Erkenning Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Erkenning. Here they are! All 100 of them:

Öne çıktım, “Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok” dedim. “Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Bir insan erken gelen yaşlılıklarından sorumludur.
Sevgi Soysal (Tante Rosa)
Sorar gibi baktı. Üstelemedim. Söylemekten vazgeçtiğim şeyler söylediklerimden daha fazla. Çünkü insanları üzmek istemiyorum.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir... Üstü kalsın...
Cemal Süreya (Sevda Sözleri)
Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle bir küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?” “Hangisini?” “Otomatik yanan, sensörlü lamba.” “Hayır.” “Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.” Önüme baktım. “Neden kırdın?” Cevap yok. “Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…” “Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?” “Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.” “Beni görünce yanmıyordu baba.” “Nasıl ya?” “Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.” “E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor.” “Hadi ya! Sahiden mi?” “Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok.” Babama sarıldım yıllar sonra.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
-Öğretmen zararlı olmasın dedi. -Kitabın zararlısı mı olur? -Bilmiyorum işte, zararlı olmayacakmış. -Onun gibi öğretmenin ta amına koyayım!
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Anlaşılmayan inceliklerim yüzünden kabalaşmaya mecbur kalmaktan nefret etmişimdir.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Okuduklarin yasadiklarini degistirir, degistirmese bile farkli bir gozle gormeni saglar.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Ben mutsuzluğa karşıyım,” dedim. “Neden?” “Çok fazla mutsuz insan var.
Emrah Serbes
Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.
Füruzan (Parasız Yatılı)
Ihtiyarligin en guzel yani su, agzina geleni soyleyebiliyorsun. Insanlar sadece guluyor.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Sonuçta Gizem hayatımı mahvetti. Haftada bir saat ders anlattı gitti, ben altı gün yirmi üç saat onu bekledim. Onu düşündüm.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Ben mutsuzluğa karşıyım,dedim." "Neden?" "Çok fazla mutsuz insan var.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Kalbine güvenmeyi erken yaşta öğrenen herkes gibi, paylaşmaya açıktım. Belki de bu yüzden kalbim bu kadar kırıldı.
Murathan Mungan (Harita Metod Defteri)
Ik denk dat wij onszelf verminken, omdat we ons onbruikbaar willen maken voor een verlangen, voor een ideaal, voor een verhaal. We ontzeggen ons het recht, en ontnemen ons bij voorbaat de kans, op een beloofd geluk, waarvan wij denken dat het niet voor ons is weggelegd. Door ons ongeschikt te maken, helpen wij het lot een handje en nemen het zelf op ons. We maken ons liever eigenhandig onaantrekkelijk, dan dat we dat oordeel over onze aantrekkingskracht, waarde en betekenis aan anderen overlaten. We worden liever dik, dronken, ontrouw en ongelukkig, dan dat we het angstaanjagend grotere aanpakken, een ideaal waarmaken dat we koesteren en daarvoor erkenning zoeken bij anderen.
Connie Palmen (De vriendschap)
Hiç susmuyordu. Belki de bu dünyada diyalog diye bir şey bulunduğundan haberi yoktu.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Oysa hayat naz maz tanımıyordu. Kendimden biliyordum. Hayat hiç beklemediğin anda öyle kafa atardı ki, ağzın burnun dağılırdı. O zaman anlardın işte büyümek neymiş. Nasıl acı ve erken bir şeymiş.
Ayfer Tunç (Yeşil Peri Gecesi (Kapak Kızı, #2))
Daha erken. Fakat yoruldum albayım. Artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Korkuyorum. Hiçbir şey yapmak istemediğim için kötü bir şey yapmak istemiyorum. Yavaşça yukarı çıkmalıyım. Albaya belli etmemeliyim. Korkuyorum albayım. Beni tutacak mısınız acaba? Hayır, albayıma belli etmemeliyim. Acaba ağlar mı? Yazık, ben göremeyeceğim. Bu oyunu kendi başınıza oynayacaksınız albayım. İsterseniz ben daha önce yazarım size bütün aytıntılarıyla. Hikmet'in yükselişi ve düşüşünün son kısmı olur bu. Yorgun da olsam yazarım. Bir dakika dursam. Düşünsem. Düşünemiyorum. Düşünemediğimi belli etmemeliyim. Sonra şüphelenirler. Beni götürürler. Nereye? Biliyorsun. Hayır. Bilmiyorum işte. Dinlemiyorsun. İşte, oturmuş kitap okuyor albay. Ne var ne yok albayım? Oyun sanmalı. Kimseye belli etme, olur mu? Ben gidiyorum albayım. Albayım işte geldim. Sesini çıkarma. Hayır, belli etmem. Son bir hak tanıyamazlar mıydı bana? Bırak şimdi bunları. Albayım korkuyorum. Aşağıda olanları duydu mu acaba? Bilge boş bir eve dönmedi ki. Ben döndüm. Bilge, Bilge, neden beni yalnız bıraktın? Ağlarsan, her şey anlaşılır şimdi. Albayım, kusura bakmayın, balkona kadar yürümek zorundayım. Benim durumum Bilge'ninkinden farklı. Bu parmaklıklar da çok zayıf, albayım. Neden sözlerime karşılık vermiyor? Albayım beni tutmayacak mısınız? Parmaklığa dayandım albayım. Belki de bu parmaklıklar zayıftır, ne dersiniz? İnsanın ağırlığına dayanmaz sonra. Bana bakmıyor. Sesimi duymuyor. Artık çok geç, geriye bakamam. Bütün hazırlık bozulur. Neden geriye dönemiyorum? Aşağı da bakamıyorum. Gözlerini kapa. Buraya takıldım kaldım. Beni duymuyor musunuz? Bir şey yapamaz mısınız? Düşünüyorum.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Ve ben seni sevdiğim zaman Bu şehre yağmurlar yağdı Yani ben seni sevdiğim zaman Ayrılık kurşun kadar ağır Gülüşün felaketiydi yaşamanın Yine de bir adın kalmalı geriye Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde Aynaların ardında sır Yalnızlığın peşinde kuvvet Evet nihayet Bir adın kalmalı geriye Bir de o kahreden gurbet Beni affet Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç
Ahmet Hamdi Tanpınar
Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayallerin neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatrını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında ufacık bir şey danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. İstersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Anne, saygılı sordu: -Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş. Hademe kadın ilgisiz, -Parasız yatılı imtihanların çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.
Füruzan (Parasız Yatılı)
Yunus Emre'ye "Yurt yapar yüreğim ruh mahşerini, Efendim her gece erken gelince. Kaç hasretin gözü yakar beni, Asırlar öteden şeyhim gülünce. O şeyhim ki beni gönlümden vurdu; Adeta yeniden çözdü, yoğurdu. Ve bir gün dedi ki: "Dersimiz sevgi, Huzurumuz sevgi, derdimiz sevgi.
Muhsin İlyas Subaşı (Şiirden Şuura: Geçmişten Günümüze Şiir)
Söze erken başlamayacaksın, hiçbir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiçbir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin.. Ve hiçbir zaman ümide kapılmayacaksın.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Deniz kenarında yapılan her şeye kumdan kale deniyor lakin bizimki bir vakitler kumdan kale olan bir yapının harabesine benziyordu daha çok. Tarihi görkemini çoktan yitirmiş bir kumdan kale. Surlarında kumdan berduşların şarap içtiği, dibine kumdan köpeklerin işediği, her yeri kumdan çöplerle dolu, yolunu şaşırmış birkaç kumdan turistin gördüklerine göreceklerine pişman oldukları bir kale işte. (Denizin Çağrısı / Erken Kaybedenler)
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu, tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?) insan her zaman erken yatmak zorundadır - yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastanelerde...
Gündüz Vassaf (Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm)
Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Garson yanımdan ayrılırken onu yakalayabilecek bir sesle, "Dut şurubunuz var mı?" diye sordum. Cehaletime gülermiş gibi yana devirdi ağzını, "Yok, daha çıkmaz o, erken." dedi. Sanki ben bilmiyorum, önemli bir mesele var, ondan soruyoruz herhalde.
Mahir Ünsal Eriş (Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...)
