağımı da bilmiyorum ya! Bilmiyorum. Bilmek istediğim ne ki? Onu da bilmiyorum. Allah kahretsin!.. Şakaklarımı beynime sokuncaya dek bastırmak istiyorum. Yanındaydınız onun, bilirsiniz belki? Suç bende mi? Bunu söyleyin yeter, suçlu muyum, değil miyim? Bilmek istiyorum. Yalvarırım size, Tanrı hakkı için gönlümü almaya kalkışıp "kimse suçlu değil bu konuda" demeyin; Tin çözümlemelerine de kalkışmayın sakın. Bütün bu türlü karşılıkları, bütün bunları biliyorum. Max, size güvenim var, yaşamımın bu en güç bölümünde bile -Tanrı biliyor ya- n'olur siz de bana güvenin, anlayın ne istediğimi. Frank'ın ne biçim bir insan olduğunu bilmiyor değilim; neler geçtiğini biliyorum - gene de hiçbir şey bilmiyorum- çıldırmak üzereyim Max, gereğince davranmak için elimden geleni yaptım, yaşamımı ona göre düzenlemiştim, düşüncelerimde, duygularımda ters bir şey yoktu, ama bir yerde, birinde var suç, var, var biliyorum. Nerde, kimde olduğunu bilmek, onu öğrenmek istiyorum. Anlatabiliyor muyum derdimi? Bakın şunu bilmek istiyorum: Öteki kadınların üzdüğü gibi mi üzdüm onu? Bu üzüntü yüzünden mi ağırlaştı, onun için mi kaçıyor benden şimdi? Onun için mi sığmıyor korkusuna, onun için mi yok olmalıyım, çıkmalıyım yaşamından? Suç yalnız bende mi? Yaratılışınm gerektirdiği şeyler mi yoksa bunlar? İşte bunları öğrenmeliyim, bunları bilmek istiyorum Max! Bilen tek insan sizsiniz belki. N'olur yazın bana, rica ederim yazın, her şeyi olduğu gibi - apaçık, çırılçıplak, ağır da olsa, acı da olsa gerçeği yazın bana; bu konudaki düşüncenizi- ne olursa, nasıl olursa olsun -bilmek istiyorum. Yazmakla büyük davranacağımı bilirim. Ne durumda olduğunu da yazın, ne haldedir bilmiyorum ki, hiçbir şey bilmiyorum, aylardır. İmzamı atamayacağım, özür dilerim, bu yazdıklarımı bile okuyamam bir daha. Hoşça kalın.
Anonymous
He called back with an incredible report: there were people lined up around the store already. Wow, I thought. Wow! Wow didn’t begin to cover it. People lined up on two floors of the store to talk to Chris and get their books signed, hours before he was even scheduled to arrive. Chris was overwhelmed when he got there, and so was I. The week before, he’d been just another guy walking down the street. Now, all of a sudden he was famous. Except he was still the same Chris Kyle, humble and a bit abashed, ready to shake hands and pose for a picture, and always, at heart, a good ol’ boy. “I’m so nervous,” confided one of the people on the line as he approached Chris. “I’ve been waiting for three hours just to see you.” “Oh, I’m sorry,” said Chris. “Waitin’ all that time and come to find out there’s just another redneck up here.” The man laughed, and so did Chris. It was something he’d repeat, in different variations, countless times that night and over the coming weeks. We stayed for three or four hours that first night, far beyond what had been advertised, with Chris signing each book, shaking each hand, and genuinely grateful for each person who came. For their part, they were anxious not just to meet him but to thank him for his service to our country-and by extension, the service of every military member whom they couldn’t personally thank. From the moment the book was published, Chris became the son, the brother, the nephew, the cousin, the kid down the street whom they couldn’t personally thank. In a way, his outstanding military record was beside the point-he was a living, breathing patriot who had done his duty and come home safe to his wife and kids. Thanking him was people’s way of thanking everyone in uniform. And, of course, the book was an interesting read. It quickly became a commercial success beyond anyone’s wildest dreams, including the publisher’s. The hardcover debuted at number two on the New York Times bestseller list, then rose to number one and stayed there for more than two months. It’s remained a fixture on the bestseller lists ever since, and has been translated into twenty-four languages worldwide. It was a good read, and it had a profound effect on a lot of people. A lot of the people who bought it weren’t big book readers, but they ended up engrossed. A friend of ours told us that he’d started reading the book one night while he was taking a bath with his wife. She left, went to bed, and fell asleep. She woke up at three or four and went into the bathroom. Her husband was still there, in the cold water, reading. The funny thing is, Chris still could not have cared less about all the sales. He’d done his assignment, turned it in, and got his grade. Done deal.
