Kokan Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Kokan. Here they are! All 33 of them:

Git!” deyişi odanın içinde yankılanırken Ela korku okunan bakışlarını adama yöneltti. Bu ses, Ela’nın tanımadığı, bambaşka bir Sarp’a aitti. “Git o zaman,” diyerek dişlerinin arasından düşmanlık kokan bir tonda konuşmaya devam etti. “Eğer sözlerimin, hissettiğimi söylediklerimin senin için bir değeri yoksa, bana inanmıyorsan, git. Çünkü ben elimden daha fazlasının geleceğini sanmıyorum. Seni bundan daha fazla sevemem Ela...
Burcu Büyükyıldız (Bir Günah Gibi (Aşkın Renkleri, #2))
Bir kadın bir çift pahalı ayakkabı satın aldığında bu parayla açlıktan nefesi kokan birine yardım etmeyi düşünmez bile. … Rahat bir hayat süreceğiz diye hepimiz öldürürüz.
Harlan Coben (Hold Tight)
bilin, biz sükut istemedik ve sadık tınılar hele! ya da duru ritmi kokan sular... küfürdür bizde geril de haykır hele!
Ömer Alkan (Kan)
İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi. Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Sabahattin Ali (Değirmen)
Kitaplara bir şeylerden intikam alırcasına saldırıyor, okuyor, kitaplığına geri koyuyor, hızla gözlerini dikiyor henüz bitirmiş olduğu kitabın sırtına. Sonra iştahlı gözlerle yeni bir kurban aramaya koyuluyor, bir yenisini çekiyor, kendi içindeki pis kokan bir şeyden kaçar gibi kitabın içine koşuyor.
Hakan Bıçakcı (Rüya Günlüğü)
O an içimdeki bu donuklaşma sürecinin ne kadar ilerlemiş olduğunu birden görüverdim - Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu, ama umarsız bir dokunluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedensel anlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim.
Stefan Zweig (Olağanüstü Bir Gece)
Hoyrattır bu akşamüstüler daima. Gün saltanatıyla gitti mi bir defa Yalnızlığımızla doldurup her yeri Bir renk çığlığı içinde bahçemizden, Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan Lavanta çiçeği kokan kederleri; Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Ahmet Muhip Dıranas
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.
Anonymous
Her şey kafamın içinde birbirine karışmıştı. Dünyanın yönetimini ele aldık mı, çünkü bir gün bakarsın bizler yönetiriz dünyayı, biz fazlasıyla yetersizler, o zaman fazlasıyla yetersiz olalım istemezdim, bizimle bu dünyada yer alacakların da, bu tığ örgü masa örtülerinin, likörlerin, sağda solda duran bu hırpalanmış ağaçların, evlerdeki bu kokunun, bir kavşağı bir kavşağa güçlükle bağlayan bu caddelerin, bu kötü kâğıt kokan hastalık raporlarının, bu resmî okulların ve KENDİLERİYLE EŞİT OLDUĞUMUZ DÜŞÜNCESİNİ UYANDIRMAK İÇİN YUKARIDAKİLERİN BİZLERİ BUYUR ETTİKLERİ TUVALETLERİN.
Ingeborg Bachmann (The Thirtieth Year: Stories)
Yattığım kaçış uykularından kabuslarla uyanıyorum. Uyandığımda odama bakıyorum, koltuklara, yerdeki halıya, duvardaki saatlere, takvime, kapının arkasında asılı duran pantolonuma bakıyorum. Etraftaki her şey uzamış, irileşmiş, büyümüş oluyor. Bense ufalmış oluyorum, deterjan kokan ıslak çamaşırlar gibi çekmiş küçülmüş oluyorum birkaç beden. Ellerim, annemin elleri oluyor. Çamaşır kokulu, beyaz, tombul, ıslak... Ve ıslak ıslak ağlıyorum karşımdaki karanlığın içinde duran boş yüzlere, güneş dolu ara sokaklara, pencerelerinde paslı tenekeler, tenekelerinde hercai menekşeler duran çocukluğuma bakarak.