Ben çalışayım didineyim, sabahın yedisinde açayım dükkanı sen oku diye. Özel hoca tutayım sen oku adam ol diye. Sen de çaba sarf etsene biraz. Serseri puşt! Hıyarağası pezevenk! İt!" Babama kızdığı anlarda bir küfür yetmez, illaki yanına alakalı alakasız çeşit yapacak, kuruyemişçi ya, karışık vereyim tutkusu.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
We maken ons liever eigenhandig onaantrekkelijk, dan dat we dat oordeel over onze aantrekkingskracht, waarde en betekenis aan anderen overlaten. We worden liever dik, dronken, ontrouw en ongelukkig, dan dat we het angstaanjagend grotere aanpakken, een ideaal waarmaken dat we koesteren en daarvoor erkenning zoeken bij anderen.
Connie Palmen (De vriendschap)
İşte o anda,zamanda geri gitmek ve onunla yaşadığım her anı sil baştan yaşamak istedim. Bir gizli gülümseme daha. Paylaşılan fazladan bir kahkaha daha.. Onu bulmak, aradığımdan habersiz olduğum birini bulmak gibiydi. Hayatıma çok geç girmişti ve fazla erken gidiyordu. Benim için her şeyden vazgeçeceğini söyleyişini hatırladım. Vazgeçmişti bile...
Becca Fitzpatrick (Hush, Hush (Hush, Hush, #1))
Kendi kendine şişinen, geleceğe biraz erken inanmış bir-iki yaygaracıyı da yalnız aptallar adam yerine koyar.
Honoré de Balzac (The Unknown Masterpiece)
Faydasız bir hayat, erken bir ölümdür.
Johann Wolfgang von Goethe
Erken kalk; sabahları yaşamak harikadır.
Mehmet Murat ildan
Kötü kocaya düşen kadın mutlaka çok erken evlenmiştir. İyi koca bulan kadınsa asla çok geç evlenmiş sayılmaz.
Daniel Defoe (Moll Flanders)
Sende her şey hayatla ilgiliydi. Erken gelen ölümlerin sana sunduğu armağan: Üç adet protez diş ve yaşıyor olmanın bilinci, erinci... İşte bu nedenle en basit eylemleri bile şenliğe dönüştürüyorsun.
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
Çok kötü bir başlangıç. Daha ilk cümlende, hiç tanımadığın bir insana bir yoksunluğu hatırlatmak. Ancak kötü niyetli biri böyle yapar kızım. Cevap vermedim, ilgilenmez göründüm. Çünkü ben ilk bakışta aşka inanırım, ilk bakışta aşk şöyle bir seydir, insanlar birbirlerine kovan yok mu diye sormazlar bir kere. Öyle bakarlar bir an, merhaba derler, isimlerini söylerler, bu arada taraflardan biri küçük bir espri patlatır, başlar ilişki.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Sır demek yalnızlık demektir,hele küçük bir çocuk için büyük yalnızlık,erken yalnızlıktır...İnsanın kendine "sorun" olması,başkaları yüzünden değil de,kendi yüzünden acı çekmeye başlaması,o yaşlardaki bir çocuk için taşımakta zorlanacağı erken bir ezadır.
Murathan Mungan (Harita Metod Defteri)
«Ya on yıl erken geldim dünyaya ya da on yıl geç. Ara yerde bir geçitteyim. Bir el boğazımı sıkıp duruyor. Biri de çıkmış göğsüme oturmuş. Çok kalmadı şurada ama... Erken ya da geç başlanan on yılın bitmesine. Bir şey beklemezse eğer insan, on yıl çabuk geçer.»
Selçuk Baran (Bir Solgun Adam)
Yazmak için acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan ve on satır yazılabilir. Çünkü dizeler, birçoklarının dediği gibi, değildir (bunlara insan yeterşnce erken yaşta sahiptir), dizeler deneyimlerdir.
Rainer Maria Rilke (The Notebooks of Malte Laurids Brigge)
Eenzaamheid is een discrepantie, het gat tussen behoefte en bevrediging, tussen de vraag van het gemoed en het aanbod van de omgeving, eenzaamheid is tevens het eindpunt van de evolutie: het resultaat van een o zo ontwikkeld zelfbewustzijn, van het constante besef dat je bestaat - eenzaamheid geen verlangen naar gezelschap, maar een hang naar erkenning, misschien zelfs herkenning, een hunkering naar iemand die jou ziet zoals je jezelf ziet zodat je niet langer bang hoeft te zijn dat je er grandioos naast zit wanneer je je een voorstelling van jezelf maakt.
Hanna Bervoets (Fuzzie)
İnsan hayata erken atılmışsa, bir gün dinleneceğini düşündükçe belli bir huzur duyar. Belki de zaman geçtikçe bedenlerimiz. Bazı şeyleri bize daha zor kabul ettirdiğinden. Bir şey gitgide daha güç ve yorucu bir hale gelir; o zaman sonsuza dek uyuma düşuncesi, eskisi kadar korkutmamaya başlar.
Marc Levy (If Only It Were True)
Seçimlerimizi yaparken hep yanlışa mı düşürüyordu hayat bizi? Neden hep aradıklarımızı kaybedip, aramadıklarımızı buluyorduk? Umutla beklerken, umutlar azalıp azalıp, yok olmaya başladığında, aramaktan vazgeçip bulduğumuza razı oluyorduk. Razı olduğumuza tam alışmaya başladığımızda ise aradığımız kişi karşımıza çıkıyordu. Allak bullak oluyordu her şey. Ve biz düzeni düzensizliğe tercih ediyorduk çoğu zaman. Bu yüzden beklediğimizi hak etmediği yere gönderiyor, razı olduğumuzla, hiç de razı olmadığımız bir hayat sürüyorduk. Ya ümitlerimiz erken bitiyordu, ya beklediklerimiz geç geliyordu...
Kahraman Tazeoğlu (Bukre)
Wel, enige kunstenaar hoop seker op ’n klein bietjie erkenning eendag ná sy dood. En enigeen sal seker verkies dat dit vóór sy dood al begin?’ ‘Daar’s baie kunstenaars wat roem en rykdom in hulle lewe bereik – en honderd jaar later is hulle heeltemal vergete.’ Nog erger, dink Willem, is kunstenaars wat ’n bietjie roem in hulle lewe bereik – en daardie bietjie roem verloor voor hulle doodgaan. Maar hy knik net vir sy seun. ‘En daar’s ander wat hulle hele lewe in totale obscurité deurbring,’ gaan Maurice voort, ‘soos die arme Van Gogh wat nooit ’n enkele skildery kon verkoop nie, en honderd jaar later word hulle onsterflik. Wat sou jy verkies het? As jy kon gekies het?’ As mens maar kon gekies het.
Marita van der Vyver (Misverstand)
Benden beklenen neydi? Bir umut tohumu mu? Seni karanlıktan kurtarması için alınmış bir bilet mi? Yüreğindeki deliği kapatacak bir yara mı? Öyleyse, yeterli olamadım. Yanına bile yaklaşamadım. Acının merhemi değildim, yalnızca bir başka çıkmaz sokak, bir başka yüktüm; sense bunu çabucak görmüş olmalısın. Çok erken farketmiş olmalısın. Ama ne yapabilirdin ki?
Khaled Hosseini (And the Mountains Echoed)
Gece balkonda bekledim. Cahide’yi sorguya çekecektim. Niye böyle bir şey yaptın diyecektim. Orospu olmak zorunda mıydın? Ben senin için ölümlerden dönmüşüm, polis sorgularından geçmişim, cemiyette horlanmışım, dövülmüşüm sövülmüşüm, yüzüme tükürmüşler. Ne önemi var gerçi, ben bu aşk için her türlü çilenin üstesinden gelmesini bilirim. Yeter ki sen orospu olma. Olduysan da oldun, ne yapalım. Seni kurtarmaya hazırım. Kendimi senin için feda etmeye hazırım.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Top, onlar için gürültüden ibaretti. İşte bu yüzden savaşlar sürüp gidebiliyor. O savaşın içindekiler bile, savaşırken onu imgeleyemiyorlar. Karınlarına kurşunu yemişken bile yoldan geçerken "hala işe yarar" buldukları sandaletleri toplamaya devam edebilirlerdi. Çayırda yan yatmış koyunda böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yanda otlamaya devam eder. İnsanların çoğu son anda ölürler, kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe.
