Kan Ki Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Kan Ki. Here they are! All 60 of them:

Delikanlım, iyi bak yıldızlara, onları belki bir daha göremezsin. Belki bir daha, yıldızlarin ışığında kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin. Delikanlım, sen ki, ya bi köşe başında, kaşından kan sızarak gebereceksin, ya da bir devrimci gibi dar ağacında can vereceksin.
Nâzım Hikmet
Hiç aç kalmamış bir insana : -Açlık nedir? diye sorunuz... Hemen size bunu anlatmaya çalışır. Tarifler yapar, tasavvurlar yapar. Aç kalan bir insana : -Açlık nedir? diye sorarsanız : -Bilmem, der. Açlık şeydir... Açlık anlatılmaz ki... Açlık açlıktır işte... Hatta belki bunu da söylemez. Sadece cevap vermeden yüzünüze bakar.
Nâzım Hikmet (Kan Konuşmaz (Romanlar 1))
tebası olduğum neslimin minyatür nesliyim sanki ol demeye yakın bir ufak hüzün kala sonsabaha derim ki Hakikat şafaktan öte, bin şafaktan daha ötedir.
Ömer Alkan (Kan)
İnsan, insanlara var olmadıklarını inandırmak için bir felsefe incelemesine güvenemezdi. Bunun bir eylem olması gerekiyordu, gerçekten öylesine umutsuz bir eylem ki görüntüleri silsin götürsündü ve dünyanın hiçliğini gün ışığına göstersindi. Bir patlama, kan içinde genç bir beden halının üstünde, bir kağıda yazılmış sözcükler: Kendimi öldürüyorum, çünkü var değilim. Ve siz de insan kardeşlerim, hiçsiniz!
Jean-Paul Sartre (The Wall)
Mısır'lı Maryam : "Sanki... İnsanların iki paralel hayatı var. Ciddiye almıyorlar hiçbir şeyi aslında ve hepsi benden daha ciddiye alırmış gibi görünüyor. Devrimi de, aşkı da, örtünmeyi de, Allah'ı da, ölümü de... Ne gibi hissediyorum biliyor musun? Azizim bir sahne var, bence durumumu gayet açık anlatıyor. İşte o sahneyi düşündükçe kendime ağlayasım geliyor. Ömrümün tamamına. Apartmanın merdivenlerini yıkıyor kapıcı. Bize dedi ki... Çocuğuz, herhalde sekiz yaşındayım, 'Haydi siz de yardım edin.' Benim üzerimde de... Misafirliğe mi gidecektik neydi, beyaz bir elbise. Bir coşkuyla yapışmışım süpürgeye, haldır haldır yerleri süpürüyorum. Suç sıçrıyor üzerime, farkında değilim. Çılgın gibi temizliyorum. Sanıyorum ki, diğer çocuklar da, kapıcı da benimle birlikte. Kan ter içindeyim ve üstümde berbat. Bir baktım çocuklar oyun oynuyor, kapıcı sigarasını tüttürüyor... Sonrası da öyle... Hep öyle. Anladın mı?
Ece Temelkuran (Düğümlere Üfleyen Kadınlar)
Unutmuşum," dedi. "Beni ağlattığınızı unuttunuz ha?" Onun bu unutkanlığı, ilgisizliği bana gene için için kan ağlattı ki ağlayışların en acısı bence budur.
Charles Dickens (Great Expectations)
Nefret ediyordum doğadan! Her şeyin her şeyi yemesinden! Bütün döngünün, her şeyin her şeyi yiyerek sürüp gitmesinden nefret ediyordum. Başka türlü olamaz mıydı? Başka bir seçenek yok muydu? Bu muydu, o muhteşem ve mükemmel doğa, dedikleri? Bu doğayı yaratan her neyse ya da kimse, nasıl bir sadistti ki "Öyle bir düzen kuracağım ki sırf yaşamak için herkes birbirini gebertecek!" diyebilmişti. Birbirini yiyen o hayvanlar, her şeyi yiyen o insanlar, bütün cesetleri yiyen o böcekler, o böcekleri yiyen başka böcekler..."Hepsinin de amına koyayım!" diye bağırıyordum. "Bu doğayı hayal edenin de, bütün bu et yiyip kan içme sahnelerine mucize diyip, hepsi için şükredenlerin de ta amına koyayım!" O kadar sinirlenmiştim ki yanımda kağıt kalem olsa derhal bir dilekçe yazardım. Madem, bütün o dinler yazıya dökülüp kitap olmuştu, demek ki kullanılması gereken iletişim tekniği buydu. Ben de bir şikayet mektubu yazıp atacaktım havaya, ya da Allah ya da Tanrı ya da şu ya da bu, her neredeyse oraya! Madem Kuran, "Oku!" diye başlıyordu, ben de mektubun başına "Sen de bunu oku!" diye yazacaktım!
Hakan Günday (Daha)
Biliyorum ki, döktüğünüz kanı siz değil, yalılarda yaşayan ve şiir yazıp sizi hakir gören nazik adamlar içecektir. Kostantiniye'nin kibar insanları kanla beslenir, ama siz değil! Bu yüzden siz onlardan temizsiniz! Ancak kan görünce bayılan ve vahşetten nefret eden bu beyzadeler, sizleri daima ayak takımı olarak gördüler ve göreceklerdir. Onların ruhlarının ve vicdanlarının temiz olması için, bizzat sizler, ellerinizi çamura sokacaksınız. getirdiğiniz ganimetin neredeyse hepsi, bu kibar efendilerin kesesine girecektir. Ocağımızın kanunu odur ki, onların içmesi için sadece kan dökmeyecek, ayrıca şu koca Kostantiniye'nin sokaklarında dönüp sizin suratınıza bile bakmadıkları zaman onlara tahammül de edeceksiniz! Şairler mersiye, destan, gazel yazacak. Ne ile mi? Mürekkeple değil elbette! Kanla yazacaklar ve ünlerini ebediyete kadar sürdürecekler! Sizden istenen de bu: Kostantiniye'ye kan getirin!
İhsan Oktay Anar (Amat)
Biraz daha kan, kan ve suyun akışı Ey suyun güvenli akışı Sana bir yamaç gerekmez mi Ki sonun özlemine hızla varsın Ki sen varsın, akıtılmış kanlarla varsın Ve kan ve akışın o soylu tabakta Ormansız bir halka sunulacaktır Bir orman olarak Ona sığınılacaktır.
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Bir yürüyüşçü dağlarda kaybolsa,insanlar bir arama düzenlerler. Bir tren kaza yapsa,insanlar kan vermek için sıraya girerler. Bir deprem şehrin birini yerle bir etse, dünyanın dört bir tarafından insanlar acil durum malzemeleri gönderirler. Bu insanların içinde öyle temelde bulunan bir şeydir ki, istisnasız her kültürde yer bulmaktadır.
Andy Weir (The Martian)
Ama ne yazık ki tarihte hep aynı trajedi tekrarlanmaktadır, çünkü fikir adamları zamanı gelince, dava adamı olma sorumluluğunu üstlenmekte zorlanırlar ve pek nadir durumlarda harekete geçerler. Düşün dünyası zengin, yaratıcı insanlarda bu ikilem her zaman ortaya çıkar: Çünkü yaşadıkları dönemin saçmalıklarını en iyi görenler ve gözleyenler onlardır ve bir coşku anında, kendilerini büyük bir tutkuyla siyasi mücadelenin içine atarlar, ama öte yandan da zorbalığa zorbalıkla karşılık vermekte çekinir, tereddüt ederler. Duydukları sorumluluk onları şiddete başvurmaktan, kan dökmekten alıkoyar; o bir anlık tereddüt, saygılı geri duruş, şiddeti teşvik ederek onların elini kolunu bağlar ve tüm güçlerini yok eder.
Stefan Zweig (Decisive Moments in History: Twelve Historical Miniatures)
Bir filozof diyor ki: “Ahlâk ilmi, biyoloji ilmine dahildir. Çünkü ruh uzviyetin esiridir. Dimağda bir damla eksik kan, bir damla fazla kan insanda öyle bir ıztırap doğurabilir ki karaciğerinin akbabanın kemirdiği Promete’nin bile ıztırabından büyüktür. Başka başka gıdalar, başka başka fikirler çıkarır: Pirinç Buda dinini yapar, Alman metafiziği biranın mahsülüdür.
Mithat Cemal Kuntay (Mehmed Akif)
Bak, şu saman yığınının yanında uzanmış yatıyorum. İşgal ettiğim yer öylesine küçücük, evrende bulunmadığım ve umurunda bile olmadığım alanın yanında öylesine ufacık, yok sayılacak kadar küçük ki... ve yaşayacağım zaman dilimi benim bulunmadığım ve bulunmayacağım sonsuz zamanın yanında öylesine az ki. Oysa bu atomun, bu matematiksel noktanın içinde kan dolaşıyor, bir beyin çalışıyor, bir takım istekleri var... Ne kepazelik, ne saçmalık!...
Ivan Turgenev (Fathers and Sons)
Yazmam Daha Aşk şiiri Oydu bir bakışta tanıdım onu Kuşlar bakımından uçarı Çocuk tutumuyla beklenmedik Uzatmış ay aydın karanlığıma Nerden uzatmışsa tenha boynunu Dünyanın en güzel kadını bu oydu Saçlarını tarasa baştan başa rumeli Otursa ama hiç oturmazdı ki Kan kadını rüzgardı atların Hep andım ne yaşanır olduğunu En çok neresi mi ağzıydı elbet Bütün duyarlıklara ayarlı Öpüşlerin türlüsünden elhamra Sınırsız denizinde çarşafların Bir gider bir gelirdi işlek ağzı Ah şimdi benim gözlerim Bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor Bir kadın gömleği üstümde Günün maviliği ondan Gecenin horozu ondan
Cemal Süreya
Benim Sanayi Mektebi'nde bir arkadaşım vardı. Adı Ahmet'ti. Eli işe yatkın, şarkı söylemesini sever, ateş gibi delikanlı. Benden bir sene sonra, birincilikle şehadetname alıp mektebi bitirdi. Dul anasının beşibiryerdelerini satıp bir dükkan açtı. Balkan Harbi'nde askere aldılar. Dükkanı kapattı. Balkan Harbi'nden döndüğü vakit dükkanı yanmış ve sağ kolu omuz başından kopmuştu. Şimdi siz, dükkansız ve kolsuz Ahmet'e sorsanız, deseniz ki: İttihatçı mısın, İtilafçı mı? Ne cevap verir? Harbe İtilafçılar zamanında gitti, harpten İttihatçılar zamanında döndü. Harp sağ kolunu aldı. Yanan dükkanının yerine ne İttihatçılar, ne İtilafçılar, ona dükkan açtılar. Şimdi bizim Ahmet İttihatçı mı olmalı İtilafçı mı?