Hakan Yaman (Fotoğraftaki Kadın)
Boş bir duvara bakmakla yetiniyorum eve dönünce. Ve bütün boş duvarlar bana bakıyor. İyi bir insan olmakla aramdaki yegane mani, üşengeçlik olamaz değil mi? Başka bir çürük olmalı içerlerde bir yerlerde. Başlarda minnacık olduğu için önemsenmeyip görmezden gelinen, sonra büyüdükçe altından nasıl kalkılır bilinemeyip örtbas edilen, neticede çürüdükçe çürüyen, koktukça kokan bir şeyler…
Nermin Yıldırım (Bavula Sığmayan)
ben merd-i meydan yani toprağın ve kanın gürzü güllerin bin yıllık mezarı bendedir yukardan bakarım efendilerin pusatlarına insanların bütün sabahlarını merak ederim gök hırpalanmaktadır merakımdan ıtır kokan benim yumruklarımdır benim kavgamdır o, aşk diye tanınan. alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa zülküf de vursun. yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.
İsmet Özel (Evet İsyan)
Çok sonraları, aşk hayatımda, öyle sessiz ve suskun kadınlar tanımışımdır ki, yatakta beklenmedik bir biçimde dilleri çözülüp inanılmaz derecede tatlı dilli olmuşlardır. O dul kadına da o gece buna benzer bir şey olmuştu, ama gırtlağında çözülen sesi erotik değil, içten ve sevecendi. Aramızda cinsellikle ilgili hiçbir şey geçmedi: kocası ve çocukları olmayan, orta yaşın sınırına ermiş o dul kadın, birkaç saat boyunca benim varlığımda kendi yavrusunu bulmuştu; ben de, anasını özlemiş bir öksüz olarak, o kocaman kollarında beni sallamasının keyfine bırakmıştım kendimi. Gün doğana kadar, birbirimize sımsıkı sarılarak öylece kalmıştık; benim o partal, kirli gömleğim, onun o kaba saba, hışır hışır gömleğine değiyor; ekmek ve ter kokan doyurucu kokusu her yanımıza siniyor; horoz, domuz, ördek boğazlayan elleri, aynı rahatlıkla öldürebilen, doyurabilen, yatıştırabilen o güçlü elleri, yumuşacık bir sürtünmeyle başımı okşuyordu. Unutulmaz bir gece olmuştu, çünkü o geceden sonra çocukluğum sona erdi. Son masumiyet gecemdi benim.
Rosa Montero (La hija del caníbal: Premio Primavera de Novela 1997)
Parti'nin ulaşmaya çalıştığı ülkü, pırıl pırıl, korkunç, kocaman bir şeydi: dehşet saçan silahlar, korkunç makinelerle kurulmuş bir çelik ve beton dünyası ve hepsi tam bir birliktelik içinde ilerleyen, aynı şeyleri düşünen, aynı sloganları atan, hiç durmaksızın çalışan, savaşan, yenen, zulmeden, aynı yüzü taşıyan tam üç yüz milyon insan. Oysa gerçek, karnı doyurulmamış bir yığın insanın altı delik ayakkabılarıyla dolaşıp lahana ve çiş kokan, döküntü halindeki on dokuzuncu yüzyıl yapılarında oturduğu soluk, çürüyen kentlerdi.
George Orwell
Bir seferinde bir yerde okumuştum ya da bir filmde görmüştüm, Almanlar tarafından şu her tarafı kapalı -biraz hava girsin diye sadece üst kısımda bir aralık bulunan- sığır nakliye vagonlarında kamplara götürülen Yahudiler, ıslak ot kokan kırlardan geçtikleri sırada, manzarayı betimlesin ve trenin geçtiği yerleri anlatsın diye içlerinden en iyi anlatıcıyı seçip omuzlarının üzerinde yukarıdaki aralığa kadar kaldırırlarmış. Ben artık şuna eminim ki, onların arasında yoldaşları tarafından anlatılan o güzellikleri hayal etmeyi, o delikten dışarıya kendi gözleriyle bakma ayrıcalığına tercih eden birçok kişi olmalıydı.
