Diye Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Diye. Here they are! All 100 of them:

Sorarlarsa, "Ne iş yaptın bu dünyada?" diye, rahatça verebilirim yanıtını: "Yalnız kaldım. Kalabildim! Altı milyarın arasına doğdum. Ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralarından...
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
-Ama doktor, ben hasta değilim...Allah rızası için... size anlattım. tekrar gözlerini gözlerime dikti en katî sesiyle: -Hastasınız... diye kesip attı. Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Support for the arts -- merde! A government-supported artist is an incompetent whore!
Robert A. Heinlein (Stranger in a Strange Land)
Mesele çıkmasın diye elinizden geleni yapıyorsunuz!İşte bu ikiyüzlülüğünüze dayanamıyorum!
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Don't hate the media; become the media.
Jello Biafra (Become the Media)
Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü doldurn hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Choose Life. Choose a job. Choose a career. Choose a family. Choose a fucking big television, choose washing machines, cars, compact disc players and electrical tin openers. Choose good health, low cholesterol, and dental insurance. Choose fixed interest mortgage repayments. Choose a starter home. Choose your friends. Choose leisurewear and matching luggage. Choose a three-piece suit on hire purchase in a range of fucking fabrics. Choose DIY and wondering who the fuck you are on Sunday morning. Choose sitting on that couch watching mind-numbing, spirit-crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. Choose rotting away at the end of it all, pissing your last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked up brats you spawned to replace yourselves. Choose your future. Choose life… But why would I want to do a thing like that? I chose not to choose life. I chose somethin’ else. And the reasons? There are no reasons. Who needs reasons when you’ve got heroin?
Irvine Welsh (Trainspotting)
Kotu kader diye birsey yoktur. 21. yuzyil vardir. Ve bu yuzyil,yavrucugum bir kelebegi bile intihar ettirebilir.
José Saramago
Piyano çalmayı çok isterdim," dedi donuk bir sesle. "Şimdi piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların? Kelimeleri daha önce öyle kötü yerlerde kullanıyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularıma dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Asık suratlı olmamalıyım diye düşündüm. Olur olmaz yerlerde gülümsemeliyim. Mutlu olmanın ilk yolu taklidini yapmaktan geçer.
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce aşık olur. ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. aşk diye buna denir: bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. insan yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki.
Ece Temelkuran (Muz Sesleri)
Erkekler böyle şeylere dayanamıyor," diye ekledi kadın, kızgın gibi değil de öğrenmiş, kanıksamış gibi. "Uzun süreceğini düşündükleri şeylere," diye açıkladı annem.
Barış Bıçakçı (Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra)
Önce kelime vardı” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil.Kelimelerden önce de Yalnızlık vardı ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık.. Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde.Kelimeler,yalnızlılığı anlattı ve yalnızlığın içinde eriyip kayboldu.Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü,dayanılmaz oldu.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
bir keresinde gölgeme gömülmüştüm. günler geceler boyu gölgemle sevişmiştim. korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir. aşk diye diye kendini öldürür. defalarca ölmüştüm, her seferinde yeniden dirilmiştim. o yüzden biraz çürük kokar nefesim. içimde aşkla terbiyelenmiş cesedim.
Mine Söğüt (Deli Kadın Hikâyeleri)
Ne cevap verir? diye söylemekten korktuğunuz -Seni seviyorum- cümlesi, bir soru değil ki cevabı olsun
Oruç Aruoba
´Yapabileceği tüm hataları yapıp hiç ders almamak´ diye bir şey olmasaydı ben icat ederdim.
Murat Menteş (Ruhi Mücerret)
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım
Turgut Uyar (Göğe Bakma Durağı (Seçme Şiirler))
Gradually the awful truth dawns on you: that Santa Claus was just the tip of the iceberg - that your future will not be the rollercoaster ride you'd imagined, that the world occupied by your parents, the world of washing the dishes, going to the dentist, weekend trips to the DIY superstore to buy floor tiles, is actually largely what people mean when they speak of 'life'.
Paul Murray (Skippy Dies)
Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra, uçamıyor diye yakınıyoruz.
Simone de Beauvoir (The Second Sex)
Kendime "siz" diye hitap ederim. Saygınlığın ilk kuralı budur. Kendinizle aranıza mesafe koymazsanız, başkalarından bunu bekleyemezsiniz.
Murat Menteş (Dublörün Dilemması)
çünkü aşk eşitler arasında yaşanır. eşit değilseler bir taraf diğerinin esiri olur, diğeri de ona eserim diye bakar.
Barış Bıçakçı (Bizim Büyük Çaresizliğimiz)
Hayatımda bir şeyler değişsin istiyorum. sürekli bir şeyler değişsin. sonra da çok korkuyorum. her şey değişecek diye korkuyorum.
Murathan Mungan (Kırk Oda)
Bazı insanlar dünya beni görsün diye, bazı insanlar ise dünyayı görmek için dağlara çıkar.
Doğan Cüceloğlu
Moment adında bir kavram: ne otobüste çıkar karşımıza ne de sinemada. Kimse birbirini öldürmez moment yüzünden. Bizim sınıfta biri vardı: momente inanmıyorum diye tutturmuştu. Ben nefret ediyorum momentten: günümü zehir ediyor.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Bu Da Öyle Bir Aşk Sırtımda çıplak Islak nefesin Bi gidip bi geliyor Biz senlen yatmıyoruz ki Yaşamıyoruz da Hep yarışıyoruz Sen mi ben mi Önce kim Ölümü öldürecek diye
Can Yücel
Annesinden dayak yediği halde, yine 'anne' diye ağlayan bir çocuktur aşk.
Cemal Süreya
Yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. "Benim içimdeki çocuk büyümedi. ( Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi!) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Programming isn't about what you know; it's about what you can figure out.
Chris Pine
Sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmak Elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim Elbette gayet rasyoneldir attan atlamak -Freud diye bir şey yoktur. Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim Belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün Yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün. -Haydi iç de çay koyayım.
Ah Muhsin Ünlü (Gidiyorum Bu: Reloaded)
…çünkü yoruldum, çünkü her şeyi birbirine karıştırdım, çünkü bu dünyada gizli mezhep sorunu bile gelip beni buldu fakat sevebileceğim bir kadın, bol para, insan yakınlığı beni hiç bulamadı. Ben de üç yıl, dört ay önce acılaştım, huysuzlaştım, hiçbir şeyi beğenmez oldum; para kazanamayacağımı, insanları sevemeyeceğimi anlayınca uzaklara gittim, kimse beni bulmasın diye. Onlar da beni ciddiye aldılar, gelmediler…
Oğuz Atay (Korkuyu Beklerken)
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, / yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin, / hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, / ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / yaşamak, yani ağır bastığından.
Nâzım Hikmet (Henüz Vakit Varken Gülüm)
-İnsan,saçı kesildi diye ölür mü Dede? -Bazıları ölür. Bazan ölür.
Tomris Uyar (Metal Yorgunluğu: Seçme Öyküler)
Nereye gitsem, nereye baksam Sevdalı sevdalıdır gözlerim. Anlarlar diye herkeslerden, Bakışlarımı gizlerim.