Louis-Ferdinand Céline (Voyage au bout de la nuit)
Malina'yla ilişkim yıllar boyu sonuç vermeyen karşılaşmalardan, düşünülebilecek en büyük yanlış anlamalardan ve birkaç budalaca düşten ibaret kaldı - yani başka insanlarla aramda olanlardan çok daha büyük yanlış anlamalar, demek istediğim. Ama şu da var ki, daha başlangıçtan onun egemenliği altına girmiştim; benim felaketin olacağını, Malina'nın yerinin, o daha hayatıma girmezden önce Malina tarafından alındığını erken anlamış olmalıyım. Esirgendiğim tek şey, onunla çok erken bir araya gelmekti, ya da ben kendimi bundan korudum.
Ingeborg Bachmann (Malina)
Birey olmayı istemek çok büyük bir suç! Bunu unutma. Bu suçun önemini sana öğretmediler mi? Türkiye'deki ana babalar çocuklarına birey olmamayı çok erken yaşta öğretmek için büyük çaba harcarlar. İçimizdeki çocuk utanca boğulup kendi kendimize söz verip bir birey olmama yemini ettiğimiz zaman ana babamız, dedemiz, ninemiz, konu komşu, herkes bizi çok sever. Sürünün yeni üyesi olarak sevilirsiniz. (...) Birey olmaya kalkanları ana baba sevmez, öğretmen sevmez, yönetici sevmez, devlet sevmez ve her biri gücü yettiği kadar seni utandırmaya ve cezalandırmaya çalışır.
Doğan Cüceloğlu ('Mış Gibi' Yaşamlar)
Başka bir açıdan da, bir kez daha sadece babamım ve adeta onun çok erken bir ölümden sonra yaşamaya devam edişiyim. Hiçbir zaman kendime denk olanlar arasında yaşamamış ve "misilleme" kavramına da "eşit haklar" kavramı kadar uzak olan herkes gibi, bana karşı küçük ya da çok büyük bir budalalığın yapıldığı durumlarda, her türlü karşı önlemi, her türlü koruma önlemini yasaklıyorum kendime - haklı olarak her türlü savunmayı, her türlü "haklı çıkarmayı" da. Benim misilleme tarzım, aptallığın ardından olabildiğince hızla bir akıllılık göndermektir: belki böyle yetişilir ona.
Friedrich Nietzsche (Ecce Homo)
bedenlerin olmadığı bir kavgaya hazırlanman gerekiyor, her durumda karşı koymayı başarabileceğin, soyut bir kavgaya, diğerlerinin aksine düşe kalka öğrenilen bir kavgaya. kusurların mı, telaşa gerek yok. düşüncesizlik edip onları düzelteyim deme. sonra yerlerine ne koyacaksın ki? güçsüzlüğünü olduğu gibi sakla. yeni güç kazanmaya çalışma, hele senin için olmayan güçler, sana göre tasarlanmamış güçler, doğanın seni başka şeylere hazırlarken senden kaçındığı güçler söz konusuysa… birinin gelip senin içinde yüzmesine, senin içine yerleşmesine, senin içine alçı dökmesine izin veriyorsun ve sen hala kendin olmak istiyorsun! yanlışlarının sonuna kadar git, en azından bazı yanlışlarının, tam olarak hangi tür yanlış olduğunu iyice gözlemlemene imkan verecek biçimde. bunu yapmazsan, yarı yolda durursan, körlemesine gidersin ve tüm yaşamın boyunca hep aynı tür yanlışları tekrarlarsın, bazıları da çıkar buna senin “kaderinmiş” der. düşmanı, ki bu aslında kendi yapındır, zorla, açığa çıksın. eğer kendi kaderini değiştiremdiysen, o zaman kiralık bir daire olabilirsin yalnızca. çok erken akıllı oldukları için aptallar. sen ise uyum göstermek için acele etme. yedekte hep bir uyumsuzluk sakla. insanları hiç derinden tanımadın. onları gerçekten gözlemlemedin, hatta onları sonuna kadar sevmedin veya onlardan sonuna kadar nefret etmedin. sen yalnızca sayfaları şöyle bir karıştırmakla yetindin. öyleyse senin de sayfalarını karıştırmalarına ve birkaç yapraktan ibaret olmaya razı ol. anımsa, kazanan her kazandığında kaybeder. kendi küçük dünyanda hep daha fazla hüzmetkarım oldu diye düşünürken, muhtemelen sen daha fazla hizmetkar oluyorsun. kimin? neyin? eh işte artık ara, ara! bir şey yakaladıysan ister istemez daha fazlasına sahip olmuşsun demektir. bu fazlalıktan hiç şüphe duymuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, aradan uzun bir zaman geçmeden de bilmeyeceksin. belki tüm bir dönem geçtikten sonra da bilmeyeceksin. o zaman çok geç olacak. evet, çok geç. rahat olabilirsin, içinde berraklık kalmış. tek bir yaşamda her şeyi kirletememişsin. kendi kendine bulaşıcısındır, bunu anımsa. senin sana galip gelmesine izin verme. meleğinin sıkıcı hale gelmesi, seni bir iblis seçmeye zorladı, o da seni şeytanlaştırandan başkası değildir. onu iyi seçtin mi? olması gerektiği gibi şeytansıdır; ama şeytanın gücü senin cılız gücünle ille de orantısız değildir. göz kulak ol ona, sıkıca sarılırlar, bunu biliyorsun değil mi? eğer bir kara kurbağası italyanca konuşabiliyorsa, zamanla neden fransızca konuşmasın niye konuşmasın? aptallık edip kendini göstermiş olsan dahi, sakin ol, onlar seni görmediler. bir insanın yaşamın da taşıyabileceği duygu yükü sonsuz değildir. Üstelik çoğu insan da çabucak sona varır. daha da vahim olanı, senin hissedebileceklerinin yelpazesi sınırlı bir açıklığa sahiptir. büyük zahmetle, büyük riskler alarak ya da şansın yardımıyla ya da büyük kurnazlıkla bu yelpazeyi bazı kereler biraz daha açmayı başarabilirsin, o da belli bir süre için. ama doğanın yelpazesi öyle yapılmıştır ki, eğer sürekli dikkat etmezsen, fazla geçmeden daralır, ta ki kapanıncaya kadar. her allahın günü batan için ne yolcu gemisine ne de yolunu şaşırmış bir buzula ihtiyaç vardır, batmak, ilelebet batmak için. sahne düzenine ihtiyaç yoktur. ne titanic ne atlantis. eşlik yok, görecek bir şey de yok. yalnızca batıyorsun. elde, kalptekinden daha fazla şefkat, kalpte de davranıştan daha fazla şefkat bulunur. ona ait hareketleri bul. onun arzuladığı ve seni yeniden biçimleyecek hareketleri. elin dansı. şu andaki ve uzaktaki etkilerini gözlemle. bu çok önemlidir, özellikle hiç elleriyle hareket etmeyen bir insan olmuşsan. sende eksik olan buydu, boşu boşuna dışarıda aradıkların, incelemelerde ve derlemelerde değil. tanımsızca ele dön.
Henri Michaux
Deriz ki anne babamızı seviyoruz ama gerçekte onlardan nefret ederiz, çünkü bizi peydahlayanları sevemeyiz, mutlu insanlar değiliz çünkü, mutsuzluğumuz mutluluğumuz gibi bize inandırılmış bir şey değil, mutluluğa günbegün inandırıyoruz kendimizi, böylelikle yıkanıp paklanmaya, giyinmeye ilk yudumu almaya, ilk lokmayı yutmaya cesaretimiz olsun diye. Hayat her sabah kaçınılmaz biçimde hatırlatıyor bize çünkü, anababamızın bizi nasıl bir kendini beğenmişlik ve hatta peydahlama büyülenmesi içinde pehdahlandığını ve sevinç ve fayda dolu olmaktan çok iğrenç, tiksindirici ve ölümcül olan dünyaya savurup oturttuğunu. Çaresizliğimizi bizi peydahlayanlara borçluyuz, sakarlığımızı, hayat boyu kurtulamadığımız zorlukları. Başlangıçta şu suyu içmen yasak, o zehirli denilmişti, sonra şu kitabı okumamalısın çünkü o kitap zehirli. Bu suyu içersen mahvolursun dediler, sonra bu kitabı okursan mahvolursun. Seni ormanlara götürdüler, karanlık çocuk odalarına tıktılar ruhunu ezmek için, öyle insanlarla tanıştırdılar ki hemen anladın onların seni yok edeceğini. Senin için ölümcül olan manzaralara baktırdılar seni. Seni zindan gibi okullara attılar, sonuçta ruhunu çekip aldılar içinden, kendi bataklıklarında ve çoraklıklarında öldürmek üzere. Böylelikle kalbin onlar tarafından daha erken bir zamanda kendi ritminden çekilip çıkarıldı, geri döndürülemez bir biçimde, doktorların dediği gibi hasta düştü sonunda, çünkü bu kalbe bir an bile huzur vermediler.