Taya Kyle (American Wife: Love, War, Faith, and Renewal)
But now, strange as it seems, a peasant's small, scrawny. light brown nag is harnessed to such a large cart, one of those horses he's seen it often that sometimes strain to pull some huge load of firewood or hay. Especially if the cart has gotten stuck in the mud or a rut. The peasants always whip the horse so terribly, so very painfully, sometimes even across its muzzle and eyes, and he would always feel so sorry, so very sorry to witness it that he would feel like crying, and his mother would always lead him away from the window. Now things are getting extremely boisterous: some very large and extremely drunken peasants in red and blue shirts, their heavy coats slung over their shoulders. come out of the tavern shouting, singing. and playing balalaikas. “Git in. everyone git in!" shouts one peasant, a young lad with a thick neck and a fleshy face, red as a beet, “I'll take ya all. Git in!" But there is a burst of laughter and shouting: “That ol’ nag ain't good for nothin'!" “Hey, Mikolka, you must be outta yer head to hitch that ol' mare to yer cart!" “That poor ol' horse must be twenty if she's a day, lads!" “Git in, I'll take ya all!" Mikolka shouts again,jumping in first, taking hold of the reins, and standing up straight in the front of the cart. “Matvei went off with the bay," he cries from the cart, “and as for this ol' mare here, lads, she's only breakin' my heart: I don't give a damn ifit kills ’er; she ain't worth her salt. Git in, I tell ya! I'll make 'er gallop! She’ll gallop, all right!" And he takes the whip in his hand, getting ready to thrash the horse with delight. "What the hell, git in!" laugh several people in the crowd. "You heard 'im, she'll gallop!" “I bet she ain't galloped in ten years!" "She will now!" “Don't pity 'er, lads; everyone, bring yer whips, git ready!" "That's it! Thrash 'er!" They all clamber into Mikolka's cart with guffaws and wisecracks. There are six lads and room for more. They take along a peasant woman, fat and ruddy. She's wearing red calico, a headdress trimmed with beads, and fur slippers; she‘s cracking nuts and cackling. The crowd’s also laughing; as a matter of fact, how could one keep from laughing at the idea of a broken down old mare about to gallop, trying to pull such a heavy load! Two lads in the cart grab their whips to help Mikolka. The shout rings out: “Pull!" The mare strains with all her might, but not only can’t she gallop, she can barely take a step forward; she merely scrapes her hooves, grunts, and cowers from the blows of the three whips raining down on her like hail. Laughter redoubles in the cart and among the crowd, but Mikolka grows angry and in his rage strikes the little mare with more blows, as if he really thinks she’ll be able to gallop. “Take me along, too, lads!" shouts someone from the crowd who’s gotten a taste of the fun. “Git in! Everyone, git inl" cries Mikolka. “She'll take everyone. I‘ll flog 'er!" And he whips her and whips her again; in his frenzy, he no longer knows what he’s doing. “Papa, papa," the boy cries to his father. “Papa, what are they doing? Papa, they‘re beating the poor horse!" “Let's go, let's go!" his father says. “They’re drunk, misbehaving, those fools: let’s go. Don't look!" He tries to lead his son away. but the boy breaks from his father‘s arms; beside himself, he runs toward the horse. But the poor horse is on her last legs. Gasping for breath, she stops, and then tries to pull again, about to drop. “Beat 'er to death!" cries Mikolka. ”That's what it's come to. I‘ll flog ‘er!" “Aren't you a Christian. you devil?" shouts one old man from the crowd. “Just imagine, asking an ol' horse like that to pull such a heavy load,” adds another. “You‘ll do 'er in!" shouts a third. “Leave me alone! She’s mine! I can do what I want with 'er! Git in, all of ya! Everyone git in I'm gonna make 'er gallop!
