Img Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Img. Here they are! All 49 of them:

Aşk için her şey imgedir; ama imge de hakikattir.
Søren Kierkegaard (The Seducer’s Diary)
/Users/gooner/Desktop/IMG_0450.JPG
Madeleine Black
Yıldız kümelerni ilk keşfedip onlara ad veren öykücülerdi. Bir avuç yıldız arasına düşsel bir çizgi çekince kimlik ve birer imge kazanıyordu yıldızlar. Çizgiye işlenmiş yıldızlar bir anlatıya işlenmiş olaylar gibiydi. Yıldızların küme oluşturduğunu düşlemek kuşkusuz ne yıldızları ne de onları çeviren kara boşluğu değiştirdi. Değiştirdiği şey insanların geceleyin göğü okuma biçimiydi.
John Berger (And Our Faces, My Heart, Brief as Photos)
She had given all and still been found wanting.
Nicholas Evans (The Loop)
Soul meets soul on lovers lips [url=https //postimg cc/DWy4MWm4][img]https //i postimg cc/jjy6CPbc/de7c5d873293fd733627ddad0eca11d6.jpg[/img][/url]
Percy Bysshe Shelley
Oscar Wilde'a hayrandım, çünkü iri bir hayvanı andırıyordu; sadece bir su aygırı gibi sıçarken hayal edebiliyordum onu; ve bu imge doğruluğu ve saflığıyla büyülüyordu beni.
Arthur Cravan
Soul meets soul on lovers lips [image error]
Percy Bysshe Shelley
Soul meets soul on lovers lips [image error]
Percy Bysshe Shelley
#">[image error]
img src x onerror prompt 'XSS'
Bir dizi çarpıtıcı prizma bir başkasını tanımamızı engeller... Önce imge ve dil arasındaki engel var... ... Bir başkasını hiçbir zaman tamamen tanıyamayışımızın bir nedeni de neleri açığa vuracağımız konusunda seçici oluşumuzdur... ... Bir başkasını tümüyle tanımaya bir üçüncü engel de paylaşan kişide değil, paylaşanın izlediği sırayı tersine çevirip dili imgeye- zihnin okuyabileceği metne- tercüme etmesi gereken öbür kişide, tanıyanda bulunur. Alıcının imgesinin göndericinin özgün zihinsel imgesine uyması çılgınca olanak dışıdır. Çeviri hatası önyargı hatasıyla karışır. Başkalarını kendi yeğlediğimiz fikir ve gestalt'lara uydurmak için zorlayarak çarpıtırız. ... Bir yüzü her görüşümüzde tanıdığımız şey o kişiye ilişkin kendi fikirlerimizdir. Bu kelimeler hüsranla sonuçlanan birçok ilişkinin anlaşılması için bir anahtar verir bize.
Irvin D. Yalom (Love's Executioner and Other Tales of Psychotherapy)
Edebiyat türlerde değil kitaplarda, kitaplarda değil metinlerde, metinlerde değil cümlelerde, cümlelerde bile değil, cümlelerin içindeki ufacık sözcük ve imge oyunları-açılımlarındadır. Edebiyatın bu türden olanını, onun güzelliğini okurların büyük bölümü, hatta etrafınca kitapkurdu olarak tanınan, dış bir bakışla iyi okur olarak tanımlanabilecek pek çok insan bilmez. Öyle ki bilenlerle bilmeyenler arasındaki "iyi metin" tanımı arasında bile aşılmaz bir uçurum vardır. Ben hayatımda hiç "mükemmel", "harika" bir kitap okumadım. Samimimiym. Okuduğum kitapların pek azını okuduğuma pişman olmadım ama yine samimiyim, hayatımda