Biz Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Biz. Here they are! All 100 of them:

Butch: -I hear ya. No one's biz but yours. One question though Vishous: -What Butch: -When the females tie you down, do they paint your toe-nails and shit? Or just do your makeup? Wait... they tickle your pits with feather, right?
J.R. Ward (Lover Revealed (Black Dagger Brotherhood, #4))
If you are on social media, and you are not learning, not laughing, not being inspired or not networking, then you are using it wrong.
Germany Kent
Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız.
Aslı Erdoğan (Kabuk Adam)
Biz bu çağın fiyakalı kaybedenleriyiz.
Murat Menteş (Dublörün Dilemması)
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.
Sait Faik Abasıyanık (Son Kuşlar)
Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu.
Sait Faik Abasıyanık (Sarnıç)
Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum, biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için. Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil. Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz?
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde hilâl. Biz bir bakışının dilencisi...
İskender Pala (Ayine)
Just don't go out fighting. I don't need to know where you're going, that's your biz. But if you get yourself killed, I got ninety-nine problems and you're the biggest one of them." Rehv to John
J.R. Ward
Bu Da Öyle Bir Aşk Sırtımda çıplak Islak nefesin Bi gidip bi geliyor Biz senlen yatmıyoruz ki Yaşamıyoruz da Hep yarışıyoruz Sen mi ben mi Önce kim Ölümü öldürecek diye
Can Yücel
Düşünüyorum da,biz büyüyerek çocukluk etmişiz
Turgut Uyar
Yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. "Benim içimdeki çocuk büyümedi. ( Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi!) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Şiir bizim eski suç ortağımız Biz ne işledikse onunla işledik
Gülten Akın
Timing, perseverance, and ten years of trying will eventually make you look like an overnight success.
Biz Stone
Sevginin niçini olmaz ki efendim... Düşünsem belki mâkul bir sebep bulabilirim. Fakat bu hakikî sebep olmaz. Çünkü biz önce severiz. Sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. Bu da hodbinliğimizden doğar efendim.
Hüseyin Nihal Atsız (Ruh Adam)
Freedom of Speech doesn't justify online bullying. Words have power, be careful how you use them.
Germany Kent
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’de birleştiğini görünce ona kızıyoruz. Bu zübükler heryerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da orada...
Aziz Nesin (Zübük)
Biz de deniz gibiyiz." dedi Başak, "tek derdimiz yerinden oynatamadığımız taşlar.
Barış Bıçakçı (Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra)
Biz rengin değil Ara rengin peşindeyiz
Nilgün Marmara
Yunan, Roma ve Avrupa tarihini kendimizi bilmek ve anlamak için öğrenmeliyiz; çünkü biz onun içindeyiz.
İlber Ortaylı (Tarihin İzinde)
Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var. Hayalciler... Sıfırlar... Varolmayanlar... Yoklar... Yarım yamalaklar... Hayalperestler... Olmayanlar... Hiçler... Biz onlar gibi değiliz!
Doğu Yücel
When you hand good people possibility, they do great things.
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
Tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz.
Hasan Ali Toptaş (Heba)
Your goals should be bigger than your ego,
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir.Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek.Başka bir insanı bahtiyar edebilmek ,kendini bahtiyar edebilmekte daha güç fakat daha insancadır.Bugün böyle düşünenlere saf hatta enayi derler.Fakat ne derlerse desinler ,biz kalbimizin ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız.
Sabahattin Ali (Canım Aliye, Ruhum Filiz)
Bırak doktor şu psikanalizi... Allah belasını versin! Biz şimdi rakı içiyoruz.' Doktor Ramiz derhal psikanalizi bırakıyor ve hemen onun yerini istakozu alıyor. Doğrusunu isterseniz, on senedir, onunla beraber olduğumuz zamanlarda benim de yapmak istediğim hep bu idi. Fakat beni davet ettiği meyhanelerde, masanın üstünde psikanalizden başka ağza konacak doğru dürüst bir şey bulunmazdı.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Aptal, o kadarını biz de anladık.
Oğuz Atay (Tehlikeli Oyunlar)
Dunyada hos seyler de var -hakikaten hos seyler yani. Hepsini birden iskalayacak kadar da salagiz biz. Olup biten her seyi hemen o sefil kucuk egolarimiza gonderiyoruz mutemadiyen.
J.D. Salinger
Onlar utansın sonuçtan' diye kestirip attı. 'Hangi onlar Selim?' dedim. 'Onlar işte,' dedi. 'Onlar canım. onlar, onlar, onlar.' 'Öyle ya,' dedim. 'Onlar. Yani biz değil.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Biz bircok seyleri ayri ayri biliriz de, yanyana getiremeyiz. Sorumsuzlugun miskin rahatligi icinde yasamaktansa, sorumluluk altinda, ezilip gebermek daha insanca bir davranis.
Kemal Tahir (Yediçınar Yaylası)
Riyakârlık aşağılığın en son haddidir. Sahiden iyi insanlar, kötüler hakkında laf söylemezlerdi. (...) Riyayı kaldırırsanız mesele yoktur, kötüler hemen saflarına iyiyi alıverirler. Önemli olan kötülüğü iyilikle beraber ortadan kaldırmaktır. O zaman insanlık denilen şey kafasını kaldırır: 'Durun bakalım', der, 'biz de varız.
Sait Faik Abasıyanık (Kayıp Aranıyor)
Constraint inspires creativity
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir. Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen saadetini hissederler: Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.
Sabahattin Ali
İstanbul'dan ayrılmak istemiyoruz fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? üç beş cadde ile bir o kadar da kahveden başka ne biliriz? fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz... en kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim... bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır... biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz... hepimizi istanbul'a bağlayan sadece bu... burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkanına malik... bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!...
Sabahattin Ali (İçimizdeki Şeytan)
Dünyada başka mesut milletler de vardı. Onların bizim yaşlardaki gençleri hiç de bizim bu anda olduğumuz gibi bir “olmak ve olmamak” meselesiyle meşgul değildiler. Onlar aşkı, sporu düşünüyorlar, yaşlarının tabii iştiyakları ve meseleleriyle meşgul oluyorlar, kurulmuş bir hayatın imkânlarından istifade ederek çalışıyorlardı. Biz ise el parçası kadar bırakılmış, çok harap bir vatanda yaşamak imkânlarını düşünüyorduk.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Sahnenin Dışındakiler)
Sign language had been so thoroughly stigmatized that in trying to avoid it, parents had unknowingly opted for a modern version of institutionalization, locking their children away in their own minds.