Hernán Rivera Letelier (راوية الأفلام)
Aldı sazı ele Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bakalım ne dedi: Bizim fırkaya derler Cumhuriyetçi Terakkiperver Hem fırkacıyız, hem berber İşçiyi çiftçiyi tıraş ederiz Perdah olmazlarsa telaş ederiz. Yaldızlı bir kazık kakalım İşçinin açlıktan kokan nefesine Mavi boncuk takalım Köylünün püskülsüz fesine Fakat hürmetle riayetle bakalım Ecnebi sermayesine İşçiyi çiftçiyi tıraş edetiz Perdah olmazlarsa telaş ederiz. Aldı sazı ele Halkçı Cumhuriyet Fırkası, Bakalım ne dedi: Terakkiperver'lere kanmayın Onlar dostunuzdur sanmayın Parmağınızı siyasete banmayın Palan olsa da sırtınıza sırma hırkamız Samansız bırakmaz sizi Fırkamız. Çıkar elbet bir gün Mesai Kanunu Yüz sene, bin sene bekleyin bunu İşte buna derler Ali Cengiz oyunu Palan da olsa sırtınıza sırma hırkamız Samansız bırakmaz sizi Fırkamız. Aldı sazı ele amele ve köylü, Bakalım ne dedi: Semerkant elinden yollasanız da İçini ipekle çullasanız da Ne kadar telleyip pullasanız da Sırtıma vurulan palandır palan İnanmam yalandır, yalandır, yalan. - DESTAN
Nâzım Hikmet (Şiirler 8 – İlk Şiirler)
Şimdiye ait her şey bizi sözcükleri götürmüyorsa, sözcükler de tekrar onlara dönmüyorsa, işe yaramaz ve değersiz oluveriyor. Sadece sözcükler somut ve soyut olanın varlığının kanıtıdır, anlık olana anlam verenler onlardır, elle tutulmayanı tutulur yapan, beni de ben yapanlardır. Anlıyorsun ya Şaşenka, hayattan kopuk halde yaşadım ben hep. Benimle dünya arasındaki çiti sözcükler ördü. Başımdan geçenleri sadece sözcüklerle değerlendirdim; seni de bir sayfaya koyup götürebilir miyim, götüremez miyim diye düşündüğüm zamanlardaki gibi. Kemikleri bile çürümüş şu bilgilere ne söyleyeceğimi biliyorum artık: anlık olan, onu uçarken yakaladığın an bir şeyler ifade etmeye başlar. Neredesiniz ey bilgeler? Şu sizin gördüğünüz dünya nerede? Anlık dediğiniz şeyler? Bilmiyor musunuz? Ben biliyorum. Sanki hakikat açıldı önümde birden kendimi güçlü hissetmeye başladım, her şeyden daha güçlü. Öyle Şaşka, biliyorum, gülüyorsun şimdi bana; her şeyin efendisi gibi hissediyordum kendimi. Bilmeyenlerin gözlerini kapayan şey bana görünmüştü. En azından bana öyle geliyordu o zamanlar. Hemen ardımdan zincirin önemli bir halkası kapandı, daha ki de en önemlisi, gerçek bir insandan gelen, hani şu ter içinde, ağzı leş kokan, solak, solak olmayan, mide yanması ile kıvranan, gerisi mühim değil ama tam da böyle bir insandan gelen, tıpkı sen veya ben gibi gerçek bir insandan, hani şu bir zamanlar başlangıçta sadece söz vardı diye yazan gibi. Sözleri yerinde kaldı, söyleyen de onları giyindi, sözler bedeni oldu. Bu tek ve gerçek ölümsüzlüktü. Başka türlüsü yok. Geriye kalan her şey mezarlığın bok çukurunda... ... Belki de