Nâzım Hikmet (Kan Konuşmaz (Romanlar 1))
Sen hiçliği gördün mü oğulcuk?" "Evet, birçok kez." "Nasıl görünüyor?" "Sanki körmüşsün gibi." "Pekalâ... oraya düştünüz mü size o yapışır işte; hiçlik. Sizler insanları, hayalle gerçeği ayırt edemeyecek kadar kör eden bulaşıcı bir hastalık gibisiniz. Size orada ne diyorlar, biliyor musun?" "Hayır," diye fısıldadı Atreju. "Yalan!" diye hırladı Gmork. Atreju kafasını sallayarak karşı çıkıyordu. Dudaklarındaki bütün kan çekilmişti. "Bu nasıl olabilir?" Gmork, Atreju'nun korkmasından keyifleniyordu. Bu konuşma onu görünür bir biçimde canlandırıyordu. Kısa bir süre sonra devam etti: "Sana orada ne olacağını mı soruyorsun? Ama burada nesin ki sen? Siz, Fantazya varlıkları, nesiniz ki? Hayallersiniz siz, şiir evrenindeki buluşlar, bitmeyecek bir öyküdeki şekiller! Kendini gerçek mi sanıyorsun oğulcuk?
Michael Ende
Zeki olduğunu göstermenin neden aptallık olarak algılandığı sorgulanırsa, akıllara gelecek ilk karşılık atalarımızdan kalma eşyaların tozunu taşır gibidir; çünkü bu karşılığa göre, zeki değilmiş gibi görünmek temkinli davranmaktır. Günümüzde ilk bakışta artık anlaşılması mümkün olmayan ve derinlemesine kuşku içeren bu temkinli davranış, muhtemelen zayıf insan için akıllı görünmemenin gerçekten de daha akıllıca olduğu dönemlerdeki koşullardan kaynaklanır; zira zayıf kişinin zekası, güçlü insanın hayatını tehlikeye atabilir! Aptallıksa teskin edicidir, güvensizliği yatıştırır; günümüzün deyimiyle “silahsızlandırır.” Bu tarz eski kurnazlığın ve ustalıklı aptallığın izlerine bağımlı ilişkilerde hala rastlanabilir, zira birinin bir başkasına bağımlı olduğu bu tür ilişkiler içinde güçler öyle orantısız paylaştırılır ki zayıf kişi kurtuluşunu olduğundan daha aptalca davranmakta arar: Bu izler kendini, örneğin, köylünün sözümona kurnazlığında, hizmetçinin mürekkep yalamış efendilerini idare etmesinde, askerin üstüyle, öğrencinin öğretmeniyle ve çocuğun ebeveyniyle ilişkisinde gösterir. Zayıf kişinin bir şeyi becerememesi, o şeyi yapmak istememesinden daha az sinirlendirir gücü elinde bulunduran kişiyi. Aptallık güçlü insanı çaresizliğe sürükler, diğer bir deyişle tam olarak bir zayıflık hali ne ise, ona! ... Fakat aptallık aynı zamanda kızgınlık yaratabilir ve her durumda yatıştırıcı olmaz. Kısaca söylemek gerekirse, aptallık genellikle sabırsızlığa yol açar, bazı istisnai durumlarda zalimliği de körükler ve bu zalimliğin hastalıklı ve tiksinti uyandıran aşırılıkları, ki bunlar kabaca sadizm olarak nitelendirilir, aptal insanları çoğunlukla mağdur rolünde gösterir. Şurası açık ki bu durum, aptal insanların zalim insanların kucağına nispeten daha kolay düşmeleri yüzünden ortaya çıkar, fakat bunun aynı zamanda her açıdan hissedilen bir direnç yoksunluğuyla da bağlantısı varmış gibi görünür, ki bu direnç yoksunluğu, kan kokusunun avlanma şehvetini uyandırmasına benzer şekilde, hayal gücünü vahşileştirir: Bu, aptal insanı neredeyse sırf limit duygusu tamamen yitirildiği için zalimliğin aşırıya kaçtığı ıssız bir yere doğru çeker. Acı çektirende görülen bir acı çekme türüdür bu, acı çektirenin vahşetinde saklı bir zayıflıktır ve rencide olmuş duygudaşlığın öfkesine tanıdığımız öncelik her ne kadar bunu fark etmemize nadiren müsade etse de, zalimlik de aşk gibi birbiriyle uyumlu iki insanın varlığına ihtiyaç duyar.
Robert Musil (Über die Dummheit)
Hüzünlü Madrigal I Bana ne sendeki dirlik düzenlik? Hem güzel ol, hem de acı duy! Ekler Gözyaşı yüzüne başka güzellik, Yeşillikte bir su gibi üstelik; Borayla canlanır çünkü çiçekler. Seni ben alnından sevinç büsbütün Dağılıp gidince daha severim; Yüreğin yılgıdan daraldığı gün; Korkunç bulutuyla baştan başa dün Toplanıp yığılsın üstüne derim. İri gözlerinden kan gibi ılık, Bir su boşanırken severim seni; Okşayıp seven elime karşılık, Can çekişme gibi sararken sık sık Duyduğun iç sıkıntısı gövdeni. Çekerim içime, en tanrısal haz! Bütün hıçkırıklarını göğsünün, Ey derin ezgi, tadına doyulmaz! Sanırım ışıldar yüreğin, biraz Gözlerinden hele inciler düşsün! II Kökünden kopmuş o eski aşklarla Dopdolu yüreğin yine bir fırın Gibi alev saçar, bilirim, harla Ve senin göğsünün altında hâlâ Az çok övüncü var kargışlıların; Yine de, sevgilim, gördüğün her düş Daha Cehennem'i yansıtmadıkça, Ve aklı demire, baruta düşmüş, Yalnız kılıçlar, zehirler üşüşmüş Bitmez bir kâbus içinde açıkça, Her yerde felaket görüp yeniden, Süzerek herkesi korku içinde, Saat çaldı mı sıçrayıp yerinden, Sarıp sıktığını duymadıkça sen Önüne geçilmez İğrenti'nin de, Diyemezsin ki, tutsak kraliçe, Beni korkuyla sevebilen ancak, Ağır dehşetiyle sürerken gece Çığlıklar içinde ruhum, delice, Bana: "Ey kralım, sana dengim, bak!
Charles Baudelaire (Les Fleurs du Mal)
Ancak rahip gider gitmez, sanki susmanın yükü iki misli ağırlıkla üzerine çökmüş, yüksek tavanı tek başına taşımak ve bastırmakta olan karanlığı tek başına kendinden uzaklaştırmak zorundaymış gibi hissetmişti kadın. Tek bir insanın diğeri için neler ifade edeceğini hiç bilmemişti, çünkü hiç yalnız kalmamıştı. İnsanları her zaman duyumsanmayan hava gibi değerlendirmişti yalnızca, ama şimdi boğazı yalnızlıktan düğümlendiği için yalan söyleyip aldatsalar da insanların ne kadar önemli olduğunu, salt varlıklarından neler aldığını, onların rahatlığını, güvenini ve neşesini özümsediğini fark ediyordu. Kalabalıklar içinde onlarca yıl sürmüş ve bu kalabalıkların onu taşıyıp beslediğini asla anlamamıştı, ama şimdi bir balık gibi yalnızlık sahiline vurmuştu, çaresizlik ve şahlanmış acılar içinde çırpınıyordu. Hem üşüyor hem de ateşler içinde yanıyordu. Bedenine dokundu, soğuğundan korkuyla irkildi; duyusal sıcaklıktan yana ne varsa ölmüş, damarlarındaki kan jelatin gibi koyulaşmış öyle akıyordu sanki; kadın kendi cesedine sarılıp tabuta konulmuş, oradaki sessizliğin içinde yatıyor gibiydi. Sonra içini ansızın bir sıcaklık bastı ve çaresiz hıçkırıklara boğuldu. Önce ürküp karşı koymak istedi. Ama kimse yoktu ki burada, rol yapması gerekmiyordu, ilk kez kendisiyle baş başaydı. Sıcak gözyaşlarının buz kesmiş yanaklarından süzülmesini hissetmenin ve korkunç sessizlikte kendi hıçkırıklarını duymanın sancılı lezzetine gönüllü teslim oldu.
Stefan Zweig
vermek yerine gülümsüyordu. Afallayıp allak bullak olan Ali Reis, "Evet. O mel'un hem bozgunculuk eder hem de kan döker. Neler yaptığını gördük!" diye bağırdı. Herkesin keyfi kaçmıştı. Ne var ki Kaptan Efendimizin şu cevabı karşısında, akan sular durdu: "Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim! Bundan sonra, bu gemide onun sözünü dinleyecek ve Süleyman Reis'e saygıda kusur etmeyeceksiniz! Evet mi hayır mı?" Seyir zâbiti, gemi hekimi ve odabaşı 'evet' dediler. Fakat Ali Reis hışımla sedirden kalkarak, "Evet! Onun neler yaptığını gördün! Yanlış emirler verdi! Topçular topları neden geç doldurdu, biliyor musun? Çünkü hedef rüzgâr üstündeydi. Rüzgârın üflediği duman içeri püskürünce top bataryasındakiler iyi nişan alamadılar! Daha ne söyleyeyim? Hata! Hata! Hata! Baştan sona hata!" diye söylendi. Ali Reis'in gözleri hasetten ve öfkeden dolmuştu ve ağzından, onun kaderini belirleyecek şu sözler döküldü: "Ben, kendimden daha aşağı birinin emirlerini dinlemem. Hele Süleyman denilen o cahilin! Asla!" O ana dek gülümsemesi süren Efendimiz Diyavol Paşa öfkeyle yerinden doğruldu: "Bu kadarı yeter!" dedi, "Bu ne küstahlık! Sen kim oluyorsun da emrimi dinlemiyorsun! Burada emre karşı gelen âsilere yer yok! İsyana izin veremem. Şu andan
Anonymous
Kirpiklerin..." dedi. "Tanrım kirpiklerin ne kadar büyük. Bir tavuskuşunun tüyleri gibi. Gözlerini çok açıp kapamamalısın yoksa uçarsın. Uçup gidersin..." Kıvırcık sevgiyle sarıldı ona. Kendisini bu kadar düşünen bir arkadaşı olduğu için çok duygulanmıştı belli ki.
