Duyan Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Duyan. Here they are! All 65 of them:

Sadece aracı oldukları iyiliklerden ötürü erdemleriyle gurur duyan insanlar, kaçamayacakları saçmalıklar da yaparlar.
William Beckford (Vathek)
Yaşamında, en çok yakınlaşma isteği duyacağın kişiler, senden uzaklaşma gereksinimini en çok duyan kişiler olacaklar.
Oruç Aruoba (de ki işte)
Bu şehir öyle bir şehir ki , küçük bir kız üzülür, üzüldüğü anlaşılmaz. Kuşlar cehennem çığlıklarıyla ötüşür, duyan olmaz. Bir ağaç acıkır, kimse ... hiç kimse umusamaz.
Mine Söğüt
Parayı lanetleyen insan, onu şerefsizce elde etmiştir; ona saygı duyan insan, hak ederek kazanmıştır.
Ayn Rand (Atlas Shrugged)
Bu yarı-vahşi topraklarda, yepyeni bir özgürlük ve kuşatılmışlık duygusu içinde tek başımayım. (Yalnız, tek başına, sahipsiz, başıboş, kimsesiz... Türkçe'deki birçok sıfatı ardarda dizebilirim ama sözcüklerle gerçeklik arasında bir köprü oluşturamam.) Bana gereksinim duyan tek bir kişiden, hatta bir gözlemciden bile yoksun olmanın mutlak, dört başı mamur, cehennemsi özgürlüğü... İstediğim yalanı savurabilir, kendime canımın çektiği geçmişi biçebilir, en günahkar fantezilerimin peşinde koşabilirim.
Aslı Erdoğan (Kırmızı Pelerinli Kent)
Artık utanmıyordu. Söyleyebilirdi. -Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum. Belki kendi kendimden. İki çeşit içen vardır. Biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler. Böylesi az içer. Ya ben? İçiyorum da kurtulabiliyor muyum? Belki yalnız baş ağrısından... -Ya içmediğin zamanlar? -O zaman ararım. -Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap... -Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı. -Anlamadım. -Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "-Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur," demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Neden gülüyorsun? En ciddi şeylere bile her zaman gülersin. Ah, öyle ya, üzülmen mi gerekir?" Beni biraz olsun tanısaydı, bizim gibi her şeyi derinlemesine duyan, insan düşüncesinin içinden çıkılmaz düğümünün tam anlamıyla bilincinde olan insanlar için verilecek tek bir yanıt -alaylı bir sevecenlik ve suskunluk- olduğunu daha sonra kendisi de anlardı.
Lawrence Durrell (Justine (The Alexandria Quartet, #1))
Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı duyan kulaklarıyla her şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim beni aldatmaz.
Peyami Safa
... keyif duyan kişi bulunduğu yerde takılıp kalır, artık ileriye doğru hareket etmezdi.
Jenny Erpenbeck
Evet doğru! Şanssızlar, acı ekmeklerini yedikleri, gözyaşlarına karışmış sularını içtikleri bu dünyadan başka bir dünyaya muhtaçtırlar. Hayal öyle bir dünya yaratıyor, yürek de onunla avunuyor. Bu dünyada hep mutsuzluğa mahkûm olan erdem, bir gün ödüllendirilme umuduyla, varlığını sürdürebilmek için direniyor. Fakat alçak olmamak için dine gereksinim duyan kişiler ne zavallıdır!
Ugo Foscolo (Last Letters of Jacopo Ortis (Hesperus Classics))
Gülünç...hayır, oraya kadar varamıyordu bile; var olan hiçbir şey gülünç olamaz; bu durum kimi vodvillerdeki belli durumları çok uzaktan yarım yamalak andırıyordu. Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık.
Jean-Paul Sartre (Nausea)
Siyah çerçeveli ciddi bir ilân: bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır. Sizlere hizmetten şeref duyan yayınevimiz iftiharla sunar: Tutunamayanlar.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Ama o vakit sokaktan aşağı ruh hastaları gibi dans ederek indiler ve ben ayaklarımı sürüyerek peşlerine takıldım, hayatım boyunca ilgimi çeken insanların peşlerine takılmam gibi; çünkü benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır, yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, her şeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen ya da sıradan bir şey söylemeyen. Ama gece boyunca maytaplar gibi yanan.
Jack Kerouac (On the Road)
Çok yalnızım, mutsuzum Göründüğüm gibi değilim aslında Karanlıklarda kaybolmuşum Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara Kimse duymuyor çığlıklarımı Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım Ümidimi yitirmişim Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye Veda edeceğim.
Nilgün Marmara
Wittgenstein'ı bu duruma uyarlayacak olursak,dünyamızın sınırlarının,başkalarının bizi anlama sınırları tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz.Elimizde olmadan başkalarının algılarının parametreleri içinde var oluruz- başkalarının bizim komikliğimizi anlama sınırları içinde komiklik yaparız;onların zekası bizim zekamızı,cömertliği cömertliğimizi,ironisi ironimizi belirler.Karakter,hem okura hem de yazara ihtiyaç duyan bir dil gibi işler.Shakespeare, yedi yaşındaki çocuğun gözünde saçmalıktan ibarettir,eğer sadece yedi yaşındakiler tarafından okunacak olursa yedi yaşındaki birinin anlama kapasitesi ölçüsünde takdir edilir.
Alain de Botton (The Romantic Movement: Sex, Shopping, and the Novel)
Bu yaygın budalalıktan (başkalarının görüşüne önem vermekten) kurtulmanın biricik yolu, onu açıkça bir budalalık olarak görmek ve bu amaçla, insanların kafalarındaki görüşlerin çoğunun bütünüyle yanlış, ters, hatalı olabildiklerini ve bu yüzden kendi başlarına dikkate almaya değer olmadıklarını; sonra, olayların ve durumların çoğunda, başkalarının görüşünün, üzerimizde gerçekte ne denli az bir etkisinin olabileceğini, bu görüşün büyük bölümünün ne denli zararlı olduğunu, öyle ki, kendisi hakkında söylenenlerin tümünü ve hangi vurguyla söylendiklerini duyan birinin öfkeden kuduracağını ve son olarak, onurun bile aslında doğrudan değil, ancak dolaylı bir değerinin bulunduğunu vb. aklımıza yerleştirmektir.
Arthur Schopenhauer
Birini rahatsız etmek istiyorsa hakaretlerinde karşı tarafın değer verdiği, sevdiği ve gruruna dokunan yerden saldırır ve "anne" yi kullanır sözlerinde..bu "anne" yi değil onu seveni rahatsız etmek içindir tabiki.. bu da o misal Atatürk ü değil ona değer veren saygı duyan insanı Atatürkçü yü rahatsız etmek için yapılıyordur.. Atatürk heykellerine ve bunun gibi onu anmamızı sağlayan şeyleri maskaralıklarına alet ederken.. Atatürk yaşamıyor nispetler elbette Atatürk e değil onu sayanlara.. Dininiz size sevmediğiniz birşeye saygı duyan ve onu seven insanlar olduğu sürece saygısızlık yapmamanız gerektiğini öğretmedi mi? en başta da DİN SİZLERE ÖLÜYE SAYGI GÖSTERMENİZİ ANLATAN CÜMLELER öğütleyip duruyo ya yahu.. AKLINIZ NERDE..DİNİ DE Mİ YARIM DİNLİYORSUNUZ SİZ..
Deniz Bornaun
Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanalar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, "Veli Ağa'nın öküzleri gibi öküz, yoktur." demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!
Yusuf Atılgan (Aylak Adam)
Nüzhet Bana Yalan Söyledi Dünyanın hiçbir Nüzhet’i yalan söylememelidir. Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana herşey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hattâ yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filân... Zavallı mürâhik... Nüzhet bana yalan söyledi. Ah ben ruhumun içindeki o ikinci ruhu bilirim, esrarı gören gözleriyle ve esrarı duyan kulaklariyle her şeyi sezer ve bana sezdirir ve beni aldatamaz, ah, içim beni aldatmaz.