Thomas Bernhard (Goethe schtirbt: Erzählungen)
... Şunu iyi bilin ki hiçbir kadın, kalbinizde, sizin orada sakladığınız o ölen kadınla dirsek dirseğe oturmak istemez. Sizi gönüllü bir hastabakıcı gibi sevmemi istiyorsunuz. Acıdığım için bir sürü şey yapabilirim; bakın, bunu açıkça söylüyorum; her şeyi yapabilirim ama, sevemem. ... Sizin tasarınız gerçekleştirilemez. Hem Bn. De Mortsauf hem Lady Arabella olmak...peki ama, dostum, suyla ateşin birleşmesini istemek değil midir bu?... Lady Arabella'yı değerini anlayamayacak kadar erken tanımışsınız, onun aleyhinde konuşmanız da bana yaralanan benliğinizin öcünü almanız gibi geliyor. Bn. De Mortsauf'u da çok geç anlamışsınız. Herbirini öbürü olmadığı için cezalandırmışsınız. Ya benim başıma ne gelecek, ben ki ne biriyim, ne öteki?
Honoré de Balzac
Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?" "Hangisini?" "Otomatik yanan, sensörlü lamba." "Hayır." "Komşu görmüş, yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece." Önüme baktım. "Neden kırdın?" Cevap yok. "Hasta mısın evladım? Söyle bana, neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle..." "Kırdımsa kırdım, ne olacak! Çok mu değerliymiş?" "Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikeyim, kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için." "Beni görünce yanmıyordu baba." "Nasıl ya?" "Görmezden geliyordu, yanmıyordu. kKaç sefer yok saydı beni." "E beni görünce de yanmıyordu bazen, böyle el sallayacaksın havaya doğru, o zaman yanıyor." "Hadi ya! Sahiden mi?" "Evet. Ucuzundan takmışlar. Bizimle bir alakası yok." Babama sarıldım, yıllar sonra.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Gazetede yazdıklarımız gerçeklerle tümüyle çelişiyor. Her gün yüzlerce kez "Biz özgürüz" cümlesini basıyoruz, ama sokaklarda yabancı bir ordunun askerleri dolaşıyor, herkes çok sayıda siyasi tutuklu bulunduğunu biliyor, yurt dışına seyahatler yasak, Ülke içinde bile bazı şehirlere gidemiyoruz.(...) Günde yüz kez "Bolluk ve mutluluk içinde yüzüyoruz" cümlesini basıyoruz; önceleri bu başkaları için geçerli, "Şey" yüzünden Anne ile ben mutsuz ve acınacak durumdayız, diye düşünüyordum, ama Gaspar bizim istisna olmadığımızı, karısı ve üç çocuğuyla kendisinin de hiç olmadığı kadar sefil bir yaşam sürdüğünü söylüyor. Sabahları erken saatte işten çıktığım zaman, işlerine giden insanlara rastlıyorum, hiçbir yerde mutluluk göremiyorum, bolluk da hak getire. Gaspar'a neden bu kadar yalan bastığımızı sorduğumda, "Sakın soru sorma" diyor. "İşini yap, başka şeyle uğraşma.
Ágota Kristóf (The Notebook, The Proof, The Third Lie: Three Novels)
Atatürk’ün bizi şaşırtan hassalarından biri de vücutça ve kafaca yorulmaksızın, dikkati hiç gevşemeksizin çalışma yeteneği idi. Ertesi gün manevrada beraber çalışacağı arkadaşları ile gece yarısına kadar gazinoda kaldıktan ve onları uyumağa gönderip kendisi vereceği vazifeleri hazırlamak üzere sabahladıktan sonra, şöyle bir yüzünü yıkayıp tıraş olarak, yine herkesten erken kıtaları başına gittiğini dostlarından duymuştuk. Ben 43 yaş ile 58 yaş arasında yakınında bulunmuştum. Memleket dolaşmalarında maddî zahmetlere hepimizden fazla dayandığını görürdük. Bir defa Dikmen kırlarında bir piknikten sonra koşmacalı bir bohça oyunu oynamıştık. Bir delikanlı kadar çevik, hızlı ve seğirtgendi. Büyük nutku 53 yaşında yazmıştır. Çalışma odasında yarı ayak üstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak, nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti. Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hâdiseler üzerinde terütaze bir muhakeme ile tartışmalar yapardı. Bir kitabı merak edince, koskoca bir cilt de olsa bitirmeden uyuyamaz, veya pek az uyku aralaması ile okumağa devam ederdi. Sonra sofrada, etrafını çizdiği fıkraları bizlere tekrarlardı. Eğer bildiğiniz bir eserse, Atatürk’ün en can alıcı fikirler üstünde durmuş olduğunu anlardınız.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Sosyalist yayınevlerinin yok edilmesinin ardından üç kuruşluk telif ücretleri kesildi ve maddi sıkıntılarla yüz yüze geldi; yaptığı diğer bütün işlerin yanı sıra bir de geçinmek için çalışması gerekiyordu. Bilimsel ve felsefi konularda dergilere bolca çeviri yaptı; kampanyanın gerginliğinden tükenmiş biçimde geç saatte eve geliyor ve çeviriye oturarak sabahın erken saatlerine kadar çalışıyordu. Ve her şeyin yanında bir de kendini eğitiyordu. Kendini eğitmeyi öldüğü güne kadar sürdürdü ve olağanüstü biçimde çalıştı. Ama yine de beni sevecek ve beni mutlu edecek zamanı buldu. Fakat bu, benim kendi hayatımı onunkiyle tamamen birleştirmem yoluyla oldu ancak. Stenografi ve daktilo öğrendim ve sekreteri oldum. İşini yarıya indirdiğimi söylüyordu sık sık; ben de bu nedenle kendimi onun işini anlamak üzere eğittim. İlgi alanlarımız ortak oldu, beraber çalıştık, beraber oynadık. İşimiz sırasında işimizden çaldığımız tatlı anlarımız vardı bir de -tek bir kelime, bir dokunuş, bir aşk ışığı parıltısı... Ve anılarımız çalıntı oldukları için daha da tatlıydılar. Havanın keskin ve ışıltılı olduğu, uğraşın insanlık için olduğu ve çıkarcılıkla bencilliğin asla adım atamadığı yükseklerde yaşıyorduk çünkü. Biz sevgiyi sevdik ve sevgimize asla leke bulaşmadı. Ve her şeyden sonra geriye bu kaldı. Başarısız olmadım. Ona, başkaları için canla başla çalışan sevgilime, yorgun gözlü ölümlü sevgilime huzur verdim.
Jack London
Bir kalem dikin toprağıma İki ucu da açılmış sipsivri Bir elime bir gece yapraklarına Bir kalem dikin toprağıma Tamda erken bahar vakti Azar da kök salar belki Elim gece yapraklarına Bir kalem dikin mezarıma Yan yana gelmemiş Sözcükler var daha
Hulki Aktunç
Sabah erken kalkan bir adam aynı gün içinde yeni bir gün yaratır!
Mehmet Murat ildan
Ama... Şairin de dediği gibi.. bir adın kalmalı geriye bir de o kahreden gurbet beni affet KAYBETMEK İÇİN ERKEN. SEVMEK İÇİN ÇOK GEÇ
Anonymous
Ik erken geen werkelijkheid die vooral voordeel biedt aan net die helft van de mensheid waartoe ik niet behoor. Die houding kan ik iedereen aanbevelen. Voor mij is het niet nodig, de werkelijkheid te begrijpen of te bezweren. Het is nodig, er korte metten mee te maken. Al het andere is capitulatie – collaboratie zelfs.
Renate Dorrestein (Dagelijks werk)
Het verdient mijn erkenning niet.