saçma olan sözcükleri bu kadar sevmek. Çılgınlık derecesinde seviyordum onları. Onlarsa arkamdan kaş göz işareti yapıyorlardı. Benimle dalga geçiyorlardı! Sırtımı sözcüklere dayadığım oranda, sözcüklerle bir şeyleri anlatmada ne kadar güçsüz kaldığımı daha açık görüyorum. Daha doğrusu, sözcükler kendime ait bir şeyler yaratmamı sağlayabilirler ama kendini de sözcüklerle öremezsin ki. Sözcükler yalancı. Yüzmek için izin istiyorlar senden, sonra da gizlice yelkenleri şişirip çekip gidiyorlar, kıyıda tek başına kala kalıyorsun. En önemlisi de, gerçeğin hiç bir sözcüğün içinde rahat edememesi. Gerçek, insana dilini yutturur. Şu hayatta yaşanan dişe dokunur şeylerin hiçbiri bir sözcüğün içine sığmaz. Bugüne kadar başından geçenlerin sözcüklerle anlatılabileceği fikrine kapılırsan, bil ki başından hiçbir şey geçmemiş demektir. Şasenka, sanırım her şeyi birbirine karıştırdım ama ne yapayım öyle ya da böyle konuşasım var. Hem ne kadar karıştırırsam karıştırayım beni anlayacağını biliyorum. Kelimelerin kifayetsizliğinden bahsediyordum. Eğer kelimelerin kifayetsizliğinin farkına varamıyorsan kelimelerin ne ifade ettiklerini bilmiyorsun demektir. 
Mihail Šiškin
Alemdağ'da Var Bir Yılan (Sait Faik Abasıyanık) - Your Highlight at location 67-70 | Added on Thursday, 15 May 2014 00:27:40 — Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni. Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor. — İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime: — Hidayet. — Neden öldürdün; Hidayet? — Seviyordum be abi! ==========
Anonymous
Açlıktan nefesleri kokan sokak insanları gelinlik giymiş sokaklara lanet yağdırdılar. Nefeslerini kara üfleyip "Git artık buradan vicdansız," diye söylendiler. Kar, sağır numarasına yatıp söylenenleri duymazlıktan geldi.
Anonymous
ıur kokan rüzgarlarda sesiniz
Anonymous
- O kadın şimdi kendini nasıl hissediyor? - O kadın kendini kaybolmuş hissediyor. Kaybolmuş ve ihanete uğramış... ... " Ne önerirdiniz o kadına?" diye fısıldıyor Anna. Belki de ilk kez birinden öğüt istiyor; birinden yardım dileniyor. Adam sanki kendi kendinin içinde yitmişçesine susuyor. Sonra yavaşça dönüyor ve ona gülümsüyor: " Şöyle derdim: Yola çık, güneye git. Mümkün olduğunca güneye. Denizin seni okşayan bir renge sahip olduğu, sana iyi geleceği bir yere. Tek bir lokantanın, yeni tutulmuş bir balığın pişirildiği tek lokantanın olduğu, etiketsiz, belki biraz reçine kokan beyaz şarabın içildiği yere git. Oturup gün batımını seyrebileceğin bir yer olsun..." " Ya da belki gün doğumunu," diye kesiyor kadın onun sözünü ve deniz kıyısındaki o kumsalı görür gibi oluyor. " Ya da gün doğumunu. Güneşe karşı gözlerini yumacağın, bedeninin konuşmasına izin vereceğin ve onu dinleyeceğin bir yer olsun...