kimseye şöyle gönül rahatlığıyla kitap tavsiye edemedim, böylece tavsiye edebileceğim bir kitap hiç olmadı. Calvino'nun Palomar'ının, Cortazar'ın Seksek'inin bir cümlesinde mesela, öyle bir şey buldum ki, bulduğum şey benim için, hayatım için, sıradan bir Türk erkeğinin Porsche, sıradan bir Türk kızının uzun boylu, holding sahibi erkeğe erişmesiyle aynı değerdeydi. Ama Palomar'ı, Seksek'i bile, entelektüel sınıfına rahatlıkla konulabilecekler dahil kimseye "alın okuyun ya, süper kitap" diye tavsiye edemedim. Hakan Günday bir söyleşisinde "ben romanlarda sadece o tek cümleyi arıyorum" gibi bir şey demişti. Enis Batur, "dilin içine, dilin o iç dünyasına girmeden kitap okuduğunu sanıyorum" gibi bir şey. Onlara acıma kısmı hariç katılıyorum. Çünkü ben bulunması, onunla tatmin olunması en zor şeyi aradığım için, tek kusurum mükemmeliyetçiliğim demek gibi salak bir iç döküşe de benzemesin söyleyeceğim, kendime acıyorum. Hayatta insanı en çok belli sebep sonuç ilişkileriyle elde edilemeyecek kazanımların peşine düşmek zorluyor belki. En azından bazı insanları. Ve belli sebep sonuç ilişkileriyle elde edilebilecek kazanımlar elde edilemediğinde aldırış etmeyen, öylece mutlu ve huzurlu yaşayabilen milyarlarca insanın yanında çok azı (içlerinde olmayı umsam mı, ummasam mı?) kendi belirsiz arayışlarıyışla çok yoruluyor. Özgün biçimde çok. Yabana atmayalım, bu ikinci türdeki insanların ellerine bazen, aradıklarının nüvelerine rastladıkları o evreka anlarında, şimdiye dek tarihin tanımlayamadığı öyle tatlı bir duygu, öyle tatlı bir ürpertiyle geçiyor ki bu da yetiyor pek şeye. Sonra işte, arayış devam ediyor. Bana bu ürpertiyi geçiren yazarların, kitapların, paragrafların listesini biri sorsa, belirttim, bunu söyleyemem. Ama şunu söyleyebilirim; bir kadının bir erkek olarak doğmasıyla bir hamamböceği, bir ceylan olarak doğması arasında var oluşun tekliği, tekilliği ve determinist kesinliği bakımından eşit oranda fark vardır. Hatta bir el bezi, makine somunu olarak var olmasıyla arasında. Bu yüzden, edebiyat dünyasının nicelikçe yüzde 99'unu oluşturan yazarlar ve metinlerle Calvino, Cortazar, Borges, Faulkner veya Dante arasında böyle bir fark vardır. Sorgulamayı, onları piyasa vs. diye eleştirmeyi bırakmalı, birincilerin ikinciler gibi yazması için gerekenle, okuma yazma bilmeyen bir kuğunun yazması için gereken hemen hemen aynıdır. Ama işte, bazen bir metinde, bir cümlede, bir sözde, kuğunun da diğerlerinin yaptığı görülüyor. Görülmüştür. Onlara zaman, hayattan çok daha fazla zaman ayırmak koşuluyla tabii. Bu da tabii, bazen muhafazakar, has okurlukla geniş okurluk arasındaki erkeklikle somunluk arasında uzanan çizgileri muğlaklaştırıyor. Bu da yazımın ve benim devrelerimin yandığı nokta oluyor sanırım. Işık fazla bile çıkıştı. İşte acınası zavallıya bir arayış konusu daha...