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Tanrı ya da tabiat mutlak yola girmesini istediği yüz kişi için yüzbin kişi yarattı diye, doksan dokuz bin dokuz yüz kişiden birisi olarak yaşamak neden gerekli, soruyorum?
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızdaki düşünceler neye yarardı?
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Dayanırdan, dayanmasını bilirsen, ama nasıl olsa dayanacaksın, insanoğlusun, kendin söyledin, insanoğlu, düşün bir, kimler nelere dayanmadı, dayanacaksın ve yeni bir kişilik yaratacaksın. Nasıl? diye sordu bir ses. Kendine bir iş edinerek, diye cevap verdi bir başka ses.
Ferit Edgü (Hakkâri'de Bir Mevsim)
Hangi haberi okuduğumda normal hayatımı sürdürmeyi bırakacağım, diye düşündüm. Hangi haberi?
Barış Bıçakçı (Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra)
Kötümser, 'işler daha kötü olamaz' diye feryat ederken, iyimser 'olabilir daha kötü de olabilir' dermiş. Şimdi söyle bakalım, sen iyimser misin, kötümser misin?
Zülfü Livaneli (Serenad)
-Peki bundan sonra ne olacak? Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu? -Hayır Jonathan öyle bir yer yok. O ne bir yer, ne de bir zaman. Cennet, kendinde kusursuzluğu bulmaktır.
Richard Bach (Jonathan Livingston Seagull)
maria puder son birkaç dakika zarfında biraz sükunetini kaybetmişe benziyordu. bunu tespit edince memnun oldum: onun hiç sarsılmadan gittiğini görmek, beni herhalde pek üzecekti. mütemadiyen elimi tutup bırakıyor: "ne manasız şey?.. ne diye gidiyorsun sanki?" diye söyleniyordu. "asıl sen gidiyorsun , ben daha burdayım!" dedim. bu sözümü fark etmemiş göründü. kolumdan tuttu. "raif... şimdi ben gidiyorum!" dedi. "evet... biliyorum!" trenin hareket saati gelmişti. bir memur vagon kapısını örtüyordu. maria puder merdiven basamağına atladı, sonra bana eğilerek, yavaş bir sesle, fakat tane tane: "şimdi ben gidiyorum. fakat ne zaman çağırsan gelirim..." dedi. evvela ne demek istediğini anlamadım. o da bir an durdu ve ilave etti: "nereye çağırsan gelirim!
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Having someone do certain things for you is like getting someone to chew your food for you. It might be easier to swallow but it loses all its flavor... And you want the flavor!
Ze Frank
Senin düşmanlarındır diye düşman edindiğim kafirlerin gözlerini ve kalplerini levendlerim karşısında kör eyle.
İskender Pala (Efsane)
Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Birçok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Cemal Süreya (Sevda Sözleri)
(...) çok güzel kızlar varmış ve Kant'ı da su gibi okuyorlarmış diye söylentiler çıkarıyorlar, doğru mu acaba? Onları ne yazık ki karşıdan karşıya geçerken ve vapurda bacak bacak üstüne atarken ve piyasa caddelerinde gözlerini ilerde bir noktaya dikmiş yürürken göremiyoruz, nerede saklanıyorlar dersin, bak ben ortadayım, onlarda kim bilir ne isterler? Kant'ın kendisini isterler, hem de güzel bir Kant isterler, kirli çamaşırlarını bile kimselere koklatmazlarmış öyle mi? Beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım, bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum – ne yapacağımı bilmiyorum – yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: Bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti, benim de korktuğum anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihtimali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalan söyledim, ben ölür müyüm? ha- ha, vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz, yıllardır vapura binerim, yıllardır geniş caddelerde karşıdan karşıya geçerim, yıllardır yollarda yürürüm, gördüğüm kadarıyla siz hep gençsiniz, hep güzelsiniz, yirmi yaşında kalıyorsunuz her zaman, bir bayrak yarışında olduğu gibi gençliği birbirinize devrederek ilerliyorsunuz, ben benzetme için özür dilerim, sizi yerinizden oynatacak kadar heyecanlı bir benzetme yapmayı ne kadar isterdim, bizi iyi yetiştirmediler, hep ukalalık öğrettiler, öğretenleri bir elime geçirebilsem, sizin yanınızdaki delikanlılar da yaşlanmıyor, ne garip ne karışık bir düzen bu, bazen yanınızda yaşlıları da görüyorum, sakın paraya kıymet vermeyin olur mu? Sizi onlarla gördükçe daha çok üzülüyorum, beni kırmayın olmaz mı? (...)
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Kızıyordum, artık kızmıyorum. Bir şey oldu epey önce, kimsenin beni öldüremeyeceğini fark ettim. Affedilmeyecek ihanetlere tanık oldum. Affetmeyeceğim. Affetmenin, ne büyük uyum isteği ve palavra olduğunu fark ettim. Çok uyumsuz muşum. Azıcık uyayım diye, ne fedakarlıklar yaptım, geçmiş olsun, affedemiyorum, etmeyeceğim de. Korku kendi cehenneminde debelensin, benim cehennemim başka..
Umay Umay
My favorite definition of “feminist” is one offered by Su, an Australian woman who, when interviewed for Kathy Bail’s 1996 anthology DIY Feminism, said feminists are “just women who don’t want to be treated like shit.
Roxane Gay (Bad Feminist: Essays)
Nedir asıl sorun diye düşünüyorum. Asıl sorun? Asıl sorun tek başına ayakta durabilmekte, yalnızlığı öğrenebilmekte mi? Asıl sorun sevgisiz yaşayabilmekte mi? Sevgisiz kalıp direnmeyi, sevgisiz kalıp gene de boyun eğmemeyi, dilenmemeyi öğrenmekte mi? Asıl öğrenmemiz gereken şey sevgisiz bir yaşam düzeni mi? Gitmekle ne iyi ettin. Haklı olan senmişsin! Ben romantik, yanlış kitaplarla, kötü yaşam örnekleriyle aldatılmış, yaşamanın anlamını kavramaktan yoksun, kibirlinin biriymişim. İnsan tek başına yaşamı karşılamak zorunda, bense ille de bir sevgiliyle el ele verip değiştirecektim dünyayı! Ne ham hayal, ne zırvalık.
Leylâ Erbil (Mektup Aşkları)
all the pretty woman thought the poems i wrote on love were meant for them. and i always felt badly about having written them just for the hell of it. *** Bütün güzel kadınlar zannettiler ki Aşk üzerine yazdığım her şiir Kendileri için yazılmıştır. Bense daima üzüntüsünü çektim Onları iş olsun diye yazdığımı Bilmenin.
Orhan Veli Kanık
Olmadı, kısmet değilmiş albayım. Mutfak temizliğiyle olmuyormuş. Uyanınca boynuma sarılmıştı uykulu kollarıyla. Ben de bütün iş bundan ibaret diye sevinmiştim, tabakların suları bile akmadan onları kurulamıştım, beni azarlamıştı, çünkü kurulama bezleri hemen ıslanmıştı, ondan azarlamıştı, beni bu kadar seven ve ikide bir kollarını boynuma saran kadın neden böyle önemsiz bir mesele için beni azarlamıştı? İyi niyetlerle iyi eserler verilemeyeceğini neden hatırlatmıştı? Neden neden neden albayım?