Ferzan Özpetek (İstanbul Kırmızısı)
Yolda olma duygusunu, o çılgın aidiyetsizliği çok sevmişti. Bulutlar var, dağlar, ovalar var, daha ileri de gidebilirim, geri de dönebilirim. Kenarları beyaz çizgili mavi yol tabelarının üzerindeki harfler, sayılar öyle hoş ve tanıdık geliyor ki, bunlar Cemil için ülkenin dört bir tanına dağılmış bir kitabın sayfalarıydı. Heyecanla okuyordu bu kitabı. Yolculuklarında benzin istasyonları, yol üstü lokantaları, çay salonları, hatta kötü kokan tuvaletler bile bir hikayenin içinde olduğu duygusunu veriyordu. Derme çatma, kapısı açık, pis bir tuvaletin kaba ağaç doğramalı camsız, küçük penceresinden görünen manzara. Çerçevelenmiş ışıklı güzellik, pırıl pırıl ve şaşırtıcı. Hadi Gidelim.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
...Bazı sabahlar gün aydınlandıkça, karanlığın içine gizlenmiş tüm huzursuzluklarım da teker teker görünür olmaya başlıyordu. Belki de bu yüzden kendimi ara ara derin bir uçurumun çevresinde -yarı uyur- dolanırken buluyordum; söz gelimi bir gün bir ucundan düşmek üzereyken ertesi gün boylu boyunca yatıyordum dibinde, ya da bir sabah can havliyle tırmanırken, diğerinde ise tıpkı rüzgâra asılmış bir yaprak gibi ağır ağır salınarak, süzülerek yeniden düşerken buluyordum. Beni en çok da bu düşme anı korkutuyordu. Kimi zaman tam uykuya dalmak üzereyken bu düşme anı birdenbire gözlerimin önünde beliriyor, tedirginliği anında gövdemi sarıyor ve o an yataktan sıçrayarak kalkmama neden oluyordu. Bu kâbus, düşünce, sanrı ya da adına ne derseniz deyin zaman zaman da gözleri açık görülen bir tür rüyaya dönüşüyordu; daha önce hiç görmediğim uçsuz bucaksız düzlüklerde ve de kavurucu güneşin altında saatlerce ya da belki de günlerce -artık ne kadar zamanın geçtiğini bilemiyordum- dolanıyordum mesela, sonra bu uçsuz bucaksız düzlükler tozlu yollarla kendi hâlinde duran çıplak bir tepenin kuru gölgesine gizlenmiş ve her defasında değişen küçük bir köye uzanıyordu; bir an için oralardan sanki bir daha hiçbir zaman kurtulamayacakmışım ya da kuytu bir köşeye yığılıp kalacakmışım gibi tuhaf, tarifsiz bir duygu uyanıyordu içimde. Sonra kendimi bir anda çıkmaz sokaklarda, harabeye dönmüş binaların arasında, mezbelelik yerlerde, karanlık ve tekinsiz mahallelerde, yıkıntıların üzerinde, terk edilmiş pazar yerlerinde, bol ışıklı barların ve alkol kokan batakhanelerin ürkütücü muhitlerinde geziniyorken buluyordum. Kimi zaman yolun sağında veya solunda karşıma çıkan yıkılmış ya da yıkılmakta olan onlarca bina, yıkımın yücelttiği başka türlü varlıklara dönüşüyordu zihnimde. Bu görüntüler, ilerleyen günün ışıltılarıyla birlikte gittikçe belirsizleşiyor, bir sonraki uykusuzluğuma kadar ortadan kayboluyordu...