Petra Hermans
Birbirleri için en ağza alınmaz yazılar yazdıkları, kalplerini en tamir edilmez yerinden, sanatkâr gururlarından kırdıkları oluyordu. Okuyanlar: “Bunlar artık imkânı yok yüz yüze gelemezler" kararına henüz varmadan, hangisi erken sarhoş olursa hemen ötekine koşuyor, boynuna sarılarak af diliyordu. Kâmil Bey bu cins yazarları, huysuz, şımarık, hastalıklı çocuklara benzetti. İlk zamanlar, bunların arasında, kendisini ruhça ve bedence sıhhatli bulduğu için bir acayip utanma duydu
Kemal Tahir (Esir Şehrin İnsanları (Esir Şehir Üçlemesi, #1))
Bugün sabahın erken saatini kaçırdın mı? Yarını bekle ve bu kez kaçırma! Sisli sabahlar, güneşli sabahlar, soğuk sabahlar, yağmurlu sabahlar! Bütün sabahlar başlangıçları temsil eder ve tüm başlangıçlar umudu temsil eder! Umudu kaçırma! Yolculukların başlangıçlarını kaçırma!
Mehmet Murat ildan
Çok kısa bir süre önce zamanlar yeniden karıştı, sabah çok erken mi, gecenin başlangıcı mı? Hem ne fark eder, dedim. Bir ülkenin, bir kıyının düzenli çizgisini ansızın bozan bir çıkıntıya benzettim kendimi –kendi yaşamım için- bir fazlalığa… Göğüs kafesimde, karın boşluğumda, atalarımızın kanıtlayıp tanımlayamadığı bir şey vardı, sonsuzca büyümüş bir gözyaşı ya da hiçbir filmde, hiçbir deneyde görülmez bir yara… Çünkü bu büyülü kürede düz bir çizgideymiş gibi ilerlemezsen hep yaralanıyorsun. Yağmur yağıyor, çok fazla ses yok, büyük ve karmaşık bir kentteyiz, galiba güneşin çevresinde bir kez daha döndük. İyi yıllar.
Kürşat Başar (Konuştuğumuz Gibi Uzaklara)
Ciğerlerimizi boğan, Asmalımescit' i, Beyoğlu yaşamını bu denli erken gömen yalnız sigara mı? Hiç de değil. Solunan soluklarla soluyamayan kuşağımız.
Tezer Özlü
Pers Kralları kendilerinden bahsederken "Kralların Kralı" diyorlardı. Bağımlı krallar vergilerini aksatmadıkları sürece sorun yoktu. Gerçi Allah için Pers kralları da bu vergileri çarçur etmedi. İmparatorluğun dört bir yanına ulaşan ve toplam uzunluğu 2500 kilometreye yaklaşan yollar yapıp, posta sistemini kurdular. (...) Elbette Persler sadece altyapıdan ibaret değildi. Tarihin ilk inanç özgürlüğüne saygılı imparatorluğuna imza atmışlardı. (...) Perslerin bir diğer özelliği de, daha o yıllarda, köleliği yasaklamaya niyet etmiş olmalarıydı. Cyrus, her ne kadar kağıt üzerinde köleliği ilga etmiş olsa da, imparatorluk ayakta kaldığı sürece bir şekilde kölelik var olmaya devam edecekti. Olsun, yine de o kadar erken bir dönem için güzel bir niyetti. (...) Perslerin durumu Yunanlıların görmek ya da göstermek istediği gibi değildi. - Sayfa 32, 33
Ali Çimen (Kısa Ortadoğu Tarihi)
Kız eğilip ayaklarının dibinden beyaz bir çiçek aldı ve Demirci’nin saçlarına taktı. “Şimdilik Hoşçakal!” dedi. “Belki, Kraliçe izin verirse yine görüşürüz.” Demirci o karşılaşmadan sonra atını ülkesinin yollarında sürerken buldu kendini. Aradaki yolculuğu hiç hatırlamıyordu. Bazı köylerde insanlar ona hayretle bakıyor, gözden kaybolana dek arkasından onu izliyorlardı. Evine geldiğinde kızı koşarak dışarı çıktı ve sevinçle selamladı onu -Demirci beklenenden erken dönmüştü, ama onu bekleyenler için değil. “Babacığım!” diye bağırdı çocuk. “Nerelere gittin? Yıldızın parlıyor!” Demirci eşiği aştığında yıldız yine soldu, ama Nell onun elini tutup şömineye çekti ve orada durup tekrar baktı ona. “Sevgili Kocam,” dedi, “nerelere gittin, neler gördün Saçlarında bir çiçek var.” Çiçeği kocasının saçlarından nazikçe aldı ve kendi eline koydu. Çok uzaktan görünen bir şeye benziyordu, ama oradaydı işte ve çiçekten yayılan ışık, akşam ilerledikçe kararmaya başlamış odanın duvarlarına gölgeler düşürüyordu. Nell’in önündeki adamın gölgesi yüksekti ve koca başı Nell’in üzerine eğilmişti. “Deve benziyorsun baba,” dedi daha önce konuşmamış olan oğlu. Çiçek ne soldu ne kurudu; onu bir sır ve bir hazine olarak sakladılar. Demirci onun için anahtarlı bir kutu yaptı ve çiçeği orada sakladılar, nesilden nesile aktardılar; ve anahtarı miras alanlar zaman zaman kutuyu açıyor, kutu tekrar kapanana kadar uzun uzun Yaşayan Çiçek’e bakıyordu: Kutunun kapanma vaktini seçen onlar değildi. Sayfa: 203
J.R.R. Tolkien (Tales from the Perilous Realm)
Kimi günler sabah erken aceleyle daireye giderken kentin görünümüne, uykudan uyanışına, ayaklanışına, bacaların tütüşüne, sokakların canlanışına dalarım. bu görünüm karşısında küçülmüş hissederim kendimi.
Fyodor Dostoevsky (Poor Folk)
Kelimenin bütün anlamıyla yalnızlık biraz garipti. Bununla birlikte Sevgi'yle Hikmet, yalnızlıklarını yaşamağa çalıştılar. Bir torbanın içine, bakkaldan manavdan aldıkları yiyecekleri doldurdular; kırlara, ağaçlıklara, deniz kıyılarına gittiler. Yazın, herkes gibi açık renk elbiseler giydiler; Hikmet'e beyaz bir pantolon bile alındı. Araçlara bindiler, araçlardan indiler. Yorgun argın, bulabildikleri boş bir ağacın altına oturdular -iyi ve gölgeli ağaçlar, erken gelenler tarafından kapılmıştı- katı yumurtalarını kırdılar, tuzu unuttukları için yumurtaları tuzsuz yediler, yiyeceklerin hepsini bitiremediler, dönerken bir de onları geri taşıdılar. Bitkin bir durumda kendilerini koltuğa, divana attılar. Deniz kıyılarında, güneşten rahatsız oldukları için, gölgeli taşların üstüne oturdular; gözlerini kırpıştırarak, denize giren ve top oynayan ve kumları sıçratan ve koşuşan kalabalığı seyrettiler. Yorgunlukları büyüdü.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Kimakların devletinin X. yüzyılda gelişmiş olduğuna hakan unvanının ve bazı memuri sıfatların, özellikle on bir vergi tahsildarından oluşan maliye kurumunun oluşumu şahitlik etmektedir. Bunlar, erken devlet oluşumunun karakteristik özellikleridir. Kıpçaklar, s. 161
Sercan Ahincanov (Kıpçaklar)
[...]demokrasi bir sistem değildir. Bir kültürdür. Alışkanlık, uzun süredir var olan güç ayrımları, hukuka olan inanç ve yolsuzluk ile kinikliğin olmadığı bir sisteme dayanır. Bu sistemi ithal edip, kurabilir, sonra da çalıştırabilirsiniz. Ama bir kültürü ithal edemezsiniz. Bu, dünyanın çoğunun tiranlar veya kleptokrasiler altında yaşamaya mahkûm olduğu anlamına gelmiyor. Bu, sadece demokratların oyunun sonunu duyurmaları için biraz erken olduğu demek.