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
At cambazı olması istenmeyen bir kız hemen ata bindirilir, ama at cambazı olsun diye baştan atılan bir kez asla ata bindirilmez.
Sevgi Soysal (Tante Rosa)
İnsan sevdiklerini öldürür diye bir söz vardır ya; aslında bakın insanı öldüren de hep sevdiğidir.
Chuck Palahniuk (Fight Club)
This is New York. If people found out worshipping the devil actually worked, every ambitious type A would be practicing it in their studio apartments.
Marisha Pessl (Night Film)
In the middle of all the ordinary--something extraordinary shows up.
KariAnne Wood (So Close to Amazing: Stories of a DIY Life Gone Wrong . . . and Learning to Find the Beauty in Every Imperfection)
Never judge a person until you've walked a mile in their yoga pants.
KariAnne Wood (So Close to Amazing: Stories of a DIY Life Gone Wrong . . . and Learning to Find the Beauty in Every Imperfection)
It's called joining the property market - and it shits on war for stress
Tyne O'Connell (Latest Accessory (Meet Me at the Bar, #2))
Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda gitmediğini, açık konuşacak olursak, yaşamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini şaşırmadan keşfediyorsun. ____________________ İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi…
Georges Perec
Hiç aç kalmamış bir insana : -Açlık nedir? diye sorunuz... Hemen size bunu anlatmaya çalışır. Tarifler yapar, tasavvurlar yapar. Aç kalan bir insana : -Açlık nedir? diye sorarsanız : -Bilmem, der. Açlık şeydir... Açlık anlatılmaz ki... Açlık açlıktır işte... Hatta belki bunu da söylemez. Sadece cevap vermeden yüzünüze bakar.
Nâzım Hikmet (Kan Konuşmaz (Romanlar 1))
When I started out, all I knew was that I was not going to stay where I'd been. I was going to change. I was going to make my part of the world into something that I wanted–not wait, hope, or beg for the world to start to want me.
Jeff Mach (There and Never, Ever Back Again: Diary of a Dark Lord)
Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir.’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.’ diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’ İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!
Mustafa Kemal Atatürk (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (Bugünkü Dille))
O kadar az yaşadım ki sanki hiç ölmeyecekmişim gibi düşünme eğilimindeyim; insan hayatının bu kadarcık bir şeye indirgenmesi gerçek olamazmış gibi geliyor bana; elinizde olmadan, er ya da geç bir şey olacak diye hayal ediyorsunuz. Büyük hata. Bir hayat pekâlâ da boş ve kısa olabilir. Günler ne bir iz ne bir anı bırakmadan sefil bir şekilde akıp gider; ve sonra bir anda duruverir.
Michel Houellebecq (Whatever)
Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim, 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslmda bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. Tabiî ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. Belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. Ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!
Hakan Günday (Kinyas ve Kayra)
hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu. bir kadın, trenin penceresinden dışarı bakabilir, bu sırada gözüne bir kömür parçası kaçar, o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur ve bu minimini hadise dünyanın en güzel gözlerinden birini kör edebilirdi. Yahut bir kiremit, hafif bir rüzgarla yerinden oynayarak, devrin gıpta ettiği bir kafayı parçalayabilirdi. göz mü mühim kömür parçası mı, kiremit mi mühim kafa mı diye düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa yürütmeden kabule mecbursak, hayatın daha başka türlü birçok cilvelerine de aynı tevekkülle katlanmaya mecburduk.
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Great way to impress your future brother-in-law, by the way," Kieran continued. "You look like you took a blood bath. The only thing missing is the axe. Would Dallas really let his little sister date a crazed murderer who hacks bodies in the basement? You need to change that shirt pronto. And oh, you're welcome. I just saved you from making a complete and utter fool of yourself, but don't mention it." I curled my lips into a fake smile. "Thanks. It's so nice to know you've got my back." Kieran regarded me coolly. "A hobby might help ease all that hunger. Have you ever considered fixing cars, or woodworking, or maybe a DIY project around the house?" "You're getting a big laugh out of this, aren't you?" Kieran shrugged. "There's nothing on TV.
Jayde Scott (A Job From Hell (Ancient Legends, #1))
My shift was over. Thank God! One more closer to the grave.
Ian Truman
As long as women are denied the priesthood, we will try to make our own rituals at our own kitchen altars and we will sew our own magical capes at our own sewing machines
Erica Jong (Witches)
Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi. "Ne gibi? " "Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki..." "Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..." "Ben de yalnızım..." dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım..." diye devam etti, "hasta bir köpek kadar yalnız..." ... Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz… Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daim bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok… Fakat bilmem… Ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm… ... Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım… Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir…
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Elimde bu denizkabuğuyla ona gideceğim. Denizkabuğunu uzatacağım. Bak, diyeceğim, sen benden daha güçlüsün; benim gibi astımın da yok. Sen görebiliyorsun, diyeceğim; iki gözün de görebiliyor. Bana bir iyilik yap da, gözlüğümü geri ver demiyorum, diyeceğim. Sen güçlüsün diye efendice davranmanı da rica etmiyorum, diyeceğim. Doğru olan doğrudur. Doğruyu yapman için sana bunu söylüyorum diyeceğim. Gözlüğümü bana ver, Gözlüğümü bana vermek zorundasın diyeceğim.
William Golding (Lord of the Flies)
Question authority... Then ignore it!
Joseph Barjack
This was the English passion, not for self-improvement or culture or wit, but for DIY, Do It Yourself, for bigger and better houses with more mod cons, the painstaking accumulation of comfort and, with it, status - the concrete display of earned cash.
Hanif Kureishi (The Buddha of Suburbia)
Choose life. Choose a job. Choose a career. Choose a family. Choose a fucking big television, Choose washing machines, cars, compact disc players, and electrical tin openers. Choose good health, low cholesterol and dental insurance. Choose fixed- interest mortgage repayments. Choose a starter home. Choose your friends. Choose leisure wear and matching luggage. Choose a three piece suite on hire purchase in a range of fucking fabrics. Choose DIY and wondering who you are on a Sunday morning. Choose sitting on that couch watching mind-numbing sprit- crushing game shows, stuffing fucking junk food into your mouth. Choose rotting away at the end of it all, pishing you last in a miserable home, nothing more than an embarrassment to the selfish, fucked-up brats you have spawned to replace yourself. Choose your future. Choose life... But why would I want to do a thing like that?
John Hodge (Trainspotting: A Screenplay (Based on the Novel by Irvine Welsh))
(...)Ey zavallı milletim dinle! Su anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz.