Eren Tümer (Kayıp)
Adaya gelip gidenler birden kesildi. Adada bomboş kalanların elleri işe güce varmıyor, balığa bile çıkamıyor, çınarların altında sabahtan akşamlara kadar oturuyor, gözlerini denize dikiyor, gün batıncaya kadar denizden gelecek bir küçük kayığı, bir tekneyi bekliyorlar, arada sırada ağızlarından ancak birkaç sözcük dökülüyor. Yalnız, Melek Hatun dalıp gidiyor, denizi, denizden gelecekleri unutup karşı dağı göstererek, işte şu karşıdaki dağa binbir pınarlı Kazdağı derler, diyordu. Orada bir sarı kız varmış, bütün kazları, kuşları, geyikleri başına toplar öyle gezermiş. O dağ benim memleketimdir. İşte bunun babası, Kadri Kaptanı gösteriyor, nur içinde yatsın, buradan bizim köye keçi çobanlığına geldi. Ben de karasevdaya tutuldum. O da bana tutuldu. Kaçtık. Dağa, yörükler yaylaya çıkarlardı. Bunun babası iyi çobancılık bilirdi. Keçisi, koyunu çok bir yörük ağasına çoban durdu. Kardeşlerim, kaçtık diye, bin pınarlı koca dağda bizi arıyorlardı. Bulunca öldüreceklerdi. Ağı gibi silahlanmış üç delikanlı dağda bizi aramadık yer koymamışlar. Yörükler bunu bize ulaştırdılar. Ordan hükümete sığınalım, diye kaçtık, hükümette de candarma varmış, bu kasabaya geldik. Bunun babası gitti, bu Kadri Kaptanımın babası, bu tekneyi bize verene tayfa durdu. Çok balık tuttular o yıl, çok para kazandılar. Kasabadaki evi yaptık, bahçesine de portakal ağaçlan diktik. Portakal ağaçları kocaman oldu. Geldiğimiz yıl bu Kadri Kaptan doğdu. Portakal bahçeleri meyve verince Kaptan kocaman olmuştu. O yıl bahçedeki bütün portakalları, alaca düşer düşmez, sararır sararmaz yemeğe başladı. Ne ben, ne de babası elinden bir portakal alıp da tadına bakamadık. Babası bunu çocukluğunda Reisin teknesine götürdü, tayfa yazdırdı. İyi ki yazdırmış. O ağaçlar çok portakal verdi, çok portakal sattık, çok portakal yedik. Kaptan sonraları, bıkmış olacak, ağzına öldürsen bir dilim portakal bile koymadı. Derken savaş çıktı. Dağ gibi gemiler gelmiş ötedeki denizin Çanakkalesine. Asker toplamaya başladılar, kimi yakaladılarsa. Ben bunun babasına, bak, dedim, askere gitme. Oraya giden gelmiyor. Gel bizim dağımıza, binbir pınarlı, her pınarı yarpuz kokan dağımıza kaçalım. Bak, oğlumuz oldu, sen de biliyorsun, kaçan kızın oğlu olursa, oğlunu alıp da baba ocağına giderse onları öldürmezler, üstelik de sevinçlerinden düğün bayram ederler. Benim de onları çok göreceğim geldi. Bunun babasının deliliği tuttu beni dinlemedi. Bir sabah erkenden onu aldılar götürdüler. Arkasından gittim baktım ki cami bunun yaşıtlarıyla dolu. Analar ağlıyor, bacılar, kardeşler, gelinler bunuluyor. Ben ağlamadım, öyle durdum kaldım orada. Bunun babası bana baktı baktı boynu bükük, sonunda başını eğdi. Bir daha bana bakamadı. Akşam oldu, karanlık bastı, sonra da sabah erkenden o gemileri batırmaya gitmişler. Gemilerden ateş yağmış üstlerine. Asker Topal Hasan geldi. Topal Hasan birinci pehlivandı. Durmadan ağlıyordu. Sordum ona, ne oldu, dedim. Hiç sorma, dedi, seninki yanımdaki siperdeydi. Üstümüze gülleler düştü. Gökten taş, toprak, kan yağdı. Yöremizdeki duman açıldı, baktım bacaklarım yok, amanallah bacaklarım nerede? Sonra üstüme karanlık çöktü. Doktorların yanından çıkınca sordum, ne oldu? Toz, hava, kan. Toz, hava, kan. Karşıki dağa bin pınarlı dağ, diyorlar.
Yaşar Kemal (Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2))
Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe, Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre Cahilin korku kokan defterini Tanrı düre! Marifet mahkemesinde verilen hükme göre, Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer.