Alper Canıgüz (Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu)
Dusseldorf'ta Universite Ogrenimi Aylardan huzunlu kasimdi, Gunler kasvetli, Ruzgar koparirken agaclardan yapraklari Yola ciktim Almanya'ya dogru. Sinira vardigimda Hissettim kalbimdeki guclu carpintiyi, Gozlerimden yaslar damlamaya baslamisti Sanirim. Ve almancayi duymaya basladigimda Icim bir tuhaf olmustu o an Iste o zaman anladim ki Yuregim kan agliyordu. Heinrich Heine: Deutschland. Ein Wintermärchen, Cap. I
Jürgen Otten
Mutfaktan tabak çanak sesleri gelmeye başlamıştı. Adımlar odalardan odalara geçiyor; ışık, sıkı sıkı kapanmış perdelerin arasından yaramazca sızıp duvarlarda oyunlar oynuyordu. Satıcıların, ‘Çıt çıt! Simiiiiiiitçiiiieeeee...’ veya ‘Muslukçuuiiiieee, tesisatçiiiieee...’ gibi sonu sesli harflerle zenginleşen bağırışları sokaktan yükseliyor, ‘Karpuuuuz kan, karpuuuuuz kan’, ‘Overlok makinesi ayağınıza geldi. Halı, kilim, yolluk, pas pas kenarına...’ nidalarıyla sloganlar çeşitleniyordu. Neyse ki hiçbiri gerçek değildi. Hilmi yatağında zorlanarak doğruldu. Birinin organları çürümeye başladığında hareket kabiliyeti de azalıyordu. Morarmış etleri nedeniyle odaya yayılan kokudan iğrendi; buradan hemen çıkmalıydı. İki Arada Bir Derede, 12
Zeynep Paftalı (12)
Mi voltunk az ideális szerelmespár. A hátunk mögött összesúgtak: »Öröm látni őket!« Fekete kan-bozóthoz csillag-szőke konty – jól voltunk összepárosítva. Aztán jöttek a nagy napok; egy dobogón álltam és azt mondtam : »Barátaim…«. Kintről behallatszott a géppisztoly-kelepelés, a hallgatóság között láttam világítani a kontyát. Aztán a hosszú éjszakák, a »megmaradtunk« fojtó gyönyöre. Még később a bulik, az »ugorjatokát«. Ki mondja meg, hol kezdődött a rontás? A cigányképű balettáncosnő úgy tekergett a parketten, mint egy polip. És táncosai diplomás hiénák, róka-ábrázatú nagymenők. Az olcsó bor aranyködén át néztem őket. Ott táncolt ő is, lehunyt szemmel, részegen, a kontya a nyakába csúszott. Otthon zokogott: »Te voltál az életem!« De könnyes arcából sütött a megkönnyebbülés. Másztam a semmiben, mint giliszta a földben. »Te nem tudod, mi az«, mondtam a húgának, »ha az ember alkoholista!« A fejemben minden új nap egy nyilvános vécét nyitott, hol nyelv és szájpadlás összetapadt, mint koldus szeretők. És közben letáncoltak a földgömbről a Hatvanas Évek. Megjegyzem, egyszer láttam őt: valami társaságban, éjszaka. Meghízott és a haja többé nem világított. És roppant testére kislány-ruhákat aggatott a balsorsnak nevezett vicclaprajzoló. Akkor egy percre arra gondoltam, hogy jobb körülmények között mi is lehettünk volna emberek. Meg, hogy milyen vadul szorongatott az élő harapófogó és hogy boronálta a keze a hajam. De az űr lemezjátszóján tovább forgott a föld, és minden folyt tovább, a társasági élet, a szaporodás, a háborúk. Aztán berúgtam, és ha jól tudom, valahol lehánytam egy drága szőnyeget.
Ottó Orbán (Emberáldozat)
पूरे वर्ष, सभी क्षेत्रों में, सभी मौसमों में; हम हिंदुओं को लगभग किसी भी चीज और हर चीज की, किसी को भी और सभी की पूजा करने के लिए कारण मिलते हैं; लोगों से देवताओं तक; जानवरों से पौधों तक; ग्रहों से सितारों तक। इसलिए जीवन के छोटे-छोटे आश्चर्यों के साथ हमारा उत्साह हमेशा ऊंचा रहता है, हम लोगों से मिलना और उनका अभिवादन करना पसंद करते हैं, क्योंकि सनातन धर्म में हम मानव होने के हर पहलू का जश्न मनाते हैं। हम मानते हैं कि (भगवान) हर कण में हैं और ऊँ (ओ3म्) ब्रह्मांड के हर एक परमाणु (atOM) में है। Poore varsh, sabhee kshetron mein, sabhee mausamon mein; ham hinduon ko lagabhag kisee bhee cheej aur har cheej kee, kisee ko bhee aur sabhee kee pooja karane ke lie kaaran milate hain; logon se devataon tak; jaanavaron se paudhon tak; grahon se sitaaron tak. isalie jeevan ke chhote-chhote aashcharyon ke saath hamaara utsaah hamesha ooncha rahata hai, ham logon se milana aur unaka abhivaadan karana pasand karate hain, kyonki sanaatan dharm mein ham maanav hone ke har pahaloo ka jashn manaate hain. ham maanate hain ki bhagavaan (bhagavaan) har kan mein hain aur om brahmaand ke har ek paramaanu mein hai.
Vikrmn: CA Vikram Verma (You By You)
Nereye yükseldik ki! Bir yanımızla yükseldik. Ya öbür yanımız? Kıyısından uçuruma bakıyoruz. Yükseldikçe derinleşen uçuruma. Milyonların açlıktan öldüğü dünyadayız. Otuz milyonu bizde, yarı aç sürünüyor. Soygun, sömürü, kan… Birkaç bin canavar yeryüzündeki tüm güzellikleri yok edebilir bir anda. Yaşa da mutlu ol! Mutluyum gene de; bunların bilincindeyim çünkü. Çirkinliklere göz yumarak aramadım mutluluğu. Yoruldum biraz, o kadar. Bu yolda yorulmanın da buruk bir mutluluğu var. Tam mutluluk nerede ki? Herhal ilerdedir!..
Vedat Türkali (Kayıp Romanlar)
... Kadı Halil'i duydun mu?' 'Şu Salı Pazarı'nda nargile salonu olan adam mı?' 'Ta kendisi. Efsane bir arkadaştı… En büyük adalet dağıtıcısıydı bu alemin. Kadı lakabı da oradan geliyor zaten. Kantarı şaşmaz, terazisi yanlış tartmazdı. Kimseden çekinmez, doğruya doğru, eğriye eğri, dilini sakınmazdı. Acımasızdı da, verdiği karardan döndüğü görülmemişti, öyle olduğu için de sözleri tövbe tövbe, ayet hükmündeydi. Bu dünyanın en namlı delikanlıları bile uymak zorundaydı Halil Abi'nin iki dudağının arasından çıkacak lafa. Benim diyen kaç babayiğidin kalemini kırmış, hayatını söndürmüştü. İşin ilginci, kimse öfkelenmezdi ona. Öfkelense de belli etmezdi. Çünkü haksızlık etmeyeceğini herkes bilirdi.' 'Ama ne oldu, o da kendini öldürdü sonunda.' diye kestim sözünü. 'Ben de onu anlatıyordum Nevzat. Kendini neden öldürdüğünü. Gün geldi, kader, Kadı Halil'in samimiyetini sınamak istedi. Yasin diye bir oğlu vardı. Gözünün bebeği, tek çocuğu. Öyle olduğu için de şımarık yetişmiş. Okul mokul hak getire. Büyüyünce de babadan kontenjanlı, ucundan kıyısından değil, balıklama düşmüş bizim âleme. Belki de o yüzden çiğ kalmış, edep erkân öğrenmemişti. Sopa yemediğinden, hapis yatmadığından. Kadı Halil'in bir adamı vardı, Mihri. Mizgin benim için neyse, Mihri de Halil Abi için oydu. İnce, uzun, bileğine sağlam bir babayiğit, öl dese ölür, öldür dese öldürür, sorgusuz sualsiz, öyle sadık, öyle yiğit, öylesine temiz bir adam. Tek kusuru kırk yaşında sevdalanmak. Hem de Çorlu kerhanesinde çalışan bir kadına... Ee gönül bu, diyecek bi' şey yok... Sevdalanmak dediysem, günümüz gençlerininki gibi gelgeç değil. Sevdalanmak ki kadını kerhaneden çıkarıp nikâhı basmacasına. Öyle koca yürekli bir adam bu Mihri yani. Hani peygamberin cennetlik dediği cinsten. Nikâh mikah derken, iki de çocuk yapıyor kadından, biri kız, biri oğlan. Ama Halil Abi’nin namussuz oğlu göz koyuyor kadına. Mihri'nin bu puştluktan haberi yok tabii, aklının ucundan bile geçmiyor, kendi oğlu gibi sevdiği Yasin'in karısına bulaşacağı. Fakat Yasin'in gözü dönmüş, belki babasına güveniyor. Belki kadının geçmişinin lekeli olması onu cesaretlendiriyor. Neyse, her fırsatta kadına sürtünüyor bu rezil. Gelgelelim kadın namuslu çıkıyor, yüz vermiyor. Yüz bulamayınca daha da azıyor ahlaksız. Mihri'nin babasının yanında olduğu bir gece çalıyor evin kapısını. Kadın almak istemiyor bunu, ama zorla giriyor içeri. Bağıra çağıra, cebren sahip oluyor kadına. Nefsini doyurduktan sonra, rahatlamış yayılıyor bu hayvan. Bunu fırsat bilen kadıncağız mutfaktan kaptığı bıçakla saldırıyor ırz düşmanına. Bacağından hafif yaralıyor bu pezevengi. Bıçağın acısıyla, zaten yarım olan aklını tümüyle yitiriyor Yasin, çektiği gibi tabancayı boşaltıyor kadının üzerine kurşunları... Yan odada uyuyan çocuklar uyanıyor silah sesine. Oğlan iki, kız beş yaşında... Yasin kaçacakken şeytan fısıldıyor kulağına, "Çocuklar olanı biteni gördü, hakkında şahitlik yaparlar." diye. Dönüp çocuklara da ikişer mermi sıkıyor. Katil olduğu anlaşılmasın diye olaya da hırsızlık süsü veriyor. Ama Allahın hikmeti işte, beş yaşındaki kız yaralı kurtuluyor. Sorguydu, sualdi, kan grubuydu, parmak iziydi derken, kız teşhis ediyor katili. Şimdi Kadı Halil ne yapsın? Mihri'yi çağırıyor yanına. "Tamam." diyor. "Yasin suçlu. Oğlum ölümü hak etti. Ama hakkını bana vermeni istiyorum. Biliyorum, acın büyük, ne yaparsan yap, dinmeyecek, lâkin bu işte benim büyük hatam var. Bir tek Yasin değil, ben de cezamı çekmeliyim. İzin ver, onun canını ben alayım." Mihri başlıyor yaprak gibi titremeye... Bir yandan ağlıyor, bir yandan Halil Abi'nin elini öpmeye çalışıyor. Koca kabadayı ayağa kaldırıyor adamını. "Ağlama evladım," diyor. "Ağlayacak bir şey yok. Racona göre hata yapan öder, herkes gibi Yasin de ödeyecek, ben de ödeyeceğim." Ödüyor da. Önce oğlunun kafasına sıkıyor, sonra kendine...' Duymuştum bu hikâyeyi ama rivayet sanıyordum. 'Gerçek mi bu?' 'Gerçek tabii, istersen Mihri'yi çağırayım, kendi ağzıyla anlatsın sana.