Oğuz Atay (Oyunlarla Yaşayanlar)
Peki Mac.Rahatla.'' Mac mı? Bana Mac mi demişti gerçekten? Nefes almaya uğraştım.''Ölecek miyim?'' diye hırıldayarak sordum.''Beni öldürecek misin?'' ''Sana rahatlamanı söylüyorum, sen ise kalkmış seni öldüreceğimi mi düşünüyorsun? Tam bir kadın mantıksızlığıyla davranıyorsun.'' Sonradan aklına gelmiş gibi ekledi. ''Artık serbestçe konuşabilirsin.'' ''Öyle davranmıyorum.Bana Mac diye hitap ettiğin iki seferde de ölümle pençeleşiyordum.Şu anda da etrafta başka bir tehdit unsuru olmadığına göre, beni öldürmek üzere olmalısın.Kesinlikle çok mantıklı bir çıkarım.'' ''Sana Mac diye hitap etmedim.'' ''Evet ettin.'' ''Sana Bayan Lane diye hitap ettim.'' ''Hayır etmedin.'' ''Evet ettim.
Karen Marie Moning (Faefever (Fever, #3))
Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin Birde bu terli karanlık Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su Sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar Bir korkuyorum yanlız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları Kısrakları birden yavrulamış Havaları birden güneşli Kadınlarla yattığım yetse ya Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor Hoşlanmıyorum
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
...Bana öyle geliyor ki, Pythagorasçılar bazılarının düşündüğü gibi, öğretilerini paylaşmaktan duydukları kıskançlıktan değil de, büyük insanlara ait böylesine güzel ve binbir zorlukla dolu keşif, maddî bir kazancı olmaksızın kalem oynatmayı sıkıcı bulan ya da başkalarının yüreklendirip örnek olmasıyla hür felsefe çalışmasına özendirilse de aklî donukluklarından ötürü filozoflar arasında tıpkı bal arılarının arasındaki erkek arılar gibi duran kişilerce hor görülmesin diye böyle yapıyordu.
Nicolaus Copernicus (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine)
Sonra, adamın birinin, değişiklik olsun diye bundan böyle halka nazik davranmanın ne kadar iyi olacağını dile getirdiği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmansworth'de küçük bir kafede tek başına oturan bir kız, bunca zamandır ters giden şeyin ne olduğunu birdenbire fark edip en sonunda dünyanın nasıl iyileştirilebileceğini ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir yere dönüştürülebileceğini anlamıştı. Bu sefer doğru olanı bulmuştu, bu işe yarayacak ve hiç kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. Ama ne yazıktır ki, bir telefon bulup birilerine bundan söz edemeden korkunç, aptal bir felaket meydana geldi ve fikir sonsuza dek yitip gitti. Bu, o kızın öyküsü değil.
Douglas Adams (The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (Hitchhiker's Guide to the Galaxy, #1))
İçkisi, sigarası gibi arkadaşı da yoktu. Bekardı. Şimdiye kadar hiç sevgilisi olmamıştı. Çok konuşmazdı. Çekingen ve sıradandı. ” Daha önce sizinle karşılaştık mı?” ya da “Bizim Mehmet’e ne kadar benziyorsunuz,” denilen insanlar gibi herkese benzeyen, toplu resimlerde “İşte şu ortadaki esmer” diye gösterilirken, “Hangi esmer?” diye sorulan, dar bir yolda karşı karşıya kalındığında ilk kendisinin çekilip yol vereceği bilinen, markette alışveriş yaparken insanların yanına gelip ”Salçalar hangi reyonda?” diye sorduğu, isminin sonuna asla ‘Bey’ alamayacak olan, yeni bir yere taşındıktan ancak altı ay sonra komşuları tarafından fark edilen bir tipti.
Sinan Sülün (Karahindiba)
Hani, çok önceleri, "Sadakat nedir?" diye sormuştun bana; ben de şöyle bir şey söylemiştim:- 'Sadakat', kişinin kendinde bir kişiye bir yer ayırması, ve o yeriş hep onun için korumasıdır; 'sadakatsizlik' de, kişinin o yerin korunmasını savsaklamasıdır; 'ihanet' ise, kişinin, o yerine, başka bir kişiyi sokması- "Olur mu ki bu-" demiştin sen de: " başka bir kişiyi sokamaz ki o yere, o kişi; onun için açmışken o yeri- başka bir kişi giremez ki oraya...?
Oruç Aruoba (ile)
Yasakları kabul ettik. İnsanoğlu için yasaklı hayvanlar da diyebiliriz. Mikroplar bile birer yasak değil mi? Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır. Canım çekiyor diye öpemem seni güzel çocuk! Canım çekiyor diye giremem sana deniz, göğsüm zayıftır; doktor yasağı. Canım çekiyor diye içemem:körkütük oluncaya kadar, aklı boğuncaya kadar: karaciğer yasağı. Canım çekiyor diye bir vapura binip Haydarpaşa'ya, oradan tabana kuvvet Van'a kadar gidemem. Yollarda geberirim... Çarşıya inemem. Çarşıyı Allah kahretsin.
Sait Faik Abasıyanık (Alemdağ'da Var Bir Yılan)
Gözüm seyirse bir karşılığı vardı onlarda. Ciğerimi okurlardı. Ama görmek istemiyordum onları şu sıra. Aslında kimseyi. Neden diye düşünürken şunu bulup çıkarmıştım aklımın iğne atsan düşmez kalabalığından. Mutlulukları çok geliyordu bana. Kendime itiraf edemiyordum kolay kolay ama kesin buydu sebep. Hayatlarında iyi giden her şey, benim hayatımda kötü giden şeylerin altını çiziyordu. Gözüme sokuyordu aksaklıklarımı, arızalarımı. 'Bak, böyle olabilirdin sen de' diye başarısızlığımı vuruyordu yüzüme.
Melisa Kesmez (Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz)
Beklemek ileriye doğru acele etmek,zamanı ve içinde bu anı bir armağan yerine bir engel gibi görmek,değerlerini yadsıyıp yok ederek zihninde üzerlerinden atlayıp geçmek demektir.Beklemek sıkıcıdır denir,oysa,büyük bir oranda zamanı kullanmadan ve deneyimlerinden geçmeden tüketmek eğlencelidir de.Hiçbir şey yapmadan bekleyen bir kişi,hiçbir yararı olmadan bir sürü şeyi sindirim sistemine yığan bir obura benzer diyebiliriz.Daha da ileriye giderek hazmedilmemiş gıdaların bir insanı daha güçlü yapmadığı gibi geçen zamanın insanı yaşlandırmadığını söyleyebiliriz.Zaten ari ve tam bekleme diye bir şey yoktur.
Thomas Mann (The Magic Mountain)
Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye. "Ol" der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. "Ol" der Tanrı. Bulut olur. Rüzgar alır götürür bulutu, rüzgarın oyuncağı olur. Rüzgar olmak ister bu kez. Ona da "Ol" der Tanrı. Rüzgar her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Herşey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Ordan esen burdan eser, kaya banamısın demez! Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı... Sırtında bir acı ile uyanır.... Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. ..