Neyzen Tevfik (Azâb-ı Mukaddes)
Dershane kapısından girince karşısında burcu burcu kokan yepyeni cam tahtasından yapılmış sıralar, iki tarafa dizilmiş, ortada bir gezinti bırakılmış. Kapının solunda Şemsi efendi duruyor ve onun arkasında iki ayak merdivenle çıkılır güzel bir kürsü ve duvara dayanmış bir siyah tahta ve silgi, tebeşir. Bir iki ay sonra bir gün sokakta bir kalabalık ve bir gürültü peyda oldu. Fena sözler, küfürler söyleniyor, sofa kapısı kırılıyor ve içeriye hücum ediliyordu. Hocamız bu hali görünce, zaten kulağı girişte imiş.. Hemen yerinden fırladı ve komşunun bahçesine açılan bir pencereden atlıyarak kaçtı. Kalabalık serseri takımından kırk elli kadar adamdan teşekkül etmiş haşarilerdi. Dershaneye girdiler ve bizi küfürlerle dışarı attıktan sonra o canım sıraları, hocanın kürsüsünü ve kara tahtayı, pencere ve kapıları parça parça kırarak dershaneyi bir harabeye çevirdiler. Ve biz de evlerimize kaçtık. Sebep!.. Şemsi efendi çocuklara gavur usulünde ders okutuyor, oyun oynatıyor ve jimnastik yaptırıyormuş! Amma! Bugüne kadar talebenin miktarı her gün biraz daha azalmakta idi. Biz zabit ve memur çocukları olmak üzere yirmi kişi kadar kalmıştık. Birkaç gün geçti. Hizmetçimiz bizi Şemsi efendinin yeni açtığı mektebe götürdü. Bu mektep hocanın kendi evinin altında büyük bir oda idi. Hocamız çalışıyor ve çalıştırıyordu. Metanetine, gayretine daha doğrusu muallimlik aşkına zerre kadar halel getirmemişti. Bilakis şevki artmıştı. Derken, bir gün buraya da aynı şekilde hücum oldu. Tehditler, küfürler arasında çocukları sokağa çıkardılar. Şemsi efendi hocamız saklanmış, tehlikeden kurtulmuştu. Gene sıraları, kara tahtayı o gavurluk alameti olan kapkara tahtayı parçaladıkları eve birşey yapamamışlar. Çok sene sonra hocamın kendi ağzından dinlediğime göre kendisini sokakta yakalamışlar, dövmüşler, tahkir ve bıçakla hayatını tehdid etmişler. Şemsi Efendi ya Selanik'i terketmeli, yahud mektebinden ve hocalıktan vazgeçmeli ve yahud da ölümünü Göz aldırmalı imiş.. Şemsi Efendi bunlara da ehemmiyet vermemiş bir üçüncü tedbir düşünmüştü, akşamdan sonra evlerimize gelmeğe ve bize ders vermeğe başladı. Son kalan yirmi kadar talebesini böylece her gece ziyaret eder beş on dakika ders verir veya kontrol eder giderdi. Ben hocamın bu yorulmak ve ürkmek bilmez himmet ve gayretlerini, bu yüksek azim ve celadetlerini izah etmekle bugünün maarif ordumuza, bütün öğretmenlerimize bir mefharet ve gurur kaynağına malik olduklarını bildirmek istiyorum ve istiyorum ki, Şemsi Efendi hocamın dahi layık ve müstahak olduğu bir ihtifal günü yaradılsın ve ebedi karargahına da şeref ve haysiyeti ile mütenasip bir şekil verilsin. Büyük harp esnasında Şemsi Efendinin bilhassa vatandaşları için pek te şeref bahş olmıyan bir ihtiyaç içinde vefat etmiş olduğunu İşittiğim zaman çok mahzun ve müteessir olmuştum. Bugün bu yazımla bir vazife ifa ediyorum itikadındayım. Şemsi Efendi merhumun zeka ve hafızasının kudretine aid bir misal ilave edeceğim. Benim babam askerdi. Mekteb resmen açıldıktan az zaman sonra Tesalya cihetine nakletmiştik. Büyüdüm. Asker oldum. 