Andrew Marr (A History of the World)
Canlılar arasındaki yapısal benzerlikleri, embriyo sürecinin ilk döneminde de gözlemlememiz mümkündür. Ayrı türden olan canlıların yetişkin hali çok farklı görünebilse de, embriyo aşamasında gösterdikleri benzerlikler çok şaşırtıcı olabilir. O kadar ki, örneğin balıklar ile memeliler gibi birbirine oldukça uzak gruplara ait olan canlıları erken embriyo evresinde ayırt etmenin, uzmanlar için bile çok zor olduğu sıkça ifade edilmiştir. Ünlü Alman embriyoloji uzmanı Karl Ernst von Baer, Darwin'e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Elimde, isimlerini etiketlemeyi unuttuğum alkol içinde yatan iki tane küçük embriyo var ve hangi sınıfa ait olduklarını söyleyebilmekten tamamen acizim. Kertenkele ya da küçük kuş ya da çok genç memeli olabilirler; bu hayvanların kafa ve gövde yapısının oluşumları o kadar benzer ki." Darwin de Türlerin Kökeni'nde bu hususa dikkat çeker, ”... aynı sınıfa ait çok farklı türlerin embriyolarının birbirine çok benzediği, ancak tam geliştikten sonra hiç de benzeşmedikleri gösterilmiştir,” der. Bu gözlem de bizlerde, tüm canlıların ortak bir kökene sahip olduğu fikrini biraz daha güçlendirebilir. Embriyonun gelişmesinde de sadece evrimsel bakış açısıyla anlam kazanan olaylar vardır. Örneğin insan böbreğinin oluşması üç farklı evreden geçer. İlk evrede ortaya çıkan böbrek, çenesiz balıklar grubunun o evrede sahip oldukları böbrektir, ikinci evredeki böbrek ise sürüngen böbreğine benzer. İnsan böbreği ancak üçüncü evrede ortaya çıkar. Bu üç evrenin art arda gerçekleşmesi, çenesiz balıkların, sürüngenlerin ve insanın yaşam sahnesine girme sırasını izlediği için, burada da ortak atalardan türeyip evrimleşmeye tanıklık eden bir olay görebiliriz. Yani basitçe ifade edecek olursak, daha sonradan türeyen canlılar, ata soyların gelişimsel evrelerini de miras olarak alabilir.
Sedat Ölçer (Evrim Serüveni: Bir Kuramın Doğuşu, Gelişimi ve Günlük Yaşantımızdaki Yeri)
geç kalmak tam bir saplantıya dönüştü. öyle ki her şey bizi erkenciliğe sürüklüyor. günümüzde çocuklar bile çocukluktan çıkmak için acele etmeliler; hızlı gitmeliler - okumayı hızlıca öğrenmeli, hızlıca "temel bilgilere hakim olmalı", oradan oraya hızlı gitmeliler. "erken gelişen" bir çocuk sahibi olmak bütün ebeveynlerin hayali. ama yaygınlaşan erken gelişmişlik, giderek daha sık görülen erken ergenlik ve erken menopoz olarak da kendini gösterdiğinde oturup ağlıyoruz. s.11
Hélène L'Heuillet (Eloge du retard: Où le temps est-il passé ? (French Edition))
Tanrı tasavvurumuz da annemiz ile bebeklik boyunca ve daha sonraki erken çocukluk yıllarında yaşanan deneyimlerden oluşur. Allah'ın birçok sıfatı bebeklik annesinin sıfatlarıdır. Bebeklik annesi, bir bebek açısından yaratan ve yaşatandır, o eşsizdir ve tektir, onun yapabileceğini başka hiçbir varlık yapamaz. Bu anlamda, insanın tasavvurunun kendi yaşadıkları ile sınırlı olması anlamında, insan Allah'ı tasavvur edemez. Tanrı insan için "Bilinemezlik" alanına aittir. Buna rağmen bir Allah tasavvurumuz olduğuna inanıyorsak, bu tasavvurumuz tamamen bebeklik ve erken çocukluk yaşantılarımızla ilgilidir; aslında bize özgüdür.
Erdoğan Çalak (Öfkeden Sevgiye Üç Hakim Duygu)
göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok," dedim. "arkadaşlar zaten yeterince duygusal çocuklar.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Hayatta bazı şeylerin ya biraz geç ya da biraz erken gerçekleşmesi neredeyse bir yasa gibidir.
Barış Bıçakçı (Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme)
Elke mens het goed in homself. Elke mens moet net daardie goed erken (Ontfrommel)
Elsabé Welman
Sokağa çıktığımda kimi kez öyle parıl parıl ki her yan, yanılıp derin soluklar almaya kalkabilir kişi. Yanılmamak gerek oysa. Aydınlığa kanmamak gerek. Daha erken olsa da, koku çevreye yayılmamışsa da, içine çektiğin hava zehir.
Pınar Kür (Akışı Olmayan Sular)
Akşam olur güneş batar Babam hep anneme çatar Cici çocuk erken yatar Hayat sıkıcı ne kadar.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Onlar mı evin bir parçası, yoksa ev mi onların bir parçası sorusu, çocukların cevap vermeye hazır olmadıkları bir sorudur. Madem köpeği elinden aldınız, onu aldıktan sonra mutfağı da alın -akşam yemeği için pişen şeyin fırındaki kokusunu da. Sonra çamaşır gününün kokusunu, tahta askılarda kuruyan yünlülerin kokusunu. Küllerin kokusunu. Ocağın üzerinde için için kaynayan sabunun. Otlak çiti yanında bekleyen yaşlı, uslu atı alın. Okuldan geldikten sonra aksam yemeğine oturuncaya kadar onu meşgul eden gündelik işleri alın. Sabahın erken saatlerindeki sisi alin, ağaçların tepelerinde kavga eden kargaların seslerini alın (…) İbrikle leğeni de alın, nasıl olsa her ikisi de kuru ve tuzlu. Kedilerin bir sıra olup oturarak ağızlarını bir karış açıp birilerinin gırtlaklarından aşağıya süt sağmasını bekledikleri inek ahirini da alın. Atların ahırını da alın -saman, toz, at sidiği ve terle lekenmiş eski derilerin kokusunu, açık kapının ardında uzanan sürülmüş tarlayı döven yağmuru. Tüm bunları alırsanız ona ne yapmış olursunuz? O kadar büyük bir yokluk karşısında ona eskisi gibi iyi bir oğlan olmaya devam etmesini söylemenin yararı ne?
William Maxwell (So Long, See You Tomorrow)
Hiçbir şeye geç kalmayacaksın ama geç kalma hissini, Sana geç kalanlara yaşatacaksın. Bir kez de sen onlara sırtını erken dönecek, Sevgini yedekte tutma hakkından mahrum bırakacaksın.
Cem Göksel Özargun (Sanmasınlar Yıkıldık)
12 Kasım 1919 Aydın yöresinde Yunanlıların beş tümeni ile cephede 30.000 silahları olduğunu, İtalyan komutanı, 12'nci Kolordu Komutanı Fahri Bey'e söylemiş. Times gazetesi de Hintlilerin ileri gelenlerinden Gandi'nin Müslümanlarla Hintlileri birleştirmeye çalıştığını yazıyor. Gandi, Mecusilerle Müslümanları camide birlikte ibadete yöneltiyor, Hintliler de Hilafet makamının özgürlüğe kavuşması için gösteri yapıyorlarmış. İnşallah Hindistan da bağımsızlığını kazanır, hiç olmazsa Türkiye'nin kaderini de olumlu yönden etkiler. [25 yıl önce savaş ve bağımsızlık ruhunun etkisinde yazdığım bu satırlar, Hindistan adına ne denli umutlu olduğumu, İngiltere politikasında bir Hint birliğinin öne geçmek için ölçüde hileye başvurup, entrikalar çevirebileceğini kavrayamadığımı gösterir. Çok şükür Türkiye siyasal ve ekonomik bağımsızlığını kurtarmış, fakat milyonlarca Hintli Gandi'nin küçültücü pasif direnişi, Mihracelerin İngiliz yalakalığı, İslâm-Mecusî kavgalar altında birliği bulmakta zorlanmıştır. Aynı ulus kendi yurdundan uzak cephelerde, kendi kanını emen İngiliz İmparatorluğu için aptalca kan akıtmaktadır. Atatürk ırklar üzerindeki görüşlerini açıklarken Hintlilerin ne sarı, ne de beyaz ırktan olduklarını, karışık, melez bir halk kitlesi olduklarını, bunlardan bağımsızlık ruhu, ulusal birlik kalkınması beklenemeyeceğini söyler, Hintlilere hiçbir ulusal değer vermezdi.] İtalyan siyasal temsilcisi Maysa'nın gönderdiği Luici Villaci adındaki delege, belki Mustafa Kemal Pasa ile görüştü. İtalyanların amacı ulusal hareketin hedeflediği noktaları anlamakmış. Kongre, esasları kendisine anlatmış. "Türk ulusunun İtalyanlardan memnun kalması isteniyorsa Antalya'da görünmemelisiniz." denmiş. Luici karşılık olarak: "Yunanlılarla Fransızlara karşılık biz de Antalya'ya işgal ettik. Onların işgal düşüncelerini önceden bildiğimiz için biz daha erken davrandık" demiş. Mustafa Kemal Pasa da ona "Demek ki bu işgalleri bildiğimiz halde uygun görüp onayladınız. Nerede dostluk?" demiş. Özetle bu görüşmeden anlaşıldığına göre İngilizler Türkiye'nin bağımsız kalmasını istiyor. Öbürleri de öyle. Fakat ekonomik çıkarları için işgal ettikleri yerleri ellerinde tutmayı sürdürecekler. Demek ki İngiltere, Fransa, İtalya aralarında Türkiye için anlaşmışlar. Tanrı yurdumuzu bu düşman işgallerinden kurtarsın. Çok güç bir durumdayız. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan çıktığımızdan beri içki konusundaki perhizini bozmaya başladı. Ne yazık ki içiyor. Bekir Sami Bey'in evinde sofra kuruluyor. Kaptan Rauf bu duruma son derece üzülüyor. Ali Fuat Pasa, Arnavut Vali Haydar, Çerkez Emir Pasa, İsmail Hami, Demirci Efe'nin gönderdiği, İtalyanları davet eden, müsteşarlıktan alınan sakıncalı Hilmi Bey tümü bir arada... Diktatörlükten konuşuluyor. Bir yumruklaşmadıkları kaldı. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum...