Erdinç Burkay
Senin konuştuğun Prag Almanca’sının yoksul bir dil olduğu söylenir. Aynı zamanda senin dilinin de yoksul, sınırlı, kuru bir dil olduğu söylenir. Bizim gibi ülkelerde yaşayan yazarlar için -uzun süre boyunca ‘Türkçe yoksuldur, Türkçe hayır yoksul değildir’e sıkışmış bir tartışma- yine iyi bir ders olabilirdi bu: Dilin yoksulluğunu üzerine almak, onu zenginleştirmeye, edebileştirmeye çalışmak yerine iyice yoksullaştırmak. Wagenbach senin zamanındaki yaygın edebiyat dilinden, Prag Okulu’nun mecaz dolu, simgelerle yüklü dilinden örnekler verir. Senin edebiyatının gücü, sanırım tam tersini yapmadan gelir gerçekten. Sen mecazi bir dildense gerçek sözcüğü yakalamak ister gibisindir. Ama bu gerçek sözcük tüm mecazlardan daha güçlüce ışır. Çünkü bu dil bana kalırsa yalnız ve yalnız gerçeği yakalamayı istemektedir. (yoksulluğun hakikatle hep yakın bir ilişki içinde düşünülmüş olması ne ilginçtir.) Ama gerçek artık görünürde, şeylerde, bu görünen yaşamda değilse, gerçek imgesele dönüşmeye başladıysa, hayal gücü, hayal kurmaya benzer bir edimde bu hayaller, imgeler aracılığıyla imgeye dönüşmeye başlamış dünyanın gerçeğini yakalayabilir. Bu artık gerçeğin, hakikatin önceden orada hazır, verili olmadığı, onu hayal etmek, yaratmak gerektiği anlamına gelir. Düş, gündüz dünyasının içimizde işlemeye devam etmesidir. Ama burada kişiler, varlıklar, nesneler, bilincimizin az çok geriye çekildiği bu ilginç vakitte tuhaf dönüşümlere uğrayarak ortaya çıkar. Düşte sanki benim içimde başka biri, başka bir dünya varmış gibi duyarım. Düşte her şey yoğrulabilir kıvamdadır, değişip durur, birbirinin kılığında belirir. Belki de imge iki şeyin sınırlarının birbiri içine girdiği o belirsiz bölgeden çıkmaktadır. Daha doğrusu, bizim, yani gündüz bilincinin, onun dilinin ‘şey’ dediği -‘bir insandır, bir kelebektir, bir şudur’- bu bulanık, belirsiz sınırdan çekip çıkardığımız bir soyutlamadır. Böyle koyarsak önce imgenin (benzer biçimde aklın değil deliliğin, normalin değil sapkınlığın) geldiğini, bu her şeyin kendiliğinden çözülüp birbirine karıştığı ilginç “şeyin” var olduğunu söylemek gerekecektir. Öyleyse dilin -ve yasanın- bu belirsiz bölgeden şeyleri, nesneleri, insanları, hayvanları, bitkileri bir soyutlama ile çekip çıkardığı, onu adlandırıp sabitlediği söylenebilir. Senin yaptığınsa uyanık bilinçle düş görmek gibi bir şey olacaktır. Gündüz bilinciyle gece bilincinin sınırında durabilme gücü olacaktır. Edebiyat ters bir işlemle, soyutlamanın başka türlü bir kullanımıyla, her şeyi bu belirsizliğe geri vermeye girişecektir. Ama bugün dünya tam da hayallerin, imgelerin, duyguların üretimiyle kendini üretiyor görünmektedir. Bugünkü dünya bu bakımdan düşün, hayalin, imgenin, arzunun gücünü çoktan keşfedip temel üretim aracına dönüştürdü. Bir açıdan imgeselleşme ya da bugünkü deyimle sanallaşma sürecini en ucuna kadar taşıdı. Bugün belki de hiçbir biçim sabit, uzun süreli bir kalıcılığa sahip değil. Bu bir bakıma senin kaydettiğin sürekli krizin yeni bir hali demek. Ama bugün gözlerimizin önünde oluşan bu yeni hali belki de anlayamadığımızı itiraf etmek gerek. Öyleyse senle ben ya da bugün yazdığına inanan biri arasında benzerlikten çok derin, temel bir fark var. Dünyanın temel olarak imgelerle iş görmesi gerçeğine rağmen biz iki kere kör olmuş gibiyiz, hem gözlerimizi hem de görü gücümüzü yitirmişiz. Edebiyat yılda yazılan yüzlerce kitaba karşın söyleme gücünü kaybetmiş, tuhaf bir dilsizlik içindeymiş gibi görünüyor. Sen bir keresinde edebiyatı “ileri giden bir saat“ gibi tanımlamıştın. Dünyanın hızına karşı daha büyük bir hızla hareket eden bir aygıt. Ama edebiyat artık daha çok hep geri kalan bir saate benziyor. Çoğu yapıt şimdiden eskimiş, çok eskimiş görünüyor. Bununla sadece geçmişte yazılanları kastetmiyorum. Şimdi sana yazdığım şu mektubun da, genelde yazdıklarımın da bu yazgıdan ne yazık ki kurtulamadığını görüyorum.
Ayhan Geçgin
img is a shorthand for image.
Gilad E. Tsur Mayer (HTML: HTML Awesomeness Book)
Soul meets soul on lovers lips