304 senesinde Harbiye mektebinde zabit çıkmış ve 324 senesinde miralay ve Kosova jandarma kumandanı olarak meşrutiyetin tesidi vesilesi ile birçok halk arasında Üsküp'ten Selaniğe gelmiştim. Rıhtım boyunda kalabalık ahalinin ve mektepler talebelerinin yaşasın meşrutiyet nidaları gökleri çınlatıyordu. Bu arada Şemsi Efendi de talebesini önüne katmış medhiyeler okutuyordu. Gördüm ve kendisini öğrenince sevinerek yanına koştum mübarek ellerini öptüm ve kendimi ilk talebelerinden bulunmak şerefini haiz olarak takdim ettim. Biraz düşündü ve Galip.. Galip dedikten sonra 'Senin İzzet isminde bir de kardeşin vardı değil mi?' demesin mi? Aradan otuz beş sene kadar bir zaman geçmişti ve onun dershanesinden binlerce talebe çıkmıştı ve bunlar arasında kimbilir kaç İzzetler vardı. Bu hafızaya herkes hayret etmez mi? Bu meslek vazife aşığı büyük adamı bugün dahi tebcil ve takdis etmekle ruhunu şad edeceğimi ümid ediyorum.
Azmi Koçak (Atatürk'ün İlk Öğretmeni Şemsi Efendi)
Her yüz kabulü parçalanmayı çağıran eliaçıklık, ama, Yüzüm yanındadır seninkinin, sırlı camın değerbilirliğinde, İmgeleriz birbirimizi içsel yakarıyla, bilirim. Sakınmayla ertelediğimiz, gecikmiş an, Kurtulsun dilerim kuşkudan; sorusundan gerçek mi, gerçek mi? Budur çünkü kesen elleri, göğümüzü şaşırtan, Alıkoyan yağmur kokan otlardan bedenlerimizi. Budur sorgulayan özdeş isteklerimizi, bağlansın mı, bağlansın mı bebekliğe? İçinden geçmeyi seçerken bir durallığın, Ürkünç devinimine zincirlenme korkusu; o esriten kızıl değişimin. Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk, kanadında. Bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için! Kaçtığımız her kare duvarına ekleniyor yuvarlak avlunun, üçgenleri yok ederek sonunda tutsak edileceğimiz!
Nilgün Marmara
ilk sevgilim çikolata kokardı. Son sevgilim ölüm. (Aradakilerin kokusu yoktu.) Ben ölüm kokan son sevgilimi sevdim en çok.
Mîna Urgan (Bir Dinozorun Anıları)
Böyle çeviri kokan bir ifadeyi nerede öğrenmişti acaba?- Tokyo'nun Son Çocukları
Yōko Tawada
ıtır kokan benim yumruklarımdır benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.
İsmet Özel (Erbain: Kırk Yılın Şiirleri)
SöyIenmemiş aşkın güzeIIiğiyIedir. KağıtIarda yarım bırakıImış şiir; İnsan yağmur kokan bir sabaha karşı HatırIar bir gün bir camı açtığını Duran bir buIutu,bir kuş uçtuğunu, Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı… Bütün bunIar aşkın güzeIIiğiyIedir.
Ahmet Muhip Dıranas
Boşluğun çok şeyler anlattığı, günlük devinimler zincirinin koptuğu,yüreğin kendisini yeniden düğümleyecekhalkayı arayıp da bir türlü bulamadığı şu garip tinsel durumu belirtiyorsa, o zaman uyumsuzun ilk belirtisi gibidir... Bir gün "neden?" yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar.
Albert Camus (The Myth of Sisyphus)
...Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor. - Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni. Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simitin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor. ....... -Anlatma, yeter bu kadarı. -Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi? - Anlatırım Hidayet. - Ama ötesi daha kıyak abi. - Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi birden kaldıramıyorum, yoruldum. -Peki abi. Cebimdeki susam pire oldu. Fatih camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)