Hüsrev Gerede (Hüsrev Gerede'nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler)
12 Kasım 1919 Aydın yöresinde Yunanlıların beş tümeni ile cephede 30.000 silahları olduğunu, İtalyan komutanı, 12'nci Kolordu Komutanı Fahri Bey'e söylemiş. Times gazetesi de Hintlilerin ileri gelenlerinden Gandi'nin Müslümanlarla Hintlileri birleştirmeye çalıştığını yazıyor. Gandi, Mecusilerle Müslümanları camide birlikte ibadete yöneltiyor, Hintliler de Hilafet makamının özgürlüğe kavuşması için gösteri yapıyorlarmış. İnşallah Hindistan da bağımsızlığını kazanır, hiç olmazsa Türkiye'nin kaderini de olumlu yönden etkiler. [25 yıl önce savaş ve bağımsızlık ruhunun etkisinde yazdığım bu satırlar, Hindistan adına ne denli umutlu olduğumu, İngiltere politikasında bir Hint birliğinin öne geçmek için ölçüde hileye başvurup, entrikalar çevirebileceğini kavrayamadığımı gösterir. Çok şükür Türkiye siyasal ve ekonomik bağımsızlığını kurtarmış, fakat milyonlarca Hintli Gandi'nin küçültücü pasif direnişi, Mihracelerin İngiliz yalakalığı, İslâm-Mecusî kavgalar altında birliği bulmakta zorlanmıştır. Aynı ulus kendi yurdundan uzak cephelerde, kendi kanını emen İngiliz İmparatorluğu için aptalca kan akıtmaktadır. Atatürk ırklar üzerindeki görüşlerini açıklarken Hintlilerin ne sarı, ne de beyaz ırktan olduklarını, karışık, melez bir halk kitlesi olduklarını, bunlardan bağımsızlık ruhu, ulusal birlik kalkınması beklenemeyeceğini söyler, Hintlilere hiçbir ulusal değer vermezdi.] İtalyan siyasal temsilcisi Maysa'nın gönderdiği Luici Villaci adındaki delege, belki Mustafa Kemal Pasa ile görüştü. İtalyanların amacı ulusal hareketin hedeflediği noktaları anlamakmış. Kongre, esasları kendisine anlatmış. "Türk ulusunun İtalyanlardan memnun kalması isteniyorsa Antalya'da görünmemelisiniz." denmis. Luici karşılık olarak: "Yunanlılarla Fransızlara karşılık biz de Antalya'ya işgal ettik. Onların işgal düsüncelerini önceden bildiğimiz için biz daha erken davrandık" demiş. Mustafa Kemal Pasa da ona "Demek ki bu işgalleri bildiğimiz halde uygun görüp onayladınız. Nerede dostluk?" demiş. Özetle bu görüşmeden anlaşıldığına göre İngilizler Türkiye'nin bağımsız kalmasını istiyor. Öbürleri de öyle. Fakat ekonomik çıkarları için işgal ettikleri yerleri ellerinde tutmayı sürdürecekler. Demek ki İngiltere, Fransa, İtalya aralarında Türkiye için anlaşmışlar. Tanrı yurdumuzu bu düşman işgallerinden kurtarsın. Çok güç bir durumdayız. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan çıktığımızdan beri içki konusundaki perhizini bozmaya başladı. Ne yazık ki içiyor. Bekir Sami Bey'in evinde sofra kuruluyor. Kaptan Rauf bu duruma son derece üzülüyor. Ali Fuat Pasa, Arnavut Vali Haydar, Çerkez Emir Pasa, İsmail Hami, Demirci Efe'nin gönderdiği, İtalyanları davet eden, müsteşarlıktan alınan sakıncalı Hilmi Bey tümü bir arada... Diktatörlükten konuşuluyor. Bir yumruklaşmadıkları kaldı. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum...
Hüsrev Gerede (Hüsrev Gerede'nin Anıları: Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve Devrimler)
Öğleye doğru uyandım, aniden biri tarafından dürtüklenmiş gibi. Bir süre yatakta oyalanarak gündelik telaşın dışında kalmanın yollarını aradım. Bedenim uyanmış olsa da beynim içinde bulunduu gaflet uykusundan uyanamıyordu. Daha doğrusu uyanmayı tercih etmiyordu. Gözlerimi odanın türlü yerlerine dikip asıl düşünmem gereken mevzudan fersah fersah uzaklarda dolaşıyor, asıl konuya bir türlü ulaşamıyordum. Bir karara varmak için erken saatlerdi. Saat henüz sabahın ll'iydi. Zorbela yataktan sırtımı kaldırdıımda yirmi dakikanın geçmiş olduğunu anladım. Pikeyi üzerimden iterken yere düşürdüm. Eğilip onu almak bile zor geliyordu şu saniye bana. Pikenin üzerine basıp gardırobun üzerindeki aynada kendi suretimle karşılaştım. Madik atılmış biri için fazlasıyla güzel görünüyordum. Demek kandırılmak bünyeme iyi geliyordu. Seksek oynar gibi düşünceden düşünceye atlıyor, ama taşı hep geride unutuyordum. Ben dengemi bulmaya çalışırken taş yerinde duruyor, ben sadece çizgilere basmamaya gayret gösteriyor, taşı hep arkamda unutuyordum. Unutmak istediğim taşı orada bırakıp mutfağa doğru yollandım. Karnım açtı. Genellikle sabahları uyandıktan sonra bir süre - ki bu süre birkaç saati bulurdu ekseriyetle- canım kahvaltı etmek istemezdi. Birkaç fincan bol sütlü filtre kahve ve sigara yeterince doyurucu bir besin kaynağı niteliği taşırdı benim için. Ancak bu sabah açtım ve uyanalı sadece yarım saat kadar olmuştu. Demek ki aldatılmak beni iştahlı biri haline getiriyordu. "Ne güzel." dedim kendi kendime, ”bedenimin tüm uzuvları kırılan kalbimi onarmak için birli olmuş çalışıyor. Kim demiş acının hayatı bir lahzada zenginleştirmediğini. Acının bana şu an yaptığını annem yıllarca yapamadı. Acı en iyi iştah açıcıdan daha etkili bir formüle sahip demek ki. . .” Buzdolabını açtım ve elime ne gelirse çıkardım. Dil peyniri, kaşar peynir, zeytin ezmesi, ahududu reçeli, kaymak, pofuduk ekmek ve domates. Domateslerin kabuklarını soydum, başka bir zaman olsa domatesin zarını çıkarmak bana zor geldiği için yememeyi tercih ederdim hâlbuki. Kendime şık bir sofra hazırladım. Ne zamandır kendimle kahvaltı etmiyordum. Babamın lafını anımsadım o anda. Babam kahvaltının önemini vurgulamak için neredeyse benim için işkence olan her kahvaltı esnasında şöyle derdi: ”Kahvaltıyı kendinle, öğle yemeğini dostunla, akşam yemeğini düşmanınla yemelisin. Ne kadar az konuşursan o kadar çok yer, ne kadar çok konuşursan o kadar az yersin.” Haklıydı. Konuşamadığım kelimelerimin yerini lokmalarla doldurup hiç ara vermede en az iki kişiyi duyurabilecek bir öğünü tek başıma tüketmiştim. Artık neredeyse 13.00'e geliyordu. Galeriyi aramam gerekiyordu. Ortağıma beni bugün ve belki ilerleyen birkaç gün boyunca idare etmesini, iyi olduğumu, beni merak etmesini