Ahmet Ümit (Beyoğlu'nun En Güzel Abisi)
Kimileri gelmek istedi, kabul ettik; Kimileri gitmek istedi, uğurladık. Biz yeri geldiğinde kalabalık da olduk, Yolumuzu tek başımıza yürümeyi de bildik. Yalnızlık acısına öyle alıştık ki, İçimiz kan ağlarken dışımıza gülücükler saçtık.
Cem Göksel Özargun (Sanmasınlar Yıkıldık)
12 Kasım 1919 Aydın yöresinde Yunanlıların beş tümeni ile cephede 30.000 silahları olduğunu, İtalyan komutanı, 12'nci Kolordu Komutanı Fahri Bey'e söylemiş. Times gazetesi de Hintlilerin ileri gelenlerinden Gandi'nin Müslümanlarla Hintlileri birleştirmeye çalıştığını yazıyor. Gandi, Mecusilerle Müslümanları camide birlikte ibadete yöneltiyor, Hintliler de Hilafet makamının özgürlüğe kavuşması için gösteri yapıyorlarmış. İnşallah Hindistan da bağımsızlığını kazanır, hiç olmazsa Türkiye'nin kaderini de olumlu yönden etkiler. [25 yıl önce savaş ve bağımsızlık ruhunun etkisinde yazdığım bu satırlar, Hindistan adına ne denli umutlu olduğumu, İngiltere politikasında bir Hint birliğinin öne geçmek için ölçüde hileye başvurup, entrikalar çevirebileceğini kavrayamadığımı gösterir. Çok şükür Türkiye siyasal ve ekonomik bağımsızlığını kurtarmış, fakat milyonlarca Hintli Gandi'nin küçültücü pasif direnişi, Mihracelerin İngiliz yalakalığı, İslâm-Mecusî kavgalar altında birliği bulmakta zorlanmıştır. Aynı ulus kendi yurdundan uzak cephelerde, kendi kanını emen İngiliz İmparatorluğu için aptalca kan akıtmaktadır. Atatürk ırklar üzerindeki görüşlerini açıklarken Hintlilerin ne sarı, ne de beyaz ırktan olduklarını, karışık, melez bir halk kitlesi olduklarını, bunlardan bağımsızlık ruhu, ulusal birlik kalkınması beklenemeyeceğini söyler, Hintlilere hiçbir ulusal değer vermezdi.] İtalyan siyasal temsilcisi Maysa'nın gönderdiği Luici Villaci adındaki delege, belki Mustafa Kemal Pasa ile görüştü. İtalyanların amacı ulusal hareketin hedeflediği noktaları anlamakmış. Kongre, esasları kendisine anlatmış. "Türk ulusunun İtalyanlardan memnun kalması isteniyorsa Antalya'da görünmemelisiniz." denmiş. Luici karşılık olarak: "Yunanlılarla Fransızlara karşılık biz de Antalya'ya işgal ettik. Onların işgal düşüncelerini önceden bildiğimiz için biz daha erken davrandık" demiş. Mustafa Kemal Pasa da ona "Demek ki bu işgalleri bildiğimiz halde uygun görüp onayladınız. Nerede dostluk?" demiş. Özetle bu görüşmeden anlaşıldığına göre İngilizler Türkiye'nin bağımsız kalmasını istiyor. Öbürleri de öyle. Fakat ekonomik çıkarları için işgal ettikleri yerleri ellerinde tutmayı sürdürecekler. Demek ki İngiltere, Fransa, İtalya aralarında Türkiye için anlaşmışlar. Tanrı yurdumuzu bu düşman işgallerinden kurtarsın. Çok güç bir durumdayız. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan çıktığımızdan beri içki konusundaki perhizini bozmaya başladı. Ne yazık ki içiyor. Bekir Sami Bey'in evinde sofra kuruluyor. Kaptan Rauf bu duruma son derece üzülüyor. Ali Fuat Pasa, Arnavut Vali Haydar, Çerkez Emir Pasa, İsmail Hami, Demirci Efe'nin gönderdiği, İtalyanları davet eden, müsteşarlıktan alınan sakıncalı Hilmi Bey tümü bir arada... Diktatörlükten konuşuluyor. Bir yumruklaşmadıkları kaldı. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum...
Hüsrev Gerede (Hüsrev Gerede'nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler)
12 Kasım 1919 Aydın yöresinde Yunanlıların beş tümeni ile cephede 30.000 silahları olduğunu, İtalyan komutanı, 12'nci Kolordu Komutanı Fahri Bey'e söylemiş. Times gazetesi de Hintlilerin ileri gelenlerinden Gandi'nin Müslümanlarla Hintlileri birleştirmeye çalıştığını yazıyor. Gandi, Mecusilerle Müslümanları camide birlikte ibadete yöneltiyor, Hintliler de Hilafet makamının özgürlüğe kavuşması için gösteri yapıyorlarmış. İnşallah Hindistan da bağımsızlığını kazanır, hiç olmazsa Türkiye'nin kaderini de olumlu yönden etkiler. [25 yıl önce savaş ve bağımsızlık ruhunun etkisinde yazdığım bu satırlar, Hindistan adına ne denli umutlu olduğumu, İngiltere politikasında bir Hint birliğinin öne geçmek için ölçüde hileye başvurup, entrikalar çevirebileceğini kavrayamadığımı gösterir. Çok şükür Türkiye siyasal ve ekonomik bağımsızlığını kurtarmış, fakat milyonlarca Hintli Gandi'nin küçültücü pasif direnişi, Mihracelerin İngiliz yalakalığı, İslâm-Mecusî kavgalar altında birliği bulmakta zorlanmıştır. Aynı ulus kendi yurdundan uzak cephelerde, kendi kanını emen İngiliz İmparatorluğu için aptalca kan akıtmaktadır. Atatürk ırklar üzerindeki görüşlerini açıklarken Hintlilerin ne sarı, ne de beyaz ırktan olduklarını, karışık, melez bir halk kitlesi olduklarını, bunlardan bağımsızlık ruhu, ulusal birlik kalkınması beklenemeyeceğini söyler, Hintlilere hiçbir ulusal değer vermezdi.] İtalyan siyasal temsilcisi Maysa'nın gönderdiği Luici Villaci adındaki delege, belki Mustafa Kemal Pasa ile görüştü. İtalyanların amacı ulusal hareketin hedeflediği noktaları anlamakmış. Kongre, esasları kendisine anlatmış. "Türk ulusunun İtalyanlardan memnun kalması isteniyorsa Antalya'da görünmemelisiniz." denmis. Luici karşılık olarak: "Yunanlılarla Fransızlara karşılık biz de Antalya'ya işgal ettik. Onların işgal düsüncelerini önceden bildiğimiz için biz daha erken davrandık" demiş. Mustafa Kemal Pasa da ona "Demek ki bu işgalleri bildiğimiz halde uygun görüp onayladınız. Nerede dostluk?" demiş. Özetle bu görüşmeden anlaşıldığına göre İngilizler Türkiye'nin bağımsız kalmasını istiyor. Öbürleri de öyle. Fakat ekonomik çıkarları için işgal ettikleri yerleri ellerinde tutmayı sürdürecekler. Demek ki İngiltere, Fransa, İtalya aralarında Türkiye için anlaşmışlar. Tanrı yurdumuzu bu düşman işgallerinden kurtarsın. Çok güç bir durumdayız. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan çıktığımızdan beri içki konusundaki perhizini bozmaya başladı. Ne yazık ki içiyor. Bekir Sami Bey'in evinde sofra kuruluyor. Kaptan Rauf bu duruma son derece üzülüyor. Ali Fuat Pasa, Arnavut Vali Haydar, Çerkez Emir Pasa, İsmail Hami, Demirci Efe'nin gönderdiği, İtalyanları davet eden, müsteşarlıktan alınan sakıncalı Hilmi Bey tümü bir arada... Diktatörlükten konuşuluyor. Bir yumruklaşmadıkları kaldı. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum...
Hüsrev Gerede (Hüsrev Gerede'nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler)
Bugünün yeni metni... 8 Ekim... Askerler bizi bulduğunda, bir nehir kıyısında oturuyorduk. Saldırıdan sonra saatlerce yürümek zorunda kalmıştık ve öyle yorgunduk ki, çoğumuz bayılmak üzereydi. İçimizden üç kişi yaralanmış ve kan kaybediyordu. Böyle bir vahşete hiç birimiz daha evvel şahit olmamıştı. Bu küçük Afrika ülkesindeki rakip gruplar arasındaki barış görüşmelerinde bir ilerleme olmadığından, iç savaş binlerce kişinin ölümüne neden olmaktaydı. Bu metnin İngilizce karşılığını "Sayısal İngilizce" adlı Facebook sayfamızda bulabilirsiniz.
en iyiingilizce kursu
Sen de çok iyi bilirsin ki Celme, Moğol diye ayrı bir ulus yoktur. Bundan başka ben de eski Göktürkler soyundanım. Ben bu göçebe avulları, senin Moğol, Türk, Tatar, Özbek, Kırgız dediğin cılasınları bir araya, bir bayrak altına alacağım. Ben Türk, Tatar, Moğol derdinde değilim. Ben avul başbuğu değil ulus hakanı olacağım. Bilirim bu zor iştir. Çok kan dökülecek… Fakat sonunda kurulacak Göktürk Hakanlığı kardeşlerin kardeşlerle, komşuların birbiriyle ikide bir cenk etmelerinin, kan dökmelerinin önüne geçecek.
Abdullah Ziya Kozanoğlu (Kızıl Tuğ)
Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadım diye. Sonra hep üzüldüm... Çıkarken Agos'tan, baktım ki orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan? Allah'ın sözü diyor ki: İnsanlar sussa, kan hakkını arar. Adalet yerine oturmadıkça kanın sesi susmaz.Hiçbir zaman susmaz. Ne şimdi, ne gelecekte, ne de geçmişteki kanlar... Hiçbiri susmaz." Rakel Dink
Tuba Çandar (Hrant)
Korku nedir siz bilir misiniz? Korku… Korku sarı ırmakta boğulmak gibi bir şeydir.Yahut, korku soğuk bir kış gününde ansızın insanın karşısına çıkan parçalamaya hazır bir kurt sürüsünün ateş gibi gözleridir. Korku bazen büyük işler yaptırır insanlara.Şu Çin Seddi’ni görüyor musunuz? Kansudan kuzey doğuya doğru, taa denize kadar uzanır, denizi de geçer, Kore’ye varır. Bizim seddimiz. Öyle sanıyorum ki mümkün olsa bir adam şu dolunayın üstüne çıksa, işte oradan bile bu Seddi görebilir. Temellerinde kan vardır. Ne faydası oldu dersiniz? Hiç! Sadece korku denen elle tutulmaz, gözle görülmez duyguyu herkes görsün diye cisimleştirdik. Yaa işte Çin Seddi korku demektir. Batıdan gelenleri durduramadı bu set. İşte bizi de görüyorsunuz. Korkunun, korkudan yapılmış nöbetçileri… Güven içinde olmak ne güzel şey. Bu seddin ötesindekiler böyle işte. Keşke ben de büyücü olabilsem.