Sara Nović (True Biz)
Sadece kendim olmak istiyor ve Peter Pan klanından geliyordum. Biz asla büyümezdik.
Patti Smith
Any entrepreneur with the title 'CEO' on his biz card has got a hell of a lot to learn yet.
Chris White
Everything's show biz in the end
Richard Kadrey (Butcher Bird)
İçin kanıyor şimdi biliyorum, bir can aldın diye dövünüyorsun. Korkma çocuk, biz o cennete hiç alınmadık.
Deniz Gezgin (Ahraz)
Mağlub varsa galip değiliz! Çünkü birinin kaybettiği yerde sevinen kişi kalbinden en uzak yerdedir. Mağlub varsa galip değiliz çünkü uygarlık illa yenmek değildir. Mağlub varsa galip değiliz çünkü arenada karşımızda duran kişi asıl rakibimiz olamaz. Biz ancak kimsenin kaybetmediği bir ringde kazanabiliriz. Birinin kaybetmesi için çabalamak bize yakışmaz. Çünkü yenilmek yalan, ölmek de yenilmek değil...
Bahadır Cüneyt Yalçın
Eksilince anladık ki, arkadaş denen şey bir sakidir; ruhumuzun kadehini doldurur. Bizi yatıştırır, bize boyun eğer, bizi reddeder, hasta eder, iyileştirir, arkamızda durur, terk eder… Bazen çekip gittiğini unuturuz, hala varmış gibi davranırız. Çünkü o kadehi doldurmaya devam eder. Çünkü biz hep içeriz.
Hüsnü Arkan (Uyku)
Opportunity is manufactured
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
One, just one, but definitely one of the great benefits of private prayer is that you can’t hide from your motives. In corporate prayer, we can sound like “all that”. We can blow Jesus smoke like nobody’s bizness in a crowd but, get alone with Him, and He won’t let you get away with the fake stuff. Try blowing Jesus smoke in your prayer closet and you’ll cough on it every time. Truth? That penetrating gaze of His hurts, but afterwards, it never fails to heal.
Shellie Rushing Tomlinson
Acılar hatırladıkça kanar. Unutulmaz. Zamanla kabuk tutan yaralar gibi izi kalır. O acı bizi öldürür. Ama biz bundan habersiz kopup giden başa inat yürüyüp giden gövde misali, yaşadığımızı sanırız farkında olmadan. İşte bu, hayatta kalmaktan başka bir şey değildir.
Şebnem İşigüzel (Venüs)
Kafamda ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddetle ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi. "Ne gibi? " "Yani... Yalnız işte... Kimsesiz... Ruhen yalnız... Nasıl söyleyeyim... Öyle bir haliniz var ki..." "Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..." "Ben de yalnızım..." dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım..." diye devam etti, "hasta bir köpek kadar yalnız..." ... Şuna dikkat edin ki, benden herhangi bir şey istediğiniz gün her şey bitmiş demektir. Hiçbir şey anlıyor musunuz, hiçbir şey istemeyeceksiniz… Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daim bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok… Fakat bilmem… Ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm… ... Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım… Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir…
Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna)
The same way biodiversity is important to biological ecosystems, business diversity is important to economic ecosystems. It's good to have an abundance of various kinds of businesses. This cultivates resilience in the system.
Hendrith Vanlon Smith Jr.
Basically, financial reporting is this sinking hole at the centre of journalism. You start by swimming around it until finally, reluctantly, you can't fight the pull anymore and you get sucked down the drain into the biz pages.
Tom Rachman (The Imperfectionists)
Zaten biz insanların tashih olmayan yanlışımız, aşktan şifa ümit etmemizdir; gerçi onun bir şifa olduğu muhakkak. Fakat çeşnisine bakanı zehirleyip öldüren bir şifa. Gene diyorum ki ölürsem ne gam? Su yolunda kırılan testiye acınır mı?
Sâmiha Ayverdi (Yaşayan Ölü)
So please, don’t judge me. There is no one more disappointing to me than myself.
Sara Nović (True Biz)
Being motherless was different than being fatherless. It was primal, the archetype for human suffering, like losing the North Star.
Sara Nović (True Biz)
Büyük bir ihtimalle ölmüştük şehir kan kıyametti ayaklarımızda gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk yıldızlar kaldırımlara dökülmüştü bütün Hamza bütün parmaklarını ortaya dökmüştü yirmi yıldır cebinde biriktirdiği parmaklarını hamza son şarkıyı kırka bölmüştü doğrusu iyi idare etmiştik doğrusu iyi halt etmiştik yaşayanlar unutmuştu bizi biz öldüğümüzle kalmıştık...
Cemal Süreya (Sevda Sözleri)
(...)Ey zavallı milletim dinle! Su anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz.
Oğuz Atay (Oyunlarla Yaşayanlar)
He took her by the wrists and held her own hands out before her. She looked down at her palms and understood - her being was implied, her potential thoughts and feelings coursing through her body, the names of everything she knew and those she didn't yet, all in the perpetual existence in her fingertips.
Sara Nović (True Biz)
Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin Birde bu terli karanlık Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su Sarı toprakdan testileri güneşte pişiriyorlar Bir korkuyorum yanlız kalmaktan bir korkuyorum Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları Kısrakları birden yavrulamış Havaları birden güneşli Kadınlarla yattığım yetse ya Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor Hoşlanmıyorum
Turgut Uyar (Büyük Saat - Bütün Şiirleri)
Arap ırkına mensup olmayan Müslüman uluslar içerisinde bir başka örnek yoktur ki, biz Türkler kadar bilinçsizce ve körü körüne, kendini unutup şeriata saplanmış olsun. .Bir tanesi yoktur ki, biz Türkler kadar, sırf şeriat ruhuna bürünmüş olmak azmiyle kendi benliğini, kendi dilini, tarihini ve ırki hasletlerini bu uğurda ihmal ve feda etmiş olsun.
İlhan Arsel (Arap Milliyetçiliği ve Türkler)
Of course, that was their privilege-to conflate majority with superiority.
Sara Nović (True Biz)
Inventing your dream is the first and biggest step toward making it come true.
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
If you make the opportunity. you'll be the first in the position to take advantage of it.
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
Bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum.Ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum.Biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik,kavuştuk bir noktada,yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik;birlikte akıyoruz şimdi.