gerektirecek bir durumun söz konusu olmadığım söylemek için. Ya da kısaca hasta olduğumu söyleyebilirdim. İkinci seçeneği seçtim. Hastalanmıştım ve yataktan kafamı kaldıramıyordum. Biraz dinlenmek iyi gelecekti bana. Sanırım sözüm ona hasta olduğu halde iştahı benim kadar kuvvetli, benim kadar sağlıklı görünen biri daha olamazdı. Canım aşerercesine kahve istiyordu. Ardından tekrar mutfağa gittim, sanırım bugün vaktimin çoğu evin bu bölümünde geçecekti. Kahve makinesinin ne zamandır temizlemediğim termosunun içini temizledim. Filtre kâğıdını yerleştirdim. Abartarak kendim için epey fazla miktarda kahveyi filtreye koydum, su haznesini, mutfak tezgâhım da ıslatarak suyla doldurdum ve makineyi çalıştırdım. Kahve rayihasım dışarıya salarken sermest olmuş gibi burnum kokunun peşinden mutfakta oradan oraya savruluyordu. İçmek için değil sırf koklamak için bile kahve yapılmalıydı. Burnum kahvenin kokusu, damağım tadıyla dolduğunda sigaramı yakıyor ve öylece hiçbirşey yapmadan mutfak masasının rahatsız sandalyesinde oturuyordum. Birden az önce üzerinden atlayarak görmezden geldiğim seksek taşı çarptı ayağıma. Taş canımı yakmış, orada olduğunu hatırlatmıştı. Kayıtsızlığımdan sıkılmış, kendini bana anımsatmak istemişti canımı yakarak.....
Esra Pekin (Lilith)
Rus komutan çok erken ve büyük konuşuyordu. Herhalde ne Osmanlı askerini ne de onun başkomutanını iyi tanıyordu. Akşam Plevne’de yemek mi yerdi, yoksa hayatı boyunca hiç unutamayacağı bir Osmanlı tokadı mı? Bu durum, hava kararırken belli olacaktı.
İbrahim Ünsal (Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa (Bizim Kahramanlarımız, #1))
Erken Tunç devrinden itibaren en eski Türk kültürünün beşiği olan Altay’da bulunan kadın şamanların mistik ayinlerini, av sahnelerini gösteren gravürler, petroglifler ne yazık ki yeterince araştırılmamıştır.
Fuzuli Bayat (Türk Kültüründe Kadın Şaman)
Çoğumuz erken yaşlarda kendimizi ifade etmemek için duygu ve davranışlaŕımızı baskıladık. Ebeveynlerimizin dikkatini çekebilmek için çok dikkatli olmayı hatta mükemmel olmaýı öğrendik. Tam olarak yaşamak için mükemmeliği ve dikkatliliği yeniden riske etmeliyiz...
Umut Kisa
Büyük fizikçi Richard Feynman’ın bilgece gözlemlediği gibi; “Bir kuşun adını dünyadaki tüm dillerde öğrenebilirsiniz, ama öğrenme işini bitirdiğinizde, o kuş hakkında kesinlikle başka hiçbir şey biliyor olmazsınız. Sadece farklı farklı yerlerdeki insanlar hakkında bir şey ile onların kuşu nasıl adlandırdıklarını bilirsiniz. O halde kuşa bakalım ve ne yapmakta olduğunu görelim – önemli olan budur. Bir şeyin adını bilmek ile bir şeyi bilmek arasındaki farkı çok erken yaşlarda öğrendim.”[
Thomas Szasz
Fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. Satırbaşı.
Anonymous
Eko yapacak bir uçurumun kenarına gidip 'Fuck you!' diye bağırmak istedim.Sıkıntılı anlarda kullanılan bir deyim.Amerikan ingilizcesinde 'canın cehenneme' demek.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
fıdel, bütün bu çocuklar için ağlamak gerekiyor; erken gel eve. bütün çocuklar ve kırılmış kalemler için. buna zamanın olmadığını söyleme sakın. kirleniriz yoksa. kedilerden ve çaylardan daha önemli bu. bütün kurban edilmiş çocuklar için fıdel, ağlamak lazım, inat etme. senin bu sabit gülümse­men ... ölü çocuklar bu yaptıklarını biliyor. ben onları seviyo­ rum, çayı düşünerek içmiş oldukları için. ben onları fıdel, ak­satmadıkları mektupları ve kahkahaları için seviyorum. bir de erken öldükleri için. bak fi.del, bu toprakların altında on­lar da var. küçük komik böcekler ve ölü çocuklar, ne garip değil mi?
Ece Temelkuran (Bütün Kadınların Kafası Karışıktır)
Şuursuzca tamamladiğim bu uzun gezileri şuurlu olarak cok erken yasta tekrarlamaya basladim. Kit padamla Avrupa'daki demiryollarinin ikinci mevki vagonlarinda oradan oraya gezindim. Kucuk bir bavul ve seyahat rehber kitaplarimla ciktigim yolculuklarsa insanlarla gevezelik etmekten buyuk zevk duydum. Viyana kafelerinde ihtiyarlarla konustum. Sam'da baklava ve meyve tatlisi yedim ve bir imparatorlugun Ortadogu'da hepimize biraktigi en onemli ortak miras, yani Turkce sayesinde her yere girip ciktim.
İlber Ortaylı
Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Akıllı kızlar Avarel'den hoşlanmaz Red Kit'i severler.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Bir kartopuydun seni ilk gördüğümde,günler geçtikçe zihnimin en ücra yamaçlarında yuvarlana yuvarlana büyüdün ve şimdi bu akşam, bir çığ halinde indin üstüme.Seviyorum seni.
Emrah Serbes (Erken Kaybedenler)
Bilge kişilerden biri evindeki bir pencereye üç güvercin yerleştirmiş. Biri öldürülüp tüyleri yolunmuş, üstüne de bir kağıt bırakılmış. "Bu dönme en son gidecektir." İkinci güvercin öldürülmeden yolunmuş. Onun üstündeki yazı "Dönme beklenilenden biraz erken gitti" imiş. Üçüncü güvercin ise hem sağmış hem de tüyleri yolunmamış. Onun üstündeki kağıtta da "ilk önce gidecek olan bu" yazılıymış...
Amin Maalouf (Leo Africanus)
Kadınlar daha da fazlasını ödeemk zorundaydı. Dik bir duruş daha dar kalçalar demekti ve bu da doğum kanalını daraltıyordu, üstelik aynı anda bebeklerin de beyni giderek büyüyordu. Doğumda ölüm, dişi insanlar için ciddi bir sorun haline geldi. Bebeklerinin kafası ve beyni daha küçük olduğundan, erken doğum yapan kadınlar daha çok hayatta kaldılar ve daha çok çocuk sahibi oldular; doğal seçilim bu şekilde erken doğumlara bu şekilde erken doğumlara hayatta kalma şansı verdi. Elbette böylelikle diğer hayvanlara kıyasla insanlar pek çok hayati önem sahip sistemleri henüz tam olarak gelişmemişken erken doğar hale geldiler. Bir tay doğumdan kısa süre sonra yürüyrbilir; bir yavru kedi birkaç haftalıkken annesi yiyecek arayışı sırasında onu yalnız bırakabilir. İnsan bebekleriyse yıllar bpyunca yardıö, bakım, koruma ve eğitim için büyüklere muhtaçtır.
yoval noah harari