Dilaver Cebeci (Büyü)
Güneşi İçenlerin Türküsü Bu bir türkü:- toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Bu bir örgü:- alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü! Yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! Sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik!. Kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. Alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını! Akın var güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! Bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! İşte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor! Sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen ateşe fırlat; yüreğini yüreklerimizin yanına at! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk! Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız, toprak kokuyor bakır sakallarımız! Neş’emiz sıcak! kan kadar sıcak, delikanlıların rüyalarında yanan o «an» kadar sıcak! Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak, ölülerimizin başlarına basarak yükseliyoruz güneşe doğru! Ölenler döğüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor! Kalın tuğla bacalar kıvranarak ötüyor! Haykırdı en önde giden, emreden! Bu ses! Bu sesin kuvveti, bu kuvvet yaralı aç kurtların gözlerine perde vuran, onları oldukları yerde durduran kuvvet! Emret ki ölelim emret! Güneşi içiyoruz sesinde! Coşuyoruz, coşuyor!.. Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor! Akın var güneşe akın! Güneşi zaaaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! Toprak bakır gök bakır. Haykır güneşi içenlerin türküsünü, Hay-kır Haykıralım! Nâzım Hikmet
Nâzım Hikmet (Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni)
Gecenin bu saatinde kibar adamlar yalılarda, köşklerde ve kasırlarda uyuyup rüyalarında cariyelerin peşlerinde koşarlarken sizler, uyanık olarak buradasınız. Çünkü kan dökülmesi gerekiyor. Dilerim ki, dökülen sizin kanınız olmaz.
Anonymous
Kostantiniye'nin kibar insanları kanla beslenir, ama siz değil! Bu yüzden siz onlardan temizsiniz! Ancak kan görünce bayılan ve vahşetten nefret eden bu beyzâdeler, sizleri daima ayaktakımı olarak gördüler ve göreceklerdir. Onların ruhlarının ve vicdanlarının temiz olması için, bizzat sizler, ellerinizi çamura sokacaksınız. Getirdiğiniz ganimetin neredeyse hepsi, bu kibar efendilerin kesesine girecektir. Ocağımızın kanunu odur ki, onların içmesi için sadece kan dökmeyecek, ayrıca şu koca Kostantiniye'nin sokaklarında dönüp sizin suratınıza bile bakmadıkları zaman onlara tahammül de edeceksiniz! Şairler mersiye, destan, gazel yazacak. Ne ile mi? Mürekkeple değil elbette! Kanla yazacaklar ve ünlerini ebediyete kadar sürdürecekler! Sizden istenen de bu: Kostantiniye'ye kan getirin!
Anonymous
Bir çocuğa beden verebilirsin ama onun kalbine, ruhuna tesir edemezsin. Herkes kendi hayatını yaşar, herkes kendini yaratır. Ama insanı, kendisine götüren köprü çok incedir, çok dar. Bir tek kendisinin geçmesine izin verir. Kan bağı bir imtiyaz değildir bu yolculukta. Aksine çoğu zaman aşılması zorlu bir engeldir, kırılması imkansız kalın halkalardan oluşmuş bir zincir. İnsanın elini kolunu öyle bir bağlar ki, hiçbir zaman kurtulamazsın.
Ahmet Ümit (Bab-ı Esrar)
Bence farklı olmak hem güzel bir şey hem de bir lanet. En azından farkındalık yaratıyor. Yani… Misal, herkesin ya A ya da B olduğunu düşün. Bu A ve B’ler farklı farklı, benzersiz parçaları var, ama sonuçta ya A ya da B. Bu insanlar birbirlerine aşık oluyorlar falan, ya da arkadaşlar. AA olabilir, AB olabilir, ya da BB… İkisi de kabuldur. Bir de ‘0’ var. 0 gibi dışarı itiliyorsun, bu ikililerin yanında bir sıfır kadar değersizsin. Geriye iki grup insan kalır. Seni gördüğünde sıfır olduğunu hatırlatanlar, ve yanına gelip A0 ya da B0 yapanlar. İkisi de kan gurubudur. Değil mi? Düşünsene bak. 0 olduğun için, faşist olan A ve B’leri en baştan eleyebiliyorsun. Kendileri belli ediyorlar bunu zaten. Senin göze batan sıfırlığın onları kimliklerini açık etmeye zorluyor. Kim Nazi’den çocuk yapmak ister ki? Kalanını da aramaya gerek kalmıyor, varsa yanına geliyorlar zaten. Hiç olmadı 00 olursun, daha cool bir şey olur mu?
Mithat Terje
Biz insanoğluyuz, doğumdan ölüme kadar başımızdan geçmeyen kalmaz... İnsanoğlu her gün anasından terütaze doğmuş gibi bir kez daha doğar, her gün doğan günle birlikte... Yeter ki her sabah günle birlikte doğmayı isteyelim. Bütün suçlardan, kötülüklerden, pisliklerden arınıp pürüpak oluruz. İnsan kendi kendini arındırdığında kendini bağışlar. İşte o zaman insan yeniden doğar, pirüpak olur.
Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Bir Ada Hikayesi, #1))
Bu savaşlar bizi perişan etti. Korku bizim iliklerimize işlemiş. Ya köküne kadar, ölürcesine korkuyoruz ya da hiçbir şeyi umursamıyoruz. Biz her şeyimizi, insanlığımızı yitirdik. Bu savaşlar neyimiz var, neyimiz yoksa hepsini aldı götürdü. Yüreğimiz çırılçıplak kaldı. Ölenlerimiz öldü, ölmeyenlerimiz de paramparça, liyme liyme. Çok şükür ki daha korkuyoruz. Onu yitirmedik. Ya onu da yitirseydik, korkuyu da!..
Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Bir Ada Hikayesi, #1))
Nie­ka­da ne­gal­vok, jog pa­sie­kei pa­kan­ka­mą su­vo­ki­mo laips­nį. Vi­suo­met min­ty­se kar­tok sau: „To ne­už­ten­ka.
Yamamoto Tsunetomo (Hagakure (German Edition))
Sonra antropoloji var. Kendi insanımızı tanıyalım istiyor. Dünyada bizi yanlış tanıdıkları kanaatine sahip. Derdi, "O ırk iyi, bu ırk kötü demek değil fakat bir Avrupalılık iddiası var." ki haklı çıktı. Anadolu'da son yapılan kan tahlillerinden alınan DNA örnekleri gösterdi ki bu coğrafyada yaşayan halkın yüzde doksanı Doğu Asyalı değil, Hint Avrupalı. Atatürk bunu göstermek için o zamanlar antropoloji ihtisasına ihtiyaç olduğuna kanaat getirmiş. Ardından, Antropoloji Enstitüsü kuruluyor. Türkiye'deki kongrelere gelen yabancı bilim adamlarından Eugène Pittard, ki İsviçreli çok büyük bir antropologdur, Atatürk'e hayran oluyor. Memleketine döndüğü vakit de, ciddi bir bilimsel dergide Atatürk'ün bilime verdiği desteği anlatan ve kendisinden övgüyle bahseden bir makale yazıyor. Bilimsel bir dergide, gazetede falan değil.
A.M. Celâl Şengör (Dahi Diktatör)
Bir takım damgalarla konu ve zihinler karıştırılmak istenilmişti. Böylece Irkçı Turancı damgasiyle Türk milliyetçileri zulme uğratılmıştı. Bu dava sırasında asıl ırkçı ve Turancıların kimler olduğu, Atatürk te dahil delilleriyle mahkemede anlatılmıştı. O davanın dışında kalmış olan Hocaoğlu Selâhattin Ertürk daha sonra yazdığı bir makalede bir kısım delilleri ortaya koyarak Atatürk'ün 'Irkçı-Turancı' olduğunu isbata çalıştığını görüyoruz. 'Irkçı-Turancı Atatürk' makalesi de şöyle başlıyor: 'Son yıllarda -bilhassa 1944'ten bu tarafa- Mustafa Kemal'i tutar veya onun izinden gider görünerek; gerçek Türk milliyetçiliği olan Türkçülüğe "Irkçılık-Turancılık" isnadıyla saldırmak moda haline gelmiştir. Halbuki aynı zihniyetle hareket edilince, "Irkçı-Turancı" töhmeti altında kalacak şahıslardan biri de Mustafa Kemal'dir. Bu iddianın müddeileri, aşağıdaki suallerimizi vicdİnIarının sesini dinleyerek ve tarihi zemine dayanarak, cevaplandıran okuyucularımızın bizzat kendileri olacaktır. Irkçılık, içtimai hâdiselerin sebeplerini antropolojik temele dayandırmak bakımından ele alındığı takdirde; "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" diyen Mustafa Kemal'in -çapraşık içtimai meseleleri halledecek ilkeyi kanda aramak suretiyle- ırkçılığını ilân ettiği sarih değil midir? Mustafa Kemal'in bu sözü mânâsını anlamadan sarfettiğini hiç kimse iddia edemeyeceğine göre sualimize menfî cevap vermeye imkân var mıdır? Irkçılık, yabancı ırktan gelenlerin önemli mevkilere geçirilmemesi bakımından ele alındığı takdirde; "Aranıza alacağınız arkadaşların mümkünse kanını tahlil edin" fetvasını veren ve "Türk ırkından olmayan askerî mekteplere giremez" hükmünü yıllarca tatbik edenlerin iplerini elinde tutan Mustafa Kemal'in ırkçılığını görmemek için kör, anlamamak için aptal olmak gerekmez mi? Irkçılık, kendi ırkının üstünlüğünü iddia etmek bakımından ele alındığı takdirde, "Bir Türk cihana bedel" diyen Mustafa Kemal, ırkımızı üstün tutmak "suç"unu işlemiş olmuyor mu? Türk ırkının medeniyet kurma kabiliyetinin üstünlüğünü yıllarca okul sıralarında Türk yavrularına telkin ettiren ve hatta bütün dünyadaki menşei meçhul veya münazaalı insanları Türk ırkından çıkmış gösterecek kadar ırkçılık yapan Mustafa Kemal değil midir? Irkçılık, milletin tarifinde ırka da yerini verenlerin ve soyunu inkâr soysuzluğuna düşmeyenlerin alnına yapıştırılacak veya vurulacak bir damga olarak alındığı takdirde; milleti tarif ederken mühim bir unsur olarak kan birliğini de alan ve bu fikrini parti zihniyetine (1944'ten sonra değiştirilmiştir) geçirdiği gibi mektep sıralarında okunacak kitapların yazarlarına da empoze eden Mustafa Kemal'in ırkçılığı inkar edilebilir mi? Türkçülere "Irkçı" diye bağırılmasından kısa bir zaman evvel, "Şef"in (İnönü) direktifiyle Hatay'da A. Dilaçar tarafından verilen ve C.H.P. konferanslar serisinin 19. kitabında basılan konferansta (Kitap 1940'ta basılmıştır. İlk konferans bakıla.) -mealen- "Türkçülük ırkçı olmadığı ivin noksandır. Kemalizm ona ırkçılığı ilâve etmiştir." denilmesi neyi tasdik ve neyi inkâr eder? Nihayet, bol tahsisatlar ayırtarak... kafa taslarını ölçtürerek ilmi değerini kaybetmiş şekliyle dahi ırkçılığı benimseyen Mustafa Kemal değil midir?' Selâhattin Ertürk'ün verdiği kaynaklara aynı sayıda Orkun adıyle şu ekleme yapılıyor (Sf. 3): 'Mustafa Kemal'ın açıkça ırkçı mahiyet taşıyan sözlerinden ikisi daha: 1- "Bu vesileyle muhterem milletime şunu tavsiye etmek isterim ki, başına geçireceği insanların kanındaki cevher-i asliyi tayin etmekten bir an fariğ olmasın." 2- "Kanını taşıyandan başkasına inanma!" (Eski Adliye Bakanı ve Profesör Mahmut Esat Bozkurt'un "Atatürk İhtilâli" kitabından menkul.)' Biz burada bu görüşe sadece işaret etmek istiyoruz. Bunlara dair kaynaklar pek bol görünüyor.