Cemal Süreya (On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları)
The day is already so full my mind is going fuzzy. You know when the input has been so big, the computer starts to fizz and pop? That's how I'm feeling, like my stimulus intake meter has gone into the red. This is more conversation, more newness, more smiling, more Jasper than I've experienced in months. I can feel the blankness swell and turn slowly in my brain, pushing for space. I just have to keep it together enough to not embarrass myself. Just put one word in front of the other Biz; that's all you have to do.
Helena Fox (How It Feels to Float)
Yani galiba seviyordum, sanırım sevmek böyle bir şeydi. Hiç yanımdan gitmesin istemekti. Yanımdan gitmesin, gündüz de gece de benimle dursun, başka odada uyumasındansa gelsin benimle balkonda başlı-kıçlı yatsın gerekirse, benimle simit satmaya, mahalle maçına, okula, denize de gelsin. Ekmeği, babamın sigarasını birlikte alalım, birlikte büyüyelim, okulumuzu bitirip evlenelim, el ele tutuşalım, annesi de iyileşsin, bayramlarda hem onun annesini hem benimkini ziyaret edelim. Ben askere gittiğimde bile o her hafta sonu beni görmeye gelsin. Onunla aile olalım, "Araba aldık çok borcumuz var," diyelim, "Çocuk ne zaman çocuk?" desinler, biz utanalım. Ama hiç ayrılmayalım.
Mahir Ünsal Eriş (Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...)
Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen saadetini hissederler. Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.
Sabahattin Ali (Değirmen)
Creativity is a renewable resource. Challenge yourself every day. Be as creative as you like, as often as you want, because you can never run out. Experience and curiosity drive us to make unexpected, offbeat connections. It is these nonlinear steps that often lead to the greatest work.
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
Once true passion hits you, you can recognize all the times in your life when you were chasing the wrong dream. And after you´ve experienced that sustained fulfillment , you´ll never want to settle for anything else
Biz Stone (Things a Little Bird Told Me: Confessions of the Creative Mind)
...Gelgelelim, Beter, bize kısmetmiş. Ölüm, böyle altı okka koymaz adama, Susmak ve beklemek, müthiş Genciz, namlu gibi, Ve çatal yürek, Barışa, bayrama hasret Uykulara, derin, kaygısız, rahat, Otuziki dişimizle gülmeğe, Doyasıya sevişmeğe,yemeğe... Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri, Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret Ve asıl biz biliriz kederi...
Ahmed Arif
gorgo’nun hepimizi taksim 1 mayıs alanı’na topladığı o muhteşem günü de unutmamalı anıtın çevresine sığışamayanları taksim gezisine kovalattı ve unsurlarıyla bir hamlede kuşattı çevreyi biz ne olduğumuzdan korkup bağırıp çığırınca coplar zehirli gazlar ardından basınçlı sular işledi maksemin ordan su ki bir damlası bile azizdir biz laikler için çocukları alıp havada döndürüp yere çalmaya başladı (...) “avm kulesinin tepesinden seslendi gorgo: ölümümü bekleyenler avucunu yalasın ölmeyeceğim yüzyıllar sürse de sizi değiştirene kadar başınızdayım
Leylâ Erbil (Tuhaf Bir Erkek)
Modernlik diye bir şey yoktur. Biz kendi benliğimizden dolayı bizden evvelkileri geri zannediyoruz. Biz şimdi elektrikle aydınlanıyoruz diye gaz lambasıyla, mumla, yağ kandili ile aydınlananları geri zannediyoruz. Hz. Mevlana yağ kandiliyle aydınlanıyordu, sen elektirikle aydınlanıyorsun diye bir satır mesnevi mi yazabildin? Onun için bu modernlik denen şeyi ben kabul etmiyorum.
Ömer Tuğrul İnançer
Askerlerin kanında bulunan üstün disiplin düşüncesi, doğruluk yetkesini saptırmaya yetmez mi? Disiplin demek boyun eğme demektir. Ordunun onurundan söz ediliyor bize, onu sevmemiz, ona saygı göstermemiz isteniyor. Evet hiç kuşkusuz, ilk tehditte ayağa kalkacak, Fransız toprağını savunacak olan ordu tüm halktır, ona ancak sevgi ve saygı duyarız. Ama söz konusu o değil, biz de adalet gereksinimimiz içinde onun saygın kalmasını istiyoruz. Belki de yarın bizim elimize verecekleri kılıç sözkonusu, o efendi söz konusu. Kılıcın kabzasını, o tanrıyı dindarca öpmeye gelince, hayır!
Émile Zola (The Dreyfus Affair: "J'Accuse" and Other Writings)
Hepimiz kendi Fabrikamızda bir koridora girdiğimize, kaderimizin belirlendiğine (düş veya kâbus, yavan veya ilginç, iyi veya kötü) inanabiliriz; ama bir kelime, bir bakış, bir boşluk; her şey onu tamamıyla değiştirebilir ve mermer sarayımız bir lağıma, fare deliğimiz altın bir salona dönüşüverir. Varacağımız nokta aynıdır, ama hepimizin yolculuğu - seçsek de seçmesek de - farklıdır ve biz yaşayıp büyüdükçe değişir. Ben senelerce önce bir kapının arkamdan kapandığını düşünmüştüm; meğer hâlâ kadranın üzerinde yürüyormuşum.
Iain Banks (The Wasp Factory)
Hayat, kendini öyle bir gelip senin karşına koyuyor ki, hayallerini, umutlarını, çocukluğundan, gençliğinden beri kurduklarını yutturuveriyor sana. Sınavlar geliyor, zoraki takılmış kravatlarla, en son akraba düğününde giyilmiş biçimsiz takım elbiselerle iş görüşmeleri geliyor, askerlik geliyor, kredi kartı geliyor, ay sonu geliyor, ihtiyarların bir bir ölmesi, gençlerin bir bir ihtiyarlaması geliyor. Durduğu yerde ağırlaşmaya başlıyor hayat. Yapış yapış bir şey gibi. Kanatlarına bulaşıyor, ökseye tutulmuş gibi kalıyor insan. Hani, zaten uçacağından değil de, yine de zoruna gidiyor. Daha büyük yarınların hayalini kurmak, yarın sabah kalkıp işe ya da iş aramaya gideceğin gerçeğinin arkasında kalıyor. Unutturuyor kendini, sanki bütün gençliğini ışıklar içinde geçirten o değilmiş gibi. İnsan utanıyor sonra o sarılı kırmızılı dergileri, bozuk megafonundan sokaktakileri umuda tavlamaya çalışan çatık kaşlı gençleri, duvarlara intizam bir aceleyle yazılmış o orak şekilli Ş harflerini gördükçe. Sanki önceden söylediği bir yalanı herkes öğrenmiş gibi utanıyor. Göz göze gelmemeye çalışarak uzaklaşıyor yanlarından, hayat da öyle geçip gitmiyor mu, biz güzel şeyler yapmaya çalışırken, tam da en güzel şeyler oluverecekmiş gibiyken. Öyleyse yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimidir.