Fyodor Dostoevsky (Crime and Punishment)
Pek çok ülkeyi ve ulusu ve birkaç kıtayı görmüş olan bir gezgine, tüm insanlığın ortak özellikleri olarak ne tür nitelikleri keşfettiği sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: “tembelliğe meyillidirler.” Çoğu kişiye öyle geliyor ki, eğer gezgin şöyle deseydi, cevabı daha doğru ve geçerli olurdu: “Hepsi korku içinde. Geleneklerin ve fikirlerin arkasına gizleniyorlar.” Temelde her insan, dünyada yalnızca bir kez, bir Unicum[1] olarak yaşadığını ve kendisinin birliğini teşkil eden bu şaşırtıcı ölçüdeki rengârenk çeşitliliğin içinden, ne kadar tuhaf olursa olsun, hiçbir rastlantının ikinci bir kez çıkmayacağını gayet iyi bilir. İnsan bunu bilir, ama bildiğini kara bir vicdan gibi saklar. Neden acaba? Geleneğe uyulmasını talep eden ve kendisini gelenek maskesinin arkasına gizleyen komşusundan duyduğu korkudan dolayı. Peki, ama bireyi (einzeln), komşusundan korkmaya, kendisi olmak yerine, sürünün bir parçası olarak düşünüp hareket etmeye zorlayan şey nedir? Birkaç nadir örnekte bu belki de utangaçlıktır (Schamhafigkeit). Çoğu zaman ise rahatlık ve bezginliktir – kısacası, gezginin sözünü ettiği tembellik eğilimi. Gezgin haklıdır: İnsanlar korkak olduklarından daha fazla tembeldir ve en çok korktukları şey de, o koşulsuz dürüstlüğün ve çıplaklığın onlara yamayacağı zorluklardır. Ödünç alınmış davranışlarda ve kendine mal edilmiş fikirlerde saklı olan bu uyuşturucu gezintiyi yalnızca sanatçılar küçümserler ve onlar gizli sırrı, herkesin kara vicdanı (böses Gewissen), insanoğlunun şahsına münhasır bir mucize olduğu ilkesini teşhir ederler. Sanatçılar her insanın, kaslarının her hareketine varıncaya dek, kendisi ve yalnızca kendisi olduğunu bize göstermeyi göze alırlar; daha da önemlisi, sanatçılar bize, insanın, kendi biricikliğinin katı tutarlılığı içinde, güzel, doğanın her ayrıksı ve harika eseri gibi, üzerinde düşünülmeye değer olduğunu ve sıkıcı olmaktan başka her şey olduğunu gösterirler. Büyük düşünür insanları küçümsediğinde, onun küçümsediği şey onların tembelliğidir, çünkü onların seri halde üretilmiş mallar gibi görünmelerine, kayıtsız, insanca etkileşim ve bilgilendirmeye layık değillermiş gibi görünmelerine yol açan şey tembelliktir. Kitlelerin bir parçası olmak istemeyen insanoğlunun yapması gereken tek şey, içinde olduğu rahatlığa son vermektir; ona şöyle seslenen vicdanının sesine kulak versin: “Kendin ol! Şu anda yaptıklarının düşündüklerinin, istediklerinin hiçbiri değilsin.