Hikmet Tanyu (Ataturk ve Turk Milliyetciligi)
... Atatürk'ün karakteristik bir tarafı, anti-emperyalist oluşudur. 1907'de Ali Fuat Paşa'ya verdiği bir haritada, memleketimizin bilâhare Misak-ı Millîde kat'ileşen hududunu çizmiştir. Türkiye bu olacaktır, demiştir. O zaman Ali Fuat Paşa soruyor: 'Peki ama bunda Yunanistan yok. Arabistan yok. Bunları ne yapacağız? Kendi rızamızla verelim. Nasıl olsa ameliyat olacak... Emperyalizm devri, kolonizasyon devri geçmiştir. Bu bir maceradır. Kanlı ameliyatları dışardan gelmesini beklemeden biz kendimiz yaparak Anadolu ve Trakya'dan mürekkep vatan kuralım. Bunun dışındaki insanları, Arapları, Bulgarları, Yunanlıları kendi mukadderatlarını kendileri halletmelerine bırakalım.' Nitekim Misak-ı Millî'de de bu tasrih edilmiştir. Bu fikir Atatürk'te 1907'de mevcuttur. Ve bütün dünyaya da, Ankara'ya gelen sefirlere de kolonizasyon devrinin geçtiğini, müteaddit vesilelerle göstermiştir. Bu vesile ile 1932'deki bir konuşmasını size nakletmek isterim. Amerika'dan bir kadın gazeteci geliyor ve şu suali soruyor: 'İkinci bir Cihan Harbi olur mu?' Atatürk, olur ve maalesef olacaktır, diyor. 'Niçin çıkacak?' 'Çünkü kolonileri inhisar altında almakta ısrar eden İngiltere ve Fransa karşısında bir Almanya var ki millî izzeti nefsi zedelenmiştir. Mütemadiyen soyulmaktadır. Versay Muahedesi'yle. Millet tahammül edemeyeceği bir yük altında kalmıştır. Vatanından parçalar bölünmüştür. Korkarım ki bu millet, -ki büyük teknik kabili eti haizdir- yarın millî gururunu okşayacak bir demagogun eline geçerse dünyaya yeni bir harp getirebilir.' Gazeteci soruyor: Böyle bir harp olursa Amerika tarafsız kalabilir mi? Amerika harplerden bıkmış. Atatürk devam ediyor: Hayır, maalesef, diyor. 'Amerika bu harbe girecektir. Çünkü Amerika, Avrupa meselelerine artık angajedir. Kat'iyen buna seyirci kalamaz. Ticarî, ekonomik, sosyal münasebetler o kadar sıklaştırmıştır ki Avrupa'nın kaderine Amerika artık bigâne kalamaz ve o harbe Amerika girecektir.' Hattâ ilave ediyor: Sonunda da Amerika'nın dahil olduğu taraf harbi kazanabilir. Yani 1939'un macerasını yedi sene evvel sarahatle söylüyor ve asıl mühim olan da koloniler devrinin kan dökülmeyen bir solüsyona bağlanmasının lüzumlu olduğunu, evvelâ kendi vatanında yaptığı ameliyatla ortaya koyuyor ve telkin ediyor... 1932'de bu söze kulak asılsaydı dünyanın mukadderatı acaba başka türlü olmaz mıydı? Benim şahsî görüşüm, belki bunu biraz aşırı Atatürkçülük görebilirsiniz ama, hâlâ o kanaatteyim ki dünyanın kaderi biraz değişebilirdi. Nitekim 1938'de Ata'nın ölümünde söylenmiş olan sözlerin bence en mânâlısı Churchill'in sözüdür: O daha dünyaya lâzımdı.
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)
Dur arkadaş," dedi Vasili, "kahvaltımı zatına veriyorum. Varlığından haberdar olsaydım, senin için de birkaç balık tutardım. Her neyse, geldin ya, ne için gelirsen gel, başım üstünde yerin var." Lüferi dörde böldü, ateşin biraz uzağına koydu, kendi de, Tanasinin evinden aldığı tuzlarla mercanları tuzladı, közlerin üstüne koydu. Kedi, lüferlerin üstüne anında atıldı, bir parçayı aldı çınarın gövdesinin dibine götürdü, yemeye başladı. Biraz sonra gene geldi ikinci parçayı kaptı götürdü. Közlerden yoğun bir balık yağı dumanı yükselir, ortalığı mis gibi bir kokuyla doldururken, Vasili baktı, kedi sağından, gözlerini közlerin üstüne dikmiş bekliyor. "Sen neden göç etmedin arkadaş, bu köyde bir tek kedi sen değildin ya, onların hepsi el değer etek değmez teknelere gizlice bindiler, kimini arkadaşları, sahipleri götürdü. Kimi de... Bir de köpek ürüyor köyde. Daha müşerref olamadık. Bir de horoz ötüyor her şafak vakti, onunla da şerefyap olamadık. Korkuyor, arkadaş, elime geçirir de keser yerim diye. Bilmiyor ki, bir balıkçı, acından ölse de adada öten, adayı terk etmek korkaklığını göstermemiş yiğit bir horozu kesip de yemez." Bir yandan ateşin üstündeki balıkları çevirirken, bir yandan da kediyi sıvazlıyordu. Kedi, ocaktaki balıkları unutmuş mırıldanmaya başlamıştı.
Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Bir Ada Hikayesi, #1))
Adalar karanlıktır, cehennemdir. Ben bu adaya gene geleceğim. Hele bir toparlanayım. Sivriadada olan oldu on on beş yıl önce. Dedi var idi bir Şehremini, toplatmış idi bütün köpeklerini İstanbulun, doldurmuş idi Sivriadaya. Dedi İstanbulda beş yıl hiçbir köpek kalmadı. Dedi, İstanbul şehri bomboş kaldı. Sivriadada köpekler üst üste yığıldılar, sivri, keskin kayalıkların aralarına, su yok, yiyecek hiçbir şey yok. Köpekler açlıktan susuzluktan, deniz suyu içip yanaraktan, her bir ağızdan gece gündüz hiç kesmeden ürüşmeye başladılar. Dedi, o kadar çok ürüşüyorlardı ki, sesleri İstanbuldan duyuluyordu. Sivriadanın yakınlarından geçmez olduk. Bilmeyip de geçenler, kulaklarını tıkadılar. Balıkçılar, sivriadanın yakınlarına bile uğramadılar. Köpekler, sonunda biribirlerini parçaladılar, biribirlerinin etini yiye yiye tükendiler. Şehremini, bir yıl sonra, birincisinden de daha çok binlerce köpeği adaya doldurdu. Onlar da biribirlerini yediler, bitirdiler... Üçüncü, dördüncü yıl... Dedi, şehremini ölmedi, daha yaşıyor. Osmanlı çok merhametli, çok iyidir, köpeklerin gözlerini oymuyor, dedi.
Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Bir Ada Hikayesi, #1))
Yezidi kırımlarını anlatırken o koskocaman hüzünlü ceren gözleri kısılıyor, kapanıyor, acı içinde çırpınıyor, sesi kısılıncaya kadar kendinden geçerek konuşuyor, sesi kısılıp çıkmaz olunca da susuyordu. "Fırat," diyordu, "Fırat, günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Fırat suyu kan akıyor baksana. Dicle," diyordu. "Dicle günlerce, aylarca insan ölüleriyle doldu da taştı. Dünyanın bütün kartalları, çöle indiler, çölde insan etine doydular." Birden yüzü ışıyıveriyor, gözlerine sevinç, sevgi doluyor, ağız dolusu gülüyor, sonra susuyor, ardından da patlarcasına konuşuyordu: "Bunlar şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış. O şeytan ki Allaha başkaldırmış. Kim gördü şeytanı, Allahın huzuruna kim gitti? Bir yandan bakarsan Yezidiler haklı. Vareden ve yaratan ki topraktır, güneştir, sudur, havadır. Yezidiler günde üç kere, bir sabah gün doğarken, bir kez de tam öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün batarken yönlerini güneşe dönerler dualarını okurlar. Yüzyıllardır bu insanlar öldürüldüler, o kadar sürgün edildiler, o kadar işkence gördüler, o kadar aşağılandılar gene de yılmadılar, tükenmediler. Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi. Ben Yezidi değilim, ama onların direnme güçlerini, insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların dirençlerine saygı duyuyorum. Onlar adam öldürmezler. Adam öldürenler Yezidilikten çıkarılırlar. Onlar savaşı bir toplu kırım sayarlar. Savaşa katılmamak için direnirler. Yüzyıllardır kan revan içindedirler, durmadan durmadan kanları, seller gibi akmıştır. Ottan başka yiyecek bulamamışlar, ama yürekleri kararmamış, sevinçlerini yitirmemişler, hangi koşul içinde olurlarsa olsunlar, yüce dağların kovuklarında kartallar gibi yaşamışlardır.