Mahir Ünsal Eriş (Olduğu Kadar Güzeldik)
Ne gerekçeyle olursa olsun, birbirimizden ayrılmamız bana yanlış görünüyordu. Biz asla farklı yönlere hareket etmemeliydik. Hep birlikte, hep aynı yönde devinmeliydik. Belki çok ufak tefek, cilveleşme kabilinden ayrılıklar söz konusu olabilirdi. Self servis bir kafeye falan gittiğimizde o geçip bir yere oturabilir -muhakkak ki benim görebileceğim bir yere- sonra ben çayları alıp hemen yanına gidebilirdim. Bu kadarı makul, bir dirhem fazlası ise elemdi.
Alper Canıgüz (Gizliajans)
The public has a short memory. That's why all these big stars do these crazy, terrible things and two years later they're back in the biz, you know. 'Cause the public has a short memory. Let me give you a little test, okay? This is my thesis -- the public has a short memory and, like-- How many people remember, a couple of years ago, when the Earth blew up? How many people? See? So few people remember. And you would think that something like that, people would remember. But NOOO! You don't remember that? The Earth blew up and was completely destroyed? And we escaped to this planet on the giant Space Ark? Where have you people been? And the government decided not to tell the stupider people 'cause they thought that it might affect-- [dawning realization, looks around] Ohhhh! Okay! Uh, let's move on!
Steve Martin
Ömrümüzü yaptığımız yanlışlardan geri dönmekle harcamıştık ama hayatı hala ilerlenecek bir şey olarak görüyorduk. İnsandık çünkü biz, budalaca zaferlermiz vardı hiçbir işe yaramayan ve bilgece yenilgilerimiz vardı bizi birbirimize daha sıkı bağlayan, umutsuzca, kederle bağlayan bizi birbirimize. Kendi içimizde sessiz ve korkunç mücadeleler vermiştik, kendi iç savaşlarımızın gazisiydik hepimiz, kendimize yenilip kabul etmiştik kendimizi ve kendimize boyun eğmiştik ve şimdi hiç kimseye boyun eğmeyecektik!
Emrah Serbes (Deliduman)
Kept apart from one another, deaf children frequently receive not only substandard education without full access to language, but a suppressed understanding of the self that can only be righted by representation and a sense of larger community belonging.
Sara Nović (True Biz)
Geçmiş, bugün ve gelecek... hepsini peşpeşe dizip, dümdüz bir çizgi çiziyoruz. Bu yüzden geçmişin geçip gittiğine, geleceğin henüz gelmediğine inanıyoruz. Ve en kötüsü, zamanı önceden çizdiğimiz bu dümdüz çizgide yürümeye mecbur tutuyoruz. Ama belki de o burnunun ucunu göremeyecek kadar sarhoştur. Keşke zaman hiç ayılmasa. Düz çizgide dümdüz yürümeyi bir türlü başaramasa. Keşke hep yalpalasa, saçmalasa,parçalasa. Biz de bakıp bakıp, yaptıklarını kınasak ve bir daha hiçbir şeyimizi ona havale etmeye kalkmasak.
Elif Shafak (Mahrem (Turkish Edition))
en çocukluğumdan beri, hayatı annemin ölümüne kadar sanmıştım, onu anladım ben de. Sanki o ölünce ”Son” yazısı çıkacak ve biz de, cennet mi cehennem mi, nereye gideceksek oraya gitmek üzere nakil araçlarına bindirilecektik. Şu ağzı burnu yumruklanası ”ölenle ölünmüyor”cular olmasa, farkına bile varmayacaktım annem ölünce, hepimiz ölmüş sayılmadığının. İnsanlar öyle ağlaşarak toplanınca, nakil araçlarını bekliyoruz sanmıştım ben oysa. Bu işte başka bir iş var sanmıştım. Annemden ölmesini hiç beklemiyordum çünkü, şairin babası gibi, şaşırtmıştı beni. Hep biliyordum öleceğini, yarın bile olabileceğini biliyordum ama beklemiyordum. Kendim ölsem daha az şaşırtıcı bulurdum.
Mahir Ünsal Eriş (Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...)
O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak, sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik. Uzaktan bakınca kayan yıldızlar kadar güzel görünüyorduk. Gerçekte ise, tek başımıza uzaya hapsolmuş, hiçbir yere gidemeyen tutsaklar gibiydik. Ancak iki uydunun yörüngeleri tesadüfen kesişince bir araya gelebiliyorduk. Hatta birbirimize duygularımızı bile açabilirdik. Sadece bir anlığına Hemen sonraki an ise mutlak bir tek başınalığa doğru savrulacaktık. Günün birinde yanıp yok oluncaya dek.
Haruki Murakami (Sputnik Sweetheart)
In 1939, unemployment was over 17 percent. Just outside of Boston at 210 Lincoln Street, there were over three hundred shoe companies. Some of them decided to pass the hat to help those who didn’t have enough to eat. So the 210 Foundation was born, and it still exists today. “Shoe People Helping Shoe People.” It is the only industry organization of its kind. It binds those in the industry with a certain respect and a desire to help those who fall on hard times. We used to call it the “Old Shoe Biz.” That meant lasting friendships, drinking, good restaurants,
Bill Morgenstein (The Crazy Life of a Kid from Brooklyn)
But language bears more than the work of communicating with the mainstream world; it is also the internal vehicle for our thoughts and feelings, the mechanism through which we understand ourselves. Without first having had ASL, I would not have understood myself as a person with a story to tell.
Sara Nović (True Biz)
Senelerce, senelerce evveldi; Bir deniz ülkesinde... ve belki de birbirine aktardığım defterlerin hepsinde bu şiir vardı: Senelerce, senelerce evveldi; Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde bir Kadırgada iki korsan tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında birbirimizi yaralarından tanıdık dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında duruyordu aramızda oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık batık gemilerin deniz diplerini saran umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden ürküyorduk bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında bilmeden birbirimize doğru ilerliyorduk.