Friedrich Nietzsche
Arkadaşlar! Hakikati aydınlatmak için hep beraber Türk tarihi ve İslam tarihi üzerinde kısa ve seri bir göz geçirmeyi uygun bulur musunuz? Efendiler! Bu insanlık dünyasında asgari yüz milyonu aşan nüfustan meydana ge­len büyük bir Türk milleti vardır. Ve bu milletin yeryüzü sahasındaki genişliği nispe­tinde tarih sahasında da bir derinliği vardır. Efendiler! Bu derinliği isterseniz iki mikyasla ölçelim; birinci ölçü birimi, tarihöncesi devirlere ait mikyastır. Bu mikyasa göre Türk milletinin atası olan Türk namın­daki insan, ikinci Ebülbeşer Nuh Aleyhüsselâmın Oğlu Yafes'in oğlu olan zattır. Tarih devrinin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk safhalarını biz de hoş gö­relim. Fakat en açık ve en maddi ve en kati tarihi delillere dayanarak beyan edebili­riz ki, Türkler on beş asır evvel Asya'nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetlerine tecelligâh olmuş bir unsurdur. Sefirlerini Çin'e gönderen ve Bizans'ın sefirlerini kabul eden bu Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devletti. Efendiler, yine malumdur ki, dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asyaî kısmı Arabistan Yarımadası'nda yoğun olarak mevcudiyet arz eder. Peygamberliğe ve resullüğe mazhar olan Fahriâlem Efendimiz, bu Arap kütlesi içinde, Mekke'de dünyaya gelmiş mübarek bir vücut idi. Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi âdetlerin tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde değerlendirilebilir. İlk devir, insanlığın çocuk­luk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir. İnsanlık, birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının lazım olan ol­gunluk noktasına varmasına kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olma­yı Tanrılığın bir gereği saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselam'dan itibaren kaydedilmiş ve edilmemiş ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve re­suller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini ve medeni hakikat­leri verdikten sonra artık insanlıkla dolaylı olarak temasta bulunmaya lüzum görme­miştir. İnsanlığın idrak, aydınlanma ve olgunlaşma derecesi her kulun doğrudan doğ­ruya ilahi ilhamlar ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki; Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır. Son Peygamber olan Muhammed Mustafa Sallallâhüaleyhive­sellem 1394 sene evvel Rumi Nisan içinde ve Rebiyülevvel ayının 12. Pazartesi ge­cesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan... Refik B. (Konya): Ne güzel bir tesadüf. Mustafa Kemal Paşa Hazretleri (Devamla): Bugün o gündür. Hakikaten Arabî ta­rihiyle bu akşam yevmi velâdetin yıldönümüne tesadüf ediyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür. (İnşallah sesleri.)...
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Bütün Eserleri)
Ey köngül, ger Babür ul alemni ister, kılma ayb. Tanrı üçün de, bu alemning sefası kaldı mı? '' (Ey gönül, eğer Babür ol alemi isterse. ayıplama Allah için söyle, bu alemin sefası kaldı mı?)
Pirimkul Kadyrov (Son Timurlu: Babür ve Oğullarının Romanı)
Y’all don’t say jive anymore, do ya?” “No, that’s some ol’ Sanford and Son stuff.” “You shut your mouth, boy. That Redd Foxx is a comedic genius. That skinny dude you kids think is so funny? Jerry Murphy? Freddie Murphy?” “Eddie Murphy, and he’s the joint!” “Your little Eddie Murphy ain’t got nothing on no Redd Foxx.
Sofia Quintero (Show and Prove)
RussianMassageSon
러시아안마OlO 2178 662O러시아걸 우즉벡미녀 OlO 2178 662O내상없는 러시ㅏ
Son, don’t you know? If you don’t stir the pot, the soup’ll burn. You gotta stir the pot or all you end up with is a big ol’ mess.
Melanie Shawn (Sweet Reunion (Hope Falls, #1))
The most frightening thing about this conversation was that the woman sounded as if she knew Satan on a first name basis, as if Ol’ Nick were a very real entity to her. Either there was a God--and a Son of God--or not. It didn’t matter how good her perfume smelled or how well she filled that dress or how sensual her lips seemed when from those lips dripped acid and darkness. He shook his head. God did not need Jack to defend Him. Not here in a bar.
Howard F. Clarke (The Cult Cop: A Novel of Spiritual Warfare)
Bilakis beni yatıştırmaya çalışıyorlar... 'sen sağ ol, aman bir dırıltı çıkarmayalım,' diye yalvarıyorlar. Beni öfkelendiren de, işte, onların bu korkuları, miskinlikleridir. Onlarda adalet duygusunu kurcalamaya çalışıyorum. Nafile; taş gibidirler." - 72. syf, 1. paragrafın orta ve son kısımları
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban)
Can the pair of you stop talking about geriatric sex for Christ’s sake? You should be done with all that by now.” “You jealous, son? Is your ol’ grandad getting it more than you?” Luke shook his head and headed back into the house. “C’mon, Winston, let’s go and get drunk.” The dog followed Luke.
Lesley Jones (Spiralling Skywards: Book One Falling (Contradictions, #1))
Two years ago if a vampire bothered someone I just went out and staked the son of a bitch. Now I had to get a court order of execution. Without it, I was up on murder charges, if I was caught. I longed for the good ol’ days. There
Laurell K. Hamilton (The Laughing Corpse (Anita Blake, Vampire Hunter, #2))