Yaşar Kemal (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Bir Ada Hikayesi, #1))
Atatürk ve arkadaşları İzmir'in işgal edileceğini yabancı kaynaklardan kesin şekilde öğrenmişlerdi. Anlaşıldığına göre, bu konuda hükümet de bilgi sahibiydi. Sadrazam Damat Ferit Paşa, İtalyan temsilcisi Kont Sforza ile Trabya'daki elçilikte bir görüşme yaparak İzmir'in işgalini İtalya'ya önermişti. Buna gerekçe olarak da, Türk milletinin buna karşı çıkmayacağını, dolayısıyla kan dökülmeyeceğini ileri sürmüştü. Fakat bu ziyaretin ardından Mustafa Kemal Paşa da İtalyan temsilcisine bir adamı vasıtasıyla şu mesajı göndermişti: "Duyduk ki, size bir öneride bulunmuşlar. Fakat hiç kuşku duymayın ki, Yunanlılarla nasıl dövüşeceksek, sizinle de öyle dövüşürüz." Kont Sforza, İzmir'i kendisine vermeyi öneren adama değil de, sizinle dövüşürüz diyen adama saygı duymuştu.
Sabahattin Özel (Mustafa Kemal Atatürk – Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler)
Ey Türklüğün büyük teşahhusu, ey bizim aziz babamız! Ruhlarına heyecan, dimağlarına nur saldığın gençlik sana diyor ki: Senin sevgini gönlünde, irşatlarını şuurlu adımlarının istikametinde bulan gençlik, şüphesiz ki senin dehan ve senin azminle Türklüğe hediye edilen Cumhuriyet'i hayatından daha aziz ve mukaddes tanımıştır. Onun müdafaası için hiç bir fedakârlıktan çekinmeyecek, onu gözlerken çok kıskanç davranacaktır. Bugünü, bugün de seni görmekle bahtiyar olan gençlik, tarihte masum ve asil kalmış olan milletimize köşe köşe dahili ve harici tuzaklar hazırlayan bu tarihi nasıl değiştirdiğinden ve bunların acı neticelerinden habersiz ve hissiz kalamaz ve kalamayacaktır. Dedelerinin gafletiyle yuvarlandıkları çukurlara bir daha düşmemek için bugünün dersini pek kara ve karanlık olan dünden ve halâs ve intibahının hassasiyetini ise senin mevcudiyetinden ve iradenin ateşinden alacaktır. Milletinin hissiyatı ve sevgisini ondan aldığı saf ve mert kanla damarlarında dolaştıran gençlik, Türk istikbalinin evlatları, milletin varlığına ve onun kalbi olan aziz Cumhuriyet'ine en ufak yan bakışların bir tahayyül ve tasavvuruna uyuşuk ve hareketsiz kalamaz. Adı Türk, kanı Türk, bütün mevcudiyeti Türk olan millet ve onun gençleri kendisini yokluktan varlığa, ölümden hayata, karanlıktan ışığa is'al edenlerin açtıkları kurtarış çığırında her vakit istiklal ve istikbalinin koruyucusu, kan ve candan çizilmiş hudutlarının bekçisi olacak ve ebediyete kadar da öyle kalacaktır. Ankara Hukuk Mektebi Talebesi
Afet İnan (Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler)
Annemin kaybına şüphesiz çok üzülüyorum. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir nokta vardır ki, o da anamız vatanı mahveden, çökerten yönetimin artık bir daha geri gelmemek üzere yok edilmiş olmasıdır. ... Annemin mezarı önünde ve Tanrı'nın huzurunda ant içiyorum, milletin bu kadar kan dökerek kazanmış olduğu egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekten asla çekinmeyeceğim.
Lord Kinross (Atatürk: The Rebirth Of A Nation)
Nggak juga sih, Ki. Kan namanya juga pendekatan. Kalo akhirnya kayak ilfil atau nggak cocok, ya wajar aja. Nggak ada yang namanya PHP. Yang ada tuh orangnya aja yang ngarep.
Aqessa Aninda (Satu Ruang)
Hasan ayaklan biribirine dolaşarak ortadaki masaya kadar gitti, elleri titreyerek sol cebinde kalan şekeri masanın üstüne boşalttı. Hasanın içinden, belime sarılı, koynurndaki şekerleri de versem mi, geçti, bir an düşündü, sonra da, ne olur ne olmaz, dedi kendi kendine, koynundaki şekerleri masanın üstüne bıraksa mıydı? Beline sardıklarını da boşaltacak mıydı, çok korkuyor, titriyordu. Bayıldı bayılacaktı. Aklından bir daha, belli belirsiz, ne olur ne olmaz düşüncesi geçti, eli bir daha, bir türlü koynundaki şekerlere gitmedi. Hasan masanın başında ikircik içinde dururken, dışardan mülazım geldi: "Bir emriniz var mı paşam?" "Bunları alın götürün." Sesi bir inleme gibiydi. "Ormana götürün. Asacak ipiniz var mı?" "Şöyle böylevar efendim." Babacan paşa boğazının damarları şişerek bağırdı: "Şöyle böyle ne demek mülazım?" "Enver Paşa hazretleri çok ip göndermişti, hem de asker asmak için yağlı ip. Biz de o kadar çok kaçak astık ki, elimizde dört beş kişilik ip kaldı." "Sonra?" "Sonrası, geriye kalanını, birazını sakladığımız iple yatırıp boğacağız paşam." "Nerden aldınız bu emri?" diye daha çok bağırdı babacan şişman paşa. Onun bu bağırmasına, ocağın önünde ısınan paşalar ayağa fırladılar: "Oturunuz yerinize paşam, niçin öfkeleniyorsunuz, asmakla iple boğmanın ne farkı var, bütün Osmanlı padişahları, şehzadeleri iple boğdurulmadılar mı, Enver Paşa hazretleri de padişah damadı değil mi?" "Doğrusun paşam, hayatta kalan birkaç askeri de bizzat bize boğdurtup tatmin olacak bu adam, bu kan içici cellat. Ne kadar asker bulursak boğalım, boğalım ya, gözümüzün gördüğü her askeri assak, boğsak bile onu tatmin edemeyiz." Askerler kaçakları önlerine kattılar, orınana sürdüler. Orman apaktı, ne bir ağacın gövdesi, ne de bir yaprak gözüküyordu. Bir de göz alabildiğine ağaçlara asılmış, ayaklarının ucu yere değen, kiminin boynu ip gibi uzamış, dilleri dışarda, yüzleri morarmış. Kimisi çıplak. Kimisi de yırtık pırtık içinde. Dayanılmaz bir poyraz esiyor, askerler soğuktan tüfeklerinin tetiklerine dokunamıyorlar, parmaklarını bile açıp kapatamıyorlardı. Kaçakları sıraya dizdiler, bir asker sağlam bir ipi zorla şerle bir ağacın en kalın- dalına bağladı. Baştaki iriyarı kaçağı aldılar ağacın altına götürdüler, kaçakta hiçbir direnme olmadı, ipin ilmiğini boynuna taktılar, ayağının altındaki buz kalıplarını çektiler, parmaklarının ucu yere değiyor, ipteki kaçak kendi yöresinde bir fırıldak gibi dönüyordu. Dili de upuzun dışarıya çıkmıştı. Adamın yüzü gittikçe yeşilleniyordu. Sıradaki ikinciyi, üçüncüyü aldılar, aynı minval üzere astılar. Dördüncünün koluna girdiler, koluna girenleri bir silkelemede yere serdi kaçak. Yerdekiler kalkmadan askerler geniş omuzlu, sağlam kişinin üstüne yüklendi, kaçak, birkaç silkinişte onları da buzların üstüne serdi. Askerlerin hemen hepsi kaçağın üstüne yüklendiler, arkadan kollarını bağladılar, ağzı yukarı buzun üstüne yatırdılar, dün gece yağladıkları urganı boynuna geçirdiler, urganın bir ucundan iki, öbür ucundan iki asker tuttu, yağlı urganı ne olur ne olmaz diye dün gece bir daha yağlamışlardı. Mülazım: "Bütün gücünüzle çekin," diye bağırarak, bir emir verdi. "Bu bir emirdir," dedi. Önce kaçağın gözleri pörtledi, gözleri nerdeyse yerinden çıkacaktı. Bütün bedeni kalktı kalktı indi, gerildi, kaskatı kesildi, ardından da kalkıp inerek, sonra hızla titremeye başladı, sonra titremesi yavaşladı, gerilmesi bitti, ince titreme bir süre daha sürdü, ardından da ölü upuzun uzandı, kaskatı kesildi. Mülazım: "Bu daha kolay," dedi, "hepsini böyle... Bundan sonrakiler de artık bize zorluk çıkarmazlar, sanırım. Gözlerinin önünde oldu her şey. Direnmezler. Haydi, birini getirip şuraya yatırın. Nerden buldunuz bu urganı?" "Kumandanım, Osman çavuş sabaha kadar yağlayarak yaptı bu urganı. Osman çavuş diyor ki, bu urgana padişah boğan urgan derler.