Friedrich Nietzsche
Müsaadenle bir hikâye anlatayım?" dedi Şems. Ve işte şunu nakletti. Vaktiyle biri Farisi, biri Arap, biri Türk, biri Rum dört ortak varmış. Ellerine geçen parayla ne yapacaklarına karar verememişler. Farisi, "Haydi, 'engür' alalım" demiş; Arap'sa "O da ne öyle, istemem; 'ineb' alalım" demiş; Türk'se tutturmuş "Üzüm de üzüm" diye; bu arada Rum kararlıymış, "Geçin hepsini, 'ingabil' alacağız" demiş. Çok geçmemiş, kafadarlar kavgaya tutuşmuş. Nihayet dördünün de aynı şeyi istediklerini anlamışlar. Ama bu sefer yeni bir tartışma çıkmış aralarında. Her biri kendi üzümünü beğenirmiş. Biri kara, biri yeşil, biri sarı, biri mor üzüm salkımı taşırmış. Hepsi kendi üzümünü yere göğe koyamazmış. Neyse ki oradan gönüllere tercüman bir Sufi geçiyormuş. Kavga ettiklerini duyunca dört satıcıdan birer salkım üzüm almış, bir kaba koyup üzümleri ezmiş. Üzümün suyunu çıkarıp kabuğunu atmış. Çünkü aslolan meyvenin özüymüş, posası değil.
Elif Shafak (The Forty Rules of Love)
Sen Fiona'ya nasıl hitap ediyorsun? Fio! Aman ne etkileyici.Casa Blanc'da o McCabe denen tuhaf adamı gördüğümüz geceki salak kızın adı neydi peki? Marilyn!'' ''Adını hatırladığına inanamıyorum,'' diye mırıldandı. ''Ona ilk ismiyle hitap ediyordun ama ondan hoşlanmıyordun bile.Ama bana ismimle hitap etmiyorsun.Ama yo, ben Bayan Lane'im.Sonsuza kadar.'' ''İsim meselesine neden böyle kafayı taktın anlamıyorum Mac,'' diye bağırdı. ''Jericho,'' diye bağırdım ben de ona, sonra da onu ittim. Tek eliyle iki bileğimi birden kavradığı için vuramadım ona.Çılgına göndüm.Kafa attım.
Karen Marie Moning (Shadowfever (Fever, #5))
Üzerinde bulunduğumuz enlemdeki her şey Dünya’nın kendi çevresinde dönüşü nedeniyle saniyede yaklaşık 350 metrelik bir hızla hareket ediyor. Dünya, Güneş’in çevresinde yaklaşık 30 kilometrelik bir hızla, Güneş sistemi de Samanyolu galaksisinin merkezi çevresinde saniyede yaklaşık 200 kilometrelik bir hızla dönüyor. Samanyolu galaksisi, bir yandan galaksi merkezi çevresinde yaklaşık 270 kilometrelik bir hızla dönerken bir yandan da saniyede yaklaşık 600 kilometrelik bir hızla uzayda hareket ediyor. Yaşamak ilerlemek olmaz, diye düşünüyor Cemil, ama geride bırakmak olabilir.
Barış Bıçakçı (Sinek Isırıklarının Müellifi)
You know, you spend your childhood watching TV, assuming that at some point in the future everything you see will one day happen to you: that you too will win a Formula One race, hop a train, foil a group of terrorists, tell someone 'Give me the gun', etc. Then you start secondary school, and suddenly everyone's asking you about your career plans and your long-term goals, and by goals they don't mean the kind you are planning to score in the FA Cup. Gradually the awful truth dawns on you: that Santa Claus was just the tip of the iceberg - that your future will not be the rollercoaster ride you'd imagined,that the world occupied by your parents, the world of washing dishes, going to the dentist, weekend trips to the DIY superstore to buy floor-tiles, is actually largely what people mean when they speak of 'life'.
Paul Murray (Skippy Dies)
Birisi, kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor. o yüzden değil mi, içimizde tutmalarımız, birine teslim olmaktan korkmalarımız, ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmalarımız? "anlatsam mı, anlatmasam mı?" kararsızlığımız.. "bu sevgi beni acıtır mı?" kuşkularımız.. Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Tek yapmamız gereken; sevginin bize vadettiklerine güvenmeyi sürdürmek, ama kime ikinci defa güveneceğimizi de iyi seçmek.
Gabriel García Márquez (One Hundred Years of Solitude)
Hayat beni sıkıyor..." dedi. "Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar... Hele kızlar... Hepsi beni sıkıyor... Hem de kusturacak kadar..." Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: "Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsanlar bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Eliminizden ne yapmak gelir? Hiç!... Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında. Bu bile biraz palavralı bir rakam. Gecen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve 'hikmeti vücudumuz'u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatin bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akillimizin kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir suru bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları seklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç is bir insani nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bizde ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adi unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak yahut üç bin sene sonra kolsuz bacaksız, bir müzede teshir edilsin diye ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akilli isi gibi gelmiyor." Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı: "Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek is vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakla kullanmış oluruz. Ben ne diye bu isi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeeeh.
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
insanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? ne diye kendinden nefret edesin ki? keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar aleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan başlama makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet.
Georges Perec (Un homme qui dort)
Kendini birdenbire üniversitede bulmak, Selim'e dokunuyordu. "Üniversiteye girişimin hikayesi aslında daha aptalca olduğu için, bu açıklamaya şükretmelisin gene. Gerçek durum daha acıklı: lisede iyi bir öğrenci olduğum için zor bir meslek seçmeliydim. Bu nedenle mühendis olmaya mecburum. Bu açıklamayı daha çok mu beğendin ?" Bütün ümidi, Dostoyevski gibi, mühendis olduktan sonra istifa etmekti. Hangi görevden istifa edecekti? Bilmiyordu. Babasıyla her gün kavga ediyordu. Üniversiteye girişinden onu sorumlu tutuyordu. "Dağlara kaçacağım" diye bağırıyordu babasına: "Hepinize bu üniversiteyi bitirebileceğimi, hem de kırıntılarımla bitirebileceğimi göstereceğim. Siz de, onlara da göstereceğim." Kimdi onlar? Bilmiyordu. "Böyle olmama sebep olanlar," diyordu. "Her çağımda isimleri değişen ve aslında hepsi birbirinin aynı olanlar. Onlar işte!
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Bu ten... Tam burası..." Parmakları, göğüs oluğuna doğru ilerledi. Ardından dudakları ellerinin çizdiği rotayı takip etti. "Sadece benim..." diye fısıldadı, dudakları oraya değmeden, ıslak öpücüklerinden birini bırakmadan hemen önce. "Sadece ben görmeliyim. Benim düşüncelerimi süslemeli tenin. Kokun... Yumuşaklığın... Bedeninin sıcaklığı..." "Yağız..." diye fısıldadı Mira nefes nefese. "Hiç adil oynamıyorsun." "Biliyorum. Ama aşkta her şey mubahtır, anlayamadın mı?" "Sırf şu elbiseyi çıkarayım diye yapıyorsun." Yağız hafifçe gülümsedi. Evet, bu da bir nedendi. Ama söz konusu karısı olunca, tek sebep asla bundan ibaret değildi. "Yanılıyorsun, Mira'm. Sırf seni sadece kendime saklamak istediğimden yapıyorum. Bir tek ben göreyim diye... Bir tek ben seveyim diye...
