Ben Nevis Quotes

We've searched our database for all the quotes and captions related to Ben Nevis. Here they are! All 6 of them:

Özür dilemek... Şu hayatta en iyi yapabildiğim şey ne yazık ki bu. Burda bahsettiğim "özür dilemek" apayrı anlamlar içeriyor. Bir nevi savunma mekanizmasından, yanlış olan bir şeyi düzeltmek yerine onu "özür dilemek" aracılığıyla legal hale getirmekten, bir kurnazlık, bir sinsilik abidesi sözcükten bahsediyorum ben.
Umut Sarıkaya (Benim de Söyleyeceklerim Var!)
Wohnhäuser lagen. Auf halbem Wege passierten sie The House of Hidden Treasure, einen ungewöhnlichen Laden, in dem es allerhand wunderliche Gegenstände zu kaufen gab. Seinem Besitzer, Mr Strummer, hatte Onkel Titus schon das eine oder andere kuriose Schmuckstück verkauft. Schließlich erreichten sie die bewaldeten Gebiete der Gegend. Als es in einer Senke ein Stück bergab ging, wies Justus auf frische Lackspuren und Kratzer an einer
Ben Nevis (Die drei ??? und der letzte Song (drei Fragezeichen) (German Edition))
Fakir düşmüş bir ailede doğdum. Buna rağmen çocukluğum epeyce mesut geçti. Fakirlik, içimizde ve etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde- zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti. Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manâsında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manâsını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi, ve o geldi diye biz sevicimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinlere mi benzer? Bir türlü anlayamadım. Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)
And now nobody was even sure who in the pub had said it, but it had somehow become fact. This was what happened in a little village. Someone said something and it got embellished and before you knew it the molehill was Ben Nevis
Bella Osborne (The Perfect Christmas Village)
Quan­do in­fi­ne re­cu­pe­rò il fia­to fece usci­re tut­ti per par­la­re da solo col suo me­di­co. «Non mi im­ma­gi­na­vo che que­sta stron­za­ta fos­se così gra­ve da far pen­sa­re all'olio san­to» gli dis­se. «Io, che non ho la gio­ia di cre­de­re nel­la vita dell'al­tro mon­do.» «Non si trat­ta di que­sto» dis­se Ré­vé­rend. «E' noto che si­ste­ma­re le fac­cen­de del­la co­scien­za in­fon­de all'am­ma­la­to uno sta­to d'ani­mo che fa­ci­li­ta mol­to l'in­com­ben­za del me­di­co.» Il ge­ne­ra­le non pre­stò at­ten­zio­ne alla mae­stria del­la ri­spo­sta, per­ché lo fece rab­bri­vi­di­re la ri­ve­la­zio­ne ac­ce­can­te che la fol­le cor­sa fra i suoi mali e i suoi so­gni ar­ri­va­va in quel mo­men­to alla meta fi­na­le. Il re­sto era­no te­ne­bre. «Caz­zo» so­spi­rò. «Come farò a usci­re da que­sto la­bi­rin­to?» Esa­mi­nò il lo­ca­le con la chia­ro­veg­gen­za del­le sue in­son­nie, e per la pri­ma vol­ta vide la ve­ri­tà: l'ul­ti­mo let­to pre­sta­to, la toe­let­ta di pie­tà il cui fo­sco spec­chio di pa­zien­za non l'avreb­be più ri­pe­tu­to, il ba­ci­le di por­cel­la­na scro­sta­ta con l'ac­qua e l'asciu­ga­ma­no e il sa­po­ne per al­tre mani, la fret­ta sen­za cuo­re dell'oro­lo­gio ot­ta­go­na­le sfre­na­to ver­so l'ap­pun­ta­men­to ine­lut­ta­bi­le del 17 di­cem­bre all'una e set­te mi­nu­ti del suo po­me­rig­gio ul­ti­mo. Al­lo­ra in­cro­ciò le brac­cia sul pet­to e co­min­ciò a udi­re le voci rag­gian­ti de­gli schia­vi che can­ta­va­no il sal­ve del­le sei nei fran­toi, e vide dal­la fi­ne­stra il dia­man­te di Ve­ne­re nel cie­lo che se ne an­da­va per sem­pre, le nevi eter­ne, il ram­pi­can­te le cui nuo­ve cam­pa­nu­le gial­le non avreb­be vi­sto fio­ri­re il sa­ba­to suc­ces­si­vo nel­la casa sbar­ra­ta dal lut­to, gli ul­ti­mi ful­go­ri del­la vita che mai più, per i se­co­li dei se­co­li, si sa­reb­be ri­pe­tu­ta.
Gabriel García Márquez (I grandi romanzi)
Mesela Rauf Bey der ki ben Rical-i Osmaniye'den birinin çocuğuyum. Yani Osmanlı devlet adamlarından birinin çocuğuyum Ve benim kanımda padişahın nimeti devreder. Doğru mudur? Doğrudur. Çünkü bir padişahçı terbiye almıştır. O da ayıp bir şey değil. Çünkü padişahlık devrinde, padişahçı terbiye almak pekâlâ Türkiye'de bir nev'i kendi kendini yetiştirmekti. Herkes Mustafa Kemal gibi âsi olmaz. Refet Paşa'ya sorar Atatürk mesela 'Sen ne dersin?'; Ben Rauf Bey'in dediğine iştirak ederim, der. İşte Ali Fuat Paşa da Atatürk'ün çok eski arkadaşı ve çok zeki. Tanıdım ben yakından Ali Fuat Paşa'yı. Yazdığı bir önemli şeyde sonuna koydum Tek Adam, el yazısıyla. Çok şâyân-ı dikkattir. Ha o idare eder, der ki Ben yeni geldim Moskova'dan henüz daha düşüncem yok, tetkik edeceğim, der. Ama şimdi ne oldu? Şimdi Atatürk var ortada, başka türlü konuşur ama ifade eder mi, etmez. Konu ise saltanatın kaldırılıp kaldırılmayacağıdır. Rauf Bey demiştir ki Paşam Meclis heyecan içinde, sen saltanatı kaldıracakmışsın, padişahlığı kaldıracakmışsın, kat'iyen olamaz. Padişahsız bu millet iktidar olmaz. Mustafa Kemal her zamanki taktiğini kullanır. Sen ne diyorsun, der. Onun taktiği odur. Böyle kritik şey oldu mu 'Peki sen ne diyorsun' der. İşte o vakit padişahın şeyiyim, onsuz olmaz. Öteki de böyle filân. Ve sonunda Mustafa Kemal der ki canım, daha şimdi bir şey yok. Siz tatmin edebilirsiniz Meclisi, filân. İşte onlar da tatmin edilmiş şeyler kendilerini. Giderler 16 gün sonra saltanat kalkar. Ve saltanat kalkarken Meclis'te Rauf Bey'e de sms verir Mustafa Kemal. 'Rauf Bey siz bir şey söylemeyecek misiniz?' Çıkar kürsüye, der ki çok isabetlidir, bu büyük bir tarihi karardır, şudur, budur iner... Yine herkes heyecanlı nutuklar söyler. Son söz sizin olsun. Çıkar, bu millî bayram olsun, der Rauf Bey...
Abdi İpekçi (İnönü Atatürk'ü Anlatıyor)