Anonymous
Kardinal Basil Hume ona kendisinin ölüyor olduğunu söylediğinde başrahip onun için çok sevinmişti: "Tebrikler! Bu göz alıcı güzellikte bir haber. Seninle gelebilmeyi dilerdim." Göründüğü kadarıyla başrahip gerçekten samimi bir inanandı. Fakat tam olarak bu öykünün nadir ve beklenmedik olmasıdır ilgimizi çeken ve neredeyse bizi eğlendiren: Üzerinde "Savaşma seviş" yazan pankart taşıyan çırılçıplak bir genç kızın yanında "İşte samimiyet dediğin buna denir!" diye haykıran bir izleyicinin karikatürünü hatırlatır. Bir arkadaşlarının ölmek üzere olduğunu duyan Hristiyanların ve Müslümanların hepsi neden başrahibinkine benzer şeyler söylemezler? Dini bütün bir kadına doktor tarafından sadece bir kaç aylık ömrünün kaldığı söylendiğinde, neden tıpkı Seyşeller'de tatil kazanmış gibi heyecanla beklenen bu olay için kadının gözleri parlamaz? "Sabırsızlanıyorum!" Neden yatağının etrafındaki inançlı ziyaretçiler, çok daha önce gitmiş olanlara iletilmek üzere ona mesajlar yağdırmaz? "Gördüğünde Robert amcaya sevgilerimi mutlaka ilet...
Richard Dawkins (The God Delusion)
Pazarlamada farklılaştırmanın önemi şu hikaye çok güzel özetler; vakti zamanında padişahın biri ilginç bir rüya görür. Ertesi gün yaverlerine haber eder ve ülkenin en iyi rüya tabircisini sarayına getirtir. Padişah rüyasını anlatır. Rüyayı dinleyen rüya tabircisi, biraz düşündükten sonra padişaha cevap verir: “Padişahım, tüm yakınlarınız ölecek ve yalnız kalacaksınız.” Bu cevap padişahın hiç hoşuna gitmez ve yaverlerinden bu kişinin kellesinin derhal alınmasını ister. Yaverler padişahın emrini yerine getirir ve rüya tabircisini öldürdükten sonra yenisini padişahın önüne getirirler. Yeni tabirci de padişahın rüyasını dinler ve diğer tabirci ile aynı fikirdedir. Ancak padişaha verdiği yanıt şöyledir: “Padişahım, yakınlarınız arasındaki en uzun ömürlü kişi siz olacaksınız!” Bu cümleyi duyan padişah, çok sevinir ve tabirciyi ağırlığınca altınla ödüllendirir. Rüya sonuçları aynı ama sunumları farklı iki rüya tabircisi de aynı yorumu yapmasına rağmen biri sunumu ve olayı farklılaştırma sayesinde ağırlığınca altın kazanıyor diğeri ise ölüme mahkûm ediliyor. Pazarlamada da farklılaşma böyledir. Ya tüketiciler sizi ağırlığınızca ödüllendirir, ya da markanızı ağır ağır idam sehpasına gönderir.
Anonymous
80 ihtilali öncesi... Hacıhüsrev. Çocuğum o zamanlar. Devrimci abiler vardı, hava karardıktan sonra cami duvarına yazı yazıyorlardı, ellerinde koca koca Marshall boya kutuları olurdu. Geceleri onları beklerdim, gizli gizli seyrederdim. Bir gece gördüler beni, ne arıyorsun lan burda deyip, çıkıştılar. Ben de onlara boyanız bittiyse boya kutularınızı istiyorum dedim. Niye diye sordular. Darbuka yapacağım abilerim dedim. Gülüp gittiler. Ertesi sabah, camiye benim için darbuka bırakmışlar. Bakırdan, kocaman, güzel bir darbuka... Sonraları sordum o boyacı abilere, kim bıraktı diye... Mahir Çayan'ın emriyle aldıklarını söylediler. O söylemiş arkadaşlarına, çocuğa darbuka alınssın diye... Allahn rahmet eylesin, ilk darbukamı Mahir Çayan almıştı yani... İlk gerçek darbukam oydu." Kim bunları anlatan? Balık Ayhan. Mahir Çayan? Devrimci Öğrenci Lideri. İsrail İstanbul Başkonsolosu'nu kaçıdı, evi basıldı, yaralandı, yakalandı, Meltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtı, Ünye radar istasyonunda çalışan iki İngiliz bir Kanadalı teknisyeni kaçırdı, karşılığında Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un bırakılmasını istedi, Tokat'ın Kızıldere Köyü'nde oldukları tespit edildi, baskın yedi, alnından vurularak öldürüldü. Gel zaman git zaman... Mahir'in darbukası, gariban roman çocuğunun hayatını değiştirmişti. İdealist motiflerle bezenen öykü, Mahirlerin kelleyi kotuğa aldığı dönemlerde araziye uyan entel dantel takımının malzemesi oldu. Mahir'i sokakta görse tanımayacak tipler, romantik manzumeler döşendi. İdealist cenazeler, alabildiğine sömürüldü. "Kardeşim saçmalamayın, dümbeleklik yapmayın" diyenlerin itirazları "ırkçı"lıkla suçlandı. Balık da, işi ilerletmiş, "müzik değil, felsefe yapıyorum" falan demeye başlamıştı. Velhasılıkelam... Balık Ayhan, Balık Ayhan oldu. Gel zaman git zaman... AKP geldi, açılım yapıldı. Devrimci romatizm... Roman'tizme dönüştü. Başbakanımız "kırmızıyı severler, birbirini överler" dedi. "Birbirini överler" lafını duyan Kiboş, dayanamadı, "Çuk yakışıklı adamsın, üstüne tanımam anacım" dedi. Faytoncular Derneği Başkanı ile Kırkpınar cazgırı Pele Mehmet'in manilerinden sonra sahneye çıkan Balık Ayhan, noktayı koydu: "Sen adamın kralısın, kasım kasım Kasımpaşalısın!" E haliyle... Siyasete kulaç attı Balık. AKP'den mebus adayı oldu. Olunca ne oldu? Şu oldu... Yıllar önce "İlk darbukamı Mahir Çayan aldı." diye röportaj verdiği gazeteye, gene röportaj verdi: "Hayatım roman olur. Hayatımın film olması için yazdığım senaryolar var. Hatta, ilk darbukamı Mahir Çayan aldı diye yazdım, herkes gerçek sandı. Oysa senaryoydu!" Atasın palavracıkları... Kafalayasın medyacıkları. Enteller alkışlarken... "Beni Mahir Abi yarattı." Takunyalılar alkışlarken... "Mahir falan tanımam anacım." Sayfa:265-267
Yılmaz Özdil
Silahlarıyla, tanklarıyla, füzeleriyle gurur duyan bir millet insanlıktan yoksun demektir!
Mehmet Murat ildan
Berrak hava ve dolunay dünyanın her yerinde herkesin hoşuna gider elbette efendim. Kapalı haremlerde de, işlemeli kapıların arkasında da, yüksek tavanların altında da bulutları delen ay ışığından haz duyan sayısız insan bulunabilir. Farkları, duydukları hazzın içine doldurdukları hasretin büyüklüğü veya küçüklüğüdür.
İskender Pala (Şah & Sultan)
Sesim titreyerek söz verdim. O da bana anlatmaya başladı. "Ali ve Mehdi hakkında anlatılanlar Bağdat'tan nefret edip peygamberin damadına saygı duyan müminler için uydurulmuş hikâyelerdir aslında. Ancak anlayabilecek kapasitede olanlara Halife el-Hekim'in de izah ettiği biçimde gerçekleri izah ediyoruz. Yani Kuran'ın bulanık zihinlerin bir ürünü olduğunu anlatıyoruz. Hakikat bilinemez. Bu yüzden de hiçbir şeye inanmıyoruz. Dolayısıyla da yapabileceklerimizin sınırı yok." Serseme dönmüştüm. Peygamber aptalın teki miydi? Gelecek Mehdi'yle ilgili anlatılanlar, o büyük kurtarıcıyla ilgili gizem dolu hikâyeler toplulukları kandırmak için uydurulmuş birer masal mıydılar?
Vladimir Bartol
hastalıkların, marazların hep kalpte olduğunu söylüyor ve kalbi temizlemekten bahsediyorlar. ben de kalbimi yokluyorum sık ık; hep ağrılı, vesveseli, gidip gelen buluyorum. huzursuz, hüsran duyan kalp' diyorlar; "'benim, buradayım," diyemiyorum. "allah korusun!" diyorlar. kendimi nereye saklayacağımı şaşırıyorum. kalbin saklı olduğu yer iyi ki böyle derinde. acaba beni görüyorlar mı? acaba bu insanların hiç kalpleriyle işleri oldu mu, kalbin her an soyulmuş hissinde olması nasıl biliyorlar mı, herkesin kalbi bu kadar oynak mı, bu kadar hevesli mi ve bu kadar dar ve alıngan mı, bu kadar kendini bilmez mi, kalp şımarmak mı istiyor, yatışmak mı bunu nasıl öğrenebilirim? ben yatışmak istiyorum. kendimi bildim bileli galiba şımarabilmek istedim, bu bana verilsin istedim. öyle derin bir açlık ki mide kazınması gib kalbimi kazıdı durdu. başka şeye bakıp geri çekilemedim. s.37
Şule Gürbüz (Zamanın Farkında)
Türk ulusunun tarihini göz önüne getirelim; hemen daha düne kadar, altında ezildiği baskı, tutsaklık ve zorbalığın kara, kanlı pençesini duymamak mümkün değildir. Türk, zorbalık ve tutsaklık zincirlerini parçalayabilmek için, iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli savaşımlara girdi, sayısız özverilere katlandı; başarılı oldu, ancak ondan sonra özgürlüğünü kazandı. Bu nedenle özgürlük Türkün hayatıdır. Artık, Türkiye'de, "her Türk özgür doğar, özgür yaşar." Türkün bugünkü ulusal ve siyasal terbiyesi ve yüksek değeri, onun amacını ve durumunu belirlemiştir. Türkler, demokrat, özgür ve sorumluluk duyan yurttaşlardır. Türk Cumhuriyeti'nin kurucuları ve sahipleri kendileridir. Türk, bireysel özgürlüğünden ve çıkarlarından bir bölümünü, anayasada belirlenmiş olduğu kadarını Cumhuriyet'e bırakmıştır. Cumhuriyet, bireyin ona bıraktığı bir kısım özgürlüğü, bireyin ve Türk ulusunun içeride özgürlüğünü ve dışarıya karşı bağımsızlığını sağlamak için kullanır.
Mustafa Kemal Atatürk (Medeni Bilgiler (Uygarlık Bilgileri))
Düşünceli bir insan bizi de düşüncelere sevk eder! Dans eden bir insan bizde de dans etme arzusu doğurur! İnsan kendiliğinden bir türlü motive olamayan, hep bir şeylerin motivasyonuna ihtiyaç duyan bir varlıktır sanki!
Mehmet Murat ildan
18. yüzyılın ruh sağlığına ilgi duyan hekimleri sıla özlemini ve evden uzakta, gurbette olmanın acısını "nostalgia" kavramıyla ifade etmişlerdir. Bu sözcük 1688'de ilk defa kullanılmış ve daha çok evlerinden uzaktaki çökkün paralı askerlerde tanımlanmıştır. Bulgular ve teşhis, neden ve tedavi üzerine tezler kaleme alınmış; sonunda en iyi tedavinin nostus (eve dönüş) olduğunda fikir birliğine varılmıştır.
Kemal Sayar (Özgürlüğün Baş Dönmesi)
Bugüne dek, bir insanın bir başka insana herhangi bir şey öğretmiş olduğuna inanmıyorum. Öğretme uğraşısının yararından kuşkuluyum. Bildiğim tek şey, öğrenme isteği duyan kişinin öğreneceğidir.
Leo Buscaglia (Living, Loving, Learning (1982) (Korea Edition))
Markist-Leninist diktatörler Türkiye’ye ilgi duyan her Azerbaycan ve Türkistan Türkünü ‘’Irkçı-Turancı’’ diye suçluyor, sonra da onları kurşuna diziyordu.
Yavuz Bülent Bakiler (Sözün Doğrusu 1)
Evin yaşlı sahibesi yaşlı gözlerle cevap verdi. Dedi ki ‘’Bu sosyalist rejim 65 yıldan beri İslamiyeti ve ezanı yasakladı. Minarelerimizden ezan okunmuyor. Ben artık ömrümün son yıllarını yaşıyorum. Bu kese kağıdının içinde, Türkiye’de ezan sesi duyan toprak var. İstiyorum ki ben öldükten sonra çocuklarım, üzerime ezan sesi duyan toprak serpsinler. Sevincim, heyecanım, bahtiyarlığım bana Türkiye’den ezan sesi duyan toprak getirilmesidir.’’ Bu sözler beni de çok duygulandırdı. Akif ne güzel söylemiş: Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
Yavuz Bülent Bakiler (Sözün Doğrusu 1)
Aynı gün öğleden sonra Kuleli Askeri Lisesi komutanlarıyla birlikte ‘’Şirket-i Hayriye’’den bir vapur kiralamış, Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün yattığı odanın karşısına yaklaşıp durmuşlardı. Bir anda büyük bir Türk bayrağı açılmış, genç ve inanmış seslerin ağzından bir gök kubbe adeta orta yerinden yırtılmış gibi İstiklal Marşı yükselmeye başlamıştı. ‘’Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’’ Seslerini duyan Atatürk, ak yastıklara gömülmüş başını kaldırdı. Sonra doğrulup pencereden baktı. Adeta put kesilip İstiklal Marşı’nı söyleyen lacivert elbiseli askeri öğrencilerin kemerlerindeki sarı tokalar ve şapkalarındaki sarı ay yıldızlar, ekim güneşinin ışıltılarında yıldızlar gibi parlak bir canlılık oluşturuyordu. Bu manzara karşısında Atatürk’ün gözleri yaşardı. Marşı bitiren asker öğrenciler var güçleriyle sarayın penceresinden kendilerine bakan Atatürk’ü içtenlikle alkışladılar: ‘’Yaşa var ol Atatürk…
Süleyman Yeşilyurt (Atatürk İnönü Kavgası)
Evliya Çelebi bu bölümde hamsinin adını özellikle hapsi diye yazar, çünkü yöre halkı öyle söylemektedir. Trabzonluların konuşmasını verirken balık değil palık biçimlerini yeğler. Trabzonluların hamsiyi ne kadar sevdiğini anlatırken iki olay aktarır : Hamsi balığı geldiğinde ağaçtan yapılma bir boru üflediğini, bu borunun sesini duyan bütün halkın, hatta cemaatle namaz kılanların ve hatta imam ve müezzinin bile namazı bırakıp : -Namaz bulunur ama hapsi bulunmaz diye kıyıya koştuklarını yazar.’’ ‘’Şehre ulaşan elçilik heyetinin Viyana’ya girişi ile ilgili olarak kral tarafından arabaların önceden gitmesinin istendiği ‘’Çesar hazreti azametiyle buyurdular ki…’’ diye söylenince elçi Kara Mehmed Paşa’nın şöyle bağırdığını anlatıyor : -Bre melun ve dinsiz, bir daha senin ağzından ‘’Çeşar azametiyle şöyle buyurdu’’ lafını duymayayım, yoksa vallahi seni yeni hançer kabzasıyla tepelerim. Azamet bir Allah’a mahsustur.
Şükrü Halûk Akalın (Seyyâh-ı Âlem Evliya Çelebi)
Gerçeğin özgürleştirici ışığına umutsuzca ihtiyaç duyan her konuda uyanık olanlar uyuyanları uyandırsınlar yoksa uyuyanlar sonsuza dek uyurlar!
Mehmet Murat ildan
Bir daha o bomboş insanlarla aynı oda içinde olmayacağım, midem kaldırmıyor, iğreniyorum. Ama siyasiler oylarını bu boş insanlardan alıyor. Türkiye bu odalarda dalga dalga öldürülüyor. Hiçleştiriliyor, çöp haline getiriliyor insanlar. Beyinler iptal ediliyor. Ne olmuş yani, oturup anlatsam, Özcan Deniz seven bir insanın bir sosyal ahlakı, bir dünya görüşü olamaz. Gülben Ergen'e hayranlık duyan bir insan, bomboş insandır, bu zavallı sanatçıları bir kez dahi sevmiş olmak bir ömür, sosyal ve estetik açıdan tamamen felç olmak, iptal olmak demek. Bu sanatçılar nükleer atık gibiler, hem sosyal çöp, hem siyasal beladır! Gözleri, bakışları, duyuşları, jestleri bu isimlerle kirlenmiş insanların bir daha normalleşmesi mümkün değil...
Nihat Genç (Tek Tabanca)
Evet, insanlığın kurtuluşu bilim yoluyla gelecektir, ama yalnızca doğaya saygı duyan bilim yoluyla!
Mehmet Murat ildan
Burada vaktimizi ziyan etmeyelim. Fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım! Her gün bize ihtiyaç duyan biri çıkmaz. Yo yo, şahsen bize ihtiyaç duyulduğunu söylüyor değilim. Başkaları belki çok daha fazla yarar işe. Kulaklarımızda hala çınlayan imdat çığlıkları bütün insanlığa dönük! Ama burada, zamanın bu noktasında insanlık biziz. Hoşumuza gitsin gitmesin. Bunun değerini bilelim, çok geç olmadan! Hadi gidip, bir kere olsun acımasız kaderin bize sunduğu bu görevi hakkıyla yerine getirelim. Ne dersin? Kollarımızı kavuşturup durumun eğrisini doğrusunu ölçüp biçerken de, türümüzü onurlandırdığımız doğrudur. Kaplan kaplanın yardımına hiç düşünmeden koşar ya da balta girmemiş ormanların derinliklerinde kaybolur. Ama mesele bu değil. Burada ne yapmaktayız, işte bütün mesele bu. Ne mutlu bize ki, yanıtı biliyoruz. Evet bu muazzam karışıklığın içinde açık seçik olan bir şey var: Godot'yu bekliyoruz-
Samuel Beckett
En alt derecedeki zihin kuramı yeteneği, en basit yetenektir ve bir insanın inancını anlayabilmektir. İkinci derece zihin kuramı yeteneği ise, bir insanın, üçüncü bir kişiye ilişkin düşüncelerini çıkarsayabilmektir. Fransızcadan olduğu gibi İngilizceye geçen, Türkçede gaf veya pot anlamlarına gelen ‘faux pas’ kavrama yeteneği ise, en kompleks yetenek olarak kabul edilir. Söyleyen kişinin ‘faux pas’yı söylememesi gerektiğini bilmediğini anlamayı ve duyan kişinin üzüleceğine ilişkin empatiyi birleştirmeyi içerir. Diğer iki zihin kuramı yeteneği ise, metafor ve ironiyi kavrayabilmektir. Anlambilimden göstergebilime, dilbilimden ruhbilime kadar pek çok disiplinin konusu olan metafor ve ironiyi kavrayabilmek de üst düzey bir zihin kuramı yeteneği gerektirir.
Anonymous
Kendini kırarsan iç olur, içe ait latif hikâyeler duyarsın. Cevizin kabuğunda ses vardır ama içinde, yatağında ses ne gezer. Onun da sesi vardır. Vardır ama kulak duyamaz. Onun sesi, güzelim kulaktan gizlidir. Yoksa için sesi pek güzeldir. Onu duyan, kabuğun şakırtısını dinler mi hiç? Sen sükût ederek içi elde edesin diye, o şakırtıya tahammül ediyorsun. Bir müddet dudaksız, kulaksız ol da, sonra dudak gibi tatlı şeylere eş ol. Niceye bir nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam! Bir günceğiz de şunu sına, dilsiz ol bakalım. Bunca zamandır dedikoduyu sınadık, bir zaman da sükût etmeyi deneyelim.
Jalal ad-Din Muhammad ar-Rumi
Ey güzeli açığa çıkarıp çirkini örten.. ey günahlarından dolayı kullarını hemen muâheze etmeyen ve perdeyi yırtmayan.. ey affı güzel.. ey mağfireti bol.. ey rahmetini her yana saçan.. ey kullarının gizli yakarışlarını duyan.. ey bendelerinin arz-ı hâllerini ilettikleri yegâne merci.. ey afv u safhı geniş olan.. çokça ihsanda bulunan.. ey kullarının istihkakından önce nimetleri daha baştan bahşeden… ey Rabbimiz, ey Seyyidimiz, ey arzu ve dileklerimizin en son ufku, ey Allahım! Senden, vücudumu ateşte yakmamanı diliyorum.
Anonymous
Biz Çanakkale'ye gittiğimiz zaman, henüz Anafartalar muharebeleri olmamıştı. Mustafa Kemal yarbaydı. Fakat, ilk kahramanlığını göstermiş, Seddülbahir'in şimalinde ve Anafartalar'ın cenubunda İngilizlere ilk zapartayı atmış ve onları Arıburnu'nda dar bir yere mıhlamıştı. Arıburnu kumandanı Yanyalı Vehip Paşa'nın ağabeyi Esat Paşa idi. Arıburnu'na geldik. Orayı gezerken birdenbire İngilizlerin bir yaylım ateşi, yâni bombardımanı ve aynı zamanda kulağımıza bir de mızıka sesi geldi. Esat Paşa'ya sordum: -Paşam bu ne? Mızıka başladı, İngilizlerde de yaylım ateş? Cevap verdi: -Dikkat edin, bütün mermiler, şu üst tarafımızdaki Cesaret Tepesi'ne müteveccihtir. Her gün öğle zamanı oldu mu, oranın Fırka Kumandanı Mustafa Kemal, askerine bando ile yemek yedirir ve İngilizlerin, kıyıya dar bir yere mıhladığı için, mızıka sesini duyan gemileri, Mustafa Kemal'e ateşle cevap verirler. Yemek bitince bando kesilir, İngilizler de, sırf hiddetlerinden açtıkları ateşe nihayet verirler.
Ali Canip Yöntem
Ağustos Böceği Bir Meşaledir Böcek ki akıtıyor damla damla ağzından Üzüm ballarında süzülmüş ağustosu Titreyen şıngırdayan bir çocuk oyuncağı Ağustos bu seste Bu durmayı unutmuş seste Çam diyor ağustos böceği Çamlara kasideler söylüyor Tanrı’ya yakarıyor nesli tükenmesin diye Bu hanedanın Ağaçlar içinde şah ağaç olan bu hanedanın Ey masalcı adam iftira ettin sen Bu harikalar harikası böceğe Onu suçladın tembellikle En çalışkan onu görüyorum ben Hiç bir karşılık beklemeden Yazı ağustosu çamı çınarı Tanıtıyor bize yazı ağustosu çamı ve çınarı Ağacın dalında güneşe doğru yaklaşarak Suyun, bir damla suyun değerini altın ediyor Çiğ damlası bir zümrüttür diyor Susadıkça eşsiz sesiyle şarkılar söylüyor İlahiler okuyor güneşe gönderiyor Sen bunları levha levha kızart diyor Bir daha yanmayacak şekilde kızart diyor Kıyamete kadar kalsın insanlığa uzat diyor Güneşi yakıcı güneş bilen gölgeyi reddeden Gölgede saklanma kurnazlığını reddeden Aç kalma pahasına olsa da öten Susamanın armonilerini en iyi bilen Matemden alevden bir gömlek giyen Yapraktan bir saray ören Sesini bir şehir gibi boşaltan nehre Dağlara kırlara ve ormanlara zerre zerre Sonra kış gelince karıncalar saklanır toprak altına Herkes bir önlem almıştır o hariç O hep iyiyi güzelliği yaşamış Özgürlüğe dalıp çıkmış yalnız özgürlüğe Öbürleri hep gerçeklik taslamış Ama o hep gerçeği aramış Gerçeği aramağa çağırmış Ve gerçeği yaşamış Sizin acımanıza gülüp geçiyor Sizi gidi faydacılar çıkarcılar sizi Üzülmeyin evi yok yuvası yok diye Kışlık erzak biriktirmemiş diye Sizin acımanıza yok onun ihtiyacı – Sahtedir zaten acımanız Siz ancak alay edersiniz acımasız– Özgürlüğün sesidir o ürkmez korkmaz Titremeden geçer gündüzden geceye Bir başka ağustosta yeniden doğacaktır Ağaçların tepelerinde güneşe en yakın yerde Tanrı’nın sırrıyla bir mucizeyle –Oysa nesli kesilmeliydi size göre– Ama hiç bir zaman hiç bir yerde Sönmez tanrının yaktığı meşale İstersen bir böcekte olsun o meşale Temmuzda ağustosta ağaçlar cayır cayır yanarken Yalnız o, odur teselli eden dayanın diyen Yaşamanın en büyük ilkesi sabrı öğütleyen Yavru kuşlara masallar anlatarak geceye serine götüren Adeta güneşle onların arasına bir perde geren Şırıl şırıl sesiyle onları serinleten Gözlerine ışıltılı vahalar gösteren Çeşmelerden su sesleri alıp getiren Sesiyle – o ufacık gövdesinden tüten– Dağ gibi sessiz korumasız bahçeyi örten Herkese her yere mutluluk saçan sevinç serpen Dünya cehennemine cenneti karşı diken Işık kıyametine mızraklar havale eden Harbeler gönderen oklar atan sesinden Ağustos böceği deyip hor gördüğümüz Minik göğsünde bir koskoca orkestra taşıyan Hiç yere hiç bir şey yaratmamış olanın Bize gönderdiği bir muştucu o yaratık Uyarıcı ve muştucu bir yaratık – Tanrı boş yere bir şey yaratmamıştır Anlayan için muştucu duyan için uyarıcı – Ateşle dans eder o güneşle dans eder Çırçıplak çıkar güneşin karşısına Belki yaşayamaz güneşi eksik kışta Fakat ardında unutulmaz bir yaz bırakır
Sezai Karakoç
Hanedanlar için taç ve taht, çok defa her şey demektir. İstanbul o kadar her şeydi ki, padişahlar için onun uğruna feda edilmeyecek şey yoktu. Büyük bir vatan müdafaasında İstanbul’dan bir gün bile ayrılmak, hanedan için taçtan, tahttan, devletten ve her ne var ne yoksa hepsinden olmak demekti. Çanakkale muharebesi zamanında düşmanın Akdeniz boğazından geçerek İstanbul’a gelmesi ihtimali düşünüldüğünden Anadolu’da bir merkeze gitmek hatıra gelmişti. Sultan Reşad için de Eskişehir’de bir konak hazırlanacaktı. Bu haberi duyan saraylılar: - Padişahımızı taşralara götürecekler... diye ağlaşıyorlardı. Mesele, hanedanın İstanbul’dan çıkmasına gelince, düşmanla mutlaka uzlaşılmalı idi. Taç ve tahtın İstanbul’da kalabilmesi için her şey verilmeli idi. Fakat memleket sınırı Edirne’ye gelince, yazılmasa ve söylenmese bile, Anadolu’da bir merkez edinmek fikri alttan alta işleniyordu. Devlet bütün müesseseleri ile o kadar şehirleşmişti ki, bir gün İstanbul elden gitse hiçbir şeyimiz kalmayacaktı. Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık İstanbul’dan Anadolu’ya aktarmak fikri, ilk defa açıkça galiba Mareşal Fon der Golz Paşa tarafından ileri sürülmüştür. Mustafa Kemal acaba neden Ankara’yı seçti? Meselenin böyle konuşu doğru değildir. Mustafa Kemal sadece Ankara’da kalmaya karar vermiştir. Ankara ilk zamanları millî kurtuluş savaşının karargâhı idi. Düşman, onun yakınlarına kadar gelmiş, fakat kapısını zorlayamamıştı. Yer yer birçok bölgelerde Büyük Millet Meclisine karşı ayaklanmalar olmuşken, Ankara, hareketi ve Mustafa Kemal’i sonuna kadar tereddütsüz tutmuştur. Tutuşunun sebebi kuvvet baskısına verilemez. Çünkü Ankara’da askerî kuvvet daima pek azdı. İrtica, fesat ve tahriklerinin böyle kuvvetleri, çok da olsalar, ne çabuk erittikleri de başka merkezlerde görülmüştür. Sonra din işleri reisliği vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat Efendi, pek vatanperver, dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların da pek saydığı bir adamdı. Sert yaylanın bu çetin karakteri, hemşerileri ile beraber, en güç zamanlarda Mustafa Kemal’e bağlı kalmıştır. Ve sadece inandığından ve inandıklarından! Bundan başka demiryolu Ankara’da sona ermekte idi. Sakarya günlerinde orası bırakılsa bile yine geri dönüleceğine şüphe yoktu. Mustafa Kemal Ankara’yı merkez seçmiş değildir. Dediğimiz gibi Ankara’dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önlemenin çaresi de bu idi.
Falih Rıfkı Atay (Çankaya)
Alsas Davası Geçen yüzyılın ikinci yarısında, kolaylıkla hatırlanacağı gibi, uzaya uzaya yılan hikâyesine dönen Alsas davası yeniden alevlendi. Fransızların Alsas'a bağları kültür birliğinden ibarettir. Alsas halkının soyu Cermen, dili Almanca idi. Fransızlar açısından, mücadele sahası olan bölgeyi muhafaza için yegâne dayanakları kültür birliği idi. Mantığın nasıl yürütüldüğü besbelli; 'Millet'in esası kültür birliğidir, Alsas'ta Fransız kültürü hakimdir; şu halde Alsas halkı Fransız'dır. Almanlar boş mu duracak? Derhal cevap verdiler: 'Millet', sınırlarının kesinlikle çizilmesine imkan olmayan bir esasa bağlanamaz, insanlar hangi soydan geliyor, hangi dili konuşuyorlarsa o millettendirler. Büyük Alman milliyetçisi Fichte'in meşhur nazariyesi de imdatlarına yetişti - daha doğrusu nazariye sırf bunun için ortaya atılmıştı - diyordu ki: 'Bir millet yabancı bir devletin hâkimiyetinde bulunan soydaşlarının oturdukları toprakları, kendileri istemeseler bile, almak hakkına sahiptir.' Ve tarihçi Treitschke ilave etti: 'İstediğimiz ve dava ettiğimiz Alman memleketi tabiat ve halkı bakımından bizimdir, Almanya'yı ve Fransa'yı tanıyan biz Almanlar, Alsas halkına yakışan şeyi bu talihsiz adamlardan daha iyi biliriz. Biz onların dilediğine aykırı olarak, yine onlara kendi varlıklarını geri vermek istiyoruz.' Batılıların millet tariflerinden, bilinmesini faydalı saydığımız birkaç örnek daha vererek bu bahsi bitireceğiz. Yalnız, Türk milliyetçiliğine gönül verenler hele hele genç ülkücüler, Almanların ve Fransızların tutumunu hep hatırlasınlar islerim. Schelling: 'Millet, sadece. birbirine fizyolojik bakımdan benzeyen fertlerin az veya çok sayıda birleşmeleri değil, daha ziyade bu fertler arasındaki şuur iştirakidir. Bu iştirak dosdoğru ifadesini ancak müşterek dilde bulur.' Laster F. Ward: 'Millet, sadece yan yana yaşayan insanlar kitlesi değil, birçok bakımdan birbirine benzemiş, birbirine yakınlaşmış, birbiriyle kaynaşmış fertlerin bir sentezidir.' Emil Durkheim: 'Millet etnolojik veyahut tarihî esaslara dayanarak aynı kanunlar altında müstakil bir devlet olarak yaşamak arzu ve irâdesini besleyen fertlerden mürekkep bir beşeri zümredir.' Rupert Emerson: 'Millet çift anlamda, bir olduklarını duyan insanların meydana getirdikleri bir topluluktur: birincisi, bir içtimaî mirasın en önemli unsurlarına ortaklaşa sahip oldukları, ikincisi gelecekteki kaderlerinin de ortak olduğu duygusudur. Bugünkü dünyada insanlığın çok büyük bir kısmı için millet, en şiddetli ve en kayıtsız şartsız bir şekilde benimsedikleri, hattâ başka meseleler üzerindeki ayrılıkları ne olursa olsun, uğrunda canlarını vermeye razı oldukları içtimal varlıktır.
Galip Erdem (Türk Kimdir? Türklük Nedir?)
Meğer anneler, doğaları gereği suçluluk duyan canlılar değilmiş. Meğer bu duyu içimize tabiri caizse suni döllemeyle, tarihe adlarını yazdırmış adamlar tarafından özenle ekilmiş .
Elif Doğan (Meğer Ben Feministmişim)
Meğer anneler, doğaları gereği suçluluk duyan canlılar değilmiş. Meğer bu duygu içimize tabiri caizse suni döllemeyle, tarihe adlarını yazdırmış adamlar tarafından özenle ekilmiş
Elif Doğan (Meğer Ben Feministmişim)
Bu ziddiy'ti duyan ana biixtiyar Rıbinin sözlərini yadına salırdı: "Allah ilə də bizi aldadıblar!" И невольно вспоминались ей слова Рыбина: «И богом обманули нас!»
Maxim Gorky
Bu ziddiyəti duyan ana biixtiyar Rıbinin sözlərini yadına salırdı: "Allah ilə də bizi aldadıblar!" И невольно вспоминались ей слова Рыбина: «И богом обманули нас!»
Maxim Gorky (Mother)
Peki, hareket ettiğini gördüğünüz hâlde Güneş'in sabit durduğunu, öte yandan altımızdaki sapasağlam yerküreninse kendi etrafında son sürat döndüğünü düşündüren nedenler nedir?” “Beyefendi, işte bizi böyle düşünmeye itecek nedenler: Öncelikle doğadaki tüm canlılar, ihtiyaçlarını derhâl gidermek için krallığın merkezindeki bu kudretli ateşe ihtiyaç duyar. Aynı şekilde, nesilleri devam ettiren hikmet de nesnelerin tam merkezine konulmamış mıdır? İnsanların üreme organları, elmanın ve daha nice meyvenin çekirdeği, yüzlerce katmanın koruduğu ve on milyon çeşide özünü verecek bir soğanın filizi, onun tam merkezinde değil midir? Öyleyse Güneş'in de evrenin merkezinde bulunduğuna inanmak gerekir. Mesela bu elma, kendi başına bir evrendir; meyvenin geri kalanından daha sıcak çekirdeğiyse ısısını yayıp tüm elmayı koruyan güneştir. Soğanın içindeki bu ufacık filiz, tüm soğanın öz suyunu ısıtıp besleyen küçük bir güneştir. Bu varsayıma göre ısıya, ışığa ve her bakımdan bu devasa ateşe ihtiyaç duyan Dünya'nın, her tarafına eşit fayda sağlamak için etrafında döndüğünü söyleyebilirim. Bu devasa ışık topunun işe yaramaz bir nokta etrafında döndüğüne inanmak, pişsin diye ateşin yemek etrafında gezdirildiğini düşünmek kadar saçma olurdu. Başka deyişle dönmek Güneş'in işi olsaydı, tıbbın hastaya ihtiyacı olur, güçlü zayıfa boyun eğer, büyük küçüğün hizmetini görür yahut bir gemi karaya yaklaşacağı yerde kara ona yürürdü.
Cyrano de Bergerac (L'autre monde; ou, Histoire comique des Etats et Empires de la Lune: Exploration philosophique et humoristique de la Lune dans la littérature du XVIIe siècle (French Edition))
Evren karanlık bir ormandır. Her medeniyet ağaçların arasında gezinip takip eden silahlı bir avcıdır, tıpkı bir hayalet gibi, yolunu engelleyen dalları kenara iterek sessizce yürümeye çalışır. Nefesini bile itinayla alıp verir, avcı dikkatli olmak zorundadır. Çünkü ormanın her yerinde onun gibi gizli avcılar vardır. Eğer başka bir avcı, bir melek veya şeytan, bir bebek veya sendeleyen yaşlı bir adam, peri veya tanrı gibi başka bir hayat bulursa yapabileceği tek şey vardır: ateş açmak ve ortadan kaldırmak. Bu ormanda, cehennem diğer medeniyetlerdir. Kendini gösteren diğer canlı varlıkları hemen ortadan kaldırmaya çalışan sonsuz bir tehdittir her medeniyet. Bu, kozmik medeniyetin resmidir işte. Fermi Paradoksu için açıklamadır." Shi Qiang başka bir sigara yaktı, sadece biraz ışık olması için. "Ve bu karanlık ormanda, şenlik ateşini yakıp, "İşte buradayım! İşte buradayım!" diye bağıran ve tüm ilgiyi üzerine çekmeye çalışan insanlık denen aptal bir çocuk var," dedi. "Duyan var mı?" "Kesin. Ama bu sesler tek başına çocuğun konumunu belirlemek için kullanılamaz...
Cixin Liu (The Dark Forest (Remembrance of Earth’s Past, #2))
Kendini gecenin gizemine kaptırmaktan mutluluk duyan bir ruhun varsa, ne mutlu sana, çünkü gecenin gizemi kadar zihnimizi yoğun bir şekilde hayallere boğan başka bir şey yoktur!
Mehmet Murat ildan
7. Azeri dili mi, lehçesi mi, şivesi mi demeliyiz? Türkolojide dil-lehçe-şive tartışması olarak bilinen bu tartışma yalnız bizim değil dünya dilciğinin de çözemediği bir konudur. Önce Türkolojideki görüşleri ele alalım sonra dünya dilciliğine değineceğiz. Türkolojide özellikle Türkiye Türkolojisinde üç farklı eğilim vardır: a. Lehçe-şive-ağız görüşü: R. R. Arat'ın yaygınlaştırdığı bir görüştür. İstanbul Üniversitesi'nin -özellikle de Muharrem Ergin'in öncülük ettiği bu görüş Çuvaşça ve Yakutçayı lehçe, diğer yazı dillerini (Tatarca, Kazakça vb.) şive kabul etmektedir. Lehçe metinlerle takip edilemeyen dönemlerde anadilden kopar, şive ise metinlerle takip edilen dönemlerde. Ağız bölgeler arası (Aydın ağzı, Trabzon ağzı vb.) farklı söyleyişleri kapsar. İstanbul ekolüne göre Türk lehçe ve şiveleri vardır. b. Lehçe görüşü: Türk Dil Kurumu'nun da görüşüdür. Ankara Üniversitesi'nin (DTCF) görüşü olarak da değerlendirilir. İstanbul ekolünün lehçe ve şive dediği kolları Türk Dil Kurumu lehçe adı altında birleştirir. Buna göre Tatar şivesi değil, Tatar lehçesi denmelidir. Ankara ekolüne göre Türk lehçeleri vardır. c. Dil görüşü: Türkiye'de T. Tekin bu görüşün yaygınlaşmasında önemli pay sahibidir. Dünya dilciliğinde de bu görüş hakimdir. Buna göre, söz konusu kollar ayrı birer dildir. "Birbirini anlamayan, bir tercümana ihtiyaç duyan iki kişi aynı dili konuşuyor olamaz." düşüncesi esastır. Karşılıklı anlaşılabilirlik ölçüsüne göre Tatarca ayrı bir dil kabul edilmelidir. Buna göre Türk lehçeleri değil, Türk dilleri vardır. Bu sınıflandırmalar için çeşitli itirazlar yapılmıştır. İstanbul ve Ankara ekolünün görüşleri evrensel niteliğe sahip değildir. Bu yaklaşımlar örneğin Hint-Avrupa dillerine uygulandığında, metinlerle takip edilebilen dönemlerde ayrılan İngilizce ve Almanca dil değil, şive veya lehçe olacaktır. T. Tekin'in görüşü karşılıklı anlaşmaya dayanmasıyla evrensel bir nitelik sergiler. Ancak örneğin Türkiye Türkçesi konuşanlar Azericeyi büyük oranda anlamaktadır veya ana dili Başkurtça olan biri Tatarcayı, ana dili Tatarca olan biri Başkurtçayı anlayabilmektedir. Bir Başkurt için, anlayamadığı Yakutça dil olabilir ama Tatarca nasıl dil olacaktır? Anlaşma ölçüsü de bu gibi durumlarda çare olamamaktadır. Dünya dilciliğinde de lehçe (dialect) ve dil (language) arasında nasıl fark olduğu her zaman net bir ölçü ile açıklanamamaktadır. Evrensel ölçü olarak karşılık anlaşabilirlik (mutual intelligibility) kullanılmaktadır. Buna göre, iki kişi birbirlerinin konuşmasını anlayamıyorsa orada iki farklı dil var demektir. Lehçe de bir dilin alt sistemlerinden biri gibidir. Her iki konuşur birbirinin konuşmasını yüksek oranda anlıyorsa iki farklı dilden söz etmek mümkün değildir. Bu durumda bir dil iki farklı lehçesi vardır. Buna göre de bir dil "birden fazla lehçeden oluşan" üst sistem gibi tanımlanır. Ancak karşılıklı anlaşılırlık da ölçü olarak çok verimli sayılamaz. İskandinav dillerindeki durumu ele alalım. Norveççe, İsveççe ve Danca üç farklı dil olarak değerlendirilir. Fakat bu dillerin konuşurları çoğu zaman birbirlerini anlayabilmektedir. Öte yandan Almancanın bazı lehçelerini konuşanlar birbirlerini anlayamamaktadır. Karşılıklı anlaşılabilirliğin bir diğer sıkıntısı da anlaşabilirliğin yönlerinin farklılık gösterebilmesidir. Örneğin Danca konuşanların Norveççeyi anlama oranı, Norveççe konuşanların Dancayı anlama oranına göre daha yüksektir. Türkçe içindeki "dil-lehçe-şive" tartışmasıyla ilgili veriler de duruma örnek verilebilir. Danca, İsveççe ve Norveççe, karşılıklı anlaşılabilirliğe rağmen, üç farklı dil sayılmaktadır. Bu da "dil" teriminin yalnızca "bilimle" ilgili olmadığını ortaya koyar. Dil "askerî, politik, ekonomik" yaklaşımlara göre değişebilen "dilbilim dışı bir kavram"dır. İronik de olsa, "Meclisi ve ordusu olan lehçeye dil denir." tanımı belki de işin doğasını en iyi yansıtan sözdür. Neyin dil, neyin lehçe olduğu; yalnızca bilimle belirlenememektedir (Kerimoğlu 2014).
Caner Kerimoğlu (Dilbilgisi Yazimi ve Ögretimi: Sorularla Dilbilgisi Yazimi ve Ögretimindeki Tartismalar)
O an, söyleyebileceğim kadarını söylemeye karar veriyorum. Yazmaya. Bağırmak, haykırmak için başka olanak yok. İşte bağırıyorum. Ve beni duyan gene benim. 'Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle.
Tezer Özlü (Yaşamın Ucuna Yolculuk)
Bütün devrimlerin önündeki en büyük engel genellikle şu cümledir: Sabırlı ol, kötü günler geçecek, iyi günler gelecek! Bu sadece saçma bir cümledir! Devrime ihtiyaç duyan bir ülkenin bir saniye bile sabra değil, derhal bir devrime ihtiyacı vardır!
Mehmet Murat ildan
Modern dönem öncesi ve modern psikolojinin konuları arasındaki farklılığı, toplumun kültür yapısının ve hedeflerinin ne kadar değiştiğini fark ettiğimiz ölçüde kavrayabiliriz. Şundan eminim ki, klasik Yunan'da ya da Orta Çağlar'da yaşayanlar, genelde, bizlerden daha iyi insanlar değillerdi. Onların günlük davranışları bizimkilerden belki çok daha kötüydü. Ama buna rağmen onların dünyası, hayatı yaşamaya değer kılan şeyin, insanın günlük ekmeğini kazanmasının olmadığı temel görüşü ile yönlendiriliyordu. Hayatın kendi başına bir anlamı olmalıydı ve bu anlam, çoğu insanın olgunlaşması ve insani güçlerinin gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkıyordu. İşte psikolojiyi ilgilendiren şey de buydu. Bu konuda modern insanın bakış açısı ise, oldukça farklıdır. O, "sahip olma"ya duyduğu ilgiliyi "olma"ya karşı duymaz. Daha iyi bir iş, daha fazla para, daha fazla güç ve daha fazla saygı ister. Ama bugün, artık bu hedeflerin kendilerini mutlu edeceğinden kuşku duyan insanların sayısının giderek arttığını görmekteyiz. Dünya artık bu yaklaşımın yetersizliğini ve yanlışa götürücülüğünü anlıyor ve bu konuda duyulan kuşku, dünyanın en zengin ve en gelişmiş ülkesi olasın Amerika'da her yerden daha yaygın. (Hayatı Sevmek)
Erich Fromm
Krişna'nın savaştan önce Arjuna adlı savaşçıya söylediklerini şimdi daha iyi anlıyordu. Kitapta yazanla kelimesi kelimesine aynı olmasa da ruhuna işleyen hali böyleydi: Savaş, çünkü savaşman şart, çünkü bir mücadeleyle karşı karşıyasın. Savaş, çünkü kainatla ahenk içindesin; gezegenlerle, patlayan güneşlerle ve küçülüp ebediyen sönen yıldızlarla... Savaş, yazgını yerine getirmek için; kazancı ve kaybı, stratejiyi ve zayiatı, yenilgiyi ve galibiyeti hiç düşünmeden. Amacın kendini değil, Yüce Sevgi'yi ödüllendirmek olsun, sana Kozmos'la kısa bir irtibattan öteye bir şey sunmayan ve bunun karşılığında mutlak bir sadakat bekleyen -sorgu sual istemeyen, yalnızca sevmek için sevmemi arzu eden Yüce Sevgi'yi... Duyduğun sevgi hiç kimseye borcu olmayan bir sevgi olsun, hiçbir mecburiyeti bulunmayan, sırf var olduğu ve kendini gösterebildiği için mutluluk duyan...
Paulo Coelho (Hippie)
Artık gereksiz demekti. İstenmeyen demekti. Size ihtiyaç duyan biri varken Artık olamazdınız. Sizi seven biri varken Artık olamazdınız.
Gemma Malley (The Declaration (The Declaration, #1))
Doğa Ana’ya saygı duyan milletler her türlü saygıyı hak ederler!
Mehmet Murat ildan
annem, hayatıma ne zaman bir yön vereceğimi neden herkese benzemediğimi sormaya başlayacak yeniden, yaşamın aslında hiç de karmaşık olmadığını söyleyecek…Günün birinde onun hiç durmadan aynı sözleri tekrarlamasından bıkıp usanacağım, sırf onu hoşnut etmek için biriyle evlenip o adamı sevmeye zorlayacağım kendimi. İkimiz birlikte bir geleceğimiz olduğu hayalini kurmayı başaracağız: kırda bir ev, çocuklar, çocuklarımızın geleceği. İlk yıl sık sık sevişeceğiz, ikinci yıl daha az; üçüncü yıldan sonra insanın aklına herhalde ancak on beşte bir gelir seks, aklına geleni ise ayda bir gerçekleştirir. Daha da beteri, hemen hemen hiç konuşmayacağız. Durumu kabullenmeye çalışacağım, neyim eksik ki, bu adam artık benimle ilgilenmiyor, yüzüme bile bakmıyor, hep arkadaşlarından söz ediyor, sanki gerçek dünyası onlarmış gibisinden kendi kendimi sorgulayacağım. Evliliğimiz iyice kötülediğinde gebe kalacağım. Çocuğumuz olacak, bir süre birbirimize yakınlaşacağız, sonra her şey gene eskisi gibi olacak. Dün -ya da günlerce önce miydi bilmiyorum artık- o hemşirenin anlattığı teyze gibi kilo almaya başlayacağım. Perhizlere gireceğim, her gün, her hafta sistematik yenilgilere uğrayacağım, her türlü denetim çabama ısrarla karşı koyarak artan kilolar karşısında. 0 aşamada, depresyonu engelleyen sihirli haplar kullanmaya başlayacağım, derken bir-iki çocuk daha yapacağım, çok kısa süren aşk gecelerinin meyvesi olarak. Çocuklarımın yaşam nedenim olduğunu söyleyeceğim herkese, oysa aslında benim yaşamım onların yaşam nedenidir. Herkes bizi mutlu bir çift olarak görecek, yüzeyde görünen mutluluğun altındaki yalnızlıklardan, öfkeden, tevekkülden kimsenin haberi olmayacak. Derken, günün birinde, kocam ilk sevgilisini bulacak, ben o hemşirenin teyzesi gibi ortalığı ayağa kaldıracağım belki ya da kendimi öldürmeyi düşüneceğim bir kez daha. Ama o zamana dek yaşlanmış, korkaklaşmış olacağım. Bana gereksinme duyan iki-üç çocuğum olacak; her şeyi terk etmeden önce onları büyütüp dünyada bir yer edinmelerine yardıma olmak zorunluluğunu duyacağım. Kendimi Öldüreceğime rezalet çıkaracağım, çocukları alıp gitme tehdidini savuracağım. Her erkek gibi kocam da sinecek, beni sevdiğini, bir daha böyle bir şeyin olmayacağını yeminle söyleyecek. Onu gerçekten terk edecek olsam ana-babamın evinden başka gidecek bir yerim olmadığını, ömür boyu orada kalıp annemin dırdırını -mutluluk fırsatını elimden kaçırdığımı, her erkeğin böyle kaçamaklar yaptığını, aslında çok iyi bir adam olduğunu, kendini bilen kadının yerinin kocasının yanında olduğunu, çocukların bu ayrılıktan dolayı bunalımlar yaşayacağını- dinlemek zorunda kalacağımı aklına bile getirmeyecek. Birkaç yıl sonra bir başka kadın girecek hayatına. Ya birlikte göreceğim onları ya da biri haber verecek, öğreneceğim kısaca. Ama bu kez öğrendiğimi açıklamayacağım, görmezden geleceğim. Tüm enerjimi ilk sevgiliyle boğuşmak için harcamışım, artık hiç enerjim kalmamış. Zaten hayalleri unutup yaşamı olduğu gibi kabullenmek daha iyi, daha kolay. Annem haklıymış. O hep anlayışlı bir koca olacak; ben hep kütüphanede çalışmayı, öğlenleri tiyatronun karşısındaki ta sandviçlerimi yemeyi, başlayıp başlayıp doğru dürüst bitiremediğim kitapları okumayı, on, yirmi, elli yıl öncekinden farklı olmayan televizyon programlarını izlemeyi sürdüreceğim. Tek fark, sandviçleri yerken şişmanlıyorum, diye suçluluk duyacağım, evde beni bekleyen kocam ve çocuklarım olduğu için akşamları barlara gidemeyeceğim. Bundan sonra geriye kalan tek şey çocukların büyümesini beklemek ve gün boyu intiharı düşünmek, ama bunu gerçekleştirecek cesareti bulamamak olacak. Günlerden bir gün, hayatın zaten bunlardan başka bir şey olmadığını, tasalanmanın gereksiz olduğunu, hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlayacağım. Ve kabulleneceğim. Veronika içsel konuşmasına son verirken bir de kendine söz verdi: Villete’ten sağ çıkmayacaktı. Hâlâ ölecek kadar sağlıklı ve cesurken her şeye bir son vermek en iyisiydi.
Paulo Coelho (Veronika Decides to Die)
Tarihin olağanüstü zamanlarında yaşamadıkları için her zaman büyük bir keder duyan insanlar, şimdi koronavirüsle tarihin olağanüstü günlerinden birini yaşama fırsatı edindikleri için üzülmektedirler! Gerçeğin korkutucu yüzü ortaya çıktı mı romantik düşünceler ortadan kaybolurlar! Unutma, olağan günler en güzel günlerdir!
Mehmet Murat ildan
Çağ ve Nesil (M. Fethullah Gulen) - Your Highlight on Location 1417-1423 | Added on Friday, April 25, 2014 1:08:16 AM Ah, aceleci insan! Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşya arasındaki tertibe riayet etmeyen! Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni birden atlamak isteyen! Sensin, sebepleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak kuruntulara gömülerek hayâlden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuştuklarına pişmanlık duyan ve birbirini takip eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun..! Keşke, her biri beliğ bir hatip ve her biri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmeyi; sebep ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayâlinle değil; imanın, azmin ve iradenle var olmayı bilseydin...!
Anonymous
Kedi sevmeyen bir kadın zaten erkeğini mutlu edemez. Artık kimse bu iş için üzülmesin. Otel odalarına da bir daha gitmeyeceğine söz ver bakayım." "Bir şartla!" dedim Füsun'un dokuz ay önce söylediği bir cümleyi çocuk gibi tekrarlayarak. "Babamın arabası ve Çetin bende kalacak..." "Peki," dedi Osman. "Çetin razıysa, ben de razıyım. Ama sen de Kenan a ve yeni işe hiç karışma, kimseye çamur atma." "Aranızda, herkesin önünde sakın kavga etmeyin!" dedi annem. Sibel'den ayrılmam Nurcihan'dan uzaklaşmama, Nurcihan'dan uzaklaşmam da ona deli gibi âşık olan Mehmet'i çok daha az görmeme yol açmıştı. Zaim de her geçen gün onlarla daha sık çıktığı için onu ayrı görüyor, bu arkadaş takımından yavaş yavaş uzaklaşıyordum. Bir ara Piç Hilmi, Tayfun gibi evli nişanlı, sözlü olmalarına aldırmadan gece hayatının karanlık yanına ihtiyaç duyan, İstanbul un en pahalı randevuevlerini aia\cılıkla 'üniversiteli denen biraz bilgili, görgülü kızların takıldığı otel lobilerim bilen arkadaşlarla, eğlencesinden çok. hastalığımı iyileştirir umuduyla birkaç gece çıktım; ama 251
Anonymous
Az önce başım şu mübarek kapıdan uzatan, belli ki bir şemsiyeye gereksinim duyan genç hanımefendi hakkında bir şey biliyor musunuz? Onu arıyoruz da, ben ve şemsiyem.” -Gülüyorsunuz-
Anonymous
Göç, yaratıldığı günden bu yana hiç durmak bilmeyen insanoğlu için umumî mânâda; insanlar arasında seçkinlerden seçkin aydınlık ordusu kutsiler için de hususî mânâda ve aynı zamanda medeniyet tarihini de yakından alâkadar eden önemli bir mefhûmdur. Evet, bir tarafta anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme uğrayarak upuzun bir sefere çıkmış gariplerden garip insan fertleri; diğer yanda, elindeki meşâleyle çağlara ışık saçan, çeşitli devirlere mührünü basan; açtığı nurlu yolda arkasına düşenleri hep medeniyetin şâhikalarında dolaştıran; sinesinde tutuşturduğu kıvılcımlarla kendine gönül verenlerin ruhlarını aydınlatıp onları iman ve ümit kuşağında ölümsüzlüğe hazırlayan; aydınlık düşünceleriyle, karadeliklerin çehrelerinde, cennetlere ait ışık ve renk cümbüşü çıkararak karanlıkların ve karamsarlığın hükmettiği aynı noktalarda, ümit meşcerelikleri meydana getiren yüce rehber ve yüksek kâmetler, hep birer yolcudurlar ve bütün bir hayat boyu göç edip dururlar. İnançları, düşünceleri, davaları uğrunda bitip tükenme bilmeyen bir göç... Bir hakikatin değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, göç ve cihad üçlüsünün, Kutlu Beyan'da ekseriya peşi peşine zikredilmesi, bu meselenin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en parlak delilidir. İnanma, hicret etme ve inancı uğrunda vereceği mücâdeleyi, bu yeni iklimde, yeni muhatap ve yeni şartlara göre durup dinlenmeden devam ettirme.. işte kutsilerin sabah-akşam başvura geldikleri üç musluklu hızır çeşmesi! Bu çeşmeden kana kana içenler, inançla gerilecek ve karanlık bucaklara durmadan kıvılcımlar salacaklardır; yollar sarpa sarıp çevreyi terslikler, yanlışlıklar, cahiliye duygu ve tutkuları alınca da mal-menâl, yurt-yuva, evlât ü iyâle bakmadan 'bir başka diyâr!' deyip yeniden yolculuğa çıkacaklardır. Dava ne kadar yüksek, düşünce ne kadar yararlı ve orijinal, mesajlar ne kadar parlak da olsa, onu ilk defa duyan ruhların irdemesi, mukâbelede bulunup zorluklar çıkarması kaçınılmaz ve bir ölçüde de tabiîdir. Buna göre, kendi toplumunda yeni bir îman, yeni bir aşk ve heyecan uyarmak isteyen herkes, ya mücâdelesini orada açık-kapalı devam ettirecek veya hicret edip gönlünün ilhamlarına, takdimiyle vazifeli olduğu mesajlarına başka talip ve başka meşcerelikler araştıracaktır.
M. Fethullah Gülen (Çağ ve Nesil 1-2-3)