Burcu Büyükyıldız (Çilek Mevsimi (Aşkın Renkleri #1))
Bana gül göndermiş." Hattın diğer ucundan, hayalkırıklığını belirten bir hırlama geldi. "Hayatım, nadiren radevuya gittiğini biliyorum ama o şeyleri sokak köşelerinde beş papele satıyorlar." "Kristalden yapılmış." Elena konuşurken, kristal gülün ışıltılarından gözünü alamıyordu. "Ay, olamaz." "Ne olamaz?" Elena ağzı açık bir halde en yakın çekmeyece uzanıp fazla hafif olduğu için nadiren kullandığı ince keskiyi aldı ve güün sapındaki bir bölgeyi hafifçe kzımaya çalıştı. Bıçak işlemiyordu. Sonra bıçağı tersine sirttü ama bu kez gül "çizilmelere dayanıklı"bıçaı çizdi. "Ay olamaz." "Ellie, neler olup bittiğini hemen anlatmazsan yemin edeirm seni eşşek sudan gelene kadar döverim. Ne oluyor? Kan emen mutant bir gülmüymüş.? Elena kahkahasını tutup elindeki tarif edilmez güzellikteki şeye baktı. "Kristal değilmiş." "Kübik zirkon mu? diye sordu Sara kuru kuru. "Ay, dur bir dakika, yoksa plastik mi?" "Elmas." Ölüm sessizliği.
Nalini Singh (Angels' Blood (Guild Hunter, #1))
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın. Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın. Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın. Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın. Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.
Emrah Serbes
Sevgili Bilge, sen yanımda olmadığın zaman seni düşünmek gerçekdışı bir olgu. (Nasıl oluyor iyi mi?) Ben gecekondudaki varlıklarla (soyut bir kavram olsun diye ‘varlıklar’ dedim) birlikte yaşamak istiyorum. Ben, birlikte yaşadığım varlıkları, ayrıca birer ‘kavram’ olarak düşünmek istemiyorum. Gönlümün rüzgarına kapılıp gidiyorum. Bunun dışında, bulanık hayaller var kafamda. Bu hayalleri bazen Hüsamettin Albay ya da Nurhayat Hanımla karıştırdığım oluyor; fakat, istediğim gibi düşünüyorum bu insanları. Sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda: Bir varlıkkavram olarak çıkıyorsun karşıma. Yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun. Bilge’yi, senin gibi hissetmemi istiyorsun. Nasıl olur? Yani albayı da, kendimi onun yerine koyarak mı düşüneceğim? İşte bu nedenle, kurmak istediğim dünya, senin yüzünden yıkılıyor; bütün oyunlar anlamını kaybediyor. ... Belki sana bu satırları yazmamalıydım. Belki de dönel bir yüzeyin, ekseni etrafındaki hareketi sırasında çeşitli ışık kaynaklarından beslenmesi olayında görüldüğü gibi, benim bir an süren ışıltımın yansımalarını artık ilginç bulmuyorsun; görüntümün gerçekliğine inanmıyorsun. Fakat seni seviyorum. (Bu sözü bir yere sıkıştırmaya mecburdum.) Düşünmek ve yansımak anlamlarını birlikte ifade eden ‘reflection’ kelimesini kullanmak isterdim burada. Fakat aslında, seni görmediğim zamanlarda yansımalarımın gerçekliğine ben de inanmıyorum. Belki benden artık nefret ediyorsun; belki de unuttun beni. Düşünce ve eylemlerin her an sonsuz değişik görünümlere bürünebileceğini bilen bir insan olarak, senden kararlı bir düşünceye benzeyen yansımaları nasıl bekleyebilirim?
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Gradually the awful truth dawns on you: that Santa Claus was just the tip of the iceberg – that your future will not be the rollercoaster ride you’d imagined, that the world occupied by your parents, the world of washing the dishes, going to the dentist, weekend trips to the DIY superstore to buy floor-tiles, is actually largely what people mean when they speak of ‘life’. Now, with every day that passes, another door seems to close, the one marked PROFESSIONAL STUNTMAN, or FIGHT EVIL ROBOT, until as the weeks go by and the doors – GET BITTEN BY SNAKE, SAVE WORLD FROM ASTEROID, DISMANTLE BOMB WITH SECONDS TO SPARE – keep closing, you begin to hear the sound as a good thing, and start closing some yourself, even ones that didn’t necessarily need to be closed. (from "Skippy Dies")
Paul Murray
Şimdi ne görüyorum? Anadolu... Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gasıpla bir olup komşusunun malını talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer burasıdır. Burada, bıyıklarını makasla kırptı diye nice fikir ve ümit dolu Türk gencinin kafası taş altında ezildi. Burada, yüzü düşmana dönük, nice vatan mücahitleri savundukları kimselerin eliyle arkadan vuruldu. Burada, milli timsalin, milli bağımsızlık sembolünün yolu kaç defa kesildi ve kaç defa oturduğu şehrin etrafı isyan silahlarıyla çevrildi. Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım. Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Yaban)
Doğrusunu ister misin, benim gözüm yıldı. Ben artık hiçbir işe yaramam.'' dedi. Annesine birkaç defa ölüm haberi gelmiş. Çünkü birkaç defa haftalarca düşman içinde kaldı. Hepimiz öldüğüne inandık. Sonra esir düştü. Gene öldüğünü söylemişler. Hatta ailesine aylık bile bağlanmış. ''İstanbul'a döndük, dedi. Bir akşamüzeri... Bizim mahallede bir yokuş vardı. Alacakaranlıkta bunu çıkıyorum. Bir yeldirmeli kadın da iniyor. Neredense annem olduğunu tanıdım. Bakkala yoğurt almaya gidiyormuş. O kadar heyecanlanmışım ki duvara dayanarak bekledim. Benim hizama gelince ''Anne!'' dedim. Bunu demedim, adeta inledim. Neredeyse ağlayacaktım. O da benim sesimi tanıdı. ''İsmail, sen misin?'' diye sordu. Hani gereksiz sorular vardır ya, işte onlardan birisi... Yoksa beni tanıdı. Ne yaptı bilir misin? Elindeki kaseyi eğilip yere koyduktan sonra kucakladı beni... Biz ana-oğul, öylece ağlaşırken, yemin ederim ki, aklı fikri, yere bıraktığı kasedeydi. ''Aman kırılmasın!'' Ben kendimi belki yüzlerce defa o kaseden daha değersizmişim gibi ölüme attım. Bunu sen gördün, bilirsin. Annem, mezardan geri gelen oğlu için, kenarı çatlak bir kaseyi -vallaha kenarı çatlaktı, eskici Yahudi iki kuruş vermezdi- yere atamadı. Sonra akrabaları, dostları, komşuları, hemşerileri dolaştım. Hepsinde bu ''kaseyi yere atamamak'' hali fazlasıyla vardı. Harbe gidenler haklı olarak umursamaz olmuşlardı. Bir suretle yakalarını kurtaranlar ise bizim karşımızda vicdan azabı çekiyorlar, bu duyguyla yenilginin suçunu açıktan açığa bize yükletiyorlardı. ''Sanki neye yaradı?'' anlamına gelen bir alaycı, kırıcı bakışlarla bakıyorlar ki dayanılmaz.'' dedi.