Yaşar Kemal (Tanyeri Horozları (Bir Ada Hikayesi, #3))
Adaya gelip gidenler birden kesildi. Adada bomboş kalanların elleri işe güce varmıyor, balığa bile çıkamıyor, çınarların altında sabahtan akşamlara kadar oturuyor, gözlerini denize dikiyor, gün batıncaya kadar denizden gelecek bir küçük kayığı, bir tekneyi bekliyorlar, arada sırada ağızlarından ancak birkaç sözcük dökülüyor. Yalnız, Melek Hatun dalıp gidiyor, denizi, denizden gelecekleri unutup karşı dağı göstererek, işte şu karşıdaki dağa binbir pınarlı Kazdağı derler, diyordu. Orada bir sarı kız varmış, bütün kazları, kuşları, geyikleri başına toplar öyle gezermiş. O dağ benim memleketimdir. İşte bunun babası, Kadri Kaptanı gösteriyor, nur içinde yatsın, buradan bizim köye keçi çobanlığına geldi. Ben de karasevdaya tutuldum. O da bana tutuldu. Kaçtık. Dağa, yörükler yaylaya çıkarlardı. Bunun babası iyi çobancılık bilirdi. Keçisi, koyunu çok bir yörük ağasına çoban durdu. Kardeşlerim, kaçtık diye, bin pınarlı koca dağda bizi arıyorlardı. Bulunca öldüreceklerdi. Ağı gibi silahlanmış üç delikanlı dağda bizi aramadık yer koymamışlar. Yörükler bunu bize ulaştırdılar. Ordan hükümete sığınalım, diye kaçtık, hükümette de candarma varmış, bu kasabaya geldik. Bunun babası gitti, bu Kadri Kaptanımın babası, bu tekneyi bize verene tayfa durdu. Çok balık tuttular o yıl, çok para kazandılar. Kasabadaki evi yaptık, bahçesine de portakal ağaçlan diktik. Portakal ağaçları kocaman oldu. Geldiğimiz yıl bu Kadri Kaptan doğdu. Portakal bahçeleri meyve verince Kaptan kocaman olmuştu. O yıl bahçedeki bütün portakalları, alaca düşer düşmez, sararır sararmaz yemeğe başladı. Ne ben, ne de babası elinden bir portakal alıp da tadına bakamadık. Babası bunu çocukluğunda Reisin teknesine götürdü, tayfa yazdırdı. İyi ki yazdırmış. O ağaçlar çok portakal verdi, çok portakal sattık, çok portakal yedik. Kaptan sonraları, bıkmış olacak, ağzına öldürsen bir dilim portakal bile koymadı. Derken savaş çıktı. Dağ gibi gemiler gelmiş ötedeki denizin Çanakkalesine. Asker toplamaya başladılar, kimi yakaladılarsa. Ben bunun babasına, bak, dedim, askere gitme. Oraya giden gelmiyor. Gel bizim dağımıza, binbir pınarlı, her pınarı yarpuz kokan dağımıza kaçalım. Bak, oğlumuz oldu, sen de biliyorsun, kaçan kızın oğlu olursa, oğlunu alıp da baba ocağına giderse onları öldürmezler, üstelik de sevinçlerinden düğün bayram ederler. Benim de onları çok göreceğim geldi. Bunun babasının deliliği tuttu beni dinlemedi. Bir sabah erkenden onu aldılar götürdüler. Arkasından gittim baktım ki cami bunun yaşıtlarıyla dolu. Analar ağlıyor, bacılar, kardeşler, gelinler bunuluyor. Ben ağlamadım, öyle durdum kaldım orada. Bunun babası bana baktı baktı boynu bükük, sonunda başını eğdi. Bir daha bana bakamadı. Akşam oldu, karanlık bastı, sonra da sabah erkenden o gemileri batırmaya gitmişler. Gemilerden ateş yağmış üstlerine. Asker Topal Hasan geldi. Topal Hasan birinci pehlivandı. Durmadan ağlıyordu. Sordum ona, ne oldu, dedim. Hiç sorma, dedi, seninki yanımdaki siperdeydi. Üstümüze gülleler düştü. Gökten taş, toprak, kan yağdı. Yöremizdeki duman açıldı, baktım bacaklarım yok, amanallah bacaklarım nerede? Sonra üstüme karanlık çöktü. Doktorların yanından çıkınca sordum, ne oldu? Toz, hava, kan. Toz, hava, kan. Karşıki dağa bin pınarlı dağ, diyorlar.
Yaşar Kemal (Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2))
Nasıl mı yapıyorum?' diye karşılık verdi Abdül gözleri çakmak çakmak. 'Asıl siz nasıl yapabiliyorsunuz? Nasıl her şeye bu kadar kolay ikna oluyorsunuz? Anlamadığınız fikirlere tutunuyorsunuz, tanrılara yalvarıyorsunuz, birbirinize sonsuz aşk yeminleri ediyorsunuz... Sonra tüm inançlarınız yerle bir olduğunda, hiçbir şey değişmemiş gibi yolunuza devam ediyorsunuz. Sözlerinizin, inançlarınızın kendi gözünüzde bile hiçbir hükmü, değeri yok aslında. Şu ya da bu yol fark etmiyor sizin için; yeter ki sefil varlığınızı manalı kılacak bir yalan olsun hayatınızda. Ve her zaman söyleyecek ne kadar çok sözünüz var! Bilhassa en ahmak olanlarınızın.
Alper Canıgüz (Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu)
Gözlerimi ona dikmiş, soluk alıp vermeden bütün dikkatimle izliyordum. Elleri öyle hızlı hareket ediyordu ki, bir an, sabunun ve fırçanın hiç kıpırdamadığını düşündüm. Donup kalmışlardı sanki, belki berber de donmuştu onlarla, berberle birlikte çırak da, koltuktaki adam da, hatta ben de... Ola ki başka bir yerde yaşıyorduk o an, başka bir zamanda yaşıyor ve oradan burayı düşlüyorduk düşlediğimizin farkına bile varmadan. Derin derin iç geçiriyorduk. Belki de sonsuz bir uğraşa kaptırmıştık orada kendimizi, durup dinlenmeden bir şeylerle boğuşuyor, koşuyor, bağırıyor, coşuyor ve kan ter içinde kalıyorduk. Burada bu yüzden donmuştuk ola ki, hareket etmeye başladığımız an orada, uzaklarda donacaktık.
Hasan Ali Toptaş (Gölgesizler)
(İyi) İşçiler mi, yoksa (kötü) kapitalistler mi? Çoğunluk mu yoksa azınlık mı? Sağ parti mi, sol parti mi yoksa ortayolcu bir parti mi? Bu soruların hepsi yanlış sorulmuştur. Çünkü insanlar bir hükümetten kan dökmeden kurtulabildiği sürece, önemli olan, kimin yönettiği değildir. İnsanların kurtulabileceği her hükümetin, kendisinden hoşnut olunduğunu gösterecek şekilde davranmak için fazlasıyla iştahı vardır. Kaldı ki insanların, kendisinden o kadar da kolay kurtulamayacağını bilen bir hükümetin iştahı da kaçar. (Hayat Problem Çözmektir)
Karl Popper
Pertek, Harputlu ve Dersimliler için alışveriş merkezi durumunda olduğundan her cuma pazar haline geline gelmesi kaçınılmazdır. Her hafta Harputlu Ermeni ve dacig* tüccarlar, Dersimlilerle bir araya geldiklerinde tatsız olaylar da olur; hatta Kürtler ve dacigler arasında kan bile dökülür. Buna fırsat verenler aşağılayıcı sözler ve bağnaz davranışları ile dacigler olur. Öyle ki Kürtler kendilerine yapılan bu saygısızlık karşısında sabredemeyerek onların üzerine saldırır, mallarını talan eder, çoğunu cansız yere sererler. *dacig: Türk Müslümanlara denir
Antranik Yeritsyan (Dersim - Seyahatname)
İnsanlar ne zaman bir savaş başlatacak olsa, onlara şöyle diyordum: Durun! Kan dökmeyin!. Şimdi de tekrar ediyorum: Ey dağların, denizlerin öbür tarafındaki insanlar, siz ki mavi göğün altında yaşıyorsunuz, savaş neyinize gerek?
Cengiz Aytmatov (Toprak Ana)
Ailemiz için bugünün tarihi 14 Temmuz 1099. Kudüs sokaklarında beraber oynadığımız çocukluk arkadaşım Yakub’un ailesi içinse 4859, Yakub Yahudi dininin benimkinden eski olduğunu söylemeye bayılır. İbn el-Esir içinse 492 senesi bitmek üzere.” “Düşman askerleri yarın saldırıya geçecek; papa uğruna şehrin özgürleştirilmesi ve mukaddes arzular adına kan dökecekler. Müslümanlar Mescid-i Aksa’da toplanıyor, Yahudiler Mihrab- Davud’da bir araya geliyor, Hristiyanlar ise şehrin güney kısmın savunmakla yükümlü. Bu akşam 1000 yıl önce Romalı Vali Pontius Pilatus’un İsa’yı çarmıha germeleri için toplanan kalabalığa teslim ettiği meydanda, her yaştan kadınlı erkekli bir gurup hepimizin KIPTİ adını verdiği Yunanlı bir adamı dinlemek için toplandık. Kıpti Atina’dan ayrılıp para ve maceranın peşine düşmüş, Kudüs’te hoş karşılanınca buraya yerleşmiş, bütün görüp duyduklarını yarınlara aktarabilmek için aklında tutmaya başlamış. Kıpti hiçbir dine mensup olmaya çalışmamış, yalnızca içinde bulunduğu ana ve MOİRA denen varlığa inanır. Kudüs’teki 3 büyük dinin temsilcileri yanında, komutanlarsa yarın ki direniş için hazırlıklarını tamamlamakla meşguldüler.” “Asırlar önce bu meydanda bir adam yargılandı ve mahkum edildi diye konuşmaya başladı Kıpti. Bir grup kadının arasından geçerken ağladıklarını görünce –Benim için ağlamayın. Kudüs için ağlayın- dedi. Şehrimizi talan edebilirler ama burada öğrendiklerimizi silemezler. İşte bu yüzden, ilmimizin surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla aynı kaderi paylaşmasına izin vermemeliyiz. Kimileri söylediklerimi yazıya geçirecek, kimileri aklında tutacak. Asıl önemli olan, bu akşam sizlerin dünyanın dört bir yanına dağılarak duyduklarınızı yaymanız. Böyle yaparsanız Kudüs’ün ruhu baki kalır ve bir gün onu yalnızca bir şehir olarak değil, bilgilerin buluştuğu ve barışın yeniden egemen olduğu bir yer olarak tekrar inşa edebiliriz.” “YENİLGİ NEDİR? Doğanın döngüsünde zafer veya yenilgi diye bir şey yoktur, yalnızca devinim vardır. Bu döngüde kazanan ve kaybeden yoktur, sadece yerine getirilmesi gereken aşamalar vardır. İnsan yüreği bunu kavradığı zaman özgürleşir. Zorlukları yakınmadan kabullenir ve zaferlerin sarhoşluğuna kapılmaz. Mücadeleyi kaybetse de haysiyetini ve şerefini kaybetmediği sürece yenilmiş sayılmayacaktır, çünkü ruhu hala sapasağlam olacaktır. Asıl fena olan düşmek değil, yerden kalkamamaktır. Sadece pes edenler mağlup olur, diğer herkes galiptir. Üç şey çok önemlidir. – Bekleyip doğru anda harekete geçebilmek için gerekli sabra sahip olmak. – Bir sonraki fırsatı elden kaçırmayacak kadar bilge olmak. – Ve yara izleriyle gurur duymak.” “KİMLERE MAĞLUP DENİR? Mağluplar başarısız olmayanlardır. Mağlubiyet, bize mücadeleyi savaşarak kaybettirir. Başarısızlık ise mücadele etmemize bile izin vermez. Mağlubiyet yeni bir mücadeleye girdiğimizde son bulur. Başarısızlığın ise bir sonu yoktur, bir yaşam tarzıdır. Mağlubiyet bütün korkularına rağmen coşkuyla ve inançla yaşayanlar içindir, mağlubiyet yürekliler içindir. Bir insan gururla savaşta asla kaybetmedim diyebilir. Ama asla savaşta kazandım diyemez. Yenilgiyi asla tatmayanlar, mutlu ve üstün görünür, elde etmek için en ufak bir çaba göstermedikleri bir hakikatin efendisi zannederler kendilerini. Hiçbir şey yapmayan bu insanlar asla yenilmezler yenemezler de. Hiçbir şey yapmadıklarıyla kalırlar.
Paulo Coelho (Manuscript Found in Accra)