Murathan Mungan
Öleceğinize inanır mısınız? Evet, insanoğlu ölümlüdür,ben bir insanım, buradan… Hayır, o değil; bildiğinizi biliyorum. Bense şunu soruyorum: bu sayfayı tutan parmakların günün birinde sararıp, buz gibi olacağına inandınız mı, kesinlikle inandınız mı? Aklınızla değil de vücudunuzla inandınız mı, hissettiniz mi? Hayır kesinlikle inanmıyorsunuz ve bu yüzden bugüne kadar da onuncu kattan kaldırıma atmadınız kendinizi.
Yevgeny Zamyatin (We)
Nine out of ten deaf kids had hearing parents, and those parents held Deaf fate in their hands—the fate of their own children, of course, and the future of the Deaf community at large. Problem being, most parents understood deafness only as explained to them by medical professionals: as a treachery of their genes, something to be drilled out.
Sara Nović (True Biz)
Bir gün gelecek, binalarımız çökecek, otomobiller hurdaya dönmüş olacak, uçaklardan ve roketlerden kurtulmuş olacağız, tekerleğin ve atomun parçalanmasını bulmuş olmaktan vazgeçeceğiz, mavi tepelerden taze bir rüzgâr esecek ve ciğerlerimizi alabildiğine dolduracak, ölmüş olacağız ve soluk alacağız; bu, hayatın ta kendisi olacak. Çöllerde sular tükenecek, biz yeniden çöllere dönebileceğiz ve vahiylere kulak vereceğiz, savanlar, göller ve akarsular arılıklarıyla bizi çağıracak, elmaslar kayaların içinde kalacak ve parıltıları hepimizi aydınlatacak, balta girmemiş ormanlar, bizi düşüncelerimizin karanlık ormanından çekip alacak, düşünmeye ve acı çekmeye son vereceğiz; bu, kurtuluşun ta kendisi olacak.
Ingeborg Bachmann (Malina)
Ama bugün bunca şey değişip dururken kendimizi değiştirmek, biz erkeklerin de görevi değil mi? Bir parça gelişmeyi, aşktaki çalışma payımızı zamanla ve yavaşça üzerimize almayı deneyemez miyiz? Aşkın bütün zahmetinden bizi azat ettiler ve böylece aşk, eğlencelerimiz arasına düştü; nasıl ki birçoğunun oyuncak dolabına bazen, iyi cinsten tentene parçası düşer, çocuğu sevindirir, sonra sevindirmez olur ve sonunda o kırık, o parça parça eşyalar arasında, bütün hepsinden daha kötü, kalakalır. Biz bütün amatörler gibi kolay hazlarla bozulduk ve usta diye geçiniyoruz. Başarılarımızı hor görsek, hep kendi hesabımıza başkalarına gördüğümüz aşk işini öğrenmeye ta başından başlasak nasıl olur? Madem bunca şey değişiyor, gitsek de bir yeni başlayan gibi başlasak?
Rainer Maria Rilke (The Notebooks of Malte Laurids Brigge)
...buraya rüyalarımızı gerçekleştirmek gerçek cenneti kurmak ve kötü hayalleri kovmak üzere toplanmış bulunuyoruz onları gözyaşlarımızla mı eğlendireceğiz onlar bu çeşit eğlenceyi daha çok severler ama ne ağladık ne ağladık diye heyecandan titrerler birbirlerine anlattıkça oysa biz onlara cenneti sunacağız cennet muhallebiden duvarlar demek değildirsayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir sen beni dinleyeceksin sayın yetkili benim reyimle oraya geldin bana kulak vereceksin yanımdan hışım gibi özel muhafızların ve kurşun işlemez camlı arabalarınla rüzgar gibi geçmeyeceksin öyle sahte bir samimiyet de istemiyorum benimle el sıkışırken resimler çektirmen gereksiz...
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Çıplaktık, yürüyorduk, utanmayı öğrenmemizle unutmamız bir olmuştu, çıplaktık, yürüyorduk. Kimin sınava girdiği unutulmuştu, çıplaklık unutturucudur. Biz unutmak için, kaçmak için soyunanlardandık, kaçmak için. Oysa hatırlamak için soyunulur, hatırlamak için, yüzyıllardan beri unutulanları hatırlamak için. Neyin olmadığını, neyin olamayacağını hatırlamak için, yeniden başlamaya gücü olmak için, seçim yapmak için, seçim yapabilecek açıklığa kavuşabilmek için. Hayır demek için, evet demek için, başkaldırmak için, yakıp yıkmak için, barış için soyunulur, soyunulur. Tante Rosa daha bir kez olsun bunlar için soyunmadı, bunlar için soyunulabildiğini düşünmedi, görmedi, bilmedi. Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır. İşte unutmak için, neyi unutmak, neden kaçmak için, işte bunlar hiç bilinmiyor, bunları bilmek bile bir ad değiştirmektir, bir kılık değiştirmektir, neden kaçtığını, neyi unutmak için soyunulduğunu bilmek, sadece bunu bilmek, doğduğu ânı bilmek, çıplak doğmuş olduğumuzu bilmek, çıplak öleceğimizi bilmek, hiçbir şeyi bilmemek ya da, ama hiçbir şey bilmediğini de bilmemek, yararsızlığı bilmek, yararsızlığı. Bunun için soyunmak ve suyun dibini görmek.
Sevgi Soysal (Tante Rosa)
Sparhawk: Niye bizim gibi tam takım değil de basit bir örme zırh giyiyorsunuz? bizimkisi daha avantajlı olmaz mı? Ulath: Nehir geçmek zorundaysan olmaz ve geldiğim Thalesia'da bir sürü nehir vardır. Örme zırhı nehrin dibindeyken bile çıkarabilirsin ama diğeriyle kurtulamazsın. Sparhawk: Bu anlamlı. Ulath: Evet biz de öyle düşündük. Tam takım zırh giymemiz gerektiğini düşünen bir eğitmenimiz vardı. Kardeşlerimizden birisini örme gömlekle nehirden aşağı attık. Gömleğini çözüp yukarı çıkması bir dakikadan az sürdü. Eğitmen tam takım zırh giyiyordu, onu attığımızda yukarı çıkamadı. Belki aşağıda daha ilginç bir şey buldu. Sparhawk: Kendi eğitmeninizi mi boğdunuz yani!!? Ulath: Hayır, onu zırhı boğdu. Sonra Sir Komier'i seçtik. Salakça öneriler yapmayacak kadar anlayışlı.
David Eddings (The Ruby Knight (The Elenium, #2))
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan'ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs'süz, Şam'sız, Lübnan'sız, Beyrut'suz ve Halep'siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız. Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe: - Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor. Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi! - Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır. Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz, istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor. O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed'ini görmedik. Fakat Ahmed'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlatamadığı cehennemi gördü. Şimdi Anadolu'ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik!
Falih Rıfkı Atay (Zeytindağı)
Doğrusunu ister misin, benim gözüm yıldı. Ben artık hiçbir işe yaramam.'' dedi. Annesine birkaç defa ölüm haberi gelmiş. Çünkü birkaç defa haftalarca düşman içinde kaldı. Hepimiz öldüğüne inandık. Sonra esir düştü. Gene öldüğünü söylemişler. Hatta ailesine aylık bile bağlanmış. ''İstanbul'a döndük, dedi. Bir akşamüzeri... Bizim mahallede bir yokuş vardı. Alacakaranlıkta bunu çıkıyorum. Bir yeldirmeli kadın da iniyor. Neredense annem olduğunu tanıdım. Bakkala yoğurt almaya gidiyormuş. O kadar heyecanlanmışım ki duvara dayanarak bekledim. Benim hizama gelince ''Anne!'' dedim. Bunu demedim, adeta inledim. Neredeyse ağlayacaktım. O da benim sesimi tanıdı. ''İsmail, sen misin?'' diye sordu. Hani gereksiz sorular vardır ya, işte onlardan birisi... Yoksa beni tanıdı. Ne yaptı bilir misin? Elindeki kaseyi eğilip yere koyduktan sonra kucakladı beni... Biz ana-oğul, öylece ağlaşırken, yemin ederim ki, aklı fikri, yere bıraktığı kasedeydi. ''Aman kırılmasın!'' Ben kendimi belki yüzlerce defa o kaseden daha değersizmişim gibi ölüme attım. Bunu sen gördün, bilirsin. Annem, mezardan geri gelen oğlu için, kenarı çatlak bir kaseyi -vallaha kenarı çatlaktı, eskici Yahudi iki kuruş vermezdi- yere atamadı. Sonra akrabaları, dostları, komşuları, hemşerileri dolaştım. Hepsinde bu ''kaseyi yere atamamak'' hali fazlasıyla vardı. Harbe gidenler haklı olarak umursamaz olmuşlardı. Bir suretle yakalarını kurtaranlar ise bizim karşımızda vicdan azabı çekiyorlar, bu duyguyla yenilginin suçunu açıktan açığa bize yükletiyorlardı. ''Sanki neye yaradı?'' anlamına gelen bir alaycı, kırıcı bakışlarla bakıyorlar ki dayanılmaz.'' dedi.
Kemal Tahir (Esir Şehrin İnsanları (Esir Şehir Üçlemesi, #1))
Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orda, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Tanrı da acıyacak bize ve biz seninle canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmas gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşama gibi dingin, yumuşak ve tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna! Zavallı, zavallı Vanya dayı, ağlıyorsun... Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya dayı, bekle... Dinleneceğiz, Dinleneceğiz...
Anton Chekhov (Uncle Vanya)
Her şeyi kendimizle, kendimizi de herkesle karşılaştıracak şekilde yaratılmışız bir kere, bundan dolayı mutluluk ve hüznümüz bağlı olduğumuz şeylerden etkileniyor kuşkusuz, bu durumda en tehlikeli şey de yalnızlık. Doğası gereği kendini aşmaya zorlanan, edebiyatın fantastik imgeleriyle beslenen hayal gücümüz, kendimizin en aşağıda bulunduğu bir dizi varlığı sıraya sokuyor, dışımızdaki her şey daha güzel, bizden başka herkes daha mükemmelmiş gibi görünüyor. Ve bu çok doğal bir akış içinde gerçekleşiyor. Bazı şeylerin bizde eksik olduğunu çok sık duyumsuyoruz, eksikliğini duyduğumuz şey de çoğunlukla bir başkasında varmış gibi geliyor bize, sahip olduklarımızın yanı sıra yüceltilen bir parça gönül huzurunu bile ona layık görüyoruz. Böylece şanslı kişinin, yani bizim hayal ürünümüz olan kişinin hiçbir eksiği kalmıyor. Oysa bütün zafiyetlerimiz ve dertlerimizle yolumuzdan sapmadan çalışmaya devam etsek, başkalarının yelkenleri ve kürekleriyle ilerlediği yolda biz dolaşıp zikzaklar çizdiğimiz halde öne geçtiğimizi sıklıkla göreceğiz-ve-elbette insan bunu ancak başkalarıyla aynı konuma gelince veya onların önüne geçince anlayabiliyor.
Johann Wolfgang von Goethe (The Sorrows of Young Werther)
Sana yirmi beş yaş dayanılmaz haşarılığını kanıtlayan yazılarından kopya ettiğim birkaçını gönderiyorum.Kızma!Biliyorum yanlıştı sana gelmem.Kalan yanlışlıklar değil midir zaten.Karşılaştığımız ilk gün gözlerinde beliren huysuzluğu duyumsamıştım.Seni değişmiş görmeyeceğim hiç.Görmek de istemiyorum.Hep o aynı aşk adamı,töre kaçkını delikanlı.Birdenbire gecikmiş çöküntüye dayanamayan Byron portresi.Ben çürüdüm senin adına durmadan bilerek.Ellerime baktım.Çoraktı,çatlaktı.Belki tek vurgunluğun gözlerimeydi.Onlardı eskitilemeyen.Yıpranmazdılar ben istesem bile.Bir süre oyalama gücü veren sana.Yakınmıyorum. Yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de.Kin tutmaya ödün vermez bir ölüm olacak,umutlarıma.Bunalımlarını neye dayandırmak istersen iste,açılamazdın,açılmana yardım edemezdim.Tüm cayabileceklerimi birbirine tutuşturmaya kalkışsaydım,nasıl küçülürdüm biliyordum.O bilişi,onurlu alınganlığını yerleştirdiğin yüreğimin suçu ne?Biz bir varoluşun içinde ya da dışındaydık,onu hiçbir payanda ayakta tutamazdı.Susacaksın kuşkum yok,bu susku'yu senden önce salt unutulmuşluğa götürmeyi diliyorum.Kanayan tutkularında neyi parçalasan içinde ben varım,dahası ruhgöçüne uğrayarak ben olacağım !...Mutluyum nasıl isterdim bunu bilmeni.Bildiğini bilmek umudu,arttırmıyor mu sanıyorsun acımı.Aynı zamanda şaşkın bir doğa çarpığı.Ne İskender'ler imgeledim,ne Salvador Dali'ler sende.Bir gün beni yersiz yücelterek içini rahatlatmaya zaman bırakacağımı da seziyorum.Kocadı artık yüreğim,durmaya gönüllü.Duymayayım da yanıl,kutsa benden sonra beni,bağışladım şimdiden.Masalımızı yazmayacaksın yaşadığıma inandıkça.İşin kötüsü,yok olduğuma da inanamayacaksın!Gene de esirgeyeceğim seni,kesin ardıma bırakacağım,senin dileğin de bu,öylesine hırpalıyorsun çünkü,değmez bulacak,insanlık tragedyası karşısına çıkarılmış clown fantezisi sayacaksın,bize göre dünyamızın çocuk kalmış sevdasını!Oysa,bir kez ölümlü bakışını durdurabilseydin zamansızlıkta...Dur,yokla bedenini,bak ne sıcacık!Hep kıskandın kendini,kendinden canım aptalım benim.Sen hep yanılgı ve yenilgilerden oluştuğun için yaşayabilensin!
Vüs'at O. Bener (Buzul Çağının Virüsü)
Sosyeteymiş, toplummuş! Sen, herhalde kasten götürüyorsun beni bu sosyete ve toplumlara, orada olma isteğinden tümden kurtulmam için. Yaşam, ah güzel yaşam! Onu nerede aramalı? Aklın, kalbin ilgilerinde mi? Bütün bunların çevresinde döndüğü merkezi göster: öyle bir şey yok, derin bir şey, canlı bir şey yok. Bütün bunlar ölü, uyuyan insanlar, benden de kötü bu sosyete ve toplum üyeleri! Onları yaşamda sürükleyen şey ne? Bunlar yatmayıp her gün sinekler gibi, ileri geri uçuşuyorlar, ama ne için? Bir salona giriyorsun ve misafirlerin nasıl simetrik bir şekilde yerleştiğine, nasıl huzurlu ve derin düşüncelere dalmış bir şekilde kâğıt oynamaya oturduğuna şaşakalıyorsun. Diyecek bir şey yok, şanlı bir yaşam vazifesi! Hareket arayan bir akıl için mükemmel örnek! Bunlar ölü değil mi? Yaşamları boyunca oturup pineklemiyorlar mı? Neden ben evde yattığım ve aklımı valelerle, sineklerle bozmadığım için daha suçlu oluyormuşum?” “Yaşlı onların hepsi, bunu bin kez konuştuk,” dedi Ştoltz. “Daha yeni bir şeyin yok mu?” “Peki bizim iyi gençlerimiz, onlar ne yapıyor? Herhalde uyumuyor, Neva Bulvarı’nda geziniyor, dans ediyorlar? Her gün boş yere üst üste yığılan günler! Ama baksana, onlar gibi giyinmeyen, onların unvan ve adını taşımayanlara nasıl kibirle ve tarifsiz bir özgüvenle, küçümseyici bakışlarla bakıyorlar. Ve zavallılar kendilerinin kalabalıktan yüksekte olduğunu hayal ediyor: ‘Bizler, bizden başka kimsenin çalışmadığı yerlerde çalışırız; biz koltukların en ön sırasındayız, Knez N.’nin balosundayız, sadece bizi davet ettiler bu baloya’... Ama bir araya toplanınca da vahşiler gibi içip kavga ederler! Bunlar mı canlı, uyumayan insanlar? Hem sadece gençler de değil: yetişkinlere de bak. Bir araya geliyor, birbirlerini davet ediyorlar, ne büyük konukseverlik, ne iyilik, ne birbirlerine düşkünlük! Öğle yemeğinde, akşam yemeğinde görev gibi toplanıyorlar, neşesiz, soğuk bir halde, aşçılarıyla, salonlarıyla övünmek ve sonra da bıyık altından gülmek, birbirlerine çelme takmak için. Evvelsi gün, yemekten sonra orada bulunmayan ünlüleri karalamaya başladıkları zaman nereye bakacağımı bilemedim, masanın altına saklanmak istedim: ‘O aptal, bu rezil, diğeri hırsız, ötekisi komik’; sanki avlanıyorlar! Bunu söylerken bir de birbirlerine şöyle der gibi bakıyorlar: ‘Haydi çık sen dışarı, sıra sana da gelecek...’ Eğer bunlar öyleyse neden onlarla yan yana geliyorlar? Neden birbirlerinin elini böyle sertçe sıkıyorlar? Ne samimi bir gülüş, ne bir duygudaşlık ışıltısı! Gösterişli unvanlar, rütbeler almaya çabalıyorlar. ‘Benim şuyum var, ben bu oldum,’ diye böbürleniyorlar... Bu mu yaşamak? Ben bunu istemem. Ne öğreneceğim orada, ne alacağım?
Ivan Goncharov (Oblomov)
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor. Uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. o esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün... dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: gölgeler. Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın." diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bir gösterse,"Bunlar nedir?" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı. Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi. Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh.
Cemil Meriç
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını, onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek, onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş, dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi düşünülürse, gerçek zafer budur aslında: Victoria nulla est Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus) Zafer zafer değildir Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe
Montaıgne
İki haftamı ülkenizi dolaşarak geçirdim -ülkeniz, çılgın zamanlar mıntıkası ve televizyonda sürekli bir biçimde ereksiyon sorununu tedavi eden ilaçların reklamının yapıldığı o ülkeyse eğer- bu dergi için bilgi toplamakla görevlendirilmiş olarak: kırk yedi edebiyatsever, sinir bozucu derecede sakin olmakla beraber yüzü gülmeyen genç adam ve kadından oluşan, her ay bu köşedeki tüm iyi esprileri ayıklayan Hece Cümbüşü, artık Amerikan okuma alışkanlıklarından bihaber olduğuma karar verdi ve beni havaalanı kitapçılarına doğru (itiraf etmeliyim ki faydalı) bir geziye gönderdi. Bu sayede, biliyorum ki, en sevdiğiniz yazarınız Cormac McCarthy değil, hatta David Foster Wallace bile değil, Joel Osteen diye bir adam ki kendisi, hakkında bildiğim kadarıyla Cümbüş üyesi olabilir çünkü kusursuz dişlere ve kurtarıcımız İsa’nın rehberliğinde insanlığın mükemmelliğe ulaşabileceğine dair bir inanca sahip. Televizyonu her açışımda Osteen ekrandaydı -Allah şu yetişkinlere yönelik, seyrettiğin-kadar-öde kanallarından razı olsun!- ve kitabı Become a Better You (Daha İyi Bir Sen Ol) her yerdeydi. Sanırım, şimdi bu kitabı okumak zorunda kalacağım, sırf sizin ne düşündüğünüzü öğrenmek için. Gerçek bir hikaye: Texas Houston’da George Bush Havaalanı’nda, otuzlarında çekici bir kadın gördüm bu kitabı satın alırken ve ilginç olan şuydu ki kadın ağlıyordu bu işi yaparken. Aceleyle içeri girdi gözlerinden yaşlar akarak ve kendi kendine söylenerek, doğruca ciltli, çok satan, kurgusal olmayan kitapların sergilendiği bölüme yöneldi. Tahmininiz benimki kadar başarılı. Neredeyse tamamen eminim ki, suçlanması gereken kişi duyarsız bir herifin teki (kadının D15 ile D17 kapıları arasında bir yerde terk edildiğini tahmin ediyorum), ve aslına bakılırsa duyarsız Amerikalı erkekler, Hıristiyanlığın A.B.D.’de popüler olmasının sorumlusudur. İlginçtir ki, İngiltere’de erkekler zerre kadar duyarsız değildir ve sonuç olarak biz de neredeyse toptan allahsız bir milletiz ve Joel Osteen hiçbir zaman televizyonlarımıza çıkmıyor.
Nick Hornby (Shakespeare Wrote for Money)
Esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünya da bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir de bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda hep kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. Tabiî bu arada sizler de boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık; kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik(sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken bir takım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız dâvalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi(siz) kötü(biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.
Oğuz Atay (Tutunamayanlar)
Avuç büyüklüğünde küçük bir taş ve onu oyarak bir gitara dönüştürmeye çalışan Deniz, kendisini seyreden çocukların ilgisinden aldığı motıvasyonla gıtarın sapında olması gereken oyuntuyu vermek için küçük küçük vurdu darbelerı taşa sakince konusurken: "İşte bizi de böyle sekılllendırır hayat... Olmamız gereken seye donusebılmek ıcın küçük küçük darbelere ihtiyacımız vardır. Maalesef darbeler acıtır, büyürken acırsınız. Ama ancak acıyarak kendimizi bulduğumuzu kimse söylemez bize, belki de korkacağımızı sanırlar. Halbuki ruhumuz acıdıkça kabuğumuz soyulur... İçimizdeki güzellik dışımıza çıkana kadar. Aynı taşın içindeki bu heykel gibi." Elindeki heykelciği çocuklara göstermek için kaldırdı. Küçük Kaan, "Büyük şeyler de yapabilir misin? İnsan heykeli mesela" dedi. Deniz gülümsedi, "Çok çalışırsam ve zamanımın tamamını bir süre onu yapmaya ayırırsam yapamacağım hiçbir şey yok" diye cevap verdi ve Kaan`ın gözlerine bakıp, "İnsan vazgeçmediği herşeyi yapabilir" dedi. "Ben acımayı hiç sevmiyorum Deniz Abi" dedi heykelciğin bitmesi için sabırsızlanan küçük Elif. Acıda kalmıştı aklı. Deniz, "Merak etme Elif, büyüdükçe bedenin daha az acıyacak. Daha az düşeceksin, artık ayak parmağını o kadar da vurmayacaksın, dizlerin kanamayacak çünkü bedenin acıya acıya kendini daha iyi taşımayı öğrenecek" dedi. Ruhi kaşlarını çatarak baktı Deniz`e, tilki tarafından ısırılan köpeğini vurmak zorunda kalmıştı babası, kalbi çok kırıktı. Sanki dünyadakitüm tilkileri yok ederse ancak rahatlayacaktı. Deniz özellikle ona bakarak devam etti konuşmasına: "Büyüdükçe artık bedenimizin değil, rukumuzun acıdığı şeyler yaşamaya başlarız. Benim başıma neden bu geldi derken bulursun kendini. Ama nasıl bu darbeler olmasa elinizdeki heykelcikler ortaya çıkamazsa, hayatın ruhumuza yaşattığı acılar olmasa da biz, biz olamayız, olgunlaşamayız. Çünkü acı hisseden kişiden bir şey doğar: İntikam ya da anlayış. Seçim bizim. Kendine acıyanlar intikamı seçerler ve sonunda intikamını almaya çalıştıkları şeye dönüşürler. Haksızlığa uğradığı için intikam peşinde koşan biri haksızlığa uğratır. Anlamayı seçenlerse olgunlaşırlar. Bırakın hayat sizinle uğraşsın, acıtsın. İntikama düşmeyin, anlayın, anlayın ki öğretsin, değiştirsin. Bırakın hayat sizi kendinizle tanıştırsın." Gitarın oyması bitmişti, Elif`e verdi. Bir gün buradan giderse geride kendinden bir parça bırakmak istemişti daha hiç gitmeye niyeti olmasa da. Geride bıraktığı parçanın bu küçük heykelcikler değil, çocukların verimli beyinlerine ekilmişilham tohumları olduğunu düşünmeden başladı son taşı oymaya, bu taş Ruhi`nin köpeği içindi. O köyden bir sanatçı çıkacaktı. elif, yazdığı üç kitapla kitlelere ulaşıp farkındalık yaratacak, o kitabı okuyan bir müzisyen esinlenip yeni bir müzik yaratacak, çalışırken o müziği dinleyen genç bir kimyacı amgdalinden leatral üretmeyi başaracak;kanserden ölmek üzereyken kimyacının ürettiği leatrali kullanan bir avukat kanseri yenip çocuk haklarını esas alan çok önemli bir yasanın meclisten geçmesi için savaşıp kazanacak;meclisten geçen yasa sayesinde hayatı kurtulan bir çocuk milyonlarca insanın hakkını yağmadan kurtaracaktı...Şükürler olsun ki hayat her an, hepimizden daha akıllıydı. Tek yapmamız gereken ilhamımızı bulmak ve ölesiye onu korumaktı. Çünkü evrende tesadüf yoktu.
Azra Kohen