Kemal Tahir (Esir Şehrin İnsanları (Esir Şehir Üçlemesi, #1))
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
Ivan Goncharov (Oblomov)
- Az mı buluyorusunuz intiharları? - Hem de çok az. - İnsanları kendilerini öldürmekten alıkoyan ne sizce? - Henüz... tam bilmiyorum... iki boş inanç alıkoyuyor sanki, iki şey; yalnızca iki şey; bunlardan biri çok küçük, öbürü çok büyük, yalnız küçük olan da çok büyük. - Küçüğü ne? - Acı. - Acı mı? Bu olayda bu kadar önemli olabilecek bir şey mi acı? - Birinci derecede önemlidir. İki tür intihar vardır: Bir büyük bir acı ya da öfkenin etkisiyle intihar edenler; iki çıldırıp intihar edenler. Bunlar aniden bitirirler işlerini. Acıyı pek düşünmezler. Birdenbire biter her şey. Ama bu işi bir de aklı başında, bilinçli olarak yapanlar vardır... bunlar çok düşünür. ... - Acı çekmeden ölmenin hiç yolu yok mu? - Kocaman bir ev büyüklüğünde bir kaya düşünün; dedi - Kaya havada asılı duruyor ve siz onun tam altındasınız. Bu kaya üzerinize... başınızın üzerine düşse... acı duyar mısınız? - Ev büyüklüğünde bir kaya mı? Korkunç bir şey olacağı kesin. - Korku değil sözünü ettiğim acı duyar mıydınız? - Dağ gibi bir kaya... on binlerce tonluk bir ağırlık... Hiç acı duymazdım heralde. - Ama kaya üzerinizde asılı durdukça hep dehşet içinde olurdunuz. Bundan korkmayacak kimse yoktur. Dünyanın en büyük bilgini de korkar, en büyük doktoru da. Acı duymayacağını bilmesine karşın herkes yine de ya düşerse diye acıyla kıvranırdı. - İkinci neden nedir? Büyük olanı? - Öbür dünya. - Yani ceza olarak mı? - Fark etmez. Öbür dünya işte, yalnızca öbür dünya. - Peki ya öbür dünyaya inanmayan ateistler? Yine Karşılık vermedi. - Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan. Herkes için amaç budur. - Amaç mı? O zaman kim yaşamak ister ki? - Hiç kimse. - dedi kararlılıkla - Hayat acıdır; hayat korkudur ve insanoğlu mutsuzdur. Bugün yalnızca acı ve korku var. İnsanoğlu hayatı seviyor, çünkü acıyı ve korkuyu seviyor. Buna da uygun yaşıyor. Acı ve korkuya karşılık olarak verilmiştir hayat; hep aldanılan yer burası. Bugünkü insan, o insan değil daha. Ama bir gün o yeni insan gelecek: yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark görmeyen mutlu gururlu, yeni insan. Acıyı ve korkuyu kim alt ederse o Tanrı olacak. Öbür tanrı artık olmayacak. - O zaman... size göre öbür tanrı var? - Hayır yok: Ama var da aslında. Taşın kendisinde acı yoktur; Ama taştan duyulan korkuda acı vardır. Acıyı ve korkuyu alt eden Tanrı olur. bu yepyeni bir hayat, yepyeni bir insan demektir, her şeyin yeni olması demektir. - Yaşamakla yaşamamak arasında bir fark kalmayacağına göre herkes kendini öldürecektir... alın size değişim. - Bunun bir önemi yok. O aldanmayı öldürecekler. Asıl özgürlüğü, asıl bağımsızlığı isteyen kişi kendini öldürmeye cesaret etmek zorundadır... Kendini öldürmeye cesaret eden kişi aldanmanın da sırrına ermiş demektir. Özgürlükte varılabilecek son noktadır bu; bunun ötesinde hiçbir şey yoktur. kendini öldürmeye cesaret edebilen Tanrı'dır. Bugün herkes bunu yapabilir ve böylece Tanrı'yı yok edebilir, böylece her şeyi yok edebilir. Ama bunu daha kimse yapmadı. - Milyonlarca insan kendini öldürdü. - Ama onların hepsi korkularından öldürdüler kendilerini. Korkuyu öldürmek için değil. Korkuyu öldürmek için, kendini öldüren Tanrı olur. Kirillov / Bay G___v.
Fyodor Dostoevsky (Demons)
bedenlerin olmadığı bir kavgaya hazırlanman gerekiyor, her durumda karşı koymayı başarabileceğin, soyut bir kavgaya, diğerlerinin aksine düşe kalka öğrenilen bir kavgaya. kusurların mı, telaşa gerek yok. düşüncesizlik edip onları düzelteyim deme. sonra yerlerine ne koyacaksın ki? güçsüzlüğünü olduğu gibi sakla. yeni güç kazanmaya çalışma, hele senin için olmayan güçler, sana göre tasarlanmamış güçler, doğanın seni başka şeylere hazırlarken senden kaçındığı güçler söz konusuysa… birinin gelip senin içinde yüzmesine, senin içine yerleşmesine, senin içine alçı dökmesine izin veriyorsun ve sen hala kendin olmak istiyorsun! yanlışlarının sonuna kadar git, en azından bazı yanlışlarının, tam olarak hangi tür yanlış olduğunu iyice gözlemlemene imkan verecek biçimde. bunu yapmazsan, yarı yolda durursan, körlemesine gidersin ve tüm yaşamın boyunca hep aynı tür yanlışları tekrarlarsın, bazıları da çıkar buna senin “kaderinmiş” der. düşmanı, ki bu aslında kendi yapındır, zorla, açığa çıksın. eğer kendi kaderini değiştiremdiysen, o zaman kiralık bir daire olabilirsin yalnızca. çok erken akıllı oldukları için aptallar. sen ise uyum göstermek için acele etme. yedekte hep bir uyumsuzluk sakla. insanları hiç derinden tanımadın. onları gerçekten gözlemlemedin, hatta onları sonuna kadar sevmedin veya onlardan sonuna kadar nefret etmedin. sen yalnızca sayfaları şöyle bir karıştırmakla yetindin. öyleyse senin de sayfalarını karıştırmalarına ve birkaç yapraktan ibaret olmaya razı ol. anımsa, kazanan her kazandığında kaybeder. kendi küçük dünyanda hep daha fazla hüzmetkarım oldu diye düşünürken, muhtemelen sen daha fazla hizmetkar oluyorsun. kimin? neyin? eh işte artık ara, ara! bir şey yakaladıysan ister istemez daha fazlasına sahip olmuşsun demektir. bu fazlalıktan hiç şüphe duymuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun, aradan uzun bir zaman geçmeden de bilmeyeceksin. belki tüm bir dönem geçtikten sonra da bilmeyeceksin. o zaman çok geç olacak. evet, çok geç. rahat olabilirsin, içinde berraklık kalmış. tek bir yaşamda her şeyi kirletememişsin. kendi kendine bulaşıcısındır, bunu anımsa. senin sana galip gelmesine izin verme. meleğinin sıkıcı hale gelmesi, seni bir iblis seçmeye zorladı, o da seni şeytanlaştırandan başkası değildir. onu iyi seçtin mi? olması gerektiği gibi şeytansıdır; ama şeytanın gücü senin cılız gücünle ille de orantısız değildir. göz kulak ol ona, sıkıca sarılırlar, bunu biliyorsun değil mi? eğer bir kara kurbağası italyanca konuşabiliyorsa, zamanla neden fransızca konuşmasın niye konuşmasın? aptallık edip kendini göstermiş olsan dahi, sakin ol, onlar seni görmediler. bir insanın yaşamın da taşıyabileceği duygu yükü sonsuz değildir. Üstelik çoğu insan da çabucak sona varır. daha da vahim olanı, senin hissedebileceklerinin yelpazesi sınırlı bir açıklığa sahiptir. büyük zahmetle, büyük riskler alarak ya da şansın yardımıyla ya da büyük kurnazlıkla bu yelpazeyi bazı kereler biraz daha açmayı başarabilirsin, o da belli bir süre için. ama doğanın yelpazesi öyle yapılmıştır ki, eğer sürekli dikkat etmezsen, fazla geçmeden daralır, ta ki kapanıncaya kadar. her allahın günü batan için ne yolcu gemisine ne de yolunu şaşırmış bir buzula ihtiyaç vardır, batmak, ilelebet batmak için. sahne düzenine ihtiyaç yoktur. ne titanic ne atlantis. eşlik yok, görecek bir şey de yok. yalnızca batıyorsun. elde, kalptekinden daha fazla şefkat, kalpte de davranıştan daha fazla şefkat bulunur. ona ait hareketleri bul. onun arzuladığı ve seni yeniden biçimleyecek hareketleri. elin dansı. şu andaki ve uzaktaki etkilerini gözlemle. bu çok önemlidir, özellikle hiç elleriyle hareket etmeyen bir insan olmuşsan. sende eksik olan buydu, boşu boşuna dışarıda aradıkların, incelemelerde ve derlemelerde değil. tanımsızca ele dön.
Henri Michaux
İNCİ Yüzlerce sene evvel çok güzel bir kız varmış. Ayağına kapanıp bütün gençler yalvarmış Bu eşi bulunmayan güzeli almak için. Erimişler aşk denen alevden için için, Güneşin sızağıyla eriyen karlar gibi; Hepsinin bu sevdadan hicran olmuş nasibi... Böyle yaşıyorlarken dünyalarına küskün, Güzel kız davet etmiş aşıklarını bir gün. Demiş:"Elbet veremem gönlümü hepinize, Fakat bir müsabaka açıyorum ben size: En güzel, en kıymetli inciyi bana her kim Getirirse onunla artık evleneceğim..." Aşıklar mallarını feda edip satmışlar, Dört taraftan en büyük inciyi aratmışlar. Yüzlerce sene evvel bir saz şairi varmış; Bu gencin de gönlünü o kızın aşkı sarmış. Aklını alıvermiş gök ela renkli gözler; Her dakika biricik sevgilisini özler, Her dakika ağlarmış, sızlarmış, ah edermiş; Aşkından perişanmış, mahzunmuş, derbedermiş... Duymuş müsabakayı bu aşık da nihayet, "İnci nedir?" diyerek o anda etmiş hayret. Çünkü o ana kadar inciyi bilmiyormuş. "İnci nasıl şey?" diye bir ihtiyara sormuş: "Ben onu hiç görmedim gezdim de diyar diyar." Demiş ki zavallıya gülümseyip ihtiyar: "Güzel bir taştır inci, kadınların süsüdür; Durduğu yer onların açık, beyaz göğsüdür. Denizden çıktığından, pahalıdır gayetle..." Bu sözleri duyunca aşık bakar hayretle, Der ki:"Ben deniz nedir, onu da bilmiyorum." İhtiyar denizi de anlatır: "Dinle yavrum, Bu öyle bir sudur ki ufuğa kadar açık, Bazan dalgalar vardır kıyısında ufacık; Bazan fırtına çıkar, hava olunca lodos, Deniz birden kudurup kayalara vurur tos. Sen karada gezmişsin, belli, bu yaşa kadar. Bu dağların ardında çok uzak bir deniz var. Pek merak ediyorsan yürü, memleketler aş." Saz şairi, bu sözler bitince, yavaş yavaş Denizi bulmak için seyahate koyulur; Uzun yollar üstünde harap olur, yorulur. Nihayet gök toprağa ışığını dökerken Bir sahile yaklaşır, henüz şafak sökerken.... Aradan bir yıl geçip nihayet mühlet bitmiş, Aşıklar akın akın kızın yanına gitmiş. Hepsi de dizilmişler önüne birer birer; Ellerinin üstünde donuk, beyaz inciler. Güzel kız seyre dalmış,oturarak yerine; İpek elbisesinin uzun eteklerine Bütün delikanlılar koymuş hediyesini! Gözlerini açarak herkes kesmiş sesini: "Acaba hangisini kabul edecek ?"diye... Dışardan bir gürültü duyulmuş o saniye: "Bırakın, muradıma ben bugün ereceğim, Bırakın sevgilime inciler vereceğim..." "O da getirsin" diye güzel kız vermiş izin, Şair içeri girmiş, tereddüt etmeksizin. Anlatmış kalbindeki sızlayan bir yarayı, Anlatmış uzun uzun bütün bu mecarayı. "Ben bir şair aşıkım, elimde bir kırık saz, Yapyalnız yaşıyorum, derdim çok, sevincim az. O güzel gözlerine bir pınar gibi gönlüm Yıllarca aka aka tükendi tahammülüm. Fakat seni unutmak gelmiyordu elimden. Ve bir gün işittim ki inci istemişsin sen. Ama bu ana kadar görmemiştim ben onu, Öğrendim bu incinin denizde olduğunu. Deniz nerde diyerek arıyordum bu sefer; Aşkının kuvvetiyle aştım dağlar, tepeler. Nice ülkeler gezdim, nice dağlar dolaştım, Bir sabah sonu gelmez bir denize ulaştım: Güneş içinden doğup içinde batıyordu; Sular arzın üstüne yaslanmış yatıyordu. Rüzgar yavaş esiyor,engin sessiz, durgundu; Vücudum aylar süren yolculuktan yorgundu. Aşkınla geliyordu kalbime kuvvet yine; İndim büyük denizin o büyük sahiline İncileri topladım ,uğraşıp didinerek!" Aşıkın sözlerini dinlerken kadın, erkek; Şair omuzundaki bir torbayı uzatmış, Yere, bağını çözüp, incileri boşaltmış. Fakat o anda herkes kahkahalarla gülmüş: Çünkü inci yerine çakıl taşı dökülmüş. Güzel kız genç aşıka demiş: "Bunu iyi bil: Bu, parayla alınan incilere mukabil, Senin çakıl taşların çok değerlidir elbet; Şair! Yaşayacağım seninle ilelebet...
Nâzım Hikmet (Şiirler 8 – İlk Şiirler)