“
Adaya gelip gidenler birden kesildi. Adada bomboş kalanların elleri işe güce varmıyor, balığa bile çıkamıyor, çınarların altında sabahtan akşamlara kadar oturuyor, gözlerini denize dikiyor, gün batıncaya kadar denizden gelecek bir küçük kayığı, bir tekneyi bekliyorlar, arada sırada ağızlarından ancak birkaç sözcük dökülüyor. Yalnız, Melek Hatun dalıp gidiyor, denizi, denizden gelecekleri unutup karşı dağı göstererek, işte şu karşıdaki dağa binbir pınarlı Kazdağı derler, diyordu. Orada bir sarı kız varmış, bütün kazları, kuşları, geyikleri başına toplar öyle gezermiş. O dağ benim memleketimdir. İşte bunun babası, Kadri Kaptanı gösteriyor, nur içinde yatsın, buradan bizim köye keçi çobanlığına geldi. Ben de karasevdaya tutuldum. O da bana tutuldu. Kaçtık. Dağa, yörükler yaylaya çıkarlardı. Bunun babası iyi çobancılık bilirdi. Keçisi, koyunu çok bir yörük ağasına çoban durdu. Kardeşlerim, kaçtık diye, bin pınarlı koca dağda bizi arıyorlardı. Bulunca öldüreceklerdi. Ağı gibi silahlanmış üç delikanlı dağda bizi aramadık yer koymamışlar. Yörükler bunu bize ulaştırdılar. Ordan hükümete sığınalım, diye kaçtık, hükümette de candarma varmış, bu kasabaya geldik. Bunun babası gitti, bu Kadri Kaptanımın babası, bu tekneyi bize verene tayfa durdu. Çok balık tuttular o yıl, çok para kazandılar. Kasabadaki evi yaptık, bahçesine de portakal ağaçlan diktik. Portakal ağaçları kocaman oldu. Geldiğimiz yıl bu Kadri Kaptan doğdu. Portakal bahçeleri meyve verince Kaptan kocaman olmuştu. O yıl bahçedeki bütün portakalları, alaca düşer düşmez, sararır sararmaz yemeğe başladı. Ne ben, ne de babası elinden bir portakal alıp da tadına bakamadık. Babası bunu çocukluğunda Reisin teknesine götürdü, tayfa yazdırdı. İyi ki yazdırmış. O ağaçlar çok portakal verdi, çok portakal sattık, çok portakal yedik. Kaptan sonraları, bıkmış olacak, ağzına öldürsen bir dilim portakal bile koymadı. Derken savaş çıktı. Dağ gibi gemiler gelmiş ötedeki denizin Çanakkalesine. Asker toplamaya başladılar, kimi yakaladılarsa. Ben bunun babasına, bak, dedim, askere gitme. Oraya giden gelmiyor. Gel bizim dağımıza, binbir pınarlı, her pınarı yarpuz kokan dağımıza kaçalım. Bak, oğlumuz oldu, sen de biliyorsun, kaçan kızın oğlu olursa, oğlunu alıp da baba ocağına giderse onları öldürmezler, üstelik de sevinçlerinden düğün bayram ederler. Benim de onları çok göreceğim geldi. Bunun babasının deliliği tuttu beni dinlemedi. Bir sabah erkenden onu aldılar götürdüler. Arkasından gittim baktım ki cami bunun yaşıtlarıyla dolu. Analar ağlıyor, bacılar, kardeşler, gelinler bunuluyor. Ben ağlamadım, öyle durdum kaldım orada. Bunun babası bana baktı baktı boynu bükük, sonunda başını eğdi. Bir daha bana bakamadı. Akşam oldu, karanlık bastı, sonra da sabah erkenden o gemileri batırmaya gitmişler. Gemilerden ateş yağmış üstlerine. Asker Topal Hasan geldi. Topal Hasan birinci pehlivandı. Durmadan ağlıyordu. Sordum ona, ne oldu, dedim. Hiç sorma, dedi, seninki yanımdaki siperdeydi. Üstümüze gülleler düştü. Gökten taş, toprak, kan yağdı. Yöremizdeki duman açıldı, baktım bacaklarım yok, amanallah bacaklarım nerede? Sonra üstüme karanlık çöktü. Doktorların yanından çıkınca sordum, ne oldu? Toz, hava, kan. Toz, hava, kan. Karşıki dağa bin pınarlı dağ